29 Ekim 2010 Cuma

CUMHURİYET ÖZGÜRLÜK İNSANCA VARLIK YOLU


***Türkiye'de kaç okul var ?........... ........67. 000

***Kaç hastane var ?........... ........1. 220

***Kaç sağlık ocağı var ?........... ......... 6.300

***Peki kaç cami var ?........... ......... .85.000

Her 60 bin kişiye 1 hastane düşerken, 350 kişiye 1 cami düşüyor.

***Peki, kaç kilise var ?........... ......... .270

***Kaç cemevi var ?........... ......... .100

***Türkiye'de kaç doktor var ?........... ......... .77.000

***Peki, kaç din görevlisi var ?........... ......... .90.000

Türkiye'de her 900 kişiye bir doktor düşerken,

her 780 kişiye bir din görevlisi düşüyor.

Eğitim-Sen'e göre Türkiye'nin 200 bin öğretmen açığı var.

***Türkiye'de kaç kütüphane var?........ ......... ......1.435

***Almanya'da kaç kütüphane var?........ ......... .....11.000

***Türkiye'nin kaç kentinde devlet tiyatrosu var ?......13

*** Kaç kentte kuran kursu var?........ ......... .......81

***Bu kursların toplam sayısı kaç ?........... ......... ......3.852

***Türkiye'de 1 opera derneği var, 11 bale, 10 heykel, 18 resim, 18 sinema, 38 tiyatro derneği var.

***Peki, kaç tane 'cami yaptırma derneği' var ?........35. 000

***İçişleri Bakanlığı'nın bütçesi ne kadar ?...... ..... ....783 trilyon

***Ulaştırma Bakanlığı'nın ?........... ........678 trilyon

***Bayındırlık ve İskân Bakanlığı'nın ?........... ...677 trilyon...

***Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın ?........... .......632 trilyon...

***Sanayi ve Ticaret Bakanlığı'nın ?........... ........280 trilyon..

***Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı'nın ?...249 trilyon...

***Çevre ve Orman Bakanlığı'nın ?........... ........404 trilyon...

***Sadece Sünnileri temsileden

DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞININ bütçesi nekadar ?........1.3 katrilyon...
8 bakanlığın bütçesi kadar...

22 üniversitenin toplam bütçesine denk...

DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞINI BÜTÇESİNİN YILLARA GÖRE BÜYÜME HIZINA BAKALIM MI?

1997'de 66 trilyon.

1998'de 119...

1999'da 180...

2000'de 270...

2001'de 302....

2002'de 553...

2003'te 771...

2004'te 1 katrilyon...

2005'te 1 katrilyon...

2006'da 1,3 katrilyon...

2007'de 2,7 katrilyon...

Bir ülke, Diyanet'e, bütün üniversitelerine ayırdığı bütçe kadar pay ayırıyor,bunu son bir yılda ikiye katlıyorsa, doktordan, öğretmenden fazla imam yetiştiriyorsa, hastane değil cami yaptırıyor, kütüphaneden çok Kuran kursu açıyorsa, o ülkenin durup bir daha düşünmesi gerekmez mi?


Cumhuriyet Işığımız sönmesin...
Cumhuriyet Bayramımız Hep Var Olsun...

27 Ekim 2010 Çarşamba

ANNEANNEMMMMM



Güne onunla başlıyorum.
Anneanemmm!
Elaaammmmm!

Sonra sarmaş dolaş bir yaşam başlıyor.

"Erken yatarım, erken kalkarım, bir yumurtayı sütle çırparım, kızarmış ekmek biraz da peynir, amannnn efendiiiimm ne güzel yenir."
Anneanne yine... Baştan başlıyoruz...

İki elimizi üst üste getirip yanağımızın altına yerleştiriyoruz. Karşılıklı başlıyoruz şarkıya: 'Erken yatarım'ı derken gözlerimizi sımsıkı kapatıyoruz; 'erken kalkarım' da açıyoruz. Biter bitmez sağ elinin işaret parmağını kase gibi yaptığı sol avucuna getirip yumurtayı sütle çırpmaya başlıyor, büyük bir ciddiyetle. Bir gözüyle de beni denetliyor. Yapıyor muyum diye! Kızarmış ekmek peynir... Başlıyoruz yemeye. Hangi gerçek yemek bu kadar lezzetli olur, hangisi bu kadar mutluluk yükler yüreklere...

Etkinliklere yetişmek zor. Biri bitmeden diğeri başlıyor. Evdekiler ayrı güzel. Ayrıca oyun-müzik grubuna (Take Gymboree- Music Home) gidiyor küçük hanım. Cumartesi ve salı günleri ben de katıldım bu etkinliğe...

Sabah on bir otuzda başladı. Minik çocuklar ve anneler, bir iki de baba vardı...
Sembolık oyunlar oynanıyor birlikte... Cumartesi günü postacı ve mektup konusu oyunlaştırıldı. Hem de " Bak postacı geliyor." şarkısı eşliğinde... Mektup hala güncelliğini koruyormuş, diye sevindim doğrusu.

Mektuplar salonun her köşesine saklandı, çocuklar koşa koşa mektup aradı. Bulan, öğretmenin yanına koştu, hayali posta kutusuna mektuplar atıldı. Çocuklar kaydıraktan kaydılar, tunellerden geçtiler, basket topunu potaya attılar. Şarkı söylemeye çalışarak hep birlikte dans ettiler...

Salı günü, daha önce gidemediği bir dersin yerine gittik.O saatte başka çocuk gelmediği için gönlümüzce oynadık.Tüm salon bize aitti. Bu kez fotoğraf çektik, ama onları sonra yükleyebileceğim.

Ela Yağmur'lu günler devam ediyor. Çocukluk güzel, çok güzel...

26 Ekim 2010 Salı

ANKET BİTTİ


EN ÖNEMSİZ HANGİSİ DEMİŞTİK:

Türban
71 (54%)
İşsizlik
3 (2%)
Eğitim
3 (2%)
Enflasyon
0 (0%)
Rüşvet-Yolsuzluk
2 (1%)
Üretmeden Tüketme
2 (1%)
Terör
0 (0%)
Tarım
1 (0%)
Sağlık
0 (0%)
Gelecek Kaygısı
4 (3%)
Telefonların Dinlenmesi
11 (8%)
Cahillik
0 (0%)
Artan Suç Oranı
0 (0%)
Basının Sorunları
11 (8%)
Yargının Sorunları
0 (0%)
Gençliğin Sorunları
1 (0%)
Yaşlıların Sorunları
1 (0%)
Cinsel Sorunlar
16 (12%)
Çalışanların Sorunları
0 (0%)
Emeklilerin Sorunları
2 (1%)
AB-ABD-Ortadoğu Sorunu
1 (0%)
Kişi Başına Düşen Milli Gelir
1 (0%)
Ekonomi
0 (0%)

Votes so far: 130


Öncelikle katılan herkese çok teşekkür ederim. Tablo bu...

Yanlış anlaşılmamışsa, kasıt akla geliyor bazı seçeneklerde.

Bence ülkemizin önemli sorunlarından birisi işsizlik. Özellikle gençlerin iş umudu yok gibi... İşi olanların da kapanan iş yerleri nedeniyle işsiz kalma olasılığı her zaman var.Çalışanların sorunları, gelecek kaygısı, enflasyon birbirine bağlı önemli sorunlar. Ancak bu konular nedense bizi yönetenlerin gündemine pek girmiyor.
Eğitim önemsiz bulunmuş! Önemsiz olur mu? Her şeyin başı Eğitim bence...
Rüşvet, yolsuzluk, üretmeden tüketme, tarım yine önemli sorunlarımızdan.
Telefonların dinlenmesi herkesi paranoyak yaptı var mı ötesi? Haberleşme özgürlüğümüzün kısıtlanması, özel hayata müdahale yaşamımızı karartmıyor mu?
Hele de basının sorunları! Basın susturulursa, iş hokkabazlara kalır ki, bu da her şeyi ters yüz eder. Yalan yanlış bilgilerle halk aldatılır. Biraz uyanık olanlar bütün bunların farkına varsa bile hakkını arayacak yargıç bulamayacak demek istemiyorum. Çünkü biliyorum, hala CUMHURİYETİMİZİN SAVCILARI var, ama biz sessiz kaldıkça onlar da çaresiz kalacak. Tek başlarına bizim hakkımızı nasıl koruyacaklar? Örgütlü şer cephesi her yönden saldırıyor görüyorsunuz. Hiç olmazsa "Cumhuriyet Bayramı"mızda en yakınımızdaki kutlamalara katılarak Cumhuriyet çocukları olduğumuzu dosta düşmana göstersek nasıl olur ki? Cumhuriyeti sahipsiz sanıyorlar...

Yasaları hazırlayan hükümet değil mi?
Onaylayan da TBMM...
Kim adına? Millet adına vekillerimiz...
Hepimiz beğensek de beğenmesek de yasalara uymak zorunda değil miyiz?
"Hepimiz" hükümet üyelerini de kapsıyor değil mi?

Yasaları kim uygulayacak? Ya da yasalara uymayanları kim uyaracak?
Yargıçlar değil mi?
Kendi hazırladıkları yasalara uymayanları uyardı diye yargıçlara en son kızması gerekenler kim? Hükümet üyeleri değil mi?

Cinsel sorunlar en az diğerleri kadar önemli. Cinsellik yaşamın bir parçası. Ve sadece su yüzüne çıkan cinsel suçlara baktığımız zaman bile konunun ne kadar önemli olduğunu görebiliriz. Bir de buz dağının arkasını görebilsek dudaklarımız uçuklar. Sessiz kalınan bir konu olması, yokmuş gibi davranılması sorun olmadığı anlamına gelmez ki...

Ortadoğu ateş çemberi, biz de tam odaktayız. Terör baş belası! Ateşkes tehditin daniskası! Koskoca Türkiye Cumhuriyeti tehdite boyun mu eğiyor? Kürt yurttaşlarımızın sorunlarının çözümünün tek yolu bu mu?

O zaman yargıya ne gerek var? Herkes eline silahı alsın, gücü yeten yetene!

Ve türban! Bu kadar önemli konunun arasında bence de en önemsizi bu... Bakmayın tüm gündemi işgal etmesine, önemsiz çünkü yapay olarak yaratılmış bir konu. Kadınlar üzerinden ikbal yollarını pekiştirmenin en ucuz yolu olarak kullanılıyor. Dinin bütün kuralları bu kadar konuşulmuyor. Çünkü işlerine gelmiyor.

Yüz otuz kişiden yetmiş biri -yirmi beş sorun arasında- en ÖNEMSİZ olan türbandır demiş. Boşuna mı?

Cumhuriyet Bayramımız Kutlu Olsun...

24 Ekim 2010 Pazar

KAZASIZ BELASIZ


ÖNEMLİ:

112 Ambulansları yeni yol sistemine geçiş hazırlıkları yapıyormuş:

Üç şeritli yollarda ambulansların orta şeriti rahat kullanmalarını sağlamak amacıyla , fermuar yöntemi uygulaması başlatılacakmış.. Fermuar yöntemiyle sol ve sağ şeritteki araçlar duracak, orta şeritteki araçlar yanlara açılıp ambulanslara yol verecekmiş.

İki şeritli yollarda da emniyet şeridinin verdiği pay sayesinde yine araçlar yarım şerit sağa ve sola kayacak, ambulans yine ortadan ilerliyecekmiş.

Lütfen duyarlı olalım. O ambulansta sevdiklerimiz de olabilirdi...

Herkese kazasız, belasız günler ve iyi pazarlar efendim...

Not: İstanbul'dayım. Mutluluk Yağmur'larıyla sırılsıklamım.

22 Ekim 2010 Cuma

NEDEN AFFETMİYOR?

ANLAYANA:

Adamın biri ticaret yaparak zengin olmuş.Gel zaman git zaman her fani gibi yaşlanmış, ölüm döşeğine düşmüş. Ancak bir türlü can veremiyormuş.
Çocukları babalarının çevresindeki herkesi çağırmış ve haklarını helal etmelerini istemişler. Gelenlerin hepsi haklarını helal etmiş; fakat adamcağız yine perişan, çırpınıyor çırpınıyor bir türlü ölemiyormuş.

Hikaye bu ya, sonunda adamın hayvanlarını bile getirmişler; sorulmuş, onlar da haklarını helal ettiklerini bildirmişler. Ama yaşlı adam yine de ölemiyormuş.
En sonunda adamın aklına yaşlı devesi gelmiş. O deveyi de getirmişler. Deveye sormuşlar:

-Hakkını helal ettin mi?
-Etmedim!
-Yaaa, neden etmedin?

-Bu adam bize çok yük vurdu, affettim. Aç bıraktı, affettim. Kırbaçla canımızı yaktı, affettim. Ama biz elli devenin başına, bir eşeği getirdi ya!.. İşte bu yüzden affedemiyorum bu adamı!

Sözün tamamı aptala anlatılırmış.Fazla söze gerek var mı?

Not: 1) ANKETTE SON GÜN... Katılmadınızsa lütfen bir tık... Katıldınızsa oyunuzu bir kez daha gözden geçirin derim. Hala düzeltme şansınız var.
2)Öyküyü bir dost göndermiş, paylaşmak istedim.
3)MEKTUPLAR bloğumda Balayı Günlerimi anlattım.

21 Ekim 2010 Perşembe

KPSS ÇİŞ RAPORU


Kopya nedeniyle iptal edilen Kamu Personeli Seçme Sınavı (KPSS) 31 Ekim 2010 Pazar günü Ankara ve İstanbul'da yeniden yapılacak.Daha doğrusu Eğitim Bilimleri sınavı yenilenecek. Diğer sınavların ne olacağı henüz bilinmiyor...
İptal edilen sınavda, 100 neti olan yani 85 puanın üzerinde puan alan yaklaşık yedi bin kişinin katılacağı sınavda ek önlemler alınmış. En çok ilgimi çeken çiş raporu oldu!


Çiş raporu alabilenler, özel bir sınav biriminde sınava alınmalarını talep edebileceklermiş!

Hani sınavlardaki kopya ya da birilerine verme şeklinde yaşanan rezalet olmasa, "Ne güzel!" diyebilirdim. Çok insanca diye de düşünebilirdik. Ancak şeytan ayrıntıda gizlidir, sınav mağdurlarının ve ilgililerin dikkatini buraya çekmek istiyorum. Kaç kişi bu rapordan yararlanacak? Raporu almak hiç de zor değil bazıları için. Ayrıca engelli raporları da önemli...
Çünkü bunlar için özel sınıf oluşturulacakmış. Hani uyarayım dedim. Bir de bu işin kokusuyla uğraşılmasın!

Salon başkanı olarak yıllarca sınavlarda görev yaptım. Sınav sırasında kimseye çiş izni verilmedi. Bu konuda beni en çok zorlayanlar da polisler oldu. Açık öğretim sınavlarında tuvalete gitmek için izin isteyip durdular, ama kurallar gereği çıkamadılar.
Bence kopya çekmeye en uygun olanlar da polisler. Çünkü kapıda arkadaşları güvenlik nedeniyle bekliyor ve ellerindeki telsizlerle iletişim olanakları tüm adaylardan fazla. Acaba görevli polislerle ilgili de ek önlem alınacak mı?

Kalem,silgi, kalemtıraş,peçete,su ve şekerleme getirmeleri yasaklandığı için bunlar adaylara bedava olarak dağıtılacakmış. Bu iyi de markalarını siz merak etmez misiniz? Kısa günün karı diyecek yine birileri...

Adaylar sınav salonuna saat, küpe,broş, metal para getiremeyeceklermiş ek önlem olarak. Her salona 20 cm çapında saatler asılacakmış. Şimdi bu saatlerin -çapları da belirtildiğine göre- hangi firmadan alınacağını gel de düşünme bakalım! Ve sınavdan sonra bu saatlere "Gel gidelim!" diyen olacak mı?
Örgütlü kopyacıların bu sınavda da bir yolunu bulamayacaklarından kuşkusu olan var mı? Onlar için birileri çalışmalarını tamamlamıştır bile... Ek önlemler küçük kopyacıları engeller. Bir de büyük kopyacıları gizlemeye yarar.

Ben hakkıyla sınavı kazananlara üzülüyorum. Hem iptal sonrası sahtekar muamelesi gördüler, hem emekleri çalındı, hem de kimbilir nereden kalkıp İstanbul ya da Ankara'ya gelecekler. Nerede konaklayacaklar? Ne yiyip ne içecekler? Yeterli paraları var mı acaba? Sınava gelemezlerse doğrudan suçlu damgası yiyecekler, takibe alınacaklar...

Son olarak sınavda toka takmak yasak, türban takmak serbest olacakmış! Suçlu olabileceği düşünülen tokayı, türbanın altına saklarlarsa n'olacak? Peki toka zanlı da türbanı tutturdukları iğnenin masum olduğunu kim söyleyecek?
Bir de başbakanımız soruyordu ya: "Kamusal alan neresi?" diye.
Yanıtını bu sınavın adında bulabilir belki.
Sınavın adı mı? Kamu Personeli Seçme Sınavı...
Eğitim Bilimleri sınavında başarılı olanlar da öğretmen olacak efendim.

Mağdur olan öğrencilere başarılar diliyorum.


20 Ekim 2010 Çarşamba

BÜYÜK HÜNER

SUNU Şiirinde:

İlle görmek için mi beklenir güzel günler
Beklemek de güzel...

demiş Sevgili Arif Damar. Bekleye bekleye aramızdan ayrıldı. Artık şiirleriyle yaşayacak.

Bakın BÜYÜK HÜNER adlı şiirinde de şunları söylemiş:

İnsanları sevmek kolay değil,
bir hürriyet bu
çetindir memleketimde.

Bu dünyada yaşadığın şu kadar yıl,
gerçekten, güzellikten, yiğitlikten
payına düşeni alabilmişsen,
vermişsen payına düşeni,
gerçek için, güzellik için,
gücüne karşı konmaz
korkusuz direnirsin.

Bilirsin,
bir kere korku düşerse adamın içine,
bir kere koparsa sevdiklerinden,
mümkünü yok
gitti gider.
Söner gözlerinde güzelim ışık
kararır, çirkinleşir yüzü
önceleri utanır belki
sonra vızgelir
umurunda olmaz dünya.

İnsanları sevmek büyük hüner
insanlarla beraber.

Güle güle Arif Damar... Biraz geç kaldık söylemeye, ama seni seviyoruz.Bıraktığın yerden beklemeye devam edeceğiz gözün arkada kalmasın:

İlle görmek için mi beklenir güzel günler
Beklemek de güzel

Sen rahat uyu...

KAÇAĞA BAĞLAMAK


"Bir soğan soyuluyor
Ağlıyor gözler
Bir devlet soyuluyor
Aldırmıyor öküzler"
(Şair Eşref)

"Doğu Anadolu'ya atanarak bir ilçede ev bakan bir arkadaşa ev sahibi musluklara ilişkin açıklama yapar:
- Mutfak musluğu ile banyo musluğu kaçağa bağlı; lavabo musluğu su saatine...
Arkadaş şaşkınlıkla sorar:
- Neden ikisi kaçağa bağlı da, lavabo saate?
İşte yanıt:
- Lavaboda abdest alıyoruz; haram karışmasın diye kaçağa bağlamadık!..
Bugün, yönetici sınıf dahil, büyük bir kesimde böyle bir din telakkisi var... İbadette titiz ol, gerisini boşver... Çal, çırp,yürüt,götür!..

Bu telakkiye izin veren bir din olabilir mi?

Velev ki karanlığa gidiyoruz, "Hamdolsun" Deniz Fenerimiz var!.."

Lavabo örneğini Adnan Binyazar Cumhuriyet gazetesinde yazmıştı, bir kez daha hatırlatmakta yarar var...
Kaçak güreşenlerden bıkmadınız mı daha? Ben bıktım.
Her şeyi kaçağa bağlamış geri geri gidiyoruz.

Dinde,türbanda, devlet düzeninde, hakta, adalette, terörün önlenmesinde, içte, dışta, her yerde, her durumda...

"Mustafa Kemal'i gördüm düşümde
Daha diyordu...

Al bir kalpak giymişti al
Al bir ata binmişti al

Zafer ırak mı dedim
Aha diyordu"

(F.H.Dağlarca)



ALİ DİBO NEDİR?
Ali Dibo, AKP'den ihraç edilen eski AKP Hatay Milletvekili Fuat Geçen'in açıklamalarına göre , devletin olanaklarının eşe, dosta ve de akrabalara dağıtılma yöntemine Hatay'da verilen admış...

Efendim, yöntem şöyle işliyormuş: Diyelim ki bir ihale açılacak, bu ihaleye herkes katılabilirmiş. Ancak önceden hazırlanıp yetkili ve etkililere verilen, eş-dost-akraba adlarının bulunduğu listeye göre ihaleyi kazandırılacaklar belirlenirmiş. Diğer katılımcılar figüran olduklarıyla kalırmış...

Bunu topluma kim duyurdu belgeleriyle? Fuat Geçen. Ben onun yalancısıyım. O şimdi nerede, ne yapıyor? Bilmiyorum. Yalnız AKP'den atıldığını biliyorum. Ali Dibo yapıyor diye suçladığı kişi şimdi nerede biliyor musunuz? O şimdi Adalet Bakanımız... Hayırlı olsun! Hepimiz adaleti aramıyor muyuz?

Peki Ali Dibo ADALETLİ bir şey mi?

(4 Mayıs 2009'da yazmışım)

19 Ekim 2010 Salı

AYAĞINI DENK AL ADALETİ



"Bir Arap, Hz. Ali'nin şehri Kufe'den erkek devesiyle Şam'a gelmiş. Şam'da dolaşırken biri yanaşıp deveyi sahiplenmeye çalışarak:

_ Ver o dişi deveyi bana!
demiş.

Kufeli Arap:

_ Bu deve benimdir, üstelik erkektir!
diye kendini savunmaya çalışmış.

Anlaşamamışlar...
Konu Muaviye'ye dek yansımış. Muaviye, tarafları dinleyip kararını açıklamış:

_ Bu dişi deve "Şam"lınındır!
dedikten sonra halka dönerek:

_ Ey cemaat, bu dişi deve kimindir?
diye sormuş.

Tüm halk bir ağızdan:

_ "Şam"lınındır!

Bu yanıtı alan Muaviye Arap'a dönüp demiş ki:

_ Dinle Kufeli! Biliyorum bu deve senindir ve erkektir. Dönünce Ali'ye de ki:

"Muaviye'nin dişi deveyi erkekten ayıramayan, o ne derse "EVET" diyen on bin adamı var! Ayağını denk al!"

Örneği Gazilerden aldım.

İçinde bulunduğumuz çıkmazı açıklamıyor mu?
Cemaat kültürüyle yetişenleri ve gazeteci kimliğiyle dolaşan elamanlarını izlerken şaşırmamız bundan mıdır acaba?

Ve "Bir ülkenin gelişebilmesi için nitelikli çoğunluk mu, niteliksiz çoğunluk mu önemli?" sorusu gündemin baş köşesine oturuyor. Nitelikli çoğunluk bir araya gelmediği sürece "Ayağını denk al!" tehdidine boyun eğeceğiz. Onların dümen suyuna kapıldığımız zaman da artık biz, biz olamayacağız. Geçmiş ola...
O zaman içimizden kendi kendimize mırıldanırız belki:
"Adaletin bu mu dünya?"


NOT: Ankete katılmak için son dört gün kaldı. Şu ana kadar 101 kişi oy kullandı. Yirmi beş maddenin içinden en ÖNEMSİZ in seçileceği oylamanın şu andaki durumu şöyle:

58 Kişi Türban
12 Kişi Cinsel Sorunlar
10 Kişi Basının Sorunları
08 Kişi Telefonların Dinlenmesi
O3 Kişi Gelecek Kaygısı
03 Kişi İşsizlik
01 Kişi Eğitim
01 Kişi Rüşvet-Yolsuzluk
01Tarım
01Gençliğin Sorunları
01Yaşlıların Sorunları
01Emeklilerin Sorunları
01Kişi Başına Düşen Gelir

İçin ÖNEMSİZ demiş... Anket devam ediyor. Katkılarınızı bekliyorum.
Saygılarımla...

18 Ekim 2010 Pazartesi

TÜRKİYE'NİN EN ÖNEMSİZ SORUNU HANGİSİDİR?

"HALKA VERİR TALKINI
KENDİ YUTAR SALKIMI"



Pazar, benim şanssız günümdü...

Oysa sabah güzel başlamıştı. Sevgili blog dostlarım çağrıma ilgi göstermiş, "Türkiye'nin en ÖNEMSİZ sorunu" anketime katıldıkları gibi yorum da bırakmışlardı. Ayrıca Evren güzel bir yazı eşliğinde anketimi kendi blogundan duyurmuştu.
(Hepinize ayrı ayrı teşekkür ederim.)

Eşim TRT'deki - pek çok kez yinelense de- zevkle izlediği kovboy filmlerinden birine odaklanmıştı. Tam sırası diyip Evren'in yazısına uzunca bir yorum yazdım, sonra da blogumdaki dostlarıma teşekkür yorumları yazacaktım.

Hiç adetim değilken ön izlemeye de baktım, konu hassastı, yanlış anlaşılmalara sebep olmak istemezdim. Neyse efendim, yayınla dedim, blogger ııhh dedi! Bir sayfa geri dönüp tekrar gönder, dedim; yine ııhhh! Müziğin sesinden filmdeki diyalogları anlamakta güçlük çeken eşimin çaktırmamaya çalıştığı bakışları eşliğinde sayfadan çıktım.

Kendi blogumdaki yorumlarda da aynı sorunla karşılaştım. İnternet bir gidip bir geliyordu. Bilgisayarı kapattım. Daha sonraki zamanlarda yorumlara başlayıp başlayıp gönderemedim. "Sistem error!" sayfası çıktı karşıma her seferinde. Hele başlı başına bir yazı niteliğindeki üç yorumumu Evren'e yazıp da gönderememek iyice canımı sıktı...

Evren'in yazısının başlığı, "İmanın Şartı Kaçtır?".

Şimdi o yazının düşündürdüklerini buradan paylaşmak istiyorum.

İlk ve orta okulda Din dersi zorunlu; lisede iken seçmeliydi... O günlere doğru anılarımı eşelediğimde bende pek fazla iz kalmadığını fark ettim. Bir kere Din dersi öğretmenlerimin hiçbirini anımsamıyorum. Anımsadığım iki şey var:

Biri, namaz kılmayı öğreteceği için öğretmenimizin isteğine uyarak okula götürdüğüm, annemin iğne oyasıyla süslediği yazmasının yırtılmasından duyduğum üzüntü...
İkincisi, liseden aklımda kalan: Ders seçmeli olduğu için öğretmenimiz sınıfa gelince bir arkadaşımızın -sallana sallana- sınıftan çıkıp gitmesinin yarattığı şaşkınlıkla karışık ona özenme duygum...

Oruç tutmaya küçük yaşta başlamıştım, aileden özenerek. İlk okul beşinci sınıfta baştan başa oruç tutuyordum. Hatta benden iki yaş küçük, ama daha güçlü erkek kardeşim oruç tuttu diye çelimsiz halimle sırtımda taşımışlığım bile var eski ramazanlardan kalan anılarımda. En büyük zevkim de annemden önce kalkıp sahur sofrasını hazırlamaktı.

Diyeceğim şu: Çocuklar aileden ne görüyorsa onu öğreniyor. Din eğitimi de bunlardan biri...

Çook uzun yıllar yolculuklarda bile orucumu bozmadım. Üstelik hiç kimse beni zorlamamıştı, buna ailem de dahil. Kaç kez, bayılacak gibi olduğum halde orucumu bozduramamışlardı.

Ne zaman ki televizyonlara Erbakanlar, Şevki Yılmazlar, Tayyip Erdoğanlar çıkmaya başladı dinden korkar olduk. "Kanlı mı kansız mı?" söylemleri başladı. Çankaya köşkünde şeyhler, mürütler ağırlanmaya başlandı. Kendileri gibi olmayanları dinsiz ilan ettiler. Her konuda fetvalar vererek toplumu dönüştürmeye çalıştılar. Bizim bildiğimiz dinde kendini her şey sanan kişilere yer yoktu. Dini siyasete,ticarete araç edenlerin dini bizimki gibi olamazdı. İbadetler gösteri aracına dönüşmüştü artık... Cami önleri pahalı arabalarla dolarken kadınlarının başını kapatanlar ihaleleri kapıp köşe olmuştu. Bunun adı dindarlık değil, dincilikti. Dincilik, dindarları sömürmenin karlı yolununa dönüşmüş, bırakın dini, o kişileri insanlıktan uzaklaştırmıştı...

Öğretmenlik yıllarımda Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi bir ara iki ayrı ders olarak okutuldu. Çocukların en çok bu derslerden kopya çektiklerine tanık olduk. Çünkü bu derslerden zayıf not almak diğer derslerdekilere benzemiyordu. Aileler: "Sen dinsiz misin?", "Sen ahlaksız mısın?" diye hem çocuklarına hem de onların öğretmenlerine kızar olmuştu. Ahlak dersinden zayıf alan öğrenci, arkadaşlarının alay konusu da oluyordu üstelik! Çocuklar ders çalışarak dindar ve ahlaklı olamıyordu. Çözümü kopyada buluyordu.

Burada kendi öğrencilik yıllarımdan bir örnek vermek istiyorum. Hala saygıyla anımsadığım sevgili edebiyat öğretmenimiz, sınav sırasında, sınıftan çıkar giderdi. Giderken de "Size güveniyorum." derdi ve hiçbirimiz birbirimize bile bakmazdık. Çünkü öğretmenimiz bize güvenmişti, onun güvenini boşa çıkaramazdık. Güvenilir insan olmayı, dürüst insan olmayı en çok o zaman öğrenmiştik.
Bir de sınav sırasında sıraların üstünde gezen, kopya avcısı tarih öğretmenimiz vardı ki en çok kopya onun dersinde çekilirdi. Ondan aklımda kalan ise eşinin adının Mehmet olduğuydu. Çünkü dersin yarısını onu anlatarak geçirirdi...

Yani ahlaklı çocuklar yetiştirmek istiyorsak önce biz ahlaklı olmak zorundayız. Dindar çocuklarımız olsun diyenlerin de buna uygun davranması gerekir değil mi? Eğitimde örnek olmak çok önemlidir.

Din doğruluk,dürüstlük,adalet gibi pek çok erdemi barındırır. Yalan söylemeyeceksin, yolsuzluk yapmayacaksın,rüşvet almayacaksın,kul hakkı yemeyeceksin, komşun açken tok olmayacaksın, yetim hakkı yemeyeceksin, milletin malını çar çur etmeyeceksin... değil mi ama? Hepsini gözardı edip de sadece "türban türban!" diye herkesin başını şişirirsen inandırıcı olamazsın. Hele kendini unutup islamı "ılımlı", "ılımsız" gibi nitelemelerle adlandırmaya kalkacaksın! Yok öyle bir şey! Ne hakla ve hangi yetkiyle? Hem devlet her dine eşit mesafede olmak zorunda değil mi? İnanmayanların da güvencesi laiklik değil mi? Cennete ya da cehenneme gitme isteğimizden size ne? Ayrıca Yunus gibi "Cennet cennet dedikleri/ Birkaç köşkle birkaç huri/İsteyene ver onları/Bana seni gerek seni" diyen tasavvuf düşüncesini ne yapacağız? Siz ister dört huri, on dört köşk satın alın bu dünyada, ama yetim parası kullanmayın. Haram lokma yemeyin. Milletin inancını sömürmeyin. İnsanları dinden imandan çıkarmayın!

Diyanet İşleri Başkanlığının geldiği noktayı bir düşünün bakalım. Sekiz bakanlığın bütçesinden fazla bütçesi olan, devlet içinde devlet. Bu kurum herkesin inancını rahat rahat yaşaması için kurulmadı mı? Yobazlardan halkı kurtarmaktı başlangıçtaki amacı, şimdi tek bir dinin kalesi... Eski, simgesel haline dönüştürebiliyor musunuz? Bütçesini de eğitim,sağlık, adalet gibi önemli bakanlıklarımıza aktarıverin, bu daha adilce değil mi? İnsanlarımız eğitilsin, sağlıklı olsun, geciken adaletin pençesinden kurtulsun. Adaleti adaletin görevlileri soruştursun, polisler değil!

Bırakın insanlar dinini ailelerinden öğrensin. Siz de çocuklarınızı istediğiniz gibi yetiştirin. İnsanların dininden size ne? Herkesin dini kendini bağlar. Hem isteyen inanır, istemeyen inanmaz... Allah'la kul arasına girmeye ne hakkınız var. Sizin göreviniz bu ülkeyi yönetmek değil mi? Bakın dağ gibi sorunlarımız var. Kime dokunsanız dertli... Bu kadar yıldır hangi sorunumuzu çözdünüz? Milleti dilenci durumuna düşürdünüz sadece, bir kısmımızı tembelliğe alıştırdınız, üretimin canına okudunuz, çalışanların hakkını gaspettiniz, işsizler ordusuna yeni işsizler eklediniz. Miras yedi gibi ülkenin neyi var neyi yoksa satıp savdınız...

Dinin emri, diyerek yutturduğunuz "türban"da bile sadeliği unuttunuz. Nerde cırlak renk varsa onu canım kızlarımızın başına bela ettiniz. Peki siz, dinin gereği diyerek, hangi çabayı gösterdiniz erkek olarak? Rahat rahat keyif çatarken kadınlarımızı piyon gibi kullanmadınız mı?

Ahlak nedir biliyor musunuz? Kimsenin görmeyeceğinden emin olsanız bile yere tükürmemektir, elindeki çöpü yere atmamaktır. Yalan söylememektir, güvenilir olmaktır, haksızlık yapmamaktır, korkusuz yaşamak, korkusuz yaşatmaktır, koyduğu kurallara kendisi de uymaktır...

"Halka verir talkını, kendi yutar salkımı" gibi yaşamak ahlaklı bir davranış değildir.Din hiç değildir...


NOT: Anket yanlış anlamalara neden oluyor galiba. Seçeneklerin içinden sizce EN ÖNEMSİZ OLANI işaretleyeceksiniz. Anketimizin süresi 23 Ekim'e kadar. Tekrar herkese çok çok teşekkür ederim.


16 Ekim 2010 Cumartesi

ANKETİME KATILIRSANIZ ÇOOOK SEVİNİRİM


ANKETİN SORUSU ŞU:

Sizce Türkiye'nin en ÖNEMSİZ sorunu nedir?

Seçeneklerden sadece birini tıklayacaksınız.
Şimdiden teşekkürler...

15 Ekim 2010 Cuma

HİÇ YOKTAN İYİ MİDİR?



*"Fatmagül'ün Suçu Ne?"
Suçu: Kadın olmak! Tecavüze uğramak...
Çoğu kadın bu suçtan öldürülüyor. Fatmagül ise tecavüzcülerinden biriyle evlendiriliyor...
Hiç yoktan iyi midir?

* Vedat Türkali, Reşat Nuri Güntekin, Halit Ziya Uşaklıgil, Orhan Kemal gibi yazarlarımızın romanları son yıllarda dizi film olarak TV'lerimizde izleyici rekorları kırıyor; ancak kitap olarak okunmuyor. Eserler değiştiriliyor, başka bir hal alıyor...
Hiç yoktan iyi midir?

* "Çok seks yaptığı için sakatlandı" suçlamasına, Erman Toroğlu tarafından, maruz kalan futbolcu Arda Turan, TV'lerde herkesi etkileyen bir isyan konuşması yapıyor. "Artık ben nefret etmeye başladım bu yaşananlardan, durum çok kötü, ülkenin durumu çok kötü..." diye göz yaşı döküyor yirmi yaşındaki genç sporcu. Birilerine insanlığını hatırlatmmak istiyor bir süreliğine. Ama küfürsüz hala yorum yapılamıyor. Futbol ezilen halkları mutlu etmeye devam ediyor.
Hiç yoktan iyi midir?

* Gazetelere yansıyan habere göre: Avcılar'da fuhuşa aracılık yaptığı iddia edilen Ogulboldy A.'nın bir aylık fuhuş parasıyla ev ve cip aldığı yazılıyor.
Yine aynı haberde Türkmenistan'da kadın doğum uzmanı olan Maral K. "Ülkemdeki bir yıllık kazancımı burada bir gecelik aşk karşılığında kazanıyorum. Türk erkekleri çok bonkör..." Hem ülkemizi, hem de erkeklerimizi övüyor!
Hiç yoktan iyi midir?

* ABD yönetimi, İran'ın füzelerine karşı kurmayı istediği füze kalkanının bir bölümünü Türkiye'de konuşlandırmayı düşündüğünü dillendiriyordu uzun süredir. Bir yanda İran, bir yanda Nato'yu da arkasına alacak olan ABD... Herkese mavi boncuk dağıtmak içerde işe yarıyor da dışarda öyle olmuyor. Ya o, ya ben diretmesiyle karşı karşıyayız şimdi. Yukarı tükürsen bıyık, aşağı tükürsen sakal... Uçaktan düşmüş gibi bir duygu olsa gerek bu?
Uluslararası ilişkilerde şak şak diyerek ayaklarını yerden kesip "Ben neymişim be abi!"havasına sokanların sözü yerine uzmanların bak bak diyen sesine kulak vermek gerekir. Arada bir kendimize de "van minüt" demekte sayısız yarar var. Neyse ki zamanımız var! 12-20 Kasım'da yapılacak Nato zirvesinde karar vermemiz isteniyormuş...
Hiç yoktan iyi midir?

* Adamlar Şili'de insanlık dersi vererek madencilerini kurtarıyor. Geçmişlerini unutturuyor.Acılı bir ortamı festivale çevirerek hayranlık uyandırıyor.
Biz Antalya Altın Portakal Festivalini, dolayısıyla ülkemizi sırf belediye başkanı CHP'li diye dünyanın gözü önünde kirletiyoruz.
Üç buçuk ay önce AKP'li Bursa Beldiyesinin festivalinde kucakladığımız ünlü yönetmen Emir Kusturica'yı bahane ederek insanları ürkütüyoruz. Hadi bunlar bilinçsiz kişiler diyelim, ya Kültür Bakanı'nın yanlışını ne yapacağız? Film festivali bu, her düşüncedeki insanın eseri yarıştırılıyor. Hem sanata hem de turizme büyük katkı sağlayan bir festival tu kaka gösteriliyor. Kaldı ki tüm dünyanın terörist olduğunu kabul ettiği kişilerle sarmaş dolaş olanlara tek cümle edilme cesareti gösterilmemişken! Çifte standart inandırıcı olmuyor. Ama yine de bir kültür bakanımız var değil mi?
Hiç yoktan iyi midir?

* Temmuz dönemi işsizlik oranı % 10.6 olarak açıklandı. Bu oran geçen yıl %12.8'miş. Yani işsizlik oranımız % 2.2 oranında gerilemiş.
Hiç yoktan iyi midir?

Bu liste uzar gider böyle. En iyisi Fransız yazar Andre Malraux'un bir sözüyle bitireyim:

" Bir hayat hiçbir şeydir; ama hiçbir şey bir hayat değildir."

Daha iyisini hak ediyoruz diyenler, el kaldırsın...

Son söz:
"Hiç" in kavram karşılığı yok.
"Yok"un kavram karşılığı var, ama ortada bir şey yok.
Kalın sağlıcakla...

CUMHURİYET BAYRAMI RESEPSİYONU


ATATÜRKÇÜLERE
Öyle sırtüstü yatıp dinlenecek gün değil
Daha yapacağımız çok şeyler var , çocuklar !
Ne kadar erken yağdı, gördünüz ya, yeniden
Nice güvendiğimiz "dağlara kar " çocuklar !

Toplandık mı baş başa , verdik mi el ele biz ,
Su çekilir, dağ çöker, bora susar, çocuklar !
SİZİ BİR BİR TANIYIP ALNINIZDAN ÖPMEYE,
MUSTAFA KEMAL YOLDA, HEY BAHTİYAR ÇOCUKLAR !
(B.K.Çağlar)

Atatürk aydınlığında barışa , birliğe çağırıyorum sizi...
Büyük Türk Ulusunun mutluluğu için uzatın ellerinizi...
Kinden, kavgadan, kıskançlıktan, bölücülükten sıyrılın yeter...
Ohhh desin ulus, huzura kavuşsun gönüller.
Kötülük çiçekleri açmasın...
Savaşınız iyiliğin savaşı olsun, güzelliğin, sanatın, bilimin...
Tüm engeller aşılır önünde, Atatürk Birliğinin...

" Atatürk Devrimleri " , yozlaşmaların getirdiği uyuşukluğu, yeryüzü nimetlerine sırt çeviren kaderci eğilimi , Batı'nın ( AB, ABD...vb) üstün gücü karşısında KAYITSIZ, KOŞULSUZ BOYUN EĞME FELSEFESİNİ ORTADAN KALDIRARAK Ulusumuzu gerçek aydınlığa , kendine güvene bilim ve sağduyuya yeniden kavuşturma olgusudur.

Düşüncelerini özetleyecek olursak Atatürkçülük:

  • Devlet düzeninde.............. CUMHURİYETÇİ
  • Devlet anlayışında............ LAİK
  • Yükselişte......................... DEVRİMCİ
  • Toplum düzeninde.............MİLLİYETÇİ
  • Ekonomik düzende.............DEVLETÇİ
  • Kişi haklarında..................ÖZGÜRLÜKÇÜ, SOSYAL ADALETÇİ
  • Uygarlık yolunda............... AKILCI
  • İnanışında..........................OLUMLU, BİLİMCİ
  • Amacı..................ÇAĞDAŞ UYGARLIK DÜZEYİNE ÇIKMAKTIR.
  • Hareket noktası...................VATANDIR
  • Güç kaynağı .........................ULUSÇULUKTUR
  • Özü ......................HALKTAN YANA , HALK İÇİN, HALK YÖNETİMİNİ KURMAKTIR.
  • Bu da...............................CUMHURİYETTİR
  • Yöntemi.................BİLİM-TEKNİK-METOT GİBİ ÜÇ BÜYÜK GÜÇ KAYNAĞI İLE YAPILACAK OLAN ÇAĞDAŞ ATILIMDIR.
  • İlkesi......................GELİŞME, DEĞİŞME, YENİLEŞME KURALIDIR.

" Benim ölümlü can varlığım bir gün elbet toprak olacaktır. Ama Türkiye Cumhuriyeti sonsuza değin yaşayacaktır." diyor.

Geleceğe inandığından Atatürk , Cumhuriyeti kendi varlığıyla eş tutmuyor. Türk Ulusunun sonsuzluğa akan varlığına bağlıyor.

Söylevin son bölümünde:

"Ey Türk Gençliği! Birinci görevin Türk bağımsızlığını, Türk Cumhuriyetini sonsuzluğa dek korumak ve savunmaktır." diyerek sesleniyor...

Bu ses Türkiye'nin sesi; Türkiye'nin sesi Atatürk'ün sesidir. Atatürk'ün ardından milyonlarca Türk'ün görevi bu sese kulak vermek, bu sesin çevresinde Mustafa Kemal yolunda ant içmektir. Atatürk'ü anmanın anlamanın en güzel, en doğru yolu budur. Gönülden söz vermeliyiz.

" Türk Gençliği olarak

Özgürlüğün, Bağımsızlığın, Egemenliğin,

Cumhuriyet ve Devrimlerin

Yılmaz Bekçisiyiz....

Her zaman

Her yerde

Ve her durumda

Atatürk ilkelerinden ayrılmayacağımıza

Çağdaş uygarlığa geçmek için

Bütün güçlükleri yeneceğimize

Namus ve şeref sözü verir

Kendimizi Türk Ulusuna Adarız.


29 Kasım 2007'de bunları yazmışım...

Cumhuriyet Bayramı resepsiyonuyla ilgili Cumhurbaşkanı'nın kararını destekliyorum! Keşke bunu daha önce yapsalardı. Hepsini bir arada görmek istiyorum... 29 Ekim 2010 tarihinde yapılacak resepsiyonu TVlerden canlı olarak verirlerse sonuna kadar ilgiyle izleyeceğim. Lütfen bunu yapsınlar...

Bir de Fethullah Gülen seçimden sonra döneceğini açıklamış. Doğrusu çok sevindim! Yalnız neden seçimi bekliyor ki? Bir an önce gelsin, hareketinin başına geçsin. Bu hasret bitsin! Uzaktan, aracılarla söyledikleri pek anlaşılmıyor. Gelsin de aslını görelim...

Belki o zaman gözümüzdeki perde kalkar; aklımız başımıza gelir. Ne dersiniz?



13 Ekim 2010 Çarşamba

KARADON-KAFES-KODES-KAZA-KADER-KASET-KAOS-KATAKULLİ



KISA KISA

*Karadon...
Yok yok sizin aklınıza gelenle hiç ilgisi yok bunun.
Karadon, Zonguldak'ın Kilimli beldesindeki bir semtin adı. Hatırlarsanız 17 Mayıs'ta düşmüştü Türkiye'nin gündemine. Karadon maden ocağında grizu faciası yaşanmıştı. Göçükte kalan otuz işçiden yirmi sekizinin cansız cesedi çıkarılmış, ikisinin cesedine ulaşılamamıştı. Engin Düzcük ve Dursun Kartal hala yerin beş yüz kırk kodundan çıkarılmayı bekliyor... Kader işte henüz bir mezar taşları bile yok, oturup ağlanacak...

*Kafes...
Genelde hayvanların, bir de eskiden kadınların arkasından dünyaya bakmak zorunda kaldıkları özgürlük engelleyici olarak bilinir. Zonguldak'ta ise işçileri madene taşıyan ilkel asansöre verilen addır kafes. Dört yanı demir parmaklıklarla örülü olduğu için bu adla anılır. Son yıllarda büyüklerimizin veciz söyleyişinden ilhamla adı KADER olarak değiştirilmiştir.

Şili'de madencileri kurtarmak için kullanılan çeşidinin de varlığını yeni öğrendik. Onlarınkinin adı ZÜMRÜTÜANKA imiş. Mitolojiye göre Kaf dağında yaşayan bir kuşun adı verilmiş madenci kafesine. Şimdi bizlerin inanmakta güçlük çektiğimiz bir masal yazılıyor Şili'de...
Yaklaşık iki ay önceki maden kazasında yerin yedi yüz metre altında mahsur kalan otuz üç madenciyi Zümrütüanka kuşunun kanatlarında sağ olarak kaf dağına uçuruyorlar.

*Kodes...
Bildiğiniz kodes işte! Yalnız şimdilerde suçlulardan çok, suçunun ne olduğu bile söylenmeden aylarca içeri tıkılanların bulunduğu özgürlüklerin kısıtlandığı bir yer. Ancak kodes diyip geçmeyin. Eğitim düzeyi oldukça yüksek kişilerin atılmasıyla ülkenin üniversitelerinden daha düzeyli bir duruma getirilmiştir. Daha büyük kodeslerin açılması müjdesi bizzat başbakanımız tarafından Diyarbakır'da müjdelenmiştir.

Kaza-Kader...
Bu iki sözcük çoğunlukla ikiz kardeş gibi birlikte anılır. Sık sık hatırlanmasında sayısız yarar vardır. Çoğu kişinin sorumluluklarından kurtulmak için cansimidi gibi sığındığı imanın şartlarındandır.
Kaza ve kadere inanmak demek hayır ve şer, iyi ve kötü, acı ve tatlı, canlı ve cansız, faydalı ve faydasız her ne varsa hepsinin Allah'ın bilmesi, dilemesi, kudreti, takdiri ve yaratmasıyla olduğuna inanmaktır.
Peki ama insanların hiç sorumluluğu yok mu?

*Kaset...
Kaset diyip de geçmeyin!
Kaset son günlerde en ünlü sözcük oldu. Herkesin kaseti çıkıyor, hem de bedava! Artık Unkapanı'na gitmeye gerek yok! Sıranızı bekleyin.
Tek sorun bunların nerede, nasıl, kimler tarafından çekildiği bilinmiyor, en azından bizler tarafından... Çünkü bu konuda hiçbir araştırma soruşturma yapılmıyor, belli ki savcılarımız çıkaranların kim olduğunu biliyor. Bildiği bir şey olduğu için de bu konuda soruşturma açmıyor.
Kasetlerin çıkma zamanlaması da kasetleri düzenleyenlerin önceliğine göre ayarlanıyor ve anında meşhur oluyor.
Sizin hala kasetiniz çıkmadıysa üzülmeyin, gününün gelmesi bekleniyordur. Yeter ki telefon konuşmalarınıza devam edin... "Susmayın, susmadıkça sıra size gelecek!"

* Kaos...
Yunanca khaos sözcüğünden geliyor ve yarık, boşluk, uçurum,hudutsuzluk,ıssızlık,girdap diye açıklanıyor. Yaygın olarak da dağınık, kargaşa, keşmekeş,başıbozuk,düzensizlik,hercümerç,dağdağa sözcüklerinde anlamı aranıyor.

*Katakulli...
Dalavere, alicengiz oyunu, kumpas, oldu bitti...
Son yıllarda her işte bir katakulli mi var, ne dersiniz? Yoksa aklımızı mı kaçırıyoruz?

Yine uzun yazdım değil mi? Özür dilerim. Biri beni tutsun...

12 Ekim 2010 Salı

"KUTSAL YALAN"



Gelin kısa bir yolculuğa çıkalım sizinle. Merak etmeyin bu kez kısa keseceğim. Sorunun yanıtını belki bulabiliriz. Evet, neden anlaşamıyoruz?

"Her doğruyu söylemeye gelmezmiş, birtakım doğruları yaymamak, çokluktan kamudan gizlemek gerekmiş... Peki ama bir doğruyu söylememek, gizlemek, yayılmasını önlemeye çalışmak o doğrunun yerinde duran yalanı sürdürmek demektir. Yalanın yalan olduğunu bilerek gene sürmesine bırakmaya hakkınız var mıdır?
Bazı yalanlar kutsalmış, onlara dokunmaya gelmezmiş. Bir şeyin yalan olduğunu anladık mı kutsallığına artık inanmıyoruz demektir. Bunun için "KUTSAL YALAN" sözü bir şeyin, hem köşeli, hem yuvarlak, hem katı hem de biçimsiz olduğunu söylemek gibi bir saçmadır.Ama duygularını birer düşünce saymaktan çekinmeyenler böyle saçmalarla kolayca bağdaşabiliyor.

Her doğru söylenebilir, her doğru söylenmelidir; yoksa çevremizi aldatıyoruz, çevremize yalan yayıyoruz demektir..."

..............

"Her doğruyu her zaman söylemek doğru değildir.
Dengeli bir hizmet eri, söyleyeceği şeyleri hemen söylemez. O bilir ki söylenmesi gereken her şeyi şimdi söylerse, kendine hayat hakkı tanımayanlar çıkabilir. Şartlar aleyhinde ağırlaştırılabilir, dolayısıyla da sıkıntılı bir atmosfere düşebilir.
Herhangi bir hizmette bulunan ve bir hizmeti temsil eden kimseler için, tehlikeli bir takım düşünce ve davranışlar vardır. Bunlar bazen çok masum görünseler de hizmet erleri için tehlike arz ederler... En gizli ve en masum düşünce ve mülahazalarımızın dahi ciddi bir kontrole tabi tutulması gerekmektedir.

Nihai hedefe ulaşana kadar, yani sonuca ulaşıncaya kadar, her yöntem, her yol mübahtır. Bunun içersine yalan söylemek de insanları aldatmak da girer."


Birinci alıntı, Nurullah Ataç'tan; ikincisi Fethullah Gülen'den...

Nurullah Ataç bir düşünür, eleştirmen...

Fethullah Gülen din adamı, emekli vaiz... Görevi, dini insanlara doğru olarak anlatmak değil mi? Dinin kuralları belli olduğuna , düşünce gibi kişiden kişiye değişmeyeceğine göre neyi kimden gizleme gereğini duyuyor ki? Açık açık anlatması gerekmez mi güzel dinimizi? Kaldı ki %99'u müslüman denilen bir ülkede bunu yapamayıp da ABD'den mi yapacak?

Nihai hedef nedir? Doğrusu çok merak ediyorum. Çıkıp bunu açıklamadıkları sürece de inandırıcı olamayacaklardır.

Ben doğruların söylenmesinden yanayım. Yalan, yalandır. Yalancının mumu tez söner. Yalan savaşta düşmana karşı bir yöntem olabilir ama din kardeşlerine söylenen yalanın gerekçesini anlayamıyorum. Neyse Allah taksiratlarını affetsin...

11 Ekim 2010 Pazartesi

YOKSA BİR BİR YILDIZLAR KAYACAK


BEN SANA MECBURUM

ne vakit bir yaşamak düşünsem

bu kurtlar sofrasında belki zor
ayıpsız fakat ellerimizi kirletmeden
ne vakit bir yaşamak düşünsem
sus diyip adınla başlıyorum
içimsıra kımıldıyor gizli denizlerin
hayır başka türlü olmayacak
ben sana mecburum bilemezsin

Attilla İlhan'ı yitireli beş yıl olmuş. Anısı önünde eğilirken tüm gerçek şair ve yazarlara da selam duruyorum.

Şiirsiz olmaz, şiirsiz yaşanmaz. Şiir getirin, daha çok şiir...

Belki de birbirimizi bu kadar acımasızca yememizin nedeni şiiri terk edişimizdendir. Şiir olmayan yerde insan sevgisi de olmuyor çünkü...

Attilla İlhan Yağmur Kaçağı isimli şiirinde:

"elimden tut yoksa düşeceğim
yoksa bir bir yıldızlar düşecek"

diye sesleniyor.

Belki de işin sırrı burada. Birbirimizin elini tutmadığımız sürece bir bir yıldızlarımız kayacak...


EK: Hakimler Savcılar Yüksek Kurulunun yedi üyesi, çalışmaları engellendiği gerekçesiyle, görevlerinden istifa ettiklerini 14.30'da açıkladılar.

10 Ekim 2010 Pazar

VİCDANLAR KONUŞABİLSE

Doğdun,
Üç gün aç tuttuk
Üç gün meme vermedik sana
Adiloş Bebem,
Hasta düşmeyesin diye,
Töremiz böyle diye,
Saldır şimdi memeye,
Saldır da büyü...

Ahmet Arif'in, "Adiloş Bebenin Ninnisi" şiiri beni hep etkilemiştir.

Eski Türk Metal Sendikası Genel Başkanı Mustafa Özbek, yirmi iki ay (22) Ergenekon sanığı olarak tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakıldı. Hürriyet Gazetesindeki demeçlerini okuyunca şiir yeniden aklıma düştü. Mustafa Özbek tutukluluğunun ilk üç gününde
, çok soğuk bir yerde tutulmuş ve hiç su verilmemiş! Yirmi iki ay sonra serbest bırakılınca:

"- Cezaevine bağırarak girdim. Çünkü suçsuzluğuma inanıyordum. 22 ay tutuklu kaldım ama suçumun ne olduğunu da öğrenemedim. Çünkü, basında benim ergenekon isimli örgütün finansörü olduğum yazıldı. Sendikamızda incelemeler yapıldı, yetinilmedi şubeler tek tek denetlendi. Ancak, hesaplarımızda bir hata olmadığı anlaşıldı."

demiş Mustafa Özbek...

Sokrates'in karısı:
Ah, bu insafsız yargıçlar! Seni haksız yere öldürüyorlar diye ağlayıp sızlanırken,
Sokrates:
Ya haklı olarak öldürseler daha mı iyi olurdu?
demiş.

Göreceksiniz çok yakında haksız yere Silivri'de tutulanlar özgürlüklerine kavuşacaklar...


Bana mesken olan toprak,
Sende savaş belirtileri var.

Savaşa hazırlanıyor bu sürüler, bu atlar.
Ama biz bunların sabana koşulduğunu da gördük
Aynı boyundurukta yürüdüklerini de;

Barış umudumuz yok olmuş değil yine de.
(Virgillius)

Peki tüm bu haksızlıkları planlayanlar, düzmece kaset, düzmece belge, düzmece tanık, imzasız mektup kurgulayanlar ne olacak?

Merak etmeyin, onlar cezalarını çekmeye başladılar...
Korkudan donlarına ediyorlar. Pis kokuları, görmez gözlerin bile gözlerini açtı, burunlarını tıkamaya başladı.

Sert kayaya çarptılar çünkü. Eline kalem dışında başka bir şey almayanları karalamak kolaydı. Şimdi içlerinden çıkmış, silahının yanında kalem de tutan Hanifi Avcı var.

"Baba, bir hırsız tuttum!"
"Al getir!"
"Gelmiyor!"
"Bırak gitsin!"
"Gitmiyor!"

İki ucu b.... değnek... Soruşturma açamıyorlar. Çok şey biliyor. Ucunun nereye dayanacağı malum!

Bundan sonra işleri çok daha zor. Aslında Hanifi Avcı'nın söylediği şeyler herkesçe biliniyor. Hatta ondan çok daha önce Şubat 2003'te çıkan Necip Hablemitoğlu'nun yazdığı KÖSTEBEK isimli eserde bütün bunlar belgeleriyle birlikte anlatılmıştı. Nedense bunlar pek ses getirmedi. Nedeni belki de Dr. Necip Hablemitoğlu'nun üniversite hocası oluşuydu, yani silahsızlardandı.

18 Aralık 2002 tarihinde Necip Hablemitoğlu bir suikast sonucu aramızdan ayrıldı.

Kendisi de düzmece kaset mağduru Sayın Nuh Mete Yüksel, onun ardından:

"Ülkemiz son yıllarda milli devlet ve Atatürk düşmanı cereyanların hücumuna maruz kalmıştır. Bir tarafta bölücüler, bir tarafta cumhuriyetin düşmanı Siyasal İslam, diğer taraftan Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyeti beğenmeyen ikinci Cumhuriyetçiler ve nihayet Lozan'ı bir türlü içine sindiremeyen Avrupa, bu karanlık tablo içinde boğulurken, karanlıkları delen bir takım yıldızlar belirdi. Bunların en kuvvetlisi kutup yıldızı gibi yol gösteren Necip Hablemitoğlu oldu.
Necip Hablemitoğlu ne yaptı? Bize yabancıların oyunlarını anlattı. Yabancılarla işbirliği yapan yerli hayinleri tanıttı. Tek ışıklı yolun Atatürk'ün yolu olduğunu gösterdi. O, bir kahramandı.

Kahramanlar devleti için, ulusu için kendini eriten, daima fedakarlıklar yapan, gerektiğinde ölmesini bilen insandır. Bizlere düşen görev Hablemitoğlu'nun yolundan yürümek bayrağını daha ilerilere götürmek ve hainlere fırsat vermemektir.

Kendisine Tanrı'dan rahmet dilerken bütün Türk Milletinin başı sağ olsun diyorum." demiş.

Hablemitoğlu suikastından sonra, uzun yıllar içişleri bakanlığı yapan, pek çok kez de vali, emniyet müdürü olan o dönemin içişleri bakanı Abdülkadir Aksu bakın ne demiş:

"Kim ya da kimler tarafından hangi maksatla işlendiği konusunda bir şey söylemek için henüz çok erken."
Olayı şiddetle kınadığını, olayla ilgili soruşturmanın çok yönlü olarak tüm yönleriyle devam ettiğini söylemiş.
Hablemitoğlu cinayeti , Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Turan Dursun, Hiram Abbas, Bahriye Üçok gibi aydın cinayetleri;
Ata Burcu, Hulisi Sayın, Memduh Ünlütürk, İsmail Selen, Temel Cingöz, Adnan Ersöz gibi generallerin öldürülmeleri de aydınlatılmadı.

Ve en düşündürücü cinayetlerden biri olan SHP Milletvekili Erol Güngör'ün oğlu Mustafa Güngör'ün TBMM lojmanlarında öldürülmesiyle ilgi bir ipucu bile bulunamadı.

Şimdi tüm bu cinayetler işlenirken İçişleri Bakanı olan Abdülkadir Aksu'ya 1990-1991 ve 2002 yıllarında işlenen tüm bu cinayetlerle ilgili bir açıklama yapmak için hala çok mu erken, diye bir soru sorsak yanıt alabilir miyiz? Hani hep yapılan şu çok yönlü soruşturmalardan ne haber desek?

Köstebek'te bugün artık gizlenemez duruma gelen emniyetteki örgütlenmeler, çatışmalar, kişiler bir bir sayılıp belgeleniyor.

Bizler ancak okuduklarımızı yazıyoruz. Gerçeği arıyoruz. Gerçek suçlular ortaya çıksın istiyoruz. Kitaplarda adı geçenlerin çoğu yaşıyor. O zamanlarda görev yapanlar hayatta.

Doğru bilgiler, gerçekler, sadece gerçekler bu dönemlerde görev yapmış kişilerde saklı ve ne yazık ki onlar konuşmuyorlar... Ama belgeler dosyalarda ve artık internette de sırasını bekliyor.

Vicdanlar konuşsa, ahhh! bir konuşsa, konuşabilse...

Vicdanlar sussa da, kanunlar işlemese de tarih hükmünü verecek.

Dünün gerçek suçluları bugün nasıl tarih karşısında suçlu bulunduysa, bugünün suçluları da yarın aynı kaderi paylaşacaktır...

7 Ekim 2010 Perşembe

GENÇ BAKIŞ


Şu anda saat 02.54...

Kanal D'de Genç Bakış programını izliyorum. Gençler özgürce soruyor, Sayın Kemal Kılıçdaroğlu yanıtlıyor.

Hem ülke hem de kendi sorunlaryla ilgili çok çarpıcı sorular soruyor gençler.

Neden bu tür programlar erken saatlere alınmaz ki? Kanal yöneticilerine sesleniyorum: Lütfen herkesin izleyebileceği saatlere alın bu programları.

Çocuklarımızı dinlemeyip de kimi dinleyeceğiz? Her gün, özel amaçla yetiştirilmiş, gündem değiştirmek, halkın kafasını karıştırmak için robotlaştırılmış kişileri en iyi saatlerde dinlemekten bıktık, usandık. Lütfen bir değişiklik yapın, en azından zaman yönünden yer değiştirin. Göreceksiniz, onlardan çok daha fazla izlenecektir.

Gerçek gündem burada... Yapay gündemlerle kaybedecek zamanı yok ülkemizin. Gençlere kulak verin, duyacaksınız. Onlardan öğreneceğimiz çok şey var inanın.

Örnek mi istiyorsunuz?

Bir kız öğrenci dokunaklı sesiyle biraz önce açıkladı, inanamadım. Yurtta 60 kişilik bir odada kalıyorlarmış. Düşünebiliyor musunuz, 60 kişi aynı mekanda uyuyor, birlikte nefes alıp veriyormuş. Biz yetmişli yıllarda 6 kişi bir odada kalıyorduk; bugün 60 kişi... Geldiğimiz noktaya bakar mısınız? Bir de 70 lirasını çalmışlar bu ortamda. Vah ki ne vah!

Bir başka öğrencinin sözüyle noktalamak istiyorum Eskişehir'den yapılan Genç Bakış programıyla ilgili bu yazımı; çünkü program devam ediyor ve ben gençleri dinlemek istiyorum.

Genç arkadaşım: "Üniversitelerin sorunlarının birlikte ele alınıp öyle çözülmesi gerekir. Sadece türban sorunu yok ki..." dedi.

Haksız mı?


6 Ekim 2010 Çarşamba

NEDİR BU KAVGA?


Döğmeli bu herifi sevgilim
Çevirip sokak ortasında akşam üstü
Sonra bir temiz rakı içmeli
Çağırıp eve eşi dostu.


Yettiniz artık! Hangi kanalı açsak onlar... Papağan gibi hep aynı şeyleri tekrarlayıp duruyorlar. Nedense belgeler hep onlara gönderiliyor! Hem de bavullar dolusu...

Yalanın bini bir para.

Bu ülkede bunca yolsuzluk, hırsızlık, arsızlık, sapıklık var. Var da onlarla ilgili tek bir belge olmaz mı o bavulların içinde? Yok, tek bir örnek bile yok!

Görünüşte çok da demokratlar! Demokratikleşecekmişiz sayelerinde! Sanki kimlerin kuklası olduklarını bilmiyoruz.

Bakın İsmail Hakkı Tonguç demokrasi konusunda ne diyor:

"Demokrasinin iki çeşidi vardır:

Topraksızı topraklandırmadan, işçinin durumunu sağlama bağlamadan, halkı esaslı bir eğitimden geçirmeden olmaz. Köklü değişiklik ister. Bu zor ama gerçek demokrasidir.

İkincisi kağıt ve sandık demokrasisidir. Okuma yazma bilsin bilmesin; toprağı, işi olsun olmasın, demagojiyle serseme çevrilen halk, bir sandığa elindeki kağıdı atar. Böylece kendi kendini yönetmiş sayılır. Bu oyundur, kolaydır. Amerika bu demokrasiyi yayıyor işte. Biz de demokrasinin kolayını seçtik. Çok şeyler göreceğiz daha..."

Sevgili Tonguç, haklısınız çok şeyler görmeye başladık sizlerden sonra:

Öğretmenler artık gerçek öğretmen olarak yetiştirilmiyor. Öğretmenler imamlaştırılıyor, imamlar yönetici oluyor okullarda...

Ve bugün kendini bilmez kişiler TV'lerde tüm değerlerimize pervasızca saldırmaktan çekinmiyor.

Halk sürü olarak görülüyor, sürüden ayrılanı kurt kapar, deniyor. Bunu diyenlerin yanında yetişenler, "Ya bizden taraf olursunuz ya da sizi bertaraf" ederiz anlayışını acımasızca uyguluyor. Birkaç cılız ses dışında kimsenin gıkı çıkmıyor.

Kurtuluş savaşı verenler yok edilmeye çalışılıyor. Teröristler baş tacı ediliyor.
Yetenekliler, çalışanlar, yurt sevdalıları tu kaka gösteriliyor.
Ezilenler, sömürülenler, garip bir şekilde, ezenlerin sömürenlerin yanında saf tutuyor, bir torba kömüre fit oluyor.

Ama sömürenler sömürüye doymuyor...

Herif küpünü doldurmuş
Malum usulle bilirsin.
Bir dostu var ki vallahi
Yanında sen çirkin kalırsın.

Ahh görmelisin onları, anlatmakla olmuyor...

Öylesine kurum öylesine çalım
Sanki küçük dağları o yaratmış
Ama bir parmak üstünün yanında
Kerata süklüm püklüm.

İçerde kaplan, dışarda kuzu kuzu...


Uygar uluslar, bilim ve teknolojide ilerlerken biz geriye gidiyoruz. "En gerçek yol göstericimiz bilim" değil artık. Atatürk devrimlerinden hızla uzaklaşıyoruz.
Yol gösterici olarak "ulemaya soralım!"diyenler tarafından yönetiliyoruz.

En önemli sorunumuz kadınların kara çarşafa ve türbana sokulup sokulmaması noktasına getirilip dayatılmış durumda. Sanki herkes çarşafa bürünürse ülke kurtulacak!

Oysa ülkemizde bilim siyaset denen canavara teslim edilmiş durumda. Eğitim ise paraya endekslenmiştir. Paran varsa okursun. Eğitimde fırsat eşitliğinin yerini para almıştır. Paran yoksa istediğin kadar zeki ol, harcanıp gidersin. Ya da cemaatlerin elinde kuklaya dönüştürülürsün, onların maşası olur çıkarsın.

Hani "Cumhuriyet fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller" yetiştirecekti?

Korkunun, şiddetin, yılgının tüm kitle iletişim araçlarında gözle görülür bir hal almasını ne yapacağız? Toplumun yanlış yönlendirmesini...
Halk habersizdir, gerçekler örtbas edilmektedir. Doğru habere, dürüst yorumlara muhtaçtır.

Taraf, taraftar ve de bertaraf medya...
BOP eksenli, uzaktan kumandalı demokrasi..

Kurumuna bakarsan büyük vatanperver
Bir o bilir dünyada olanı biteni
İnanma güzelim inanma
Çiftlikleriyle karıştırıyor vatanı.

Durum korkunç görünüyor.
Ama umutsuz değilim ben. Çünkü pay kapma yarışında birbirlerine düştüklerinin işaretleri gelmeye başladı bile...


Yukarıdaki fotoğrafa bakın isterseniz. Karşısında sarp kayalar da olsa, yılan çıyan da olsa yaprak nasıl da yeşeriyor.





Not: Dörtlükler Oktay Rıfat'ın Mehmet Bey şiirinden alıntıdır.

5 Ekim 2010 Salı

FÜHRER

Bir gün Hitler, bir akıl hastanesini geziyormuş.

Bir koğuşa girmiş. Delilerden biri, onu hastaneye yeni gelmiş deli zannederek:

_ Ahbap, sen de mi düştün buraya?
demiş.

Fena halde kızan Hitler:

_ Kendini topla!
diye haykırmış.

Deli, Hitlerin yüzüne bakarak gülünce, Hitler sormuş:

_ Ne diye gülüyorsun?

_ Ben de böyle başlamıştım da...


Hitler tarih tarafından yargılandı ve suçlu bulundu. Tarih affetmez...
Kendini Hitler sananlar da akıl hastanelerini doldurmaya aday bir şekilde bağırıp duruyor şimdilik... Ne diyelim Allah akıl fikir versin...

Neyse ki bizde böyle kendini Hitler sanan deliler yok...


3 Ekim 2010 Pazar

ÜZERİNDE DÜŞÜNMEYE DEĞMEZ Mİ?

Silivri'ye açık mektubumdur!

Bu yazı, Silivri Cezaevinde yatmakta olan kader değil iktidar kurbanlarına ithafen yazılmıştır.

Bu yazı, benim için iktidar kurbanlarına moral vermek haricinde başka bir öneme de sahiptir. Sahiptir çünkü, bu yazı şu zamana kadar yazmış olduğum tüm yazıların genel bir sentezidir.


Selam olsun sizlere “Bu memleketin gerçek sahipleri!”

Bu mektubu yazmadan önce kaç defa doğru sözcükleri seçmek amaçlı yazıp sildiğimi hatırlamıyorum bile... Çünkü Birkaç kelime ile durumumuzu anlatmak gerekirse “kelimelerin bittiği yerdeyiz.”

Ancak buna rağmen umutlu olunuz. Umudunuzu Hiçbir zaman yitirmeyiniz. Mutlu yarınlar kapıdadır.

Bunu bazılarının dediği gibi hislerime dayanarak söylemiyorum. Bunu elle tutulur kanıtlarla söylüyorum.

Yukarıda bir kısmını aldığım satırları Bir Milyon Kalem'de Volkan Kahyalar yazmış. Çok doğru saptamalar var, bence okunmalı...

Devamı ŞURADA. Lütfen okuyunuz.

1 Ekim 2010 Cuma

İSTANBUL'UN DOĞASINI KURTARMAK İÇİN ÜÇÜNCÜ KÖPRÜYE HAYIR


İstanbulluların dikkatine!
İki Ekim(cumartesi) günü saat 20.00-21.00 arasında, üçüncü köprüye "Hayır" diyenler, şenlik havasında mumlarla sahillerde buluşacakmış. Biz İstanbul dışındakiler haberlerden ve sizlerin yazılarınızdan izleriz artık. Ayrıntı için:

Şuraya bir bakın isterseniz.

Köprüler çözüm mü? Neden toplu ulaşım özendirilmez ki? Denizden daha verimli yararlanılamaz mı?
Demir ağlarla döşense ülke, hiç olmazsa tırlar-kamyonlar yerine kara trenler taşısa yüklerimizi kıyamet mi kopar?

Kendimiz söyleyip kendimiz dinliyoruz aslında. Kimbilir şu anda kimler avuçlarını oğuşturuyordur...
Gelsin paralar, gelsin paralar!

Paranın yenilmediğini anladığımızda çok geç olmayacak mı? Ülkenin boğazını sıkmanın anlamı ne?
Yeşil hayattır unutmayın. Yeşilliklerimize kıymayın efendiler...


KİMSE YOK MU

"bu geceyi bağırtan ben değilim bu geceyi bu bir yürek gibi buğulu bu uğultulu yangın gecesini rezil rezil bağırtan ben değilim gem...