26 Nisan 2008 Cumartesi
BİR BAŞKA TEPEDEN
" Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul !
Görmedim : Gezmediğim, sevmediğim, hiçbir yer.
Ömrüm oldukça, gönül tahtıma keyfince kurul !
Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer. " (Y.Kemal)
Rüya gibi güzel günler yaşattınız bana... Yenilenmiş, canlanmış, güçlenmiş olarak işte buradayım. Mutluluk sevgiyi bölüşmek, güzellikleri paylaşmak , yavrularıyla kucaklaşmak değil de nedir ? Mutluyum, çok mutluyum.
Hangisinden başlasam, hangisini anlatsam bilemiyorum.
Fenerbahçe Marina'da yenen o güzel akşam yemeğimizden mi ?
Bostancı sahilinde yediğimiz balık ekmek sefasından mı ?
Ya da küçük kızımın arkadaşlarını eve toplayıp onlara verdiğimiz sebze yemekleri partisinden mi ?
Hangisinden ? Hepsi birbirinden güzel anılarla süslü.
Sahilde içilen çayı güzelleştiren yavrularımın sıcaklığı, sevecenliği... Elimdeki en küçük paketi bile bana taşıtmamak için birbirleriyle yarışmaları mı ? Mutluluk bu mu ? Hangi sabah kahvaltısı birlikte yapılan o kahvaltıdan daha güzel olabilir ki...
Vapurla Beşiktaş'tan Kadıköy'e geliş. Boğazın doyumsuz güzelliği. Marina'da binlerce yelkenli... Bostancı'da evlerin tamamını süsleyen bayraklar , Atatürk posterleri...
İstanbul güzel, çok güzel bir şehir. Ve ondan da güzeli bunu çocuklarımla paylaşmış olmak... İyi ki gitmişim. İnsan uzaktayken katlanıyor. Çaresiz katlanıyor. Özlem yakınlaşınca daha mı fazla hissediliyor ne ?
Ve dönüş zamanı... Mecidiyeköy'den küçük kızımın uğurlayışı... Gelirken yakındığım ağustos sıcağının yerini alan şubat soğuğu... Git, bekleme uyarılarımı dikkate almadan sabırla servisin kalkışını bekleyişi... Servis uzaklaşıncaya kadar el sallayışı... Gözlerime söz geçiremeyişim !
Sonra Çağlayan Varan tesisleri... Telefonun ucunda büyük kızım, işten arıyorum, nasılsın, iyi yolculuklar dileği... Duygulanmalar... Ve Çağlayan'dan hareket... Yoğun bir trafik ve adım adım ilerleyiş. Boğaz'a son bir veda bakışı... Uyuklama , ardından Ataşehir Varan tesislerinde uyanma... Rüya mı görüyorum ? Hayır rüya değil... Kızım ve damadım işten çıkıp gelmişler, beni bekliyorlar. Vedalaşmak için. Ne güzel , iniyorum otobüsten kucaklaşmalar, sarılmalar, koklaşmalar ve yeniden hareket... Artık gözlerim hiç söz dinlemiyor. Ayrılıkla mutluluk sarmaş dolaş olmuş beni kuşatıyor.
Yollar uzayıp gidiyor. Beni yavrularımdan ayırırken bir başka sevdiğime kavuşturuyor...
21 Nisan 2008 Pazartesi
YOLLARIN ARDINDA KIMLER VAR ?
" Yine bu yıl ada sensiz içime hiç sinmedi..."
Pazar günüm oldukça yoğun geçti. Önce evde, sonra da dershanade...
Evde taze taze olsun diyerek son güne bırakılan pasta, börek işi; dershanede cuma günü yapılacak olan bölüm sınavıyla ilgili hazırlıklar ve dersler. Hani kan ter içinde kaldım denir ya öyle...
Akşam kendimi otobüsün koltuğuna güçlükle attığımda derin bir soluk aldım. Ne kadar da yorulmuşum. İnsan koşuştururken farkına varmıyor. Zamansız gelen ağustos sıcağı da üstüne eklenince daha fazla direnemeden bir süre uyuyakalmışım. Gözümü açtığımda otobüs duruyordu. Geldik mi yoksa, neredeyiz, ben kimim ,derken ayıldım. Baktım yolcu almak amacıyla durmuş otobüsümüz. Bir saattir yoldayız.
Ben uyku mahmurluğunu atmaya çalışırken genç bir bayan gelip yanımda durdu ve selamsız sabahsız : " Pencere kenarı benim !" diyince iyice açıldım. Kalktım ve o pencere kenarına otururken ben de yeni koltuğuma yerleştim. Otobüsümüz de tekrar hareket etti. Dinlenmiştim. Biraz sohbet iyi olurdu. Yan gözle yol arkadaşıma baktım. Hayır, böyle bir şansımız olmayacaktı. Arkadaşım kulaklığını takıp iç dünyasına kapanmıştı bile... Aslında ben de yolculukta fazla konuşmayı sevmeyenlerdendim ama arkadaşım benden de beter durumdaydı. Çevreme baktım, herkes kulaklıklıydı. Çaresiz ben de kervana katıldım. Kanallar arası yolculuğuma da başlamış oldum böylece...
İlk kanalda bir reklam... Hocaefendimiz burada da beni bulmuştu. Reklamı hemen kapattım. Diğer kanala geçtim hemen. Eskilerden bir şarkı: " Yine bu yıl ada sensiz içime hiç sinmedi... " Geçen yıl da "Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı"nı İstanbul'da çocuklarımla geçirdiğimi hatırladım.
Manzara çok güzeldi . Yolla birlikte yeşilin her tonu gözlerimizin önünden akıp gidiyordu. Buna zaman zaman denizin maviliği de eklenince görülmeye değer güzellikler oluşuyordu. Deniz nasıl da sakindi. Çarşaf gibi. Nisanda olacak iş mi bu ? Doğanın dengesini mi bozduk iyice...
Tekrar kanal değiştirdim. Yine dini yayın yapan bir kanal , ne kadar da çoğaldı son zamanlarda. Aslında dinle ilgili değil sohbetler. Hurafelerle ilgili demek yanlış olmaz sanırım. Ne dediği anlaşılamayan garip sohbetler din diye yutturulmaya çalışılıyor. Baktım çoğunluk ikinci kanalda durmuş. Ben de açtım o kanalı. Televizyonun sesiymiş meğer. Acun pazarlıkta programı açıktı , ekranda görüyordum; şimdi sesini de duyuyorum artık..
Açalım mı ? Açmayalım, sayalım... Yirmiii, on dokuzzz, on sekizzz, on yediiii... Oldum olası sevemedim bu tür programları. Kolay para kazanmak isteyenler toplanmış, aç yok açma; içinden ne geçiyor, açsın mı açmasın mı ? Bilgi yarışması olsa neyse... Bir ara M.Ali Erbil de insanları yalvarta yalvarta bir şeyler veriyordu. Dilenciliğin modernleşmesi bu olsa gerek!..
Neyse mola yerine de gelmiştik. Yarım saat Sapanca'dayız. Sonra ver elini İstanbul...
Yolların ardında sevdiklerim var...
.
19 Nisan 2008 Cumartesi
KIZ ÇOCUĞU

Kapıları çalan benim
Kapıları birer birer
Gözünüze görünemem
Göze görünmez ölüler.
Hiroşima'da öleli
Oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım.
Büyümez ölü çocuklar.
Saçlarım tutuştu önce.
Gözlerim yandı kavruldu.
Bir avuç kül oluverdim.
Külüm havaya savruldu.
Benim sizden kendim için
Hiçbir şey istediğim yok.
Şeker bile yiyemez ki
Kaat gibi yanan çocuk.
Çalıyorum kapınızı
Teyze, amca, bir imza ver.
Çocuklar öldürülmesin
Şeker de yiyebilsinler.
(Nazım Hikmet-1956)
Not: Sevdiğim bloglardan söz ederken unuttuğum Çayır Çimen 'den, bugün bir mesaj aldım. Yukardaki duyuruyu göndermişler, sizlerle paylaşmak istedim.
Ben de onlara Nazım Hikmet 'in Kız Çocuğu şiirini armağan olarak buradan gönderiyorum, saygılarımla birlikte.
Aslında tam da unuttum denemez, onlar için ayrı bir yazı geçiyordu aklımdan.Nasıl unuturum ki ? Çayır çimen geze geze yorulmuşken, durdum sitelerinde, biraz gevezelik ettim. Yöneticilerine darılma dedim. Sitenize gönül verdim diye de ekledim. Sitenin adresini sevdiklerime ekleyeceğim. Meraklısı bakabilir. Bizim için uğraşıyorlar. El vermek lazım.
Saygılar... İnsanca bir gelecek herkese...
BLOGLAR ARASI YOLCULUK
Son zamanlarda seyahat etmek oldukça ilgimi çekiyor. Hem gerçek yaşamımda hem de sanal olanında...
Bugün sanal yolculuklarımdan söz etmek istiyorum. Evet , başlıktan da anladınız blogları dolaşıyorum sık sık.
Blog yazmayı hiç düşünmemiştim. Daha doğrusu varlığından haberim bile yoktu... Bir rastlantı sonucu öğrendim. Merakla neymiş bakalım derken bir anda blog sahibi oldum. Ve daldım içine... İçimde yılların biriktirdiği yazma tutkusunu da düşünürsek arayıp da bulamadığım bir ortamdı benim için... Çılgınlar gibi yazmaya başladım. Sonradan görmüşlerin şaşkınlığı içinde yazdım yazdım. Abur cubur atıştırmak gibi yazdım. Hem geçmişimi , anılarımı, günlüklerimi, mektuplarımı, aşkımı, sevgilerimi yazmak istiyordum; hem de bugünü... Şaşkın şaşkın yazıyordum sadece... Okunacağını da sanmıyordum doğrusu...
Sonra derin bir uykudan uyanır gibi kendime geldim. Yazdıklarım okunuyordu, üstelik birileri üşenmeyip bunlara yorum da yazıyordu. Ve benden başka blog yazarları da vardı. Başkaları da başka yerlerde yazıyorlardı. Ne yazıyorlardı, nasıl yazıyorlardı ? Merak ve öğrenme iki kardeş değil mi ? Bende ikisi de var . Başladım yolculuğu...
Bazılarında kısa, bazılarında uzun konakladım. Beğendiklerim de oldu, beğenmediklerim de...Türk Blog Yazarları Topluluğuna üye oldum. Birkaç tartışmaya katıldım. Sanal alemde sosyalleşmeye başladım böylece...
Blog yazarlarını tanıdım, amaçları hakkında az da olsa bilgi sahibi oldum. Amaçlar da , istekler de , yöntemler de çeşit çeşit... Her birinin tadı başka. Zamanımız çok olsa da daha çok okuyabilsek birbirimizi. Ulaşamadığımız kimbilir ne değerler vardır, keşfedilmeyi bekleyen...
Yolculuk sırasında sevdiklerimi bloguma ekledim. Zamanla yenilerini de ekleyeceğim.
Bu arada dolaşırken dikkatimi çeken bir blogdan da söz etmek istiyorum. Adı " Beyin Labirentlerimden Yansıyanlar". Okudum yazılardan bir kısmını, çok beğendim. Bunu da eklemeliyim diye düşündüm. Ve yazan kısmına bakınca şaşırdım. " Alternatif Yaşam Planlaması " blogunda okuyup beğendiğim kişi imiş yazarı. İnsan ruhu çok tuhaf. Neden bazı şeyler bizi bu kadar kendine çekiyor ? Yorumu size bırakarak bir dostla karşılaşmış gibi sevindiğimi sizlerle paylaşmak istedim.
Bir başka blog da " Bana Cümleni Ver "... Bu blog ve yazarı Kelime...
Beni kendine çekti , tutkuyla bağlandım. Hem düşünsel , hem duygusal hem de sanatsal birçok güzelliği bir arada yaşatıyor bana. Ayrıca bir yazıma da gönderme yapmış. Çok sevindim. Marifet iltifata bağlıymış. Bu bende daha güzeli arayıp bulma, daha güzeli yaratma isteği uyandırıyor.
Kelime... Ne güzel isim. Bana Cümleni Ver, yaratıcılığın kendisi değil mi ? Okumak, tatlı tatlı kendinden geçmekmiş. Sevgili Kelime seni okurken kendimden geçtiğimi hissediyorum... Duyguyla düşüncenin harmanlandığını görmek bende hayranlık duygusu uyandırıyor.
Alternatif ve Beyin, nedense huzur duymamı sağlıyor.
Yazi- yorum, beni gençliğime taşıyor.
Sibel'in Günlüğü , onun gezdiği yerleri , yediği yemekleri, içtiği dibek kahvesini , yorum yazan arkadaşlarını sevdiriyor bana...
Türk Blog Yazarları' ndan, tanımaya başladığım yeni bloglar, bende öğrenme isteği uyandırıyor. Teknoloji konusunda yardım öneren blogcu arkadaşlar, yardımlaşmanın güzelliğini anımsatıyor.
Artemis, özgürlük duygumu güçlendiriyor.
Osman Börtücene , bilime saygı uyandırıyor...
Mert Ulaş 'ın askerlik anısı beni güldürüyor. Asker , komutan ve silah gözlerimin önünde birden somutlaşıyor.
Evet, bu kadar değil doğal olarak . Başkaları da var. İyi ki de var. Daha da artmalı okuyanımız ve de yazanımız. Yaza yaza yazma yeteneğimiz gelişiyor. Yazdıkça yazmak, yazdıkça okumak istiyoruz. Çok güzel bloglar var. Amacımız güzelin daha güzeline ulaşmak. Bu da kendi kendine olmuyor. Nasıl yazılması gerektiğini bilmek, iyi yazmak anlamını da taşımıyor. Yazarak bunu geliştirebiliyoruz. Tıpkı çoğumuzun, ya da benim diyeyim; çantamda taşıdığım ehliyet gibi. Araba kullanmayı bilmeniz, ehliyet almış olmanız iyi sürücü olduğunuzu kanıtlamıyor ki... Kalabalık bir caddede, tek başınıza, direksiyonun başına geçeceğiniz güne kadar uğraş vermek zorunda değil misiniz ? Evet, evet yılgınlık yok yazmaya devam...
Okuyan, yazan, eleştiren, yorumlayan herkese selam olsun. Bloglar güzelliklerle dolsun...
Bugün sanal yolculuklarımdan söz etmek istiyorum. Evet , başlıktan da anladınız blogları dolaşıyorum sık sık.
Blog yazmayı hiç düşünmemiştim. Daha doğrusu varlığından haberim bile yoktu... Bir rastlantı sonucu öğrendim. Merakla neymiş bakalım derken bir anda blog sahibi oldum. Ve daldım içine... İçimde yılların biriktirdiği yazma tutkusunu da düşünürsek arayıp da bulamadığım bir ortamdı benim için... Çılgınlar gibi yazmaya başladım. Sonradan görmüşlerin şaşkınlığı içinde yazdım yazdım. Abur cubur atıştırmak gibi yazdım. Hem geçmişimi , anılarımı, günlüklerimi, mektuplarımı, aşkımı, sevgilerimi yazmak istiyordum; hem de bugünü... Şaşkın şaşkın yazıyordum sadece... Okunacağını da sanmıyordum doğrusu...
