24 Temmuz 2009 Cuma

HER ŞEY SADECE ÇOCUKLARA MI?



Biliyorum, çoğunuz bu soruya "evet" diyeceksiniz. Ama durun acele etmeyin, okuyun sonra kararınızı verin...

Hayır, diyorum ben. Neden her şey sadece çocuklara uygulansın ki?

Çocuklarımız önemli. Onları en iyi şekilde yetiştirmeye çalışıyoruz. Seviyelerini Belirlemek için, uzmanların yaptığı, sınavdan sınava koşturuyoruz. Çocukluklarını yaşayamadan sınavla tanışıyorlar. Seçmelerden seçme beğeniyorlar.

Ya onları yönetenleri nasıl seçiyoruz?

Bir kişi adayları belirliyor. Eğitimli eğitimsiz kişiler de o bir kişinin seçtiği kişiye oy veriyor. Aslında oy tercihimizi o, seçen bir kişiden yana kullanıyoruz.

Bu kadar çok milletvekili var. Lütfen içtenlikle söyleyiniz, kaçını tanıyorsunuz? Kaçının seviyesini test ettik. Kaç tanesi mecliste, ekranlarda sizi tatmin eden birşeyler söyledi ki? Yok demiyorum, var beğendiklerimiz, ama sayıları çok az. Hiç adını duymadığımız, yüzünü görmediğimiz, parmak dışında bir varlık gösteremeyenlerin sayısı azımsanmayacak kadar çok. Kaldır parmağı, al maaşı! Oh ne kolay!

Çocuklarımız öğretmenin gözüne parmaklarını da soksalar iyi bir şey söyleyemezlerse not yok onlara. Vekillere var! Ne için parmak kaldırıyorsun, şu andaki konumuz ne, diye sorsak kiminden yanıt alacağımız şüpheli...

Eeee sonuç?

Çözüm mü?

Çözüm şu: Ben diyorum ki bizi yöneten, çocuklarımızın geleceğini hazırlayacak kararları alanları da seçilmeden önce sınava tutalım, ha ne dersiniz? Yok, sadece delege olanlara seçtirmeyelim... Çocuklarımıza uyguladığımız Seviye Belirleme Sınavının benzerini bizi yöneteceklere de uygulayalım. Soruları konunun uzmanları hazırlasın. Sınavı kazanarak aday olanları da delegelik sınavından başarıyla çıkanlar seçsin. Sonra da biz...

Ya gülmeyin! Neden olmasın?

Size gülmeyin dedim ama, şu anda ben de tatlı tatlı gülüyorum. Gözümün önüne kocaman bir stat geldi. Maç yok! Bugünkü yöneticilerimiz oflaya poflaya sınav sorularını yanıtlamaya çalışıyor.

Kaçı çocuklarımızın başarısını yakalar ki?

23 Temmuz 2009 Perşembe

BİTEN PASTAYI BOL KESEDEN DAĞITIYORUM YERSEN


Sevgili Okuyucularım,

Ciddi konulardan sıkıldım. Şimdi sizlere pasta ikram etmek istiyorum. Buyurun doya doya yiyin. Hepinize afiyet olsun. Yalnız küçük bir sorunum var. Pastanın hepsini bizim çocuklar yemiş yemiş bitirmiş, daha yok mu diyormuş!

Pasta olmayınca pastayı paylaştırmak daha kolay...

Büyük bir parçayı dincilere gönderiyorum. Alın size kat sayı pastası! Sevinin, oyalanın biraz... Yerseniz!

Bir parça da size vereceğim sevgili Kürtçüler, ama lütfen sessiz olun, uyandırmayın uyuyan devi... Alın istediğiniz gibi yiyin, yarasın! Yerseniz tabi!

Sizi unutmadım ey güzel Türkçüler... Kaç kez bana destek oldunuz , unutmadım iyiliklerinizi,en yüksek makamı sayenizde ele geçirdik, size de kalmayan parçadan veriyorum. Alın, alın utanmayın! Olmayan pastanın kalmayan parçasını! Yerseniz!


Geriye kimler kaldı olmayan pastadan pay kapmak isteyen?


Sevgili Kürt kardeşlerim, Sevgili Türk kardeşlerim, Sevgili Dindar kardeşlerim elde var sıfır, sfırı tükettiler. Bakmayın siz afra tafra yaptıklarına, bağırıp çağırmalarına... Deniz bitti, suyun dibi göründü, pastayı bizim çocuklar bitirdi.
Size de sözde pastadan sözde pay üleştirdiklerini söylüyorlar. Biraz da böyle mi götürsünler diyorsunuz?

Olur, siz öyle diyorsanız daha çok pasta yersiniz! Hem de olmayan pastaları paylaşmak için kavga edersiniz! Sizi de birileri pasta niyetine ham yapar...

DAĞ TRAŞLANDI ZONGULDAK' A İLK UÇAK İNDİ

DİLEK: DAĞ FARE DOĞURUR MU ?


Yukarıda bağlantı verdiğim yazıyı geçen yıl yazmıştım.

Yıllar önce yapılan hava alanına, yakındaki dağı hesaba katmadıkları için uçaklar inemiyordu. Nefesi güçlü bir hoca lazım, dağı ortadan kaldırmak için, diye de eklemiştim.


Çocukluğumuzda bir tekerleme vardı söylediğimiz:

-İnek nerde?
-Dağa kaçtı...
-Dağ nerde?
-Yandı, bitti, kül oldu!

Hoca bulunmadı. Dağ yanıp bitip kül olmadı... Peki ne oldu? İnsan aklı, insan emeği işi çözdü. Dağ traşlandı, dağ küçültüldü, uçakların dağa çarpmadan inecek duruma getirildi.

İlk uçak Almanya'dan geldi. Herkes de bir sevinç bir sevinç! Ben de çok sevindim. Emeği geçenleri kutluyorum. Ama yine de keşke diyorum...

Keşke zamanında aklımızı kullansaydık. Planlı programlı çalışsaydık, geniş düşünseydik diyorum. Hem bu kadar emek, hem de bu kadar zaman kaybetmemiş olurduk.

Neyse bu da güzel bir gelişme. Herkese iyi uçmalar. Artık bizim de hava alanımız var. Zonguldak doğa harikası bir yer. Artık mazeret kabul etmiyoruz. Gezi programlarınıza burayı da ekleyebilirsiniz...

Sevgilerimle...

22 Temmuz 2009 Çarşamba

EBELİK Mİ YAPACAKSIN?



Bundan yıllar yıllar önce...

Bir kadın ikinci çocuğunu dünyaya getirecekti. Doğuma sayılı günler kalmıştı. Eşi amirinin yanına çıktı. Ezile büzüle eşinin doğum yapacağını söyleyip izin istedi. Amir, hiç duraksamaksızın:

-Ne o, ebelik mi yapacaksın? dedi.

Aradan atmış beş yıl geçti (Kayınvalidem seksen beş yaşında.). Kadın hala bu olayı üzülerek anlatıyor. O gün eşi yanında olamamıştı!..

Ebelik yapmayacaktı elbette. Ama yakınında olacaktı. Kapının dışında bekleyecekti. Orada olduğunu bilip rahatlayacaktı. O günkü koşullarda elini tutması düşünülemezdi zaten... Ama olmamış. Kayınvalidem hüzünle anlatıyor hala...

Bazı anlar insan yaşamında çok önemli. En hassas zamanlarda yaşananlar unutulmuyor işte... Sağlıklı toplum, anne ve bebeğe bakış açısıyla sağlanır. Akıllı babalar eşlerini severek, bunu da belli ederek mutlu çocuklar yetiştirilmesine katkı verirler...

Bugünkü durumu düşünüyorum bir de. Değişen fazla bir şey var mı? Yanılmıyorsam işçi babaya yine doğum izni yok. Memurlarda iki gün mü ne? Annelere verilen ücretli izin eskiye göre düzelmiş olmasına karşın hala yetersiz. Neden iki yıl, hadi bir yıl ücretli izinli olmasın ki anneler? Çocuklar sadece bizim değil ki. Onlar gelecek kuşaklarımızı oluşturuyorlar aynı zamanda. Ekonomik krizlerin yaşandığı ülkemizde anneyi çocuktan erken erken koparmanın kar-zarar hesabını düşünüyor muyuz hiç?

Gelişmiş ülkelerdeki sadece anneye değil, babaya da verilen hakları neden görmek istemiyorlar? Hatta evlat edinenlere bile...

Bunlar da soru mu? Kadın kısmı otursun oturduğu yerde! Tarlada çalışsın, evde çalışsın, oyalansın işte! Evinin hanımı olsun !Çocuk mu? Oooo ondan çok ne var? Doğur , sal sokaklara! Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir.

TERÖRÜ NE BİTİRİR?

"Öcalanla masaya oturmak çözüm mü?"

"Ankara işte bu konuyu tartışıyor!"


Başlık da, tırnak içindeki cümleler de bana ait değil. Biraz önce Haber Türk TV'de gördüm, gözlerime inanamadım!

Bu ne ya? Öcalan kim ki? Ne yapmış ki? Kim, ne hakla buna casaret edebiliyor? Bu ülkede binlerce Mehmetçik bu günler için mi şehit oldu? Olmaya da devam ediyor. Türkiye Cumhuriyeti Devletini bu durumda göstermeye ne hakları var? Masaya oturmak?!

"Öcalanla masaya oturmak çözüm mü? " Utanç cümlesi bu! Bu cümleyi ekranlarına yazanları kınıyorum. Yazdıranları kınıyorum.

Kimse yanılmasın. Bunların Kürt yurttaşlarımıza bir yararı yok. Türk yurttaşlarımıza da... Varsa yoksa kendi çıkarları. Çıkarları için her şeyi kullanıyorlar...

Bunlar Kürt'ten yana değil, Kürtçü'den yana . Bilerek ya da bilmeyerek bölücülere hizmet ediliyor. Tıpkı dinciler gibi...

"Çok güzel şeyler olacak!" dedikleri neydi ki?

21 Temmuz 2009 Salı

YETER Kİ AKIL TUTULMASIN



Bu gece tam güneş tutulması olacakmış. Olsun bakalım. Bence hiç sakıncası yok. Normal bir doğa olayı bu...

Şarlatanlara bakarsanız, neler neler olacakmış! Bin türlü felaket senaryoları üretiyorlar.

Bilimi ve bilim insanlarını dışlarsanız olacağı buydu. Biz lisedeyken astronomi dersi görmüştük, sosyoloji, felsefe, mantık da... Sonra ne olduysa bu dersler sakıncalı bulunup kaldırıldı lise müfredatından.

Şimdi hiçbir olayı doğru dürüst değerlendiremiyoruz. Yerden yere vuruluyoruz. Bize bunları yaşatanları baş tacı ediyoruz. Doğruları söyleyenleri yerin dibine batırıyoruz.

Felsefeyi yasakladık. Düşünemiyoruz.

Sosyolojiyi hiç ettik. Olayların neden sonuç ilşkisini kuramıyoruz.

Mantık dersini tu kaka yaptık. Akıl yürütemiyoruz.

Astronomi dersini unuttuk. Artık gök bilimi konusunda falcıların, yalancıların,çıkarcıların, sahtekarların ağzına bakıyoruz.

"Bugün mü desem yarın mı desem başınıza büyük bir taş düşecek!.. Yer yerinden oynayacak; depremler, seller, cinayetler, işsizlik, zam yağmurları, hukuk garabetleri, adaleti engelleyen adalet bakanları,yoksuldan alıp zengine veren deniz fenerleri, kendini güneş sanan ampuller, yasaklar,yasaklar, yasaklar... Sonunuz çok karanlık görünüyor çooookkkk!.."



Kardeşim fala gerek var mı? Sadece haberleri izle bak, geleceğini gör!

Baktın mı felaket habercilerine? Ne gördün?

Ay, Dünya, Güneş kısa sürede eski yerlerine dönecektir, Güneş tutulması çabuk geçer üzülme...

"Güneş ufuktan şimdi doğar, yürüyelim arkadaşlar!"
"Sesimizi yer gök su dinlesin, sert adımlarla her yer inlesin..."

Evet, dileğimize siz de katılırsınız, değil mi?

Yeter ki akıl tutulmasın...

20 Temmuz 2009 Pazartesi

İYİ Kİ DOĞDUN



Fotoğrafta gördüğünüz yeğenim Sevgili Murat Can, bugün on sekiz yaşına girdi. On sekiz yaş ! Oh ne güzel... Dünün bebekleri ne çabuk büyüyüp yetişkinliğe adım atıyorlar, insan şaşırıyor...

Sevgili Murat Can,
Seni çok seviyorum. Seninle gurur duyuyorum. Mutlu, başarılı, sağlıklı olmanı diliyorum tüm yüreğimle. İyi ki doğdun...

ON SEKİZİNCİ DOĞUM GÜNÜN KUTLU OLSUN...

ŞİKAYETİM VAR

KİM KİME DUM DUMA- BEHİÇ AK- CUMHURİYET GAZETESİNDEN (19.7.2009) ALINMIŞTIR. TEŞEKKÜRLERİMİZLE...


19 Temmuz Pazar... Ilıksu Plajına gittik. Sigara yasağı bugün başlamıştı. Baktım herkes şemsiyelerin altında fosur fosur sigara içiyordu. Ben içmedim. Gittim, deniz kıyısında içtim. Tepemde gökyüzünden başka çatı olmadığı için suç işlememiş oldum. Onlar hem şemsiyeli yerleri kapmışlar, hem de sigara içiyorlar. Ben de "Kirpilik" yapmaz mıyım? Hemen çıkarın paraları, dedim, aldırmadılar!

Buradan şikayet ediyorum onları! Gidin evinizde için! Sağlık Bakanımız izin verdi. Evde için, dedi. Yani raporluyuz. Raporumuz çok sağlam. Hem doktor, hem bakandan raporluyuz. Artık evde bize kimse cık cık cıkk yapamaz değil mi?

Denizden sonra Düş Molasına balık yemeye gittik. Balık çorbası, balık, salata çok lezzetliydi. Ama yemek sonrası kıvranmaya başladım. Baktım japon dostlarımızdan beş kişi karşı lokantanın kapısının önünde çayla sigara içiyorlar. Benim için de bir süreliğine tentenin dışına bir koltuk atıldı. Çayım, sigaram ve ben Japon dostlarımızla karşılıklı konuşmadan anlaştık...


"Kirpi" filmini görenler anlamıştır; görmeyenlere öneririm. Mazhar Alanson, Güven Kıraç baş rollerde oynuyor. "İntikam, soğuk yenen bir yemektir." deniyor tanıtımında...

Bir de Zeki-Metin ikilisinin "Yasaklar" oyununu, bulabilirseniz, bir kez daha izleyin...

Bence hepsinden önemlisi sigaraya hiç başlamayın; başlamışsanız sigarayı bırakın...

Dumansız, sağlıklı yaşayın. Denizleri, ormanları, doğayı koruyun. Tüm kirli insanlara da dokunun biraz...

19 Temmuz 2009 Pazar

DÜŞÜMDE

Dün gece bir düş gördüm...

Kocaman, yüksekçe bir köprüden balıklama denize düştüm. Dibe kadar indim ve aynı hızla köprüye kadar yükseldim. Eşim ayağımdan yakalamaya çalıştı, tutamadı, aynı hızla tekrar düştüm denize. İkinci yükselişimde neyse ki eşim yakalayıverdi...

Hayat tatlı, insan korkuyor. Yaşadıklarımız bizi etkiliyor...

Hafta içi çıldıran hava, hafta sonu hiçbir şey olmamış gibi tatlı tatlı gülümsüyordu. Eskiden tersi olurdu, bütün bir hafta beklenir, planlar yapılır, ancak cumartesi günü bütün planları bozardı... Dün yine Değirmenağzına gittik işte...

Eşimle yüzüyoruz. Baktım kayalara doğru yüzmeye başladı. Eliyle de kayaların tepesinden denize atlayanları işaret ediyor. O da atlayacakmış! "Hayıııırr yapma, bak ben şimdi boğulurum!" diyerek onu durdurdum.

Evet eskiden çok güzel atlıyordu. Onu zorlayarak yüzme yarışmasına sokmuşluğum vardı, birinci olmuştu. Denizin dibine dalıp kayalardan kopardığı midyeleri teneke üzerinde pişirip bol bol yedirmişti bize. Ama eskidendi. Gönlümüz genç olsa da bedenlerimiz eskiyor ne yazık ki...

Demek ki dün çok endişelenmişim ki rüyama girdi. Ve beni kurtardı. Onsuz ben ne yaparım? İyi ki varsın, iyi ki benim eşimsin. Seni çok seviyorum...

18 Temmuz 2009 Cumartesi

GAYRIK YETER

O, "Yunusu biçâredir
baştan ayağa yâredir",
ağu içer su yerine.

Fakat bir kerre bir derd anlayan düşmesin önlerine
ve bir kerre vakterişip
"- Gayrık yeter!.."
demesinler.

Bunu bir dediler mi,
"İsrâfil surunu urur,
mahlukat yerinden durur",
toprağın nabzı başlar
onun nabızlarında atmağa.

Ne kendi nefsini korur,
ne düşmanı kayırır,
"Dağları yırtıp ayırır,
kayaları kesip yol eyler âbıhayat akıtmağa..."

''N.Hikmet Ran-Türk Köylüsü''


Yapar mı dersiniz?

KEY PARALARIMIZI İSTİYORUZZZZ

CHP Adıyaman Milletvekili Şevket Köse, Konut Edindirme Yardımı (KEY) ödemelerinin neden yapılmadığını sordu.

TBMM Başkanlığına soru önergesi sunan Köse, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a, "KEY ödemeleriyle ilgili herhangi bir sorunla karşılaşıldı mı? KEY ödemelerinin ne zaman yapılması düşünülüyor? Ödemelerdeki gecikmeler sonucunda KEY'den yararlanacak yurttaşlarımızın mağduriyetlerinin giderilmesi için ne gibi önlemler düşünülüyor? KEY ödemelerinde gecikme faizi uygulanması düşünülüyor mu?" sorularını yöneltti.


Sayın Şevket Köse soru önergesine yanıt aldı mı bilmiyoruz. Ama biz KEY mağdurları bu soruların yanıtını bekliyoruz.

Dokuz yıl boyunca " Seni konut sahibi yapacağım. Onun için istesen de istemesen de zorunlu olarak senin maaşından para keseceğim!
" diyerek kestiği paraları başka işlerde kullanan devlet:

"Seni konut edindiremedim, paranı geri vereceğim!" demiş, ancak bu ödemeyi yapamamıştır. Eline yüzüne bulaştırmıştır.

2006 yılında çıkarılan tasfiye yasasından bu yana 3 yıl geçmesine rağmen hak sahiplerinden yaklaşık 6 milyon kişi ya parasını eksik almıştır ya da hiç alamamıştır. İlk ödemelerin yapıldığı Temmuz 2008 yılından bu yana bir yıl gibi uzun bir süre geçmesine rağmen itirazlar sonuçlandırılamamıştır. Bu nedenle hak sahiplerinin mağduriyeti devam etmektedir. Her geçen gün hak sahiplerinin aleyhine işlemektedir. Bu sürecin yaşanmasının en büyük sorumlusu bu konuda lakayt davranan iktidardır. Özellikle itirazları incelenmekte ve sonuçlandırmakta yetersiz kalan SGK" dır. SGK yönetiminin liyakatsiz bir kadronun eline verilmesidir. Bu kadrolar 6 milyon hak sahibini mağdur etmekle kalmamış Sosyal Güvenlik Sistemini işlemez hale getirmiştir.

KEY ödemelerinden sorumlu olan bir diğer kurum Ziraat Bankası ve bankanın Genel Müdürü'dür . Genel Müdürün hak sahipleri için söylediği şu sözlere bakar mısınız?

" Çalışmaların devam ettiğinin söylemememize rağmen pek çok hak sahibi paramızı verin diye kapımıza dayanıyor… Bunların içinde devlette üst kademelerde görev yapan kişiler bile var…”

Sayın Genel Müdür, vatandaş hakkını istiyor. Vatandaş geçim derdinde, tabi senin tuzun kuru. Siz bankadan verdiğiniz bir kredi zamanında ödenmediğinde ne yapıyorsunuz? Faizleri kaça katlıyorsunuz? Vatandaşın evine, iş yerine, memursa maaşına icra götürmüyor musunuz?

Kendi alacağınız için bunları yapıyorsunuz. Vatandaş, hakkını isteyince neden kızıyorsunuz?

Vatandaşın elinde bir güç, bir yetki yok sadece kapınıza geliyor. Aslında vatandaşlarımız çok olgun ve de suskun... Hatta biraz fazla suskun!..

Devletin kurumları alacağı için vatandaşa şahin olurken, vatandaşın ne yapmasını bekliyorsunuz? Siz yıllardır hakkını devletten alamayan vatandaşın, kapınıza gelmesinden rahatsız oluyorsunuz.

KEY ödemelerini yılan hikâyesine döndüren yöneticileri 6 milyon hak sahibi adına vicdanlarıyla baş başa bırakıyoruz Bu ödemeleri, bir lütuf gibi kamuoyuna sunanları, vatandaşı şu ekonomik krizde kapı kapı dolaştıranları kınıyoruz.

Ayrıca şu sıralarda "işsizlik sigortası" adı altında vatandaşlardan kesilen paraların da işverenlere aktarıldığını duyuyoruz. Bunun da kokusu çıkar yakında. Sen, işsizlere yardım yapacağım, diyerek çalışanlardan para kes, o paraları patronlara ver! Adına da 'adalet ve kalkınma' de! İşte sizin adalet anlayışınız bu!

Yoksuldan al, yandaşını zengin et...
"
Yoksulun sırtından doyan doyana
Yiğit muhtaç olmuş kuru soğana"

Bu düzen böyle mi gidecek?

17 Temmuz 2009 Cuma

KONUŞ BENİMLE


Uzun zamandır küçük kızım konuşmuyor benimle...

Bir bilse, onunla konuşmayı nasıl özledim, ah bir bilse!.. Eskiden uzun uzun konuşurduk. Yüz yüze de telefonla da... Öyle ki telefonla konuşurken kulağımın yandığını anlar, diğer kulağıma tutardım aleti. Anlatır, anlatır, anlatırdı...

Artık öyle değil. Üç haftalığına Şikago'ya gitmişti, o zaman bile şimdikinden çok konuşuyorduk, kamerayla daha çok görüyordum onu...

Biliyorum çalışıyor, bir yıldır çalışıyor. Özel sektör zor, özellikle gençlerin posasını çıkarıncaya kadar çalıştırıyor. Neden, sadece bu değil tabi. Biliyorum, kafası karışık, insan yaşamının en zor zamanlarından birini geçiriyor. Geleceğini, yaşamını, duygularını, düşüncelerini düzenlemenin yollarının arandığı bir dönem bu... Biliyorum, ama çok da özlüyorum onu.

Yağmur Bebek doğdu, ben çocuklarımı ihmal etmeye mi başladım yoksa? Özellikle de küçük kızımı... Eskiden en çok onunla konuşurduk, şimdi Yağmur'un da katkısıyla büyük kızımla. Kamerayı da açıp saatlerce Yağmur'la annesinin günlük maceralarını izlemek en büyük zevklerimden oldu. Hatta öyle zamanlar oluyor ki bilgisayarın penceresinden kollarımı uzatıp Yağmur'umu içeri kapma duygusunu yaşıyorum. Ona sarılmak, kucaklamak, öpmek öpmek...

Bak bak bak, gördünüz mü olanı, işte neden bu, diyesim geliyor. Kızımı konuşacakken yine Yağmur Bebek araya giriverdi. Ben bu işi biraz fazla mı abarttım ne?

Küçük kızım blog okumayı pek sevmiyor. Sevmiyor, ama biriktirip biriktirip arada okuduğunu da biliyorum. Bunu da, ablasının hatırlatmasıyla okuyacaktır. Ablası seviyor blog yazmayı da okumayı da...

Küçüğüm benim, tam bir iletişim uzmanı. Bayılıyorum onun bu özelliğine.Dostlukları, arkadaşlıkları o kadar sağlıklı, seviyeli ve kalıcı ki.. Çok farklı, çok çeşitli gurupları biraraya getirip onları kaynaştırması ayrı bir beceri ustalığı. Anaokulu arkadaşları, ilkokul arkadaşları, Anadolu Lisesi, Fen Lisesi arkadaşları ve BÜ'den arkadaşları onun için çok önemli. Hiç birini ihmal etmiyor, bir şekilde iletişimi koparmamaya çalışıyor.Şimdi iş yerindeki arkadaşlarını da yemekli toplantılarda biraraya getiriyor. Bu konuda babasına çekmiş. Ayıptır söylemesi ben biraz asosyalimdir de! Zorunluluk olmasa evden çıkasım gelmiyor.

Dalgıçlık, Yelkencilik işlerinden vazgeçmiş gibi görünüyor şimdilik...

O bir yaz çocuğu, tatil çocuğu, yazlık çocuğu, girdiği her toplumun aranan, beğenilen, sevilen çocuğu... Ama ne yazık ki bu yıl tatilinin bir kısmını görevli gittiği Şikaga gezisini bir hafta uzatarak harcadı. Geri kalanı da parça parça vereceklermiş. Olacak iş mi? Verin çocuğumun hak ettiği izni, toptan verin ki tatilini yapabilsin. İki gün, iki gün verilen aralıklı zamanlardaki tatilin tadı mı çıkarmış! Çok kızıyorum çoook, beni oraya getirmeyin!( Bu son cümle şaka tabi ki ve kızım yetişkin bir insan...)

Onu çok seviyorum. Eskiden olduğu gibi sohbet etmek istiyorum. Her şeyi benimle de babasıyla da açık açık konuşuyordu. Bazen takılıyordum ona. Her şey de anne-babaya anlatılmaz diye... Ahh şimdi nerde o günler!.. Ben aramasam arayacağı da yok! Arıyorum, kısa kısa konuşup kapatıyoruz. Bu bana az geliyor, yetmiyor, anlatsın istiyorum, yine uzun uzun anlatsın...

Hadi, durma ara, KONUŞ BENİMLE...

16 Temmuz 2009 Perşembe

SINIFTA KALDIK


Eğitimde sınıfta kaldık. Sınıfı geçmek için ne yapmalıyız?

Bir:

TÜM DERSHANELERİ KAPATMALIYIZ.

Burada şöyle bir tepki gelebilir: O zaman özel öğretmenlere yönelme olmaz mı? Çok haklısınız, olur. Ama zenginlerin çocukları bunu yapabilir ancak. Varsın yapsınlar, biz yoksul aileleri kurtarmış oluruz bu şekilde.

Çoğu kişi bilmez, bilenler de söylemez. Dershaneler yoksul ailelerin sınavı kazanamayacağı baştan belli olan çocukları için ödedikleri parayla ayakta duruyor. Zenginlerin çocukları iyi okullarda okudukları, özel dersler aldıkları için dershanelerde yapılan seviye sınavlarını kazanıp beş kuruş para ödemeden dershaneye giderler. Dershane de bütün gücünü bu çocuklar için kullanır, çünkü sınavları kazanan bunlar olur çoğunlukla...

İki:

Normal ve Meslek Lisesi diye iki çeşit lisemiz olmalıdır. İlk öğretimde, sağlıklı yönlendirmelerle, değerlendirmelerle çocuklarımızı bu okullardan birine yönlendirmeliyiz.

Çoğunluk meslek liselerine yönlendirilmelidir. Ülkenin gereksinimlerine, çocukların yeteneklerine göre çeşitli bölümler açmalıyız. Buraları bitiren gençler , üniversitede kendi meslekleriyle ilgili bölüme , o bölümü bitirenler arasında yapılan yarışla girebilseler, fena mı olur?

Örneğin:

Bilgisayar bölümünü bitiren, bilgisayarla ilgili bölüme;
İmam Hatip olmakla ilgili bölümü bitiren, İlahiyat Fakültesine;
Güzel Sanatlarla ilgili bölümlerde okuyanlar, sporla ilgili olanlar,ilgili bölümlere girmek için bölümdaşlarıyla yarışsa, kazananlar üniversitede okusa, diğerleri kısa yoldan meslek sahibi olsa; ülke de, veliler de, çocuklar da kazansa olmaz mı?

Normal Liselere seçilen öğrenciler de ülkenin bilim insanları olacak şekilde yetiştirilse... Üniversite kapılarındaki yığılma çilesi bitse... Üniversite adı altında dağa taşa kurulan lise ayarındaki okullar da lise olarak hizmet verse kötü mü olur?

Kötü olur, hem de çok kötü olur! Düşünün bir kez. Meslek lisesini bitirmiş binlerce genç erken yaşta iş hayatına atılmak isteyecek! İş nerde? Bugün her dört gençten biri işsiz. O zaman ne yapmak gerekiyor? Bu gençleri ve ailelerini bir süreliğine de olsa oyalamak için herkesi üniversite kapılarına yığmak... Dersanelerden mezun etmek. Tekrar tekrar girdiği sınavlarda başarısız olmuş, ezik insanlar haline dönüştürmek! Yapılan ne yazık ki bu! Böyle yapıldığı için de hepimiz sınıfta kaldık...

Ha bir de İmam Hatip Liseleri üzerinden yapılan sömürüler var! Kendi çocukları en iyi okullarda, olmadı yurt dışında; fakir fukara çocukları İmam Hatip'te okuyacak! Kat sayı indirip kat sayı çıkarıp oya dönüştürülecek!..

Dediklerimi yaparlar mı? Yapmazlar, oyalama taktikleriyle işi götürürler. Yakında kokusu iyice çıkacak göreceksiniz. Okulları, belediyelerin insafına bırakıp aradan sıyrılacakları söylentileri ortalıkta dolaşıyor. O zaman bakanlığın adını ne yapacağız?


Ben Milli Eğitim Bakanı olsam, ipler de benim elimde olsa, tüm özel okulları, dershaneleri, fen liseleri, anadolu liseleri, çok programlı lise, endüstri meslek, imam hatip, sağlık meslek... hepsini hepsini kapatırım.

İki çeşit lise yaparım.

Biri pek çok bölümü olan Meslek Lisesi, diğeri Normal Lise...

Tabi benim Milli Eğitim Bakanı olma gibi bir şansım yok. Kim bana oy verir ki?

Kısa ama çarpıcı bir öyküyle size veda edeyim en iyisi...


"Bir gün ormanların kralı aslan, bir okul açmış. Okul, herkes için zorunluymuş. Okulda koşma, zıplama, uçma, yüzme ve dalma dersleri veriliyormuş. Başarılı olmak için de en az dört dersten yüksek not almak gerekiyormuş. Ama yıl sonunda hiçbir hayvan başarılı olamamış.
"


BU TELAŞ NİYE ?


İki bine yakın hakim ve savcının görev yeri değiştirilecekmiş. YHK kaç gündür bu konuda çalışmalar yapıyor. Eee ne var bunda, diyebilirsiniz.

Bence de bunda bir şey yok. Yıllardır devlet görevlileri yer değiştirir. Bu adalet görevlilerinde, askerlerde, valilerde, emniyet görevlilerinde, kısaca devlet memurlarında belli kurallar dahilinde hep yapılır.

Birileri gider, birileri gelir. Devletin işleri yerine getirilir. Kimsenin yeri doldurulmaz değildir. Kişi gittiği yerde yasalar gereği görevini sürdürür. Yerine gelen de öyle...

Şöyle bir baktığımızda kimler geldi kimler geçti. Kimi tayin oldu gitti, kimi emekli oldu gitti. Kimi de bu dünyadan temelli gitti. Yeri de boş kalmadı. En unutulmaz görünenler bile unutulmanın acısını derinlerde hissettiler. Düşmeyegörsün bir kez insan, çok çabuk unutulur. En çok da karşısında el pençe divan duranlar tarafından!...

Neyse efendim, sözü uzatmadan söyleyeyim. İlk kez malum medyanın haberlerinden duydum. Meğer Ergenekon davasını yürüten savcıların da görev yerinin değitirilme olasılığı varmış. Sadece onların mı? Hayır iki bine yakın (2.000'e yakın) hakim ve savcının görev yeri, yasalar gereği, değiştirilecekmiş.

Şimdi kıyameti koparıyorlar! Erkenekon davası savcılarının yeri nasıl değiştirilirmiş?! Neden değiştirilmesin ki? Diğerlerinden onları ayıran ne? Ben anlayamadım. Ortada yasa var mı? Var. Gelen de giden de bu yasaya göre yargılama yapmıyor mu? Her savcı, her hakim kendine göre mi karar veriyor, yasalara göre mi? Yasalara göre. Yasayı yapan kim? TBMM... Uygulayanlar da Cumhuriyet Savcıları, hakimleri; yani adalet dağıtıcıları değil mi?

O zaman bu telaş niye? Kime güveneceğiz? Sadece Ergenekon savcılarına güvendiğimizi söylersek, diğerlerini güvenilmez mi sayacağız? Onların da yürüttükleri davalar yok mu? Hadi diyelim, onlar en iyileri, özel olarak seçilmişler, yerlerinde kalsın. Allah gecinden versin ama, ya ölürlerse dava sahipsiz mi kalacak?

Bakalım yarın (saat hesabıyla bugün) ne olacak? YHK'nun işi zor.Allah malum medyanın diline düşürmesin kimseyi. Çok yandan saldırıyorlar işlerine gelmeyince...

15 Temmuz 2009 Çarşamba

YASA MASA TANIMAM


Sen kendini ne sanıyorsun ki böyle konuşuyorsun! Yasa masa tanımam da ne demek? Yasalara herkes uyacak! Uymayanlar cezalandırılacak...

SKY TV.' yi izliyorum. Sunucu yaşlı bir amcaya mikrofonu uzatıp sigara yasağı konusundaki görüşünü soruyor. Amca hiç duraksamadan yanıtlıyor:

-Yasa masa tanımam! Ben içerim!..

diyiveriyor.

Olur mu be amcam, yasa varsa uyulacak. Ben de içiyorum, ama çaresiz yasaya, yasalarımıza saygılıyım, içmeyeceğim yasak olan yerlerde...Belki böylece sigara belasından da kurtuluruz ne dersin?

Eskiden böyle değildi. Kimse bu kadar kolay " Yasa masa tanımam!" demezdi.

Şimdi ne oldu da böyle oldu? Yoksa amcam kendine Anayasayı bile delmeye çalışan kodamanları mı örnek alıyor?



14 Temmuz 2009 Salı

HÜSEYİN ÜZMEZ TUTUKLANDI

"Bu akşam da gönlünce bitmediyse gün
Demek tümü bizim omuzlarımızda yükün
Gelin buna bir çare bulalım
Bunca olduğumuz gayri yetmiyor
Yarın daha iyi adam olalım
Yarın daha sağlam daha akıllı
Yarın daha sevdalı daha haklı
GÜNÜN BİZE BAĞLI OLDUĞUNU BİLELİM."
(M. C. Anday)



Hüseyin Üzmez, tüm çabalara rağmen adaletin pençesinden kurtulamadı. Adli tıpta yapılanları biliyorsunuz. Dinci basının aklama çabalarına tanık oldunuz. Olmadı, yapamadılar, kaçamadılar... Neden?

Neden, evet neden?

Nedeni susmadık, özellikle kadınlar tepkilerini haykırdılar.Yazarak haykırdılar, konuşarak haykırdılar, Adli Tıp Kurumundan yanlışlıkları anlatarak istifa ettiler ve başardılar.

Daha önce kadınlarla yaptıklarını utanmazca anlatan bu kişiye , taciz sonrasında bile hala güvenen kendisinden elli yaş küçük karısını -kaçıncı karısı bilmiyorum- düşünüyorum ben şimdi. Acaba ne hissediyordur? Üzmez'in ona aldığı evde; parmağında yüzükler, kolunda bilezikler, altında arabasıyla mutlu mesut yaşamaya devam mı diyordur? Nedir bu kadının psikolojisi ? Yazık değil mi ona? Elli yaş farkla insanlar neden evlenir ki? Babasıyla, belki dedesiyle o kadar yaş farkı olmaz insanın! Bunu anlayan var mı? Ben anlayamıyorum, anlayanın olup olmadığını da hiç bilmiyorum.

Ancak belli ki bu birliktelik evlilik değil, başka türlü bir şey. Yoksa o yaşta adam küçücük çocuğa bunu yapar mı?

Neyse sonuçta tutuklandı. Otuz iki doktordan yirmi dördü çocuğun ruh sağlığının bozulduğunu söyledi. Ya o sekiz kişi ? Kendi çocukları var mı acaba? Ve daha öncekiler? Koskaca kurumu eleştirilerin ortasına atanlar, kuruma güvensizlik damgası vurduranlar?! Onlar için bir yaptırım olmayacak mı? Herkesin yaptığı yanına mı kalacak?

Suçlularla suçsuzlar, dürüstlerle sahtekarlar hak ettiklerini almadıkça bize rahat yok.

Adaleti kendi haline bıraksalar, geç de olsa doğruya ulaşılacak; ama bırakmıyorlar, bırakamıyorlar. Çünkü suç dosyaları çok kabarık. Suç batağında debelenip duruyorlar. Boşuna çabalıyorlar, er geç doğrular ortaya çıkacak. Yeter ki susmayalım.

Her şey bize bağlı, Melih Cevdet Anday'ın da dediği gibi...

"Bunca olduğumuz gayri yetmiyor
Yarın daha iyi adam olalım..."

13 Temmuz 2009 Pazartesi

SİZCE EVLİLİK NEDİR?


Melih Cevdet Anday'a sormuşlar:

" Evlilik nedir?" diye...

Melih Cevdet:

- Eskiden, kız tarafının ve oğlan tarafının ailesi bir araya gelir, yeni çiftin kuracağı yuva için beraber hazırlık yapılır, beraberce yeni ev dizilirdi. Tabi o zamanlar evler genelde bahçe içinde müstakil evlerdi. O yüzden buna EVLENMEK denirdi.

Şimdi ise yeni evliler apartman dairelerinde yani katlarda oturuyorlar, bu yüzden artık evlilik KATLANMAKTIR.

demiş.

Hadi bir mim başlatalım mı? Sizce evlilik nedir?

Okuyan katılsın bu mime.

Sevgili okuyucu mimledim seni. Kaçamazsın!..

KIŞ GELDİ İYİ Mİ?


Zonguldak'ın havası Türkiye gündemi gibi çabuk değişiyor.

Pazar günü Ilıksu plajına gittik. Sanki tüm şehir oradaydı. Deniz deniz olmaktan çıkmış, her yaştan, her cinsten insan kafalarıyla doluydu. Kıyı da öyle. Adım atılacak yer yok. Sıcaktan bunalan insanlar kendilerini Karadenizin çok sık görünmeyen sakin sularına bırakmıştı. Deniz suyu alışılmıştan daha sıcaktı. Akdeniz gibi...

Arabayı, park edilecek tüm alanlar dolduğu için, otoparkın dışı da dahil, uzak bir yerde bırakıp yürüdüğümüzden kendimi hemen denizin kucağına atıverdim. Çocuklar kayalardan güm diye atıveriyordu kendilerini keyifle... Bazıları kıyıdan gelen kolbastı sesine eşlik ederek oynuyordu denizin içinde. Herkes durumundan memnun yazın tadını çıkarıyordu anlayacağınız. Bu kadar kalabalık denizi sevmesem de bu sefer hoşuma gitti açıkcası.

Denizden çıktıktan sonra bulduğumuz daracık yerde sohbete başladık eşimle. Üç tarafı denizle çevrili bu güzel ülkeden, neden ünlü yüzücüler çıkmazı , tartıştık. Keşke türbana, ıvır zıvıra verilen mesainin bir kısmını da çocukların yeteneklerini geliştirecek projelere harcasak değil mi? Un var, şeker var, var oğlu var; ama helva yapacak bilinç yok bizde...

Cumartesi Değirmenağzı, pazar günü Ilıksu çok hoşumuza gitti. Neden taa Dikili'de yazlık aldık ki, diye de konuştuk. Ama akşam eve gelince nedenini hatırladık. Dün yazdı, akşamdan buyana da kış mevsimine giriverdik.

Yer gök korkunç gümbürtülerle inliyor. İnanın ürküyorum. Şimşekler evin içinde, üstüme düşecek gibi hissediyorum. Hava serinledi, yağmur yağıyor,mis gibi toprak kokuyor, her yer yıkanıyor; ama ben camdan bakmaya kurkuyorum. Yok yağsın, bir şey demiyorum. Hem bilenler bilir, ben her çeşit yağmuru çok severim. Minik Yağmur'umuza olan özlemim de yine depreşti iyice. Yağsın yağsın da bu kadar bağırmasın.

Beni korkutmaya ne hakkı var. Hem evde tek başımayım, kimsecikler yok! Birazdan elektrikler de kesilir mi ki?

O pırı pırıl güneş nereye gitti ki? Evin içi gece gibi kapkaranlık oldu. İşte yine başladı korkunç gök gürültüleri. Siz de duydunuz mu? Vallahi yer gök sarsıldı...

Şimdilik bu kadar. Yardıma gereksinim duyarsam yine gelirim. Kalın sağlıcakla...
Orada olduğunuzu bilmek beni rahatlatıyor...

12 Temmuz 2009 Pazar

İDİL BİRET KONSERİNE YAPILAN SALDIRIYI KINIYORUMMMM


Kimse durumdan vazife çıkarmasın! Neymiş bir gurup genç, afişlere bakmış, ŞARABINI AL GEL, yazıyormuş; durumdan vazife çıkarmış, saldırıya geçmiş, neyse ki kimse tutuklanmamış!!!

Ayıptır, yazıktır, günahtır, utanmazlıktır...

Bir saldırıyı gerçekleştiren kişilere bakıyorum, bir de İdil Biret'e...

İdil Biret dünyaca ünlü piyanistimiz, bizi dünyaya gururla tanıtıyor. Ya diğerleri? Ne yapmışlar, hangi başarıya imza atmışlar kukla olmaktan başka... Fırsat bulsalar 2 Temmuz Madımak katliamını yapanların aynısını yapacak yapıda görüntü veriyorlar...

Ben utanıyoruım, çok utanıyorum bunlar adına... Ne biçim bir ülke olduk ya?

Adamlar konsere saldırıyor tutuklanmıyor.

Laf attı diye bir genç herkesin gözü önünde vahşice, öldüresiye dövülüyor tutuklanan olmuyor. O dövenler , kadınlara nasıl laf attıklarını arkadaşlarına ballandıra ballandıra anlatmışlardır mutlaka bir zamanlar. Kendileri başkalarının kızlarına, kadınlarına her türlü pisliği yapacak; sıra kendininkilere gelince erkek kesilecek! Tüh sizin erkekliğinize de, adamlığınıza da! İnsan olun, insan, önce önsan olmayı öğrenin!

Seksen yaşında adam, çocuğa cinsel tacizde bulunacak; koca koca adamlar onu , yok çocuğu değil, sapık adamı kurtarma yarışına girecek! Niye ? Fırsatını bulsa o da aynısını yapacak.

Bir başkası, barbi bebekten tahrik oluyor, adına da hoca deniyor! Kendisi Jet Skilerde fink atarken millete hocalık taslıyor. Karılarını çarşafa sokuyor.Tenhalarda ne yaptığını siz tahmin edin artık.

Kadınlar eğitin bu adamları! Yüzlerine bakmayın. Erkek aldatırmış! Hadi canım sen de! Nedenmiş o? Aldatacaksa gitsin, istemiyorsa güle güle... Aldatmak neden hak olsun? Kimse kimseyi aldatmasın. Erkek de kadın da, kimse, hiç kimse... Başkasına mı gitmek istiyorsun? Dürüst ol, ayrıl; git gidebildiğin yere... Yok, ben hem rahatımı bozmam, hem de keyfime bakarım diyorsanız siz korkaksınız, dürüst değilsiniz, güvenilmez, ikiyüzlü bir kişisiniz...

Eğitilmemiş, doğuştan gelen, tesadüfen erkek olma özelliğinden başka bir yeteneği olmayan zavallıları kınıyorum. Bunlar Sivas'ta aydınları yakar. Topkapı Sarayında Dünyaca ünlü piyanistimizin konserine saldırır, karısını döver, çocuğuna saldırır. Ülkeyi ülke olmaktan çıkarır. Ortalıkta elini kolunu sallayarak da Adam yerine konur! Hadi ordan!...

11 Temmuz 2009 Cumartesi

DENİZANASI



Uzun yıllardır Zonguldak'ta denize gitmemiştik. Genelde okullar tatil olunca Dikili'ye yazlığa gittiğimiz için deniz mevsiminde burada olmuyorduk. Bugün Değirmenağzı denen iki yemyeşil dağ arasındaki Karadenizle buluştuk. Genç aşıklar gibi eşimle başbaşa... Deniz, güneş ve biz... Ohh vallahi pek hoştu. Özlemek ve özlenmek de gerekiyormuş bazen...

Neyse deniz çok güzeldi, sıcaklığı da tam kıvamında. Yalnız ilk girişte denizin içi çok taşlı olduğu için ayaklarımız biraz acıdı.Alanya'da da aynı sorun var. Biraz ilerleyince o sorunda çözülüyor. Doya doya yüzdük, çıktık bir şeyler yedik, yeniden yüzdük...

Açıkta yüzerken, unuttuğum, Karadenizin sevimli, beyaz denizanalarını görünce hem sevindim ; hem de aklıma Mudanya'da gördüğüm kocaman, kahverengi denizanaları geldi. Bursa gezisinde tanıştım onlarla. Mütareke Müzesinin yakınındaki çay bahçesinde kahvelerimizi içerken gördüm onları. Gerçekten ürkütücüydü. Denizin üstü silme onlarla kaplıydı. Kuyruklu, kahverengi ve büyük!

Yazlıkta da zaman zaman denizanaları görülüyor. Onların rengi yeşil gibi. Büyükçe sayılabilir. Daha doğrusu Marmara denizindekinden küçük, Karadenizdekilerden büyük Ege'ninkiler...

Bu denizanası konusu da nereden çıktı demeyin. Ayıptır söylemesi benim de biraz Deniz analığım var. Kızımın adından dolayı akraba sayılırım onlarla...

Dilerim çarpmaz, ama denizanası çarparsa kızaran yeri deniz suyuyla yıkamak gerekiyormuş . Yıkadıktan sonra amonyak ya da sirke sürüp doktora gidin, diyor doktorlar; kahverengi denizanaları için...

Herkese sorunsuz güzel tatiller diliyorum. Özel şirketlere de bir sözüm var. Çalışan insanların tatile gereksinimi var. Dinlenen insanlar daha verimli çalışır, lütfen unutmayın.

BALBAY SORUYOR

"Okurlarıma benim için önemli bir notum var...

İkinci iddianamenin 985-988. sayfaları arasında yer alan Mustafa Balbay’la ilgili “delillerin ve hukuki durumun değerlendirilmesi” bölümünü lütfen okuyun.

Sadece üç sayfa...

Burada İlhan Selçuk’a, Cumhuriyet’e ve bana, savcıların nasıl yaklaştığını çok iyi göreceksiniz.

Bu üç sayfadan bir tümceyi paylaşmak istiyorum.

“...Sürekli ekonomik sorunlar yaşayan bir gazetenin temsilcisi olarak şüphelinin irtibat halinde olduğu üst düzey bürokratlar ve askeri şahıslarla, devlet yöneticileri ile gazetecilik ilişkisi çerçevesinde yoğun irtibat kuramayacağı, aktif irtibatlarını Ergenekon terör örgütünün referansıyla gerçekleştirdiği anlaşılmaktadır.”

Kimlerle görüştüğüm iddianamede yer alıyor. Örneğin 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer. Bu durumda “terör örgütü” referans veriyor ve ben Sezer’le görüşüyorum.

Sadece 3 sayfa... Lütfen okuyun...

Savunmamı hazırladığım şu günlerde ben de iddianamenin bütününe bakarken bu bölümü de sık sık okuyorum ve soruyorum:

Tutukluluğum bunlarla nasıl açıklanabilir."


Not: Cumhuriyet Gazetesinden Alıntıdır...(11 Temmuz 2009)

10 Temmuz 2009 Cuma

BEN DÖNDÜM

Dün öğlen saatlerinde döndüm. Eşim beni bırakıp işe gidince yatacaktım, ama yatmadan hemen bilgisayarın başına oturdum. Her şeyi özlemişim gerçekten. Tatilin bir yararı da dönüşte elinizdekilerin değerinin bir kez daha farkına varıyorsunuz. Dünyanın en güzel yaşantısı bile monotonlaşınca sıradanlaşıyor. Biteviye aynı şeyleri yapmak sıkıyor insanı. Gerçi ben bu yıl sıkılacak zaman bulamadım, daha önce de demiştim, leyleği havada gördüm bu yıl...

Neyse döndüm, evimdeyim. Biraz dinleneyim, on gün sonra yine yollardayım...

Tatilde en büyük sıkıntım internete erişememekti. Şu anda NTV'de bir uzmanın açıklamalarını izliyorum. Operatörlerde 30 Temmuz'da 3G sitemiyle internete erişim sağlanabilecekmiş. Sevindirici bir haber, gelsin bakalım. Valizin yanında lap topu da boş yere taşıdım durdum.

Alanya'dan Zonguldak'a tam 16 saatte geldim Kamil Koç'la... Yaz tatilinde otobüsler dolmuş gibi çalışıyor. Her yerde duruyor. Yolcular iniyor, yolcular biniyor. Ankara'ya bile uğradı. Ayaklarım kütük gibi şişti. Ucuz da değil, 65 bin liraya 16 saat yolculuk!

Oysa İstanbul'dan Antalya'ya uçakla bir saatte gitmiştim. Ve 85 bin liraya hem de... Dönüşte çocukların sözünü dinlemedim, otobüsle geze geze giderim diye düşündüm. Ama çok yoruldum.

Alanya'da, Bursa'da, İstanbul'da çok güzel zamanlar geçirdim. Aileme, dostlarıma,arkadaşlarıma teşekkür ediyorum bana yaşattıkları için...

Her şey çok güzeldi, haberler hariç!..

Ülkede yaşananlar gerçekten endişe verici bir duruma geldi. İyice şaşırdılar. Ülkeyi uçuruma sürüklemeye çalışan karanlık güçler, var güçleriyle çalışıyorlar. Dilerim kendi kurdukları tuzaklara kendileri yakalanırlar. Artık foyaları bir bir ortaya çıktıkça hırçınlaşıp etrafa saldırıyorlar. Son darbeyi vurmak için her türlü pisliği yapıyorlar. Dürüst insanların bunlarla baş etmesi oldukça güç. "Çamur at izi kalsın" hesabı etrafa çamurlarını sıçratıp duruyorlar. Hepsi sabıkalı olduğu için dürüst insanlara katlanamıyorlar. Ama "Sap döner, keser döner; bir gün de hesap döner." diyorum. Ve ulusu perişan eden bu kişilerin gerçek Cumhuriyet Savcılarına hesap verecekleri günü görmek istiyorum sabırsızlıkla...

9 Temmuz 2009 Perşembe

BİR NOSTALJİ

1970'li yıllar...
Asalet sıradandı, herkeste vardı.
Zor okunan kitapları bile kolayca okurdu gençler.
Kızların etekleri kısaydı, erkeklerin saçı uzun, ne fark eder.
Kadının ruhuna bakılırdı, erkeğin kafasının içine.
***
Ölüme kafa tutardı gençler, kimseyi lafa tutmazdı.
Destansı öyküsü vardı her birinin.
Gözaltına alındılar ama el üstünde gittiler mahşere.
Herkes bir düşüncenin peşine takıldı.
Oy karşılığı buzdolabının, bir torba kömürün peşine takılmadılar ya!
***
İşçilerin adam yerine kondukları yıllar.
Öğretmenlerin hayata katıldıkları mevsimler.
İnsanlar aşk yumağı.
Bedenler yere serilse de, ruhlar ayakta.
Varsın gaz ve yağ kuyrukları olsun.
Şimdiki gibi şerefsizlik kuyrukları yoktu ya...
***
Mahalleler masumiyet beldesi.
Camilerde siyasetin zerresi mevcut değil.
Şarkıcılar parmakla gösterilirdi, her mahallede bir tiyatro.
Futbolcular bile adam gibiydi.
Radyonun başında dönerdi dünya.
Bir televizyonumuz vardı, varsın sansürü olsun.
Şimdiki televizyonlar gibi, zehir kutusu değildi ya.
***
Bir kargaşa vardı yalan değil, bir kapışma...
Labirentin bir ucu "Bağımsız Türkiye"ydi, öbür ucu "Milliyetçi Türkiye."
Karartma gecelerinde bile hepsinin rüyası aydınlıktı.
1970'li yılların gençliği, tuzağa düşmeyi bildiler ama sadece kendilerini yaktılar..
***
Bütün kötülüklerin anası 1980'dir.
Ve ardından gelen yıllar!
Haysiyetle yapılan sözleşme, yüreklerde bozulduktan sonradır ki...
Toplum da büyük bir hızla bozuldu.
O yüzden, insanlar o yıllardan kalan bir şarkıyı bile duysa, kendilerini kaybediyorlar.
Çünkü hepsi biliyor...
Kaybettiklerinin, bir daha asla kazanamayacak kadar değerli olduğunu...
Alıntı:İnternet


Not: Ben döndüm. Bir dost göndermiş, çok beğendim; paylaşmak istedim. Sevgilerimle...

KİMSE YOK MU

"bu geceyi bağırtan ben değilim bu geceyi bu bir yürek gibi buğulu bu uğultulu yangın gecesini rezil rezil bağırtan ben değilim gem...