Sonra derin bir uykudan uyanır gibi kendime geldim. Yazdıklarım okunuyordu, üstelik birileri üşenmeyip bunlara yorum da yazıyordu. Ve benden başka blog yazarları da vardı. Başkaları da başka yerlerde yazıyorlardı. Ne yazıyorlardı, nasıl yazıyorlardı ? Merak ve öğrenme iki kardeş değil mi ? Bende ikisi de var . Başladım yolculuğu...
Bazılarında kısa, bazılarında uzun konakladım. Beğendiklerim de oldu, beğenmediklerim de...Türk Blog Yazarları Topluluğuna üye oldum. Birkaç tartışmaya katıldım. Sanal alemde sosyalleşmeye başladım böylece...
Blog yazarlarını tanıdım, amaçları hakkında az da olsa bilgi sahibi oldum. Amaçlar da , istekler de , yöntemler de çeşit çeşit... Her birinin tadı başka. Zamanımız çok olsa da daha çok okuyabilsek birbirimizi. Ulaşamadığımız kimbilir ne değerler vardır, keşfedilmeyi bekleyen...
Yolculuk sırasında sevdiklerimi bloguma ekledim. Zamanla yenilerini de ekleyeceğim.
Bu arada dolaşırken dikkatimi çeken bir blogdan da söz etmek istiyorum. Adı " Beyin Labirentlerimden Yansıyanlar". Okudum yazılardan bir kısmını, çok beğendim. Bunu da eklemeliyim diye düşündüm. Ve yazan kısmına bakınca şaşırdım. " Alternatif Yaşam Planlaması " blogunda okuyup beğendiğim kişi imiş yazarı. İnsan ruhu çok tuhaf. Neden bazı şeyler bizi bu kadar kendine çekiyor ? Yorumu size bırakarak bir dostla karşılaşmış gibi sevindiğimi sizlerle paylaşmak istedim.
Bir başka blog da " Bana Cümleni Ver "... Bu blog ve yazarı Kelime...
Beni kendine çekti , tutkuyla bağlandım. Hem düşünsel , hem duygusal hem de sanatsal birçok güzelliği bir arada yaşatıyor bana. Ayrıca bir yazıma da gönderme yapmış. Çok sevindim. Marifet iltifata bağlıymış. Bu bende daha güzeli arayıp bulma, daha güzeli yaratma isteği uyandırıyor.
Kelime... Ne güzel isim. Bana Cümleni Ver, yaratıcılığın kendisi değil mi ? Okumak, tatlı tatlı kendinden geçmekmiş. Sevgili Kelime seni okurken kendimden geçtiğimi hissediyorum... Duyguyla düşüncenin harmanlandığını görmek bende hayranlık duygusu uyandırıyor.
Alternatif ve Beyin, nedense huzur duymamı sağlıyor.
Yazi- yorum, beni gençliğime taşıyor.
Sibel'in Günlüğü , onun gezdiği yerleri , yediği yemekleri, içtiği dibek kahvesini , yorum yazan arkadaşlarını sevdiriyor bana...
Türk Blog Yazarları' ndan, tanımaya başladığım yeni bloglar, bende öğrenme isteği uyandırıyor. Teknoloji konusunda yardım öneren blogcu arkadaşlar, yardımlaşmanın güzelliğini anımsatıyor.
Artemis, özgürlük duygumu güçlendiriyor.
Osman Börtücene , bilime saygı uyandırıyor...
Mert Ulaş 'ın askerlik anısı beni güldürüyor. Asker , komutan ve silah gözlerimin önünde birden somutlaşıyor.
Evet, bu kadar değil doğal olarak . Başkaları da var. İyi ki de var. Daha da artmalı okuyanımız ve de yazanımız. Yaza yaza yazma yeteneğimiz gelişiyor. Yazdıkça yazmak, yazdıkça okumak istiyoruz. Çok güzel bloglar var. Amacımız güzelin daha güzeline ulaşmak. Bu da kendi kendine olmuyor. Nasıl yazılması gerektiğini bilmek, iyi yazmak anlamını da taşımıyor. Yazarak bunu geliştirebiliyoruz. Tıpkı çoğumuzun, ya da benim diyeyim; çantamda taşıdığım ehliyet gibi. Araba kullanmayı bilmeniz, ehliyet almış olmanız iyi sürücü olduğunuzu kanıtlamıyor ki... Kalabalık bir caddede, tek başınıza, direksiyonun başına geçeceğiniz güne kadar uğraş vermek zorunda değil misiniz ? Evet, evet yılgınlık yok yazmaya devam...
Okuyan, yazan, eleştiren, yorumlayan herkese selam olsun. Bloglar güzelliklerle dolsun...
18 Nisan 2008 Cuma
DELİLER ve AKILLILAR
Kimi acıkmış
Bir dilim ekmek bulamamış yemeğe
Kimi bıkmış
Ciğeri beş para etmezlere boyun eğmekten
Türlü acılara göğüs germekten
Kimini de
Bu sefil dünyada yaşamak sıkmış
Bilmem ki
Ne diye onların adı deliye çıkmış.
(Ümit Yaşar- Taşlar ve Başlar)
Kim akıllı , kim deli ? Bilen varsa söylesin.
Bakıyorum insanlarımıza. Herkes bir yol tutturmuş gidiyor.
Kimisi dünyanın bütün yükü kendi omuzlarındaymış gibi üzgün, sıkıntılı. Milletin derdi , onu germiş , Okuyor, yazıyor, çiziyor, söylüyor, bağırıyor, tartışıyor... Mutsuz ki ne mutsuz... Nerde bir yanlışlık, nerde bir haksızlık varsa sorumlusu kendisiymiş gibi uğraşıyor. Uykuları kaçıyor, ilişkileri bozuluyor, sevimsiz oluyor. Bazen hapse bile düşüyor. Başlıyor o zaman türküye:
" Hapisane içinde üç ağaç incir
Kollarım kelepçe , boynumda zincir
Zincir sallandıkça her yanım sancır
Düştüm bir ormana yol belli değil
Yatarım yatarım gün belli değil. "
Aslında ne gerek var bütün bunlara... Okumuşsun yazmışsın. Mesleğin var. Gözlerini kapa, işine bak. İlişkilerini düzenle. Para kazan, paran kadar konuş. Bak sen ve senin gibiler her geçen gün yoksullaşıyor. Neredeyse adamdan bile sayılmayacaksınız. Sözünü dinleyen mi var ? Dinlemek isteyenler olsa bile nereden duyuracaksın düşüncelerini ? Kaç gazeten, kaç televizyonun var ?
Şöyle etrafına bir bak ... Millet " Lale Devri " ni yaşıyor. Her yer lale bahçesine dönmüş. Gerçi bir heves dikilmiş, ama sulanmadığı için kurumaya yüz tutmuş çiçekler . Olsun onların sayesinde kimbilir
kimlerin yüzü gülmüş, kimlerin kasası dolmuş ? Lale Devri çocukları değiliz biz, biliyorum , zamanımız geçmiş. Ama zamanı geçmeyenler de var. Nedim 'e taş çıkarırcasına mutlu, mesut yaşıyorlar. Arada Nedim'in şarkılarını söylüyorlar :
" Gülelim oynayalım, kam alalım dünyadan
Ma'-i Tesnim içelim Çeşme-i Nev-peydadan
Görelim ab-ı hayat aktığın ejderhadan
Gidelim serv-i revanım yürü Sa'd-a bad'a "
(Gülelim , oynayalım; dünyadan murad alalım. Nev-peyda adlı çeşmeden Tesnim ( Cennetteki ırmaklardan birinin adıdır. Ed-Dehr suresinde adı geçer.) suyu içelim. Ejdarhanın ağzından hayat suyu aktığını görelim. Yürü ey servi boylu, servi salınışlım , Sadabad'a gidelim.)
Gördünüz mü deli kim akıllı kim?
" Bir nim neş'e say bu cihanın baharını
Bir sagar-ı keşideye tut lalezarını "
diyor Nedim . Sonra o dönemdeki güzeli şöyle anlatıyor bize.
" Bir civan- kaşi sarık sarmış efendim başına
Sürme çekmiş ıtr-ı şahiler sürmüş kaşına
Şimdi girmiş dahi tahminimde on beş yaşına
Gül yanaklı, gülgüli kerrakeli, mor hareli "
( Saç tuvaleti, giyimi, kuşamı ve çehre güzelliği ile ne kadar da günümüzdekilere benziyor değil mi ? )
Şimdilerde de lale moda on sekizinci yüz yılın Lale Devrindeki gibi. Yalnız o dönemde sanata , sanatçıya önem verilmiş. Fakat halkın gerçek sorunları göz ardı edildiği için sonu iyi gelmemiş. Patrona Halil denen bir deli ortalığı toz duman eden bir isyan çıkarmış. O canım köşkler, saraylar, lale bahçeleri yerle bir edilmiş. Lale Devri sona ermiş bu isyanla. Şair Nedim de korkudan damdan dama atlayarak kaçarken , ne yazık ki , düşüp ölmüş.
Biz çiçek çiçek sever bir toplumuz. Bir heves başlıyoruz da bir türlü sonunu getiremiyoruz nedense... Yakın bir zamanda da Papatyaya merak sarmıştık. Hatırlayan kaldı mı bilmiyorum. Hatta bir kısım kendilerine Papatya diyen hanımlarımız halkımızla da ilgilenmeye başlamıştı. Köyleri eşkiyalarca basılan , ölülerinin cenazesi başında ağlaşan çocuklarımıza lolipop dağıtmışlardı. Ama kimseye yaranamamışlardı, o dönemin prenslerinin dışında. Biz akıllılar nankörüz, akıllanmayız. Sonradan o prenslerin prensliklerini de yıktık, papatyaları da kuruttuk.
Deliyiz deli... Artık ben de akıllanmak istiyorum. Bilsem sözlerini buraya yazacağım, vallahi söyleyenin adını da unuttum. Kimdi o ? Hani biraz toplu... Ya neşeli neşeli bir şarkı söylüyor... " Boş versen, elalem ne dermiş aldırma, hadi hadiiiiiii hadi... "
Gelmedi aklıma. En iyisi ben tanıdık birinden sonlandırayım yazımı .Siz de deli olmayın sakın. Aklınızı başınıza toplayın. Doldurun ceplerinizi zaman varken. Hep beraber şarkı söyleyelim, Nedim'den ya da başka birinden.
" Erişti nevbahar eyyam açıldı gül ü gülşen
Çerağan vakti geldi lalezarın didesi rüşen
Çemenler döndü ruy- i yare , reng-i lale vü gülden
Çerağan vakti geldi lalezarın didesi rüşen "
( eyyam: günler, zaman
didesi rüşen: gözleri aydın.
Çerağan : Lale Devri'nde , Topkapı Sarayı'nda , Beşiktaş'taki İbrahim Paşa Sarayı'nda , Kaptan Mustafa Paşa'nın Vefa'daki lale bahçesinde veya Sa'dabat'ta mumlarla çerağanlarla , kandillerle yapılan gece şenlikleri. Gece kaplumbağaların sırtlarına mumlar, meşaleler konur, bunlar dolaştıkça ışıklarda hareket ederdi. )
Kim akıllı kim deli, nasıl ayırt etmeli !.. Bence buraya kadar okumayı başardınızsa siz bir delisiniz. Hem de iflah olmaz bir deli... İşiniz çok zor. Kolay gelsin desem mi ki...
Bir dilim ekmek bulamamış yemeğe
Kimi bıkmış
Ciğeri beş para etmezlere boyun eğmekten
Türlü acılara göğüs germekten
Kimini de
Bu sefil dünyada yaşamak sıkmış
Bilmem ki
Ne diye onların adı deliye çıkmış.
(Ümit Yaşar- Taşlar ve Başlar)
Kim akıllı , kim deli ? Bilen varsa söylesin.
Bakıyorum insanlarımıza. Herkes bir yol tutturmuş gidiyor.
Kimisi dünyanın bütün yükü kendi omuzlarındaymış gibi üzgün, sıkıntılı. Milletin derdi , onu germiş , Okuyor, yazıyor, çiziyor, söylüyor, bağırıyor, tartışıyor... Mutsuz ki ne mutsuz... Nerde bir yanlışlık, nerde bir haksızlık varsa sorumlusu kendisiymiş gibi uğraşıyor. Uykuları kaçıyor, ilişkileri bozuluyor, sevimsiz oluyor. Bazen hapse bile düşüyor. Başlıyor o zaman türküye:
" Hapisane içinde üç ağaç incir
Kollarım kelepçe , boynumda zincir
Zincir sallandıkça her yanım sancır
Düştüm bir ormana yol belli değil
Yatarım yatarım gün belli değil. "
Aslında ne gerek var bütün bunlara... Okumuşsun yazmışsın. Mesleğin var. Gözlerini kapa, işine bak. İlişkilerini düzenle. Para kazan, paran kadar konuş. Bak sen ve senin gibiler her geçen gün yoksullaşıyor. Neredeyse adamdan bile sayılmayacaksınız. Sözünü dinleyen mi var ? Dinlemek isteyenler olsa bile nereden duyuracaksın düşüncelerini ? Kaç gazeten, kaç televizyonun var ?
Şöyle etrafına bir bak ... Millet " Lale Devri " ni yaşıyor. Her yer lale bahçesine dönmüş. Gerçi bir heves dikilmiş, ama sulanmadığı için kurumaya yüz tutmuş çiçekler . Olsun onların sayesinde kimbilir
kimlerin yüzü gülmüş, kimlerin kasası dolmuş ? Lale Devri çocukları değiliz biz, biliyorum , zamanımız geçmiş. Ama zamanı geçmeyenler de var. Nedim 'e taş çıkarırcasına mutlu, mesut yaşıyorlar. Arada Nedim'in şarkılarını söylüyorlar :
" Gülelim oynayalım, kam alalım dünyadan
Ma'-i Tesnim içelim Çeşme-i Nev-peydadan
Görelim ab-ı hayat aktığın ejderhadan
Gidelim serv-i revanım yürü Sa'd-a bad'a "
(Gülelim , oynayalım; dünyadan murad alalım. Nev-peyda adlı çeşmeden Tesnim ( Cennetteki ırmaklardan birinin adıdır. Ed-Dehr suresinde adı geçer.) suyu içelim. Ejdarhanın ağzından hayat suyu aktığını görelim. Yürü ey servi boylu, servi salınışlım , Sadabad'a gidelim.)
Gördünüz mü deli kim akıllı kim?
" Bir nim neş'e say bu cihanın baharını
Bir sagar-ı keşideye tut lalezarını "
diyor Nedim . Sonra o dönemdeki güzeli şöyle anlatıyor bize.
" Bir civan- kaşi sarık sarmış efendim başına
Sürme çekmiş ıtr-ı şahiler sürmüş kaşına
Şimdi girmiş dahi tahminimde on beş yaşına
Gül yanaklı, gülgüli kerrakeli, mor hareli "
( Saç tuvaleti, giyimi, kuşamı ve çehre güzelliği ile ne kadar da günümüzdekilere benziyor değil mi ? )
Şimdilerde de lale moda on sekizinci yüz yılın Lale Devrindeki gibi. Yalnız o dönemde sanata , sanatçıya önem verilmiş. Fakat halkın gerçek sorunları göz ardı edildiği için sonu iyi gelmemiş. Patrona Halil denen bir deli ortalığı toz duman eden bir isyan çıkarmış. O canım köşkler, saraylar, lale bahçeleri yerle bir edilmiş. Lale Devri sona ermiş bu isyanla. Şair Nedim de korkudan damdan dama atlayarak kaçarken , ne yazık ki , düşüp ölmüş.
Biz çiçek çiçek sever bir toplumuz. Bir heves başlıyoruz da bir türlü sonunu getiremiyoruz nedense... Yakın bir zamanda da Papatyaya merak sarmıştık. Hatırlayan kaldı mı bilmiyorum. Hatta bir kısım kendilerine Papatya diyen hanımlarımız halkımızla da ilgilenmeye başlamıştı. Köyleri eşkiyalarca basılan , ölülerinin cenazesi başında ağlaşan çocuklarımıza lolipop dağıtmışlardı. Ama kimseye yaranamamışlardı, o dönemin prenslerinin dışında. Biz akıllılar nankörüz, akıllanmayız. Sonradan o prenslerin prensliklerini de yıktık, papatyaları da kuruttuk.
Deliyiz deli... Artık ben de akıllanmak istiyorum. Bilsem sözlerini buraya yazacağım, vallahi söyleyenin adını da unuttum. Kimdi o ? Hani biraz toplu... Ya neşeli neşeli bir şarkı söylüyor... " Boş versen, elalem ne dermiş aldırma, hadi hadiiiiiii hadi... "
Gelmedi aklıma. En iyisi ben tanıdık birinden sonlandırayım yazımı .Siz de deli olmayın sakın. Aklınızı başınıza toplayın. Doldurun ceplerinizi zaman varken. Hep beraber şarkı söyleyelim, Nedim'den ya da başka birinden.
" Erişti nevbahar eyyam açıldı gül ü gülşen
Çerağan vakti geldi lalezarın didesi rüşen
Çemenler döndü ruy- i yare , reng-i lale vü gülden
Çerağan vakti geldi lalezarın didesi rüşen "
( eyyam: günler, zaman
didesi rüşen: gözleri aydın.
Çerağan : Lale Devri'nde , Topkapı Sarayı'nda , Beşiktaş'taki İbrahim Paşa Sarayı'nda , Kaptan Mustafa Paşa'nın Vefa'daki lale bahçesinde veya Sa'dabat'ta mumlarla çerağanlarla , kandillerle yapılan gece şenlikleri. Gece kaplumbağaların sırtlarına mumlar, meşaleler konur, bunlar dolaştıkça ışıklarda hareket ederdi. )
Kim akıllı kim deli, nasıl ayırt etmeli !.. Bence buraya kadar okumayı başardınızsa siz bir delisiniz. Hem de iflah olmaz bir deli... İşiniz çok zor. Kolay gelsin desem mi ki...
17 Nisan 2008 Perşembe
ONUNCU YIL NUTKU
Atatürk , Cumhuriyetimizin Onuncu Yılında söylemiştir bu güzel nutkunu.
( 29 Ekim 1933). Bu tarih Kurtuluş Savaşı'nın başlangıcının on beşinci yıl dönümüdür.
On beş yılda yapılanlar kısaca şunlardır:
Yurdumuzu işgal eden dünyanın en güçlü devletlerine karşı Türk ulusu ve Türk ordusu ( yaşlı genç, kadın erkek ve çocuklarıyla ) çeşitli olanaksızlıklar içinde Bağımsızlık Savaşını kazanmış; yıkılmakta, paylaşılmakta olan bir devletin yıkıntısı üzerine yepyeni Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulmasının yolu açılmıştır.
TBMM açılarak halk temsilcilerinin yurdun ve ulusun geleceğini etkileyecek kararlar alması sağlanmıştır.
Kişi egemenliğine dayanan saltanat kaldırılmıştır.
Ulus egemenliğine dayanan Cumhuriyet ilan edilmiştir.
Halifelik kaldırılarak laik devlet düzenine geçilmiştir. Böylece çağın olumlu gelişmelerinin bağnazlığa kapılmadan kolayca uygulanabilirliği sağlanmıştır.
Eğitim ve öğretimin yaygınlaştırılması, gelişmiş toplumlarla ilişki kurulabilmesi için yeni yazı kabul edilmiştir. Eğitim ve öğretimde birlik sağlanmıştır.
Medeni Kanun kabul edilmiştir.
Bayındırlık, endüstri, tarım, ticaret yaşamında yenilikler, gelişmeler sağlanmıştır. Tükettiğini üreten bir ekonomik düzen öngörülmüştür.
Güzel sanatların her dalında Türk ulusunun duyuş ve düşünce zenginliğini ve yaşantı zenginliğini yansıtacak , yorumlayacak çalışmalara yön verilmiştir.
Türk ulusuna çağdaş bir görünüm kazandırmak için kılık kıyafet ve şapka devrimleri yapılmıştır.
Atatürk'ün En Büyük Eseri Olan Cumhuriyet'in Temelinde :
Kurtuluş Savaşı'nı kazanmamıza yol açan Türk kahramanlığı, özverisi vardır.
Halkın kendi kendini yönetebilmesi için gerekli olan yaşantı zenginliği, deneyim, bilgi birikimi ve sezginin oluşturduğu Türk kültürü bulunmaktadır.
Atatürk 'ün Belirttiği Gibi Yapılanlar Yeterli Değildir :
Çağdaş uygarlık seviyesine çıkmak için Büyük Önder Atatürk 'ün gösterdiği yoldan gitmeliyiz. Çağın bilim, teknik ve sanatının gelişmelerinden yararlanmalıyız.
Güzel Sanatların her dalında ( edebiyat, resim, müzik, tiyatro,mimarlık, heykel
gibi ) yaratıcı olabilmek için gerekli ortam sağlanmalı; sanatçılar korunmalıdır.
Ülkenin en ücra köşelerine kadar okul, yol, elektrik, fabrika, hastane vb. hizmetleri götürülmelidir.
Gençlerimizin kendilerini yetiştirmelerine, geliştirmelerine olanaklar tanımalıyız. Ekonomik, sosyal sorunlarını devlet eliyle çözmeli , onları karanlık düşünceli kişilerin eline düşmekten kurtarmalıyız.
Bizimkiler sizinkiler diyerek ayrımcılık yapılmamalı , herkese eşit olanaklar sağlanmalıdır.
Yolsuzluğun, hırsızlığın, arsızlığın ortadan kaldırılması için gerekli önlemler derhal alınmalıdır.
Ulus olarak hepimiz, savurganlıktan, aşırı tüketimden, ayrımcılıktan, kurtulmak zorunda değil miyiz ? Sadece törenlerde " Onuncu Yıl Marş "nı söyleyerek bir yere varamadığımızı görmüyor muyuz ? Hadi o zaman !..
Daha ne bekliyoruz ?
( 29 Ekim 1933). Bu tarih Kurtuluş Savaşı'nın başlangıcının on beşinci yıl dönümüdür.
On beş yılda yapılanlar kısaca şunlardır:
Yurdumuzu işgal eden dünyanın en güçlü devletlerine karşı Türk ulusu ve Türk ordusu ( yaşlı genç, kadın erkek ve çocuklarıyla ) çeşitli olanaksızlıklar içinde Bağımsızlık Savaşını kazanmış; yıkılmakta, paylaşılmakta olan bir devletin yıkıntısı üzerine yepyeni Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulmasının yolu açılmıştır.
TBMM açılarak halk temsilcilerinin yurdun ve ulusun geleceğini etkileyecek kararlar alması sağlanmıştır.
Kişi egemenliğine dayanan saltanat kaldırılmıştır.
Ulus egemenliğine dayanan Cumhuriyet ilan edilmiştir.
Halifelik kaldırılarak laik devlet düzenine geçilmiştir. Böylece çağın olumlu gelişmelerinin bağnazlığa kapılmadan kolayca uygulanabilirliği sağlanmıştır.
Eğitim ve öğretimin yaygınlaştırılması, gelişmiş toplumlarla ilişki kurulabilmesi için yeni yazı kabul edilmiştir. Eğitim ve öğretimde birlik sağlanmıştır.
Medeni Kanun kabul edilmiştir.
Bayındırlık, endüstri, tarım, ticaret yaşamında yenilikler, gelişmeler sağlanmıştır. Tükettiğini üreten bir ekonomik düzen öngörülmüştür.
Güzel sanatların her dalında Türk ulusunun duyuş ve düşünce zenginliğini ve yaşantı zenginliğini yansıtacak , yorumlayacak çalışmalara yön verilmiştir.
Türk ulusuna çağdaş bir görünüm kazandırmak için kılık kıyafet ve şapka devrimleri yapılmıştır.
Atatürk'ün En Büyük Eseri Olan Cumhuriyet'in Temelinde :
Kurtuluş Savaşı'nı kazanmamıza yol açan Türk kahramanlığı, özverisi vardır.
Halkın kendi kendini yönetebilmesi için gerekli olan yaşantı zenginliği, deneyim, bilgi birikimi ve sezginin oluşturduğu Türk kültürü bulunmaktadır.
Atatürk 'ün Belirttiği Gibi Yapılanlar Yeterli Değildir :
Çağdaş uygarlık seviyesine çıkmak için Büyük Önder Atatürk 'ün gösterdiği yoldan gitmeliyiz. Çağın bilim, teknik ve sanatının gelişmelerinden yararlanmalıyız.
Güzel Sanatların her dalında ( edebiyat, resim, müzik, tiyatro,mimarlık, heykel
gibi ) yaratıcı olabilmek için gerekli ortam sağlanmalı; sanatçılar korunmalıdır.
Ülkenin en ücra köşelerine kadar okul, yol, elektrik, fabrika, hastane vb. hizmetleri götürülmelidir.
Gençlerimizin kendilerini yetiştirmelerine, geliştirmelerine olanaklar tanımalıyız. Ekonomik, sosyal sorunlarını devlet eliyle çözmeli , onları karanlık düşünceli kişilerin eline düşmekten kurtarmalıyız.
Bizimkiler sizinkiler diyerek ayrımcılık yapılmamalı , herkese eşit olanaklar sağlanmalıdır.
Yolsuzluğun, hırsızlığın, arsızlığın ortadan kaldırılması için gerekli önlemler derhal alınmalıdır.
Ulus olarak hepimiz, savurganlıktan, aşırı tüketimden, ayrımcılıktan, kurtulmak zorunda değil miyiz ? Sadece törenlerde " Onuncu Yıl Marş "nı söyleyerek bir yere varamadığımızı görmüyor muyuz ? Hadi o zaman !..
Daha ne bekliyoruz ?
UYUZ OLMAK
Bugün derse başladım. Baktım bazı çocuklar kıpır kıpır... Yerinde duramıyorlar. Hatır hatır kaşınıyor kimisi...
Ne oluyor demeden biri müjde verir gibi "uyuz olmuşlar öğretmenim !" diyiverdi. Şaka mı derken şaka olmadığı anlaşıldı kısa sürede. Aynı okuldan gelen beş öğrenci engellenemez bir şekilde kaşınıyor. Diğerleri de psikolojik olarak kaşınmaya hazır durumda. Gülmeler, kızmalar, dalga geçmeler , öğretmeniiimm sesleri... Güçlükle sakinleştirdim, önceki konuyla ilgili bir test verdim. Onu çabucak bitirip yeni konuya geçmek istiyorum... Bu arada yapamadıkları soruları tek tek yanlarına gidip açıklıyorum. Test de ders de bitti... Kaşıntı bitmedi!..
İkinci derse girdiğimde kaşıntı artarak sürüyordu. Yanıma gelme, yanımdan git, tartışmaları da. "Kaşınanlar kitaplarını toplasın, izinlisiniz, doğru eve... " dedim, dedim ama, kaşınanlar gitmek istemiyor. " O kadar da çok kaşınmıyor. " dedi biri. Diğeri " Ben teneffüste yıkadım, artık kaşınmıyor ." Bir başkası da " Yeni konuyu anlatacaksınız ama ! " diyiverdi. Yeni konuyu haftaya bırakıyorum, şimdi tekrar yapacağız dedim , yine de gitmek için nazlandılar. Çok garip değil mi bu ?
Güç bela o beş kişiyi eve yolladım. Biz de kalanlarla tekrar yaptık.
Eve gelince ilk işim, "uyuz" hakkındaki bilgilerimi tazelemek için, bilgi toplamak oldu.
Efendim uyuz , halk arasında "gale" veya "gidişik" adıyla da biliniyormuş. Sarcoptes Scabiei Von Hominis adlı bir böcek tarafından insanlarda oluşuyormuş. Böcek derinin üst katmanlarında tüneller açarak ilerleyip kaşınmaya neden oluyormuş. En çok gece kaşıntı yapıyormuş.
Bulaşıcı bir hastalık, yakın temasla ilgili olduğu için tüm aile bireylerinin de tedaviye alınması gerekiyormuş. Pislikle bir ilgisi de yokmuş. Çamaşırların kaynatılması da tedavi sırasında gerekli.
Ben bulaşma yollarına baktım. İnanır mısınız dans etme, tokalaşma da bulaşma yollarının içinde var. Her şey var da "soru çözmenin " bu yollardan biri olduğuna ya da olmadığına dair bir bilgiye ulaşamadım. Bilen varsa söylesin.
Sinir oldum ya ! Başka bir şekilde söylemek isteyenler " Uyuz oldum " deyimini de kullanabilirler... Siz hiç uyuz oldunuz mu ?
Amat dikkat ! Bu yazı da bulaşıcı olabilir. Okumayın isterseniz.
Ne oluyor demeden biri müjde verir gibi "uyuz olmuşlar öğretmenim !" diyiverdi. Şaka mı derken şaka olmadığı anlaşıldı kısa sürede. Aynı okuldan gelen beş öğrenci engellenemez bir şekilde kaşınıyor. Diğerleri de psikolojik olarak kaşınmaya hazır durumda. Gülmeler, kızmalar, dalga geçmeler , öğretmeniiimm sesleri... Güçlükle sakinleştirdim, önceki konuyla ilgili bir test verdim. Onu çabucak bitirip yeni konuya geçmek istiyorum... Bu arada yapamadıkları soruları tek tek yanlarına gidip açıklıyorum. Test de ders de bitti... Kaşıntı bitmedi!..
İkinci derse girdiğimde kaşıntı artarak sürüyordu. Yanıma gelme, yanımdan git, tartışmaları da. "Kaşınanlar kitaplarını toplasın, izinlisiniz, doğru eve... " dedim, dedim ama, kaşınanlar gitmek istemiyor. " O kadar da çok kaşınmıyor. " dedi biri. Diğeri " Ben teneffüste yıkadım, artık kaşınmıyor ." Bir başkası da " Yeni konuyu anlatacaksınız ama ! " diyiverdi. Yeni konuyu haftaya bırakıyorum, şimdi tekrar yapacağız dedim , yine de gitmek için nazlandılar. Çok garip değil mi bu ?
Güç bela o beş kişiyi eve yolladım. Biz de kalanlarla tekrar yaptık.
Eve gelince ilk işim, "uyuz" hakkındaki bilgilerimi tazelemek için, bilgi toplamak oldu.
Efendim uyuz , halk arasında "gale" veya "gidişik" adıyla da biliniyormuş. Sarcoptes Scabiei Von Hominis adlı bir böcek tarafından insanlarda oluşuyormuş. Böcek derinin üst katmanlarında tüneller açarak ilerleyip kaşınmaya neden oluyormuş. En çok gece kaşıntı yapıyormuş.
Bulaşıcı bir hastalık, yakın temasla ilgili olduğu için tüm aile bireylerinin de tedaviye alınması gerekiyormuş. Pislikle bir ilgisi de yokmuş. Çamaşırların kaynatılması da tedavi sırasında gerekli.
Ben bulaşma yollarına baktım. İnanır mısınız dans etme, tokalaşma da bulaşma yollarının içinde var. Her şey var da "soru çözmenin " bu yollardan biri olduğuna ya da olmadığına dair bir bilgiye ulaşamadım. Bilen varsa söylesin.
Sinir oldum ya ! Başka bir şekilde söylemek isteyenler " Uyuz oldum " deyimini de kullanabilirler... Siz hiç uyuz oldunuz mu ?
Amat dikkat ! Bu yazı da bulaşıcı olabilir. Okumayın isterseniz.
16 Nisan 2008 Çarşamba
İLHAN SELÇUK ve TURHAN ÇÖMEZ ve AHMET HAKAN
İkisinden de özür diliyorum...
Ahmet Hakan'ı Kanal 7 yıllarından tanıyorum. Düşüncelerime tamamen karşı bir kanal. Ama ben aykırı olanı da merak etmişimdir hep. Ne düşünüyorlar, nasıl yorumluyorlar, neleri önemsiyorlar ? Bilmeden, öğrenmeden, araştırmadan, tek yanlı yönlendirilmelerden kaçınmak için yaparım bunu... Sağlıklı karar vermek, haksızlık yapmamak için de diyebilirim...
Ahmet Hakan'ı o yıllarda tanıdım. Haberleri sunuyordu. Söylediklerine katılmam olanaksızdı ama yine de beğeniyordum sunuşunu. Diğer magazine dönüşmüş ana haberlerden daha ciddi bir duruşu vardı ve inananlar üzerinde etkiliydi.
Sonra değiştiğini söylemeye başladı. Kuşkulandım. Ama zaman zaman yazılarını okumaya devam ettim. Hatta bir yazısından sonra onu eleştiren bir ileti gönderdim kendisine. Alıp almadığını bilmiyorum, yanıtlamadığı için. İnsanları kandırmamasını istemiştim kendisinden. Değişmediğine inanıyordum o sıra. Sanırım kendisinin de bir bocalama devresi oldu.
Neyse efendim, bugün onun değiştiğine inanmaya başladım, Hem de olumlu bir değişiklik olduğuna... Tarafsız bakmaya çalışıyor sanırım. Ben de okumaya devam edeceğim.
İkinci kişi Turhan Çömez... Başından beri dikkatimi çekiyordu. Çok farklı bir duruşu, doğru saptamaları vardı. Ona inanmayı çok istiyordum ama kuşku duymadan da edemiyordum. Çünkü hem eleştiriyor hem de aralarında kalmaya devam ediyordu. Bugün artık onunla ilgili kuşkularımdan da kurtulmuş gibiyim. İzlemeye devam edeceğim.
Ve İLHAN SELÇUK... O , kendimi bildiğimden beri hep vardı yaşantımda. O ve Cumhuriyet Gazetemiz. Hep güvendim, hep inandım. Okudum, öğrendim ve aydınlandım...
Sevgili İlhan Selçuk, çabuk iyileş ve dön aramıza... PENCEREM açık seni bekliyorum. Hadi çabuk ol... Sağlıkla... Sensiz olmuyor...
Ahmet Hakan'ı Kanal 7 yıllarından tanıyorum. Düşüncelerime tamamen karşı bir kanal. Ama ben aykırı olanı da merak etmişimdir hep. Ne düşünüyorlar, nasıl yorumluyorlar, neleri önemsiyorlar ? Bilmeden, öğrenmeden, araştırmadan, tek yanlı yönlendirilmelerden kaçınmak için yaparım bunu... Sağlıklı karar vermek, haksızlık yapmamak için de diyebilirim...
Ahmet Hakan'ı o yıllarda tanıdım. Haberleri sunuyordu. Söylediklerine katılmam olanaksızdı ama yine de beğeniyordum sunuşunu. Diğer magazine dönüşmüş ana haberlerden daha ciddi bir duruşu vardı ve inananlar üzerinde etkiliydi.
Sonra değiştiğini söylemeye başladı. Kuşkulandım. Ama zaman zaman yazılarını okumaya devam ettim. Hatta bir yazısından sonra onu eleştiren bir ileti gönderdim kendisine. Alıp almadığını bilmiyorum, yanıtlamadığı için. İnsanları kandırmamasını istemiştim kendisinden. Değişmediğine inanıyordum o sıra. Sanırım kendisinin de bir bocalama devresi oldu.
Neyse efendim, bugün onun değiştiğine inanmaya başladım, Hem de olumlu bir değişiklik olduğuna... Tarafsız bakmaya çalışıyor sanırım. Ben de okumaya devam edeceğim.
İkinci kişi Turhan Çömez... Başından beri dikkatimi çekiyordu. Çok farklı bir duruşu, doğru saptamaları vardı. Ona inanmayı çok istiyordum ama kuşku duymadan da edemiyordum. Çünkü hem eleştiriyor hem de aralarında kalmaya devam ediyordu. Bugün artık onunla ilgili kuşkularımdan da kurtulmuş gibiyim. İzlemeye devam edeceğim.
Ve İLHAN SELÇUK... O , kendimi bildiğimden beri hep vardı yaşantımda. O ve Cumhuriyet Gazetemiz. Hep güvendim, hep inandım. Okudum, öğrendim ve aydınlandım...
Sevgili İlhan Selçuk, çabuk iyileş ve dön aramıza... PENCEREM açık seni bekliyorum. Hadi çabuk ol... Sağlıkla... Sensiz olmuyor...
15 Nisan 2008 Salı
ÖLDÜRMEYECEKSİN
_ " Asla öldürmeyeceksin "
(TEVRAT. Göç 20 )
_ " Senden önce inenlere, sana inen kitaba da inanırlar... Onlar Tanrının gösterdiği doğru yoldadır, onlar kurtulurlar... "
(KUR'AN. Bakara Suresi )
Dinlerin buyruğuydu
Öldürmeyeceksin
Tapınaklarda çaktılar çarmıhları
Elleri kanlı camilerden çıktılar
Kalem kırdılar yargı yerlerinde
Peygamberlerini dinlemediler
Kudurgan dalgalar
Tekneleri yutar denizlerde
Çöllerden esen yeller
Ekinleri kurutur
Bil ki umut yeşildedir
Yenilmeyen yeşilde
Benim küçük serçem
Kanaryam bülbülüm
Kuru dal, çalı diken
Konmuş ötersin
Öt sen, öt, kardeş sesin
Sulara rüzğarlara karışsın
Zalim ürksün sağır işitsin
Öldürmeyeceksin.
( Necati Cumalı)
(TEVRAT. Göç 20 )
_ " Senden önce inenlere, sana inen kitaba da inanırlar... Onlar Tanrının gösterdiği doğru yoldadır, onlar kurtulurlar... "
(KUR'AN. Bakara Suresi )
Dinlerin buyruğuydu
Öldürmeyeceksin
Tapınaklarda çaktılar çarmıhları
Elleri kanlı camilerden çıktılar
Kalem kırdılar yargı yerlerinde
Peygamberlerini dinlemediler
Kudurgan dalgalar
Tekneleri yutar denizlerde
Çöllerden esen yeller
Ekinleri kurutur
Bil ki umut yeşildedir
Yenilmeyen yeşilde
Benim küçük serçem
Kanaryam bülbülüm
Kuru dal, çalı diken
Konmuş ötersin
Öt sen, öt, kardeş sesin
Sulara rüzğarlara karışsın
Zalim ürksün sağır işitsin
Öldürmeyeceksin.
( Necati Cumalı)
ÇAĞIN TANIĞI OLMAK
Fırlat at uzağa
Döner gelir bumerang.
Yukardan aşağı, boş küpler,
Soldan sağa
Hangi harfleri koymalı
Ki çözülsün bilmece ?
Diş diş
Kalıntı çağ mazgalları
Sonra yeni katmanlar
Bir intihar gibi içerde.
Aldatışı yakınların
Bilinseydi
Kime inanacaksın
Ki hangi yolları yürümeli ?
Çocukluk, gene ancak çocukluk
Gerçi o da acı
Ama iyi ki var
Yerine hangi mutlu yaşantı ?
O nineler, o kızlar , o evler
De yoksa
Kimin bu toprak
Çok düşünmüşümdür.
ONU BENDEN, BENİ ONDAN AYIRAN
DÜZENLER
BIRAKMAZ BİZİ BİZE , BÖLÜCÜ
ÖLMÜŞ NİCE DEĞERLER, BEN DE ÖLMÜŞÜMDÜR.
İçindeyim, diretiyorum çağa
Size ne miyim ben, siz bana nesiniz ?
Bir hayal, bir masal mı eski
Ama ben görmüşümdür.
Fırlat at uzağa
Döner gelir bumerang.
(Behçet Necatigil )
Döner gelir bumerang.
Yukardan aşağı, boş küpler,
Soldan sağa
Hangi harfleri koymalı
Ki çözülsün bilmece ?
Diş diş
Kalıntı çağ mazgalları
Sonra yeni katmanlar
Bir intihar gibi içerde.
Aldatışı yakınların
Bilinseydi
Kime inanacaksın
Ki hangi yolları yürümeli ?
Çocukluk, gene ancak çocukluk
Gerçi o da acı
Ama iyi ki var
Yerine hangi mutlu yaşantı ?
O nineler, o kızlar , o evler
De yoksa
Kimin bu toprak
Çok düşünmüşümdür.
ONU BENDEN, BENİ ONDAN AYIRAN
DÜZENLER
BIRAKMAZ BİZİ BİZE , BÖLÜCÜ
ÖLMÜŞ NİCE DEĞERLER, BEN DE ÖLMÜŞÜMDÜR.
İçindeyim, diretiyorum çağa
Size ne miyim ben, siz bana nesiniz ?
Bir hayal, bir masal mı eski
Ama ben görmüşümdür.
Fırlat at uzağa
Döner gelir bumerang.
(Behçet Necatigil )
ÇILDIRDIK MI DOKTOR ?
Biraz önce haberleri izledim bir TV kanalında. Keşke izlemeseydim...
Bursa'da bir genç kız annesini öldürmüş . Sebebi annesi evlenmesine izin vermemiş , o da annesini öldürmüş !
Bu ilk değil, korkarım son da olmayacak. Hatırlarsanız yakın bir geçmişte iki genç kızımız daha annesini öldürmüştü. Ne kolay yazılıyor bakar mısınız ?
Bursa'daki olay emniyet müdürlüğünün karşısında bir yerde yaşanıyor. Seyircisi, meraklısı çok. Çocuğunun elinden tutan, çocuğunu kucağına alan koşmuş, bu korkunç manzarayı izliyorlar hep birlikte... O çocuklar ne hissediyor acaba. Aman boşver ! O tasa bu tasa...
Katil genç kız polislerin arasında götürülüyor. Gazetecilerin sorularını yanıtlıyor : Maddi sıkıntılar diyor, evlenmemi istemiyordu diyor, bizim de fotoğrafımızı çekecekmişsiniz demek ki diyor, annem öldü mü diyor...
Barış amacıyla yola çıkan, ancak yolculuğu bir sapık tarafından ülkemizde ne yazık ki son bulan İtalyan sanatçı Pippa Bacca utanç gözyaşları arasında ülkesine uğurlanıyor...
Dünya'nın en güzel şehri, kültür başkenti dediğimiz İstanbul Kadıköy'de,çöp kutusunda bebek ceseti buluyoruz. Göbek bağı bile kesilmemiş!
Haber sunucusu sıkkın, bu kötü haberlerden bizi uzaklaştırmak istediğini söyleyerek yeni habere geçiyor. Görüntüler de var. Güzel bir düğün haberi !
Çok katlı bir pastanın önünde gelinle damat... Önce pastayı kesiyorlar birlikte, karşılıklı birbirlerine yediriyorlar. Gözleri ışıl ışıl, mutlular. Ben de mutlanıyorum. Güzel anılarım canlanıyor , gülümsüyorum kendi kendime... Ohh nihayet biraz rahatladık diyerek izlemeyi sürdürüyorum. Sırada takı merasimi var. Takılar takılıyor. Kucaklaşmalar,sevgi gösterileri... Ben işte bunlar da var, her şeyi abartmayı çok mu seviyoruz ne? Biraz da bardağın dolu tarafından söz etsek diye düşünmeye yöneliyordum ki !.. Eyvah , o da ne ? Ne oluyor , demeye kalmadan polisler damadın boynuna sarılmasın mı, damadı öpen teyzeyi iteleyerek !.. Hem de ne iteleme ! Kalabalık bir ekip gelmiş anladığım kadarıyla. Dolandırıcıymış Edirne 'deki damadımız . Aranıyormuş, daha önceki baskından kaçmayı başarmış... Gelin arabası da çalıntıymış. Geline de nikah yapmayacakmış...
Evet, hepsi doğru, suçlu olduğu sanılıyor ki polisler düğüne baskın yaptılar. Ama nedense onu kutlamak için boynuna sarılı teyzenin durumu, damadın o hali ve polislerin yakalayış biçimi bir tuhaf göründü gözüme!
Çıldırıyor muyuz doktor ? Bak sunucunun durumu da normal değil ! Güzel haber diye bize sunduğu habere bakın. Yoksa hep birlikte çıldırdık mı doktor ?
Bu yazı da çok garip gelmiyor mu doktorcuğum sana? Blogerin ayarları da kontrolümden kaçıyor. Bazı yerler kalın bazı yerler ince yazıyor. Cümleler istemediğim yerden bölünüyor. Burada da mı bir tuhaflık yok ? Bu da mı çıldırdı yoksa ! Çıldıran ben miyim , yoksa sen misin ? Doktor, hey doktor !
Aman doktor, canım doktor ! Derdime bir çare...
Çaresiz dertlere düştük, nolur bize bul çare!..
14 Nisan 2008 Pazartesi
UTANIYORUM
" Siyah akar Zonguldak'ın deresi
Yüz karası değil
Kömür karası
Böyle kazanılır
Ekmek parası " (O.Veli)
Bugün yaşadığımız kömür karası değil, ekmek parası değil, tam anlamıyla yüz karası, ne yazık ki... Öyle bir yüz karası ki tüm ulusun adıyla anılıyor. Bir Türk, Türkiye'de ... diye başlıyor.
Bu kaçıncı oluyor!.. Utanıyorum... Kendi adıma, ülkem adına, ulusum adına, insanlık adına utanıyorum!..
İtalyan sanatçı Pippa Bacca ülkemize geliyor. Bir kendini bilmez tarafından acımasızca öldürülüyor.
Üstelik onu öldüren , bu ahlak yoksulu, insanlık yoksulu katil iki çocuk babası...
Yüz karası... Evet evet tam anlamıyla yüz karası. Acaba bu insan o kirli elleriyle çocuklarını sevdi mi ? O çocuklar, babaları giderken ağladı mı ?
Bu katil , nasıl bu duruma geldi ? Hangi koşullarda yetişti ? Kaç kardeştiler? Onun da bir insan tarafı var mıydı ? Dilekleri, yaşamdan beklentileri? Eğitim olanağı bulabilmiş miydi ? Sevilmiş miydi çocukluğunda ?
Acaba yaptığından utanıyor mu benim gibi o da ?
İnan ki ağlayamadım ... Utandım, çok utandım... Utanıyorum hala...
Yüz karası değil
Kömür karası
Böyle kazanılır
Ekmek parası " (O.Veli)
Bugün yaşadığımız kömür karası değil, ekmek parası değil, tam anlamıyla yüz karası, ne yazık ki... Öyle bir yüz karası ki tüm ulusun adıyla anılıyor. Bir Türk, Türkiye'de ... diye başlıyor.
Bu kaçıncı oluyor!.. Utanıyorum... Kendi adıma, ülkem adına, ulusum adına, insanlık adına utanıyorum!..
İtalyan sanatçı Pippa Bacca ülkemize geliyor. Bir kendini bilmez tarafından acımasızca öldürülüyor.
Üstelik onu öldüren , bu ahlak yoksulu, insanlık yoksulu katil iki çocuk babası...
Yüz karası... Evet evet tam anlamıyla yüz karası. Acaba bu insan o kirli elleriyle çocuklarını sevdi mi ? O çocuklar, babaları giderken ağladı mı ?
Bu katil , nasıl bu duruma geldi ? Hangi koşullarda yetişti ? Kaç kardeştiler? Onun da bir insan tarafı var mıydı ? Dilekleri, yaşamdan beklentileri? Eğitim olanağı bulabilmiş miydi ? Sevilmiş miydi çocukluğunda ?
Acaba yaptığından utanıyor mu benim gibi o da ?
İnan ki ağlayamadım ... Utandım, çok utandım... Utanıyorum hala...
12 Nisan 2008 Cumartesi
YAZIM YANLIŞLARI
" Dünya büyük bir okuldur. Orada herkes hayatı boyunca öğrencilikten kurtulamaz . " (Charles Wagner)
Çok Fazla Yapılan Yanlışlar :
Çok Fazla Yapılan Yanlışlar :
- birtakım ve bir takım : " Birtakım insanlar yeterince düşünmüyor. " , "Babam kendine bir takım elbise aldı.
- önünde sonunda : Önünde sonunda benim haklı olduğumu anlayacaksın. ( eninde sonunda yanlış bir kullanımdır. )
- Sert ünsüzlerle ( p,ç,t,k ) biten sözcüklerden sonra ünlüyle başlayan ek gelirse ünsüz yumuşaması olur. ( kitap-ı kitabı , bıçak-ı bıçağı, ağaç-ı ağacı... )
- Yalnız bu kurala aykırı yabancı kökenli çok kullandığımız sözcükler de var. Bazıları : ( hukuk-u hukuku, sanat-ı sanatı, cumhuriyeti , milleti, hürriyeti, saati, paketi... )
- Tek heceli bazı sözcüklerimiz de kural dışıdır. ( üç-ü üçü, sütü, içi...) Bir de özel isimlerde bu kural geçersizdir. ( Ahmet 'i, Mehmet 'i Karabük 'ü, Zonguldak'ı, Tokat 'ı...)
- Sayıların yazıyla kullanımında her sayı ayrı yazılır : İki bin sekiz gibi.
- bugün : Bugün sözcüğü bitişik yazılır.
- Ünsüz benzeşmesi (sertleşmesi ) kuralı : f - s - t - k - ç - ş - h - p ( Fıstıkçı Şahap 'ın ünsüzleri ) sert ünsüzlerinden sonra c-d g ile başlayan ek gelirse ç-t-k olur. Örneğin :
- yetiş-gin( yetişkin)
- üret-gen (üretken)
- beş-den (beşten)
- 1973 -den (1973 ' ten)
- yazdık-ca( yazdıkça)
- okuduk-ca (okudukça )
- Batı dillerinden dilimize geçen ve sonunda " g " ünsüzü bulunan sözcüklerdeki bu "g" ünsüzü "k" ya da "ğ" ünsüzüne dönüşmez. ( monolog, dialog, katalog, pedagog doğru yazılışlarıdır. )
- Bazı sözcüklerin doğru yazılışlarını da aşağıya ekliyorum. Gereksinim duyduğunuzda bakabilirsiniz. Dilimizi daha doğru kullanmamız
- dileğiyle ... Saygılar...
- trafik
- spor
- film
- realizm
- kuaför
- program
- dogmatik
- fotoğraf
- coğrafya
- elektrik
- dövmek
- ovmak
- övmek
- düpedüz
- sapasağlam
- yemyeşil
- masmavi
- herhangi
- birçok
- biraz
- hiçbir
- herkes
- bazı (" bağzı" yanlış bir kullanımdır. Doğrusu : " bazı" dır.)
YUH İNSANA KIYANLARA YUH YUH
Ağlayarak yazıyorum bu yazıyı...
Bugün "Ulusal Egemenlik Mitingi " vardı Ankara Tandoğan'da ve ben gidemedim... Dersim vardı , gidemedim.
Gidemedim derken bedenimle gidemediğimden söz ediyorum. Yoksa aklımla, yüreğimle, ruhumla, bilincimle oradaydım.
Yuh yuh soyanlara ,
Soyup soyup kaçanlara
Yuh insana kıyanlara
Yuh yuh ; yuuuuh !
Diye ben de bağırıyordum televizyonun karşısında. Sizler gibi, sizlerle birlikte, Mahsuni Şerifle birlikte...
Yuhhhhhh nefsine uyanlara, yuh insana kıyanlara , yuh yoksulu soyanlara, yuh her şeyi satanlara yuuuuh yuhhh diye haykırıyorum!..
" Bağımsızlık benim karekterim . " dememiş miydi Atatürk ?
Türkiye Büyük Millet Meclisi' mizdeki odaları tek tek aramadı mı birileri! Neymiş Avrupa Birliği Başkanı Meclisimizde konuşma yapacakmış. Onun güvenliğinden emin olmak için korumaları, bizim ülkemizde , bizim meclisimizde her köşeyi arıyor. Ne hakla ! Biz Meclisimizi koruyamıyorsak ülkemizi nasıl koruyacağız ? Kaldı ki bizim Dışişleri Bakanımız oraya gittiğinde saatlerce dışarda bekletmemişler miydi. Tepeden tırnağa Bakanımızı aramamışlar mıydı ! Kimsenin kişisel tercihleri beni ilgilendirmez. Ama Türkiye Cumhuriyeti Meclisine de , Bakanına da yapılan saygısızlık beni yaralar, üzer, ağlatır, kızdırır, öfkelendirir ! Umutsuzluk yaratır , diyecektim , vazgeçtim.
Bugün Tandoğan'da yeniden umutlarımızın yeşerdiğini gördüm. Birinci Tandoğan ' da ben de vardım. Önceki yazılarımda bundan söz etmiştim pek çok kez. Bu sefer gidemedim, sadece yüreğimle oradaydım , dedim ya ...
Köy Enstitüsü mezunu bir değerli öğretmen büyüğüm seslendi orada... Dikkatimi çeken , önemli bulduğum bir cümlesini aktarmak istiyorum sizlere:
" Bize, Köy Enstitüleri'nde İNSANI SÖMÜRMEYİ DEĞİL ; TOPRAĞI SÖMÜRMEYİ ÖĞRETTİLER ... " dedi...
Bugün biz ne yapıyoruz ? Topraklarımızı satıyoruz, satamadıklarımızı , verimli arazilerimizi birilerine konut yap, çarşı yap , para kazan, rant elde et diye vermeye kalkıyoruz. Dışardan buğday, pirinç vb. alıyoruz Üretmeden tüketmeye özendiriliyoruz. Üretmeden tüketmek, borçlanarak yaşamak nereye kadar ? Bizim Yerli Malı Haftalarımıza ne oldu ? Dışardan aldıklarımız
daha iyiymiş ! Varsın bizim ürettiklerimiz o kadar iyi olmasın. Biz alırsak, biz desteklersek daha iyisini de üretme çabasına girmez mi insanımız ? " Köylü Bu Milletin Efendisidir... " sözü nerelerde unutuldu ? Şimdilerde neden sahte hoca efendilerin peşine takıldık ? Kim, kimler tezgahladı bu oyunları ?
" Efendimiz" için bazı sanatçılara İLAHİ söyletmişler. Pazarlamasını çok güçlü bir şekilde yapıyorlar. Reklamları harika. Belli ki bizim gibi para yoksulu değiller. Ama YALAN SÖYLÜYORLAR, MİLLETİ KANDIRIYORLAR. Bu kez de PEYGAMBERİ alet ederek din tacirliği yapıyorlar. Neymiş kasetlerden elde ettikleri gelirle okul yapacaklarmış, o sanatçıların adını da bu okullara vereceklermiş. sanatçılar da para almadan ilahileri seslendirmişler...
Uyarmadı demeyin ! Daha önce 21 Mart 2008 tarihli bir yazı yazmıştım.
" Efendimiz mi Cumhuriyetimiz mi " diye... O yazıya bakarsanız göreceksiniz.
Tesadüfen tanık olduğum bir konuşmayı anlatmıştım Saman Yolu TV'deki. Bu ilahilerin bestecisiyle sunucu konuşuyordu. Orhan Hakalmaz'a söyletmeyi de düşündüğünü söylemişti besteci olan kişi. Merekla " Peygamberimiz " e yapıldığını düşündüğüm ilahiyi beklemiştim. Çünkü " Efendimiz için yaptığınız beste çok güzel olmuş " diyordu sunucu. Uzatmadan söyleyeyim. O konuşmaların sonunda anladım ki Efendimiz diye söz ettikleri Fethullah Gülen'miş. Şimdi bu kasetlerin gelirinin hangi okullara gideceği konusunda kuşkulanmaz da ne yaparsınız ? Yalan söylemeyi önerdiğini kendi sesinden dinlediğimiz bu kişinin masum olduğuna inana bilir misiniz ?
Biz kimiz ? Biz Kaç Kişiyiz ? Biz neden yanayız ?
Biz Atatürk Türkiyesinden yana sade insanlarız. Kendimiz kazanır, kendimiz yeriz. Herkesin hakkını savunuruz. Kendi haklarımızı da savunuruz. Ulusumuzun çıkarları söz konusu olursa kendi çıkarlarımızdan seve seve vazgeçebiliriz. Hukukun üstünlüğüne inanırız. Doğrudan, adaletten yanayız. Laik, demokratik Cumhuriyetten yanayız. Ulusal Egemenlikten, Atatürk Milliyetçiliğinden yana tarafız. Çağdaş uygarlıktan, insan onuruna yaraşan bir yaşam biçiminden yanayız. Tam bağımsızlıktan yana tarafız.
Bugün genç fikirli , gerçek fikirli olanlar, Atatürk saflarındadır. Atatürkçü Düşüncenin ışığında yaşama mücadelesi vermektedir.
Ben herkesi bir kez daha Atatürk Aydınlığında barışa, birliğe, insanca yaşamaya davet ediyorum. Kinden, kavgadan bölücülükten, gericilikten sıyrılın yeter !
Savaşımız, iyinin savaşı olsun, güzelin savaşı olsun. Bilimin, sanatın savaşı olsun. Yuh demesin ulus ! Ohhh desin ulus ! Rahat etsin insanlar...
Tüm engeller yok olur Atatürk Aydınlığında...
Vazgeçemeyiz hiçbirinden. Ne Atatürk ' ten , ne de onun eserinden...
Saygılarımla...
Bugün "Ulusal Egemenlik Mitingi " vardı Ankara Tandoğan'da ve ben gidemedim... Dersim vardı , gidemedim.
Gidemedim derken bedenimle gidemediğimden söz ediyorum. Yoksa aklımla, yüreğimle, ruhumla, bilincimle oradaydım.
Gözümle, kulağımla oradaydım. Her söz benim sözüm, her duygu benim duygumdu; o güzel, o aydınlık , o yurtsever, o insan sever , o bağımsızlıktan yana, ulusal egemenlikten yana insanlardan yansıyan...
Yuh yuh soyanlara ,
Soyup soyup kaçanlara
Yuh insana kıyanlara
Yuh yuh ; yuuuuh !
Diye ben de bağırıyordum televizyonun karşısında. Sizler gibi, sizlerle birlikte, Mahsuni Şerifle birlikte...
Yuhhhhhh nefsine uyanlara, yuh insana kıyanlara , yuh yoksulu soyanlara, yuh her şeyi satanlara yuuuuh yuhhh diye haykırıyorum!..
" Bağımsızlık benim karekterim . " dememiş miydi Atatürk ?
Türkiye Büyük Millet Meclisi' mizdeki odaları tek tek aramadı mı birileri! Neymiş Avrupa Birliği Başkanı Meclisimizde konuşma yapacakmış. Onun güvenliğinden emin olmak için korumaları, bizim ülkemizde , bizim meclisimizde her köşeyi arıyor. Ne hakla ! Biz Meclisimizi koruyamıyorsak ülkemizi nasıl koruyacağız ? Kaldı ki bizim Dışişleri Bakanımız oraya gittiğinde saatlerce dışarda bekletmemişler miydi. Tepeden tırnağa Bakanımızı aramamışlar mıydı ! Kimsenin kişisel tercihleri beni ilgilendirmez. Ama Türkiye Cumhuriyeti Meclisine de , Bakanına da yapılan saygısızlık beni yaralar, üzer, ağlatır, kızdırır, öfkelendirir ! Umutsuzluk yaratır , diyecektim , vazgeçtim.
Bugün Tandoğan'da yeniden umutlarımızın yeşerdiğini gördüm. Birinci Tandoğan ' da ben de vardım. Önceki yazılarımda bundan söz etmiştim pek çok kez. Bu sefer gidemedim, sadece yüreğimle oradaydım , dedim ya ...
Köy Enstitüsü mezunu bir değerli öğretmen büyüğüm seslendi orada... Dikkatimi çeken , önemli bulduğum bir cümlesini aktarmak istiyorum sizlere:
" Bize, Köy Enstitüleri'nde İNSANI SÖMÜRMEYİ DEĞİL ; TOPRAĞI SÖMÜRMEYİ ÖĞRETTİLER ... " dedi...
Bugün biz ne yapıyoruz ? Topraklarımızı satıyoruz, satamadıklarımızı , verimli arazilerimizi birilerine konut yap, çarşı yap , para kazan, rant elde et diye vermeye kalkıyoruz. Dışardan buğday, pirinç vb. alıyoruz Üretmeden tüketmeye özendiriliyoruz. Üretmeden tüketmek, borçlanarak yaşamak nereye kadar ? Bizim Yerli Malı Haftalarımıza ne oldu ? Dışardan aldıklarımız
daha iyiymiş ! Varsın bizim ürettiklerimiz o kadar iyi olmasın. Biz alırsak, biz desteklersek daha iyisini de üretme çabasına girmez mi insanımız ? " Köylü Bu Milletin Efendisidir... " sözü nerelerde unutuldu ? Şimdilerde neden sahte hoca efendilerin peşine takıldık ? Kim, kimler tezgahladı bu oyunları ?
" Efendimiz" için bazı sanatçılara İLAHİ söyletmişler. Pazarlamasını çok güçlü bir şekilde yapıyorlar. Reklamları harika. Belli ki bizim gibi para yoksulu değiller. Ama YALAN SÖYLÜYORLAR, MİLLETİ KANDIRIYORLAR. Bu kez de PEYGAMBERİ alet ederek din tacirliği yapıyorlar. Neymiş kasetlerden elde ettikleri gelirle okul yapacaklarmış, o sanatçıların adını da bu okullara vereceklermiş. sanatçılar da para almadan ilahileri seslendirmişler...
Uyarmadı demeyin ! Daha önce 21 Mart 2008 tarihli bir yazı yazmıştım.
" Efendimiz mi Cumhuriyetimiz mi " diye... O yazıya bakarsanız göreceksiniz.
Tesadüfen tanık olduğum bir konuşmayı anlatmıştım Saman Yolu TV'deki. Bu ilahilerin bestecisiyle sunucu konuşuyordu. Orhan Hakalmaz'a söyletmeyi de düşündüğünü söylemişti besteci olan kişi. Merekla " Peygamberimiz " e yapıldığını düşündüğüm ilahiyi beklemiştim. Çünkü " Efendimiz için yaptığınız beste çok güzel olmuş " diyordu sunucu. Uzatmadan söyleyeyim. O konuşmaların sonunda anladım ki Efendimiz diye söz ettikleri Fethullah Gülen'miş. Şimdi bu kasetlerin gelirinin hangi okullara gideceği konusunda kuşkulanmaz da ne yaparsınız ? Yalan söylemeyi önerdiğini kendi sesinden dinlediğimiz bu kişinin masum olduğuna inana bilir misiniz ?
Biz kimiz ? Biz Kaç Kişiyiz ? Biz neden yanayız ?
Biz Atatürk Türkiyesinden yana sade insanlarız. Kendimiz kazanır, kendimiz yeriz. Herkesin hakkını savunuruz. Kendi haklarımızı da savunuruz. Ulusumuzun çıkarları söz konusu olursa kendi çıkarlarımızdan seve seve vazgeçebiliriz. Hukukun üstünlüğüne inanırız. Doğrudan, adaletten yanayız. Laik, demokratik Cumhuriyetten yanayız. Ulusal Egemenlikten, Atatürk Milliyetçiliğinden yana tarafız. Çağdaş uygarlıktan, insan onuruna yaraşan bir yaşam biçiminden yanayız. Tam bağımsızlıktan yana tarafız.
Bugün genç fikirli , gerçek fikirli olanlar, Atatürk saflarındadır. Atatürkçü Düşüncenin ışığında yaşama mücadelesi vermektedir.
Ben herkesi bir kez daha Atatürk Aydınlığında barışa, birliğe, insanca yaşamaya davet ediyorum. Kinden, kavgadan bölücülükten, gericilikten sıyrılın yeter !
Savaşımız, iyinin savaşı olsun, güzelin savaşı olsun. Bilimin, sanatın savaşı olsun. Yuh demesin ulus ! Ohhh desin ulus ! Rahat etsin insanlar...
Tüm engeller yok olur Atatürk Aydınlığında...
Vazgeçemeyiz hiçbirinden. Ne Atatürk ' ten , ne de onun eserinden...
Saygılarımla...
11 Nisan 2008 Cuma
ANLATIM BOZUKLUKLARI (III) VE BEN NERDE YANLIŞ YAPTIM
Yanlışı bilgisayara geç başlamakla yaptım...
Çocuklar üniversiteye gitmişti... Bu bilgisayar onlardan kalmıştı. İki üç yıl bilgisayar evde öylece durdu ve ben bir türlü açmaya cesaret edemedim. Geç kaldım, geç...
Bizim kuşak biraz şanssız mı ne ? Küçüklüğümüzde büyüklerimizin eskileriyle büyüdük. O yıllarda su küçüğün, söz büyüğündü... Çocuklar için söz gümüşse sukutun altın olduğu yıllardı. Bizler de fazla sorun çıkarmamaya çalışarak bugünlere geldik. Büyüdük işte... Ohh sıra bizde, dediğimizi düşünüyorsanız çok yanılıyorsunuz. Sıra bize hiç gelmedi ki... Artık söz de su da öncelikle çocuklarımızındı. Bundan yakındığımı düşünmeyin sakın. Durum değerlendirmesi yapıyorum sadece. Biz gönüllü olduk da diyebilirim çocuklarımızı öyle yetiştirmeye. Neyse efendim, bu bilgisayar doğal olarak onlara yetmemeye başladığı için , çocuklara yenileri alındı ve böylece bizim de bir bilgisayarımız oldu...
Biraz teknoloji özürlü olduk anlayacağınız. Başlangıçta çocuklar çok istediler bilgisayar kullanmamı; ama şimdi pek emin değilim. Şaka bir yana biraz fazla zorluyorum galiba onları. Şıkışınca şu nasıl olacak , diye telefona sarılıyorum. Başlangıçta onlar anlatmakta, ben anlamakta epeyce zorlandık. Bilmekle öğretmek doğru orantılı olmuyor her zaman. Öğretmenlikten biliyorum. Öğrencinin seviyesine inmeyi bilmek de önemli. Bir süre seviye sorunu yaşadık. Ben Alfabeyi sökmeye çalışırken, onlar bana roman okutmayı denediler ; sonunda orta yolda buluştuk. Bugünlere geldik... Öğrenciliğim devam ediyor bu konuda, bitecek gibi de görünmüyor.
Böylece çetleşmeye başladık çocuklarla... İlk zamanlardı sanıyorum... Yazmaya başladım zorlanarak, bu arada "de" bağlacını bitişik yazdığımı fark ettim! Boşver dedim, kendi kendime, silip tekrar yazmak o zaman oldukça güç geliyor bana, fark etmezler nasılsa ! Yazıyı bitirdim, tabi ekrana bakmadan yazıyorum usul usul... Kafamı kaldırdım, eyvah ki ne eyvah!.. Bunlar zamane çocukları, gözlerinden hiç kaçar mı ? Yakalamış fırsatını !
Önce "cıkk cıkkkk cıkk !" ları gördüm, arkasından da " Bakıyorum "de" bağlacını unutmuşsun, bilgisayara başlayalı" uyarısını, küçük kızımın !
Haklıydı, ne diyebilirdim ki...
Evet... Bağlaçlar ! Bakıyorum en fazla yanlışı bu konuda yapıyoruz. Oysa çok kolay. Bağlaç olan sözcüğü çıkardığımızda daralma olsa da, cümlenin anlamı bozulmuyor. Ekleri çıkardığımızda anlam tamamen bozuluyor.
Bir denemeye var mısınız ? " Aysema bilgisayarda yazıyor. " cümlesini şöyle yazsak olur mu ? " Aysema bilgisayar yazıyor." Oldu mu şimdi bu ? Olmadı, demek ki buradaki "- de " ek ve bitişik yazılması gerekiyor. Bir de şunu siz deneyin. "Çocuk ev(de) uyuyor. Kalsın o -"de" yerinde değil mi ?
Şimdi de şu örnekleri inceleyelim birlikte : " Bu yazı (da) okunur mu? " " Ev de çok güzelmiş. " " Yeni hazırlanan Sosyal Güvenlik Yasası kadınların haklarından da çoğunu ellerinden alıyor. " Gördüğünüz gibi buradakiler bağlaç ve çıkardığımızda cümle bozulmuyor. (Biraz anlamda daralma oluyor kuşkusuz.)
Yanlışlarımızdan biri de "mi" soru ilgeci ... Bu da ayrı yazılmalıdır. "Mi " den sonra gelen ekler de onunla birlikte hareket etmek zorundadır. Örneğin :
" Çocuk muyuz, ahh keşke çocuk olsak ! "
" Sevdiniz mi bu dizeyi ? "
Dert bir değil ki... Evet anladınız sırada "ki" ler var; az da değil, tam üç tane...
Bağlaç olan ayrı yazılacak doğal olarak :
" Duydum ki unutmuşsun, gözlerimin rengini..."
" Dediler ki ıssız kalan türbende, vahşi güller açmış; dermeye geldim. "
" Ben hep yazarım, yeter ki siz okuyun ... "
Ek olanlar iki tane... Bunlar ek oldukları için eklenerek yazılır.
"Evdeki pazar , çarşıya uymuyor."
"Çocuklardaki akıl, bizde yok. "
"Dünkü olayda kimlerin parmağı var.
Dikkat edilirse, "-deki" şeklinde geliyor ve kendisinden sonra gelen adı niteliyor. Sıfat türetmeye yarayan bu "-ki " ayrı yazılmaz.
Üçüncüsü ve de sonuncusu çoğunlukla "- inki, imki " biçiminde karşımıza çıkıyor ve ismin yerini tutuyor. Bu da ayrı yazılmaz.
" Seninki , benimki demeden herkese eşit davranmak zorunda değil mi siyasilerimiz. Seninki derken, " senin adamın" demek istiyoruz " ki " eki sayesinde...
" Kadın Hakları derken erkeklerinkini de gözardı etmemeliyiz."
Sizleri sıkmak istemiyorum. Son olarak "de" ile ilgili unuttuğum bir şeyi de eklemek istiyorum. Ek olanlar, ünsüz benzeşmesi gereği " - te, ta " olabilirler. Bağlaç olan " de" nin böyle bir şansı asla olamaz. Ayrı yazılır ve sadece " de, da " biçimiyle kullanılır.
Kızmazsanız sizlerden bir ricam olacak şimdi. Hepimiz yazdığımız bir yazıyı yeniden okuyalım. Kaçaklar varsa yakalayalım. Bundan sonra da kaçırmamak için gerekli önlemleri alalım . Güzel Türkçemiz adına yapalım mı bunu.
Sonra biri çıkar da " cıkk cıkkkk cıkk ! " diye bağırırsa şaşırmayın. Benden hatırlatması...
Her zaman olmasa da " Ben nerde yanlış yaptım ? " sorusunu kendimize sormalı değil miyiz ?
Keşkeleriniz az ; iyikileriniz çok olsun efendim...
10 Nisan 2008 Perşembe
PAZARA ÇIKMAK PAZARLAMA PAZARCI BENİ NEDEN SEVDİ
Pazara çıktınız mı hiç ? Ben uzun zamandır gitmemiştim; daha doğrusu kış boyunca gitmemiştim pazara. Ama yaz tatillerinde pazara gitmeyi de orada uzun uzun dolaşmayı da çok severim.
Son iki çarşambadır ders çıkışı akşam pazarına uğruyorum. Dündü ikincisi...
Akşam pazarı olmasına rağmen her şey var ve çok taze... Amacım daha çok , yeşillik almak... Fazla satış yok anlaşılan...
Baktım, yaşlı bir teyze gözümün içine bakıyor... " Gel bak, hepsi taze; kalmasın elimde !" diye seslenince yaklaştım yanına... Her şey çok ucuz... Manavdan iki, iki buçuğa aldığım marollar burada yedi yüz elliye satılıyor. Anlaşılan üreticiler değil de aracılar daha çok kazanıyor ülkemizde. Biz de tembellik ederek bu duruma katkı sağlıyoruz bilerek ya da bilmeyerek.
Neyse efendim, ben başladım sormaya, şu kaça bu kaça diye... Şundan da ver, bundan da derken pazarcı kadının kısmeti açıldı. Etrafımız müşteriyle doluverdi bir anda. Ben verdiğim paranın üstünü alamaz oldum. Sevinç içindeki satıcı bir yandan istenenleri poşete korken bir yandan da bana övgüler sıralamaya başladı. " Ben şimdi sana ne yapayım, sabahtan beri boştum, bak uğurlu geldin bana, döner mi ısmarlasam ! " Bir yandan konuşuyor, bir yandan da diğer müşterilerin isteklerine yetişmeye çalışıyordu. Ve ben beklemeye alınmıştım. Hem acele etmek istiyordum, hem de övgüleri dinlemek... Vallahi kim ne derse desin, kim yaparsa yapsın övgü duymak insanı mutlu ediyordu. Bunu yaşayarak bir kez daha görmüştüm ve neredeyse kendimden geçecektim. Teyzem sürdürüyordu konuşmasını, "Sen her hafta gel kızım, ben buradayım... Şunu da alın, kalmasın !" Beni genç bulmuştu. Ohh keyfim katmerlendi, neredeyse paranın üstünü bırakacağım, taşıyabileceğime güvensem , kalan malların hepsini alıp götüreceğim...
Uzattım mı bilmiyorum. Sonunda paranın üstünü de taşıyabileceğimden fazlasını da aldım, pazarlama ustası teyzemin yanından ayrıldım.
Artık diğer satıcıların yüzlerine bakmadan, seslerini duymadan yürüyorum. Biliyorum, bakarsam dayanamayacağım, biraz da şunlara uğurlu gelsem, diye düşünüp kaldıramayacağım yüklerin altına gireceğim...
Hepimiz insanız, düşünmeden duramıyoruz. Ben de kollarımın ağrısını duya duya hem yürüyüp hem de düşünmeye başladım.
Pazarcı beni neden sevdi ? Sonra da başka sevenleri sorgulamaya başladım. ABD bizi neden sevdi ? AB bizi niye bu kadar seviyor ? Talabani, Barzani, Şeyhler, Şıhlar, Emirler, Beyler ... Neden ?
Pazarcı beni sevdi, bunun nedenini biliyorum. Sevdi, çünkü satacağı şeyler vardı, ben de iyi bir alıcıydım. Hem de onun için varlığımla reklam yaparak satışını artırmıştım. Ben de pazarcıyı sevmiştim. Hem sayesinde gereksinimlerimi karşılamıştım, hem de ruhum okşanmıştı. Anlayacağınız iyi alışveriş olmuştu. Alan memnun, satan memnun...
Ya diğer bizi sevenler... Onlar neden seviyor ki ?.. Ne alıyoruz, ne veriyoruzu sorgulamaya başlayacaktım ki telefonum çaldı... Eşim arıyordu, neredesin, şurada bekle geliyorum. Kollarımın ağrısını yeniden hissetmeye başladım. Sevinerek eşimin dediği yere yöneldim...
Son iki çarşambadır ders çıkışı akşam pazarına uğruyorum. Dündü ikincisi...
Akşam pazarı olmasına rağmen her şey var ve çok taze... Amacım daha çok , yeşillik almak... Fazla satış yok anlaşılan...
Baktım, yaşlı bir teyze gözümün içine bakıyor... " Gel bak, hepsi taze; kalmasın elimde !" diye seslenince yaklaştım yanına... Her şey çok ucuz... Manavdan iki, iki buçuğa aldığım marollar burada yedi yüz elliye satılıyor. Anlaşılan üreticiler değil de aracılar daha çok kazanıyor ülkemizde. Biz de tembellik ederek bu duruma katkı sağlıyoruz bilerek ya da bilmeyerek.
Neyse efendim, ben başladım sormaya, şu kaça bu kaça diye... Şundan da ver, bundan da derken pazarcı kadının kısmeti açıldı. Etrafımız müşteriyle doluverdi bir anda. Ben verdiğim paranın üstünü alamaz oldum. Sevinç içindeki satıcı bir yandan istenenleri poşete korken bir yandan da bana övgüler sıralamaya başladı. " Ben şimdi sana ne yapayım, sabahtan beri boştum, bak uğurlu geldin bana, döner mi ısmarlasam ! " Bir yandan konuşuyor, bir yandan da diğer müşterilerin isteklerine yetişmeye çalışıyordu. Ve ben beklemeye alınmıştım. Hem acele etmek istiyordum, hem de övgüleri dinlemek... Vallahi kim ne derse desin, kim yaparsa yapsın övgü duymak insanı mutlu ediyordu. Bunu yaşayarak bir kez daha görmüştüm ve neredeyse kendimden geçecektim. Teyzem sürdürüyordu konuşmasını, "Sen her hafta gel kızım, ben buradayım... Şunu da alın, kalmasın !" Beni genç bulmuştu. Ohh keyfim katmerlendi, neredeyse paranın üstünü bırakacağım, taşıyabileceğime güvensem , kalan malların hepsini alıp götüreceğim...
Uzattım mı bilmiyorum. Sonunda paranın üstünü de taşıyabileceğimden fazlasını da aldım, pazarlama ustası teyzemin yanından ayrıldım.
Artık diğer satıcıların yüzlerine bakmadan, seslerini duymadan yürüyorum. Biliyorum, bakarsam dayanamayacağım, biraz da şunlara uğurlu gelsem, diye düşünüp kaldıramayacağım yüklerin altına gireceğim...
Hepimiz insanız, düşünmeden duramıyoruz. Ben de kollarımın ağrısını duya duya hem yürüyüp hem de düşünmeye başladım.
Pazarcı beni neden sevdi ? Sonra da başka sevenleri sorgulamaya başladım. ABD bizi neden sevdi ? AB bizi niye bu kadar seviyor ? Talabani, Barzani, Şeyhler, Şıhlar, Emirler, Beyler ... Neden ?
Pazarcı beni sevdi, bunun nedenini biliyorum. Sevdi, çünkü satacağı şeyler vardı, ben de iyi bir alıcıydım. Hem de onun için varlığımla reklam yaparak satışını artırmıştım. Ben de pazarcıyı sevmiştim. Hem sayesinde gereksinimlerimi karşılamıştım, hem de ruhum okşanmıştı. Anlayacağınız iyi alışveriş olmuştu. Alan memnun, satan memnun...
Ya diğer bizi sevenler... Onlar neden seviyor ki ?.. Ne alıyoruz, ne veriyoruzu sorgulamaya başlayacaktım ki telefonum çaldı... Eşim arıyordu, neredesin, şurada bekle geliyorum. Kollarımın ağrısını yeniden hissetmeye başladım. Sevinerek eşimin dediği yere yöneldim...
9 Nisan 2008 Çarşamba
ANLATIM BOZUKLUKLARI (II) BEN NERDE YANLIŞ YAPTIM
Anlatım bozukluklarından söz ederken aklıma Aristo 'nun şu sözü geldi :
" Akıllı insan düşündüğü her şeyi söylemez, fakat her söylediğini düşünür."
Siyasilerimizin sözlerine dikkat ediyor musunuz ? Ben bunu arada sırada yapıyorum. Düşünerek söylediklerinde daha az hata yapıyorlar, ama ya düşünmeden konuştukları...
Başbakanımız, Sayın Deniz Baykal'ı eleştirmek istiyor ve kaş yapayım derken göz çıkarıyor...
"Ben de RÜŞVET VERDİM ! " diyiveriyor... Oldu mu ya !
Bence rüşvet vermek de almak da çok kötü bir şey. Siz buna katılmayabilirsiniz, Başbakanımız da katılmayabilir. Kişisel olarak katılıp katılmamak sizi ilgilendirir. Bu kendinize duyduğunuz saygıyla ilgili bir konudur. Öğrencim olsaydınız sizi uyarırdım, ama değilsiniz... Peki derdin ne diyebilirsiniz. Söyleyeyim... Beni tedirgin eden Sevgili Ulusumun Başbakanı olarak bunu söylemiş olması ! Rüşvet alanlara gün doğmaz mı bu sözlerden sonra. Demezler mi : Bak , Başbakan bile rüşvet vermiş; zaten bu ülkede rüşvetsiz iş mi yapılıyor ki... " Utanacakları varsa da artık utanmazla !
Bir zamanlar, Bursalı bir iş adamı, Sayın Demirel 'in Cumhurbaşkanı olmasını, neden çok istediğini , şöyle açıklamıştı :
"O , Cumhurbaşkanı olsun, Çankaya'da bir el birlikte tavla oynayalım, yeter başka bir şey istemem ! "
Sonra o iş adamımız önce Bursa Milletvekili, sonra da Bakan oldu. O da düşünmeden konuşarak ağzındaki baklayı kaçırdı. Lütfen şu söze bakın :
"Ben de vergi kaçırdım ! "
Aferin bakanım, ne güzel yapmışsınız ! Türkiye sizinle gurur duyuyor. Alkışlar, alkışlar...
Örnekleri o kadar çok ki... Hepsini benden beklemeyin, biraz da siz dikkat edin, göreceksiniz.
Sonra efendim, Bursalı Bakanımız yargılandı... Tabii iktidarını kaybettikten sonra... Önce DOKUNULMAZLIĞI vardı... Kim miydi bu bakan ? Yanılmıyorsam Cavit Çağlar'dı. Başkaları da var tabii, yine de o dürüstçe söyledi, diyeceğim, olmayacak. Çünkü Bakan vergi kaçırırsa...
Yine bir eski başbakanımız, sonradan Cumhurbaşkanımız da oldu...
" Benim memurum işini bilir ! "
diyerek yol gösteriyordu, tabii ki kötü yol... Biz bu yola düşmedik.
" Ben , zenginleri severim !.."
dedi. Biz sevilmeyenlerden olmayı seçtik...
Neden " DOKUNULMAZLIK " sözünden hoşlanmadıklarını bir türlü anlayamıyorum. Anlayan varsa anlatsın...
Biz de özgürlüklerden yanayız. Hatta bizi temsil edenlerin çok daha fazla özgür olmasından yanayız. Ama suç işleme özgürlüğü olabilir mi ?
Ülkenin bölünmesini isteyecekler, özgür olacaklar... Böl kardeşim mi diyeceğiz ?! Laik, demokratik , hukuk düzenimizi değiştirmeğe kalkacaklar, değiştir özgürsün, diyip susacak mıyız ?! Hırsızlık, arsızlık, yalan dolan , rüşvet, kaçakçılık... yapanlar olacak, herkes özgür diyeceğiz öyle mi ?!
Yine çıldırmaya başladım. En iyisi ben burada sözü sizlere bırakayım.
Söyler misiniz ? Ben nerde yanlış yaptım ?
" Akıllı insan düşündüğü her şeyi söylemez, fakat her söylediğini düşünür."
Siyasilerimizin sözlerine dikkat ediyor musunuz ? Ben bunu arada sırada yapıyorum. Düşünerek söylediklerinde daha az hata yapıyorlar, ama ya düşünmeden konuştukları...
Başbakanımız, Sayın Deniz Baykal'ı eleştirmek istiyor ve kaş yapayım derken göz çıkarıyor...
"Ben de RÜŞVET VERDİM ! " diyiveriyor... Oldu mu ya !
Bence rüşvet vermek de almak da çok kötü bir şey. Siz buna katılmayabilirsiniz, Başbakanımız da katılmayabilir. Kişisel olarak katılıp katılmamak sizi ilgilendirir. Bu kendinize duyduğunuz saygıyla ilgili bir konudur. Öğrencim olsaydınız sizi uyarırdım, ama değilsiniz... Peki derdin ne diyebilirsiniz. Söyleyeyim... Beni tedirgin eden Sevgili Ulusumun Başbakanı olarak bunu söylemiş olması ! Rüşvet alanlara gün doğmaz mı bu sözlerden sonra. Demezler mi : Bak , Başbakan bile rüşvet vermiş; zaten bu ülkede rüşvetsiz iş mi yapılıyor ki... " Utanacakları varsa da artık utanmazla !
Bir zamanlar, Bursalı bir iş adamı, Sayın Demirel 'in Cumhurbaşkanı olmasını, neden çok istediğini , şöyle açıklamıştı :
"O , Cumhurbaşkanı olsun, Çankaya'da bir el birlikte tavla oynayalım, yeter başka bir şey istemem ! "
Sonra o iş adamımız önce Bursa Milletvekili, sonra da Bakan oldu. O da düşünmeden konuşarak ağzındaki baklayı kaçırdı. Lütfen şu söze bakın :
"Ben de vergi kaçırdım ! "
Aferin bakanım, ne güzel yapmışsınız ! Türkiye sizinle gurur duyuyor. Alkışlar, alkışlar...
Örnekleri o kadar çok ki... Hepsini benden beklemeyin, biraz da siz dikkat edin, göreceksiniz.
Sonra efendim, Bursalı Bakanımız yargılandı... Tabii iktidarını kaybettikten sonra... Önce DOKUNULMAZLIĞI vardı... Kim miydi bu bakan ? Yanılmıyorsam Cavit Çağlar'dı. Başkaları da var tabii, yine de o dürüstçe söyledi, diyeceğim, olmayacak. Çünkü Bakan vergi kaçırırsa...
Yine bir eski başbakanımız, sonradan Cumhurbaşkanımız da oldu...
" Benim memurum işini bilir ! "
diyerek yol gösteriyordu, tabii ki kötü yol... Biz bu yola düşmedik.
" Ben , zenginleri severim !.."
dedi. Biz sevilmeyenlerden olmayı seçtik...
Neden " DOKUNULMAZLIK " sözünden hoşlanmadıklarını bir türlü anlayamıyorum. Anlayan varsa anlatsın...
Biz de özgürlüklerden yanayız. Hatta bizi temsil edenlerin çok daha fazla özgür olmasından yanayız. Ama suç işleme özgürlüğü olabilir mi ?
Ülkenin bölünmesini isteyecekler, özgür olacaklar... Böl kardeşim mi diyeceğiz ?! Laik, demokratik , hukuk düzenimizi değiştirmeğe kalkacaklar, değiştir özgürsün, diyip susacak mıyız ?! Hırsızlık, arsızlık, yalan dolan , rüşvet, kaçakçılık... yapanlar olacak, herkes özgür diyeceğiz öyle mi ?!
Yine çıldırmaya başladım. En iyisi ben burada sözü sizlere bırakayım.
Söyler misiniz ? Ben nerde yanlış yaptım ?
8 Nisan 2008 Salı
ANLATIM BOZUKLUKLARI
Bugün biraz anlatım bozukluklarından söz etmek istiyorum. Hepimizin zaman zaman gereksinimi var buna...
Anlam ve Anlatım Yönünden Yaptığımız Yanlışlar :
Önce birbiriyle en çok karıştırılan sözcüklere bakalım mı ?
- " Yaşantınızın " bu anında size mutluluklar diliyorum... ( Yaşamınızın olmalıydı.)
- Özge, üniversite " öğretimini " bu yıl bitiriyor. (Öğrenimini olmalıydı.)
- Bu iki görüş arasında yadsınamaz bir " ayrıntı " var. (Ayrım, fark olmalıydı. )
- Anayasa değiştirilmesi " ivecenliğe " getirilemez. ( İvediliğe, aceleye olmalıydı.)
- THY uçak bilet " fiyatlarına " zam yapmış. ( ücretlerine )
- Aysema kendisini bize " tanıştırdı. " ( tanıttı )
- İlbilge yazma çalışmalarında son derece " etkendi " . ( etkindi )
- Fenerbahçeli sporcunun başarısını " azımsayarak " bir yere varamazsınız. ( Küçümseyerek olmalıydı. Maaşınızı az bulabilirsiniz, kişiyi değil. Kişiler için küçümseme kullanılır. Ama siz yine de kimseyi küçümsemeyin... )
- Evlerin birbirine " yaklaşık " yapılması depremde sorun oluşturmaz mı? (yakın olmalıydı .)
- Atılım, sosyal çalışmalarda son derece "etken " di. ( etkin )
- Bu tartışmanın "sonucunda " umarım sıkılmamışsınızdır. ( sonunda)
Gereksiz Kullanılan Sözcük ve Ekler :
- Birbirimizin yaşanmış deneyimlerinden yararlanmalıyız. ( "yaşanmış " gereksiz , deneyim yaşanarak kazanılmıyor mu ? )
- Size sağlık ve sıhhatler dilerim.
- Feyza, neşeli ve şen bir insandır.
- Okula yaya yürüyerek giderim. (yaya !)
- Soğuk sıfırın altında eksi yirmi dereceydi. (eksi)
- Oysa Ayşe'ninse bundan haberi yoktu. (oysa)
- Bu blogda beklenmedik sürprizlerle karşılaşabilirsiniz. (beklenmedik gereksiz )
- Taşıt araçlarından korkar olduk. (araçlar)
- Kimseye güven ve itimat edemeyecek miyiz ? ( itimat )
- Amacım ve maksadım Türkçeyi doğru kullanmak. (maksat )
- Bundan böyle artık bana yorum yapmayacak mısınız ? ( artık )
- Blogların en büyük rakibi yazılı basın mıdır ? ( yazılı )
- Değerli okuyucularıma saygı ve hürmetlerimi sunarım. ( hürmet )
- Sabrınızdan ötürü sizi kutluyor ve hem de size başarılar diliyorum. ( hem de gereksiz.)
- Hastamız iyi oldu. (iyileşti demek daha doğru kullanım.)
- Okumayacaksınız diye kuşku etmedim değil. ( Kuşkulanmadım olmalıydı. )
- İşin daha da önemli yanı ise kimsenin bunları önemsememesidir. (ise, gereksiz kullanılmış. )
- Giydiği kravatı beğendiniz mi ? ( taktığı olmalıydı )
- Hükümetin ekonomi politikası güç duruma düşmemizi sağladı. ( Olumsuzlarda, neden oldu , denir. )
- Öğretmenimizin çabaları başarılı olmamıza neden oldu. ( sağladı, olmalıydı.)
- Yazdıklarımdan hiç kuşkusuz yararlanmış olabilirsiniz. ( Kuşkusuz, kesinlik bildirir ve olabilirsiniz sözcüğüyle çelişir. )
- Mutlu olmayı kesinlikle istiyor olmalıdır. ( aynı yanlış )
Yanlış Yazılan Sözcükler : Ben doğru yazımlarını aldım buraya.
yalnız
yanlış
bazı
Okuyabilir misiniz ?
Koşabilir.
Geliver.
Bakakalırım.
Düşeyazdı.
affet
sabret
terk et
mulu ol
kaybol
hisset
rica et
Bu arada "ŞEY" ile ilgili HER ŞEY ayrı yazılır.
HER ile ilgili , herhangi, herkes dışındaki sözcükler ayrı yazılır. HER ZAMAN, HER GÜN, HER DURUMDA...
Eklerin ve bağlaçların yazımıyla ilgili yanlışları bir sonraki yazıya bırakmak istiyorum. Dikkatiniz iyice dağıldı... Daha sonra da Cümle Düzeyindeki Anlatım Bozukluklarına değineceğim.
Sıkılmadığınızı düşünmek istiyorum...
İKİLEM YAŞAMAK
Sizin de ikilemleriniz oldu mu ? Bu da soru mu şimdi, olmuştur mutlaka...
Ben yine karasızlık içine girdim. İkilem yaşamak kısıtlıyor beni de. Böyle durumlarda kendime zaman tanıyorum. Bu da yazmamı engelliyor bir süreliğine...
Onu mu yazayım, bunu mu ? Bir yandan da seviniyorum. İkilem beni kısıtlarken bir yandan da özgür olduğumu düşündürüyor bana... Tuhaf değil mi ? Kısıtlama ve özgürlük, iki karşıt kavram...
İkilem yaşamak özgür olmak anlamına gelir mi ? Bence gelir. Çünkü ikilemin var olması demek,
seçeneklerin var olması demektir. Yani bir seçim yapacağız demektir. İşte bu nedenle ikilem yaşadığımız için sevinmemiz gerektiğini düşünüyorum. Haksız mıyım ?
Düşünün bir kez : Yazabileceğiniz tek bir konu, okuyabileceğiniz tek bir kitap ya da gazete, dinleyeceğiniz tek bir müzik, konuşabileceğiniz tek bir kişi, seçebileceğiniz tek bir meslek, arayacağınız tek bir adres , yaşayabileceğiniz tek bir şehir olsaydı ne denli özgür hissederdiniz kendinizi ?
Evet , ben şu anda özgürlüğümü , seçme özgürlüğümü , kullanarak " Dünü düşünerek " bugünü yazmak istiyorum...
Dün sizlerle paylaştığım , 28 Ocak 1976 tarihli günlüğümün sonunda şöyle demişim:
" Olayların ardı arkası kesilmiyor. Gün yok ki üzücü bir haber almayalım radyodan. Her gün bir ölüm haberi... Nasıl olacak, nereye gidecek ? Ortaokullara kadar yayıldı......... " Sonra da yazıyı :
" Düzelir diye teselli olalım. Her şey düzelir. İş işten geçmemiş olsa !.. " diye tamamlamışım.
Evet, iş işten geçmemiş olsa ! Günlükteki bu yazıyı, 1980 'den dört yıl önce yazmışım. O gün iş işten geçmemişti henüz. Bu olaylar dört yıl daha sürmüş. Önlem alınmadı mı , alınamadı mı, birileri bizi o karanlık günlere bilerek isteyerek mi sürükledi durup düşünmek zorunda değil miyiz ?
Ve bugün... 1976' dan 2008'e... Kocaman 32 yıl geçmiş. Benzer olayları yaşadığımızı görmenin tedirginliği içinde dünümü mü, bugünümü mü yazsam diye ikilem yaşıyorum.
Yazık değil mi bize ? Bir ömür, birileri cebini, hırsını dolduracak diye , acılar yaşayarak tükenmiş. Kişisel mutluluklarımızdan utanır olmuşuz. Yaşamalarımızı ertelemişiz. Yeteneklerimizi geliştirememişiz. Bir ömür boyu yol almışız ama geriye dönüp bakınca bir arpa boyu ilerlememiş olmanın acısını yaşıyoruz.
Ve bugün... Daha da büyük tehlikelerin var olduğunu görüyoruz. Üstümüze üstümüze çullananların kollarının bir ahtapotunkinden daha çok ve daha güçlü olduğunu görüp ürküyoruz. Nereden, nasıl saldıracaklarını anlamaya, çözmeye, önlemler almaya çalışıyoruz.
Daha dün Akdeniz Üniversitesinde karşımıza çıktılar... Gençleri birbirine düşürüp aralarına karıştılar... Ellerinde silah, kameralara poz verip ortadan kayboldular... Herkes yakalandı, silahlı ajan kaçtı nasıl olduysa!.. MHP Antalya örgütüne gidip geliyormuş, olayın arkasından, hemen bu görüntüler gönderildi televizyonlara... MHP ve Ülkücülere oldum olası güven duymadım. Geçmişte çok hatalar yaptıklarını, çok acılar yaşattıklarını da söyleyebilirim, ancak bu olay bana Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneğinin başına gelenleri anımsattı, nedense...
Hatırlayanlar vardır ama bilmeyenler için yazmak istiyorum. Derneğe genç bir çocuk geliyor, birlikte çalışmak istediğini söylüyor. Bir süre çalışıyor, herkesin sevgi ve güvenini kazanıyor. Sonra bir gün derneğe polis baskın düzenliyor ve bir kaset ele geçiyor. Çağdaş yaşamı toplumun gözünden düşürecek bir kaset ! Sonradan iş anlaşılıyor. Sözünü ettiğimiz genç o kaseti özellikle oraya koymuş, bu amaçla aralarına sızmış...
Şimdi Antalya Üniversitesindeki olaya dönersek... Olaydan hemen sonra bu kasetlerin servis yapılması... MHP 'yi zan altında bırakıyor, bir. Antalya Üniversitesi Rektörü , Üniversiteler Arası Kurulun Başkanı değil mi ? Türban konusundaki darbe girişimcilerine en sert tepkiyi bu kurul ve başkan vermedi mi ? Bu olay çok başarılı bir rektörü karalamak için iyi bir olanak yaratmadı mı, bu da iki... Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörü Sayın Yücel Aşkın'a ve bu olayda suçladıkları kişinin intiharına tanık olmadı mı bu toplum. Şemdinli soruşturmasını unutabilir miyiz ?
Ergenekon soruşturmasında da çeşitli servisler yapılmadı mı birileri tarafından ? Sayın İlhan Selçuk gece yarısı evinden apar topar götürülmedi mi ? O günden sonra hastanede değil mi ?
Sivas Madımak otelinde aydınlarımız yakılmadı mı göz göre göre... O olaydan bir hafta sonra ünlü yazarımız Rıfat Ilgaz 'ı kaybetmedik mi ? Danıştay saldırısında bir savcımızı yitirmedik mi , onun cenaze töreninden sonra da Sayın Bülent Ecevit 'i yatırmadık mı hastaneye. Ve sonra da...
Fethullah Gülen , neredeyse berat etmeyecek miydi, savcılarımız olaya el koymasaydı ? Berat ettikten sonra ülkeye dönmeyecek miydi ?
Bütün bu olaylar toplumda korku ve endişe yaratmıyor mu, korkudan insanlarımız susmuyor mu ? Bu da üç !..
Demokrasinin olanaklarından yararlanarak, demokrasinin olmazsa olmaz kurumlarına birileri saldırmaya kalkmadı mı ? Hukuk hepimize gerekmiyor mu ? Size ayrı, bize ayrı uygulanırsa ona hukuk diyebilir miyiz ? Zengine başka, yoksula başka; az olana çok yasak, çok olana yok yasak nerede görülmüş. Toplumda huzur isteyenler, yasalara saygılı olmak zorunda değil mi ? Demokrasi ne zamandan beri kuralsızlık rejimi oldu ki ?
Zor, çok zor günlerden geçiyoruz... Düzelir diye teselli olmak istiyorum yine de... Yeter ki İŞ İŞTEN GEÇMESİN !
Ben yine karasızlık içine girdim. İkilem yaşamak kısıtlıyor beni de. Böyle durumlarda kendime zaman tanıyorum. Bu da yazmamı engelliyor bir süreliğine...
Onu mu yazayım, bunu mu ? Bir yandan da seviniyorum. İkilem beni kısıtlarken bir yandan da özgür olduğumu düşündürüyor bana... Tuhaf değil mi ? Kısıtlama ve özgürlük, iki karşıt kavram...
İkilem yaşamak özgür olmak anlamına gelir mi ? Bence gelir. Çünkü ikilemin var olması demek,
seçeneklerin var olması demektir. Yani bir seçim yapacağız demektir. İşte bu nedenle ikilem yaşadığımız için sevinmemiz gerektiğini düşünüyorum. Haksız mıyım ?
Düşünün bir kez : Yazabileceğiniz tek bir konu, okuyabileceğiniz tek bir kitap ya da gazete, dinleyeceğiniz tek bir müzik, konuşabileceğiniz tek bir kişi, seçebileceğiniz tek bir meslek, arayacağınız tek bir adres , yaşayabileceğiniz tek bir şehir olsaydı ne denli özgür hissederdiniz kendinizi ?
Evet , ben şu anda özgürlüğümü , seçme özgürlüğümü , kullanarak " Dünü düşünerek " bugünü yazmak istiyorum...
Dün sizlerle paylaştığım , 28 Ocak 1976 tarihli günlüğümün sonunda şöyle demişim:
" Olayların ardı arkası kesilmiyor. Gün yok ki üzücü bir haber almayalım radyodan. Her gün bir ölüm haberi... Nasıl olacak, nereye gidecek ? Ortaokullara kadar yayıldı......... " Sonra da yazıyı :
" Düzelir diye teselli olalım. Her şey düzelir. İş işten geçmemiş olsa !.. " diye tamamlamışım.
Evet, iş işten geçmemiş olsa ! Günlükteki bu yazıyı, 1980 'den dört yıl önce yazmışım. O gün iş işten geçmemişti henüz. Bu olaylar dört yıl daha sürmüş. Önlem alınmadı mı , alınamadı mı, birileri bizi o karanlık günlere bilerek isteyerek mi sürükledi durup düşünmek zorunda değil miyiz ?
Ve bugün... 1976' dan 2008'e... Kocaman 32 yıl geçmiş. Benzer olayları yaşadığımızı görmenin tedirginliği içinde dünümü mü, bugünümü mü yazsam diye ikilem yaşıyorum.
Yazık değil mi bize ? Bir ömür, birileri cebini, hırsını dolduracak diye , acılar yaşayarak tükenmiş. Kişisel mutluluklarımızdan utanır olmuşuz. Yaşamalarımızı ertelemişiz. Yeteneklerimizi geliştirememişiz. Bir ömür boyu yol almışız ama geriye dönüp bakınca bir arpa boyu ilerlememiş olmanın acısını yaşıyoruz.
Ve bugün... Daha da büyük tehlikelerin var olduğunu görüyoruz. Üstümüze üstümüze çullananların kollarının bir ahtapotunkinden daha çok ve daha güçlü olduğunu görüp ürküyoruz. Nereden, nasıl saldıracaklarını anlamaya, çözmeye, önlemler almaya çalışıyoruz.
Daha dün Akdeniz Üniversitesinde karşımıza çıktılar... Gençleri birbirine düşürüp aralarına karıştılar... Ellerinde silah, kameralara poz verip ortadan kayboldular... Herkes yakalandı, silahlı ajan kaçtı nasıl olduysa!.. MHP Antalya örgütüne gidip geliyormuş, olayın arkasından, hemen bu görüntüler gönderildi televizyonlara... MHP ve Ülkücülere oldum olası güven duymadım. Geçmişte çok hatalar yaptıklarını, çok acılar yaşattıklarını da söyleyebilirim, ancak bu olay bana Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneğinin başına gelenleri anımsattı, nedense...
Hatırlayanlar vardır ama bilmeyenler için yazmak istiyorum. Derneğe genç bir çocuk geliyor, birlikte çalışmak istediğini söylüyor. Bir süre çalışıyor, herkesin sevgi ve güvenini kazanıyor. Sonra bir gün derneğe polis baskın düzenliyor ve bir kaset ele geçiyor. Çağdaş yaşamı toplumun gözünden düşürecek bir kaset ! Sonradan iş anlaşılıyor. Sözünü ettiğimiz genç o kaseti özellikle oraya koymuş, bu amaçla aralarına sızmış...
Şimdi Antalya Üniversitesindeki olaya dönersek... Olaydan hemen sonra bu kasetlerin servis yapılması... MHP 'yi zan altında bırakıyor, bir. Antalya Üniversitesi Rektörü , Üniversiteler Arası Kurulun Başkanı değil mi ? Türban konusundaki darbe girişimcilerine en sert tepkiyi bu kurul ve başkan vermedi mi ? Bu olay çok başarılı bir rektörü karalamak için iyi bir olanak yaratmadı mı, bu da iki... Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörü Sayın Yücel Aşkın'a ve bu olayda suçladıkları kişinin intiharına tanık olmadı mı bu toplum. Şemdinli soruşturmasını unutabilir miyiz ?
Ergenekon soruşturmasında da çeşitli servisler yapılmadı mı birileri tarafından ? Sayın İlhan Selçuk gece yarısı evinden apar topar götürülmedi mi ? O günden sonra hastanede değil mi ?
Sivas Madımak otelinde aydınlarımız yakılmadı mı göz göre göre... O olaydan bir hafta sonra ünlü yazarımız Rıfat Ilgaz 'ı kaybetmedik mi ? Danıştay saldırısında bir savcımızı yitirmedik mi , onun cenaze töreninden sonra da Sayın Bülent Ecevit 'i yatırmadık mı hastaneye. Ve sonra da...
Fethullah Gülen , neredeyse berat etmeyecek miydi, savcılarımız olaya el koymasaydı ? Berat ettikten sonra ülkeye dönmeyecek miydi ?
Bütün bu olaylar toplumda korku ve endişe yaratmıyor mu, korkudan insanlarımız susmuyor mu ? Bu da üç !..
Demokrasinin olanaklarından yararlanarak, demokrasinin olmazsa olmaz kurumlarına birileri saldırmaya kalkmadı mı ? Hukuk hepimize gerekmiyor mu ? Size ayrı, bize ayrı uygulanırsa ona hukuk diyebilir miyiz ? Zengine başka, yoksula başka; az olana çok yasak, çok olana yok yasak nerede görülmüş. Toplumda huzur isteyenler, yasalara saygılı olmak zorunda değil mi ? Demokrasi ne zamandan beri kuralsızlık rejimi oldu ki ?
Zor, çok zor günlerden geçiyoruz... Düzelir diye teselli olmak istiyorum yine de... Yeter ki İŞ İŞTEN GEÇMESİN !
7 Nisan 2008 Pazartesi
HALUK'UN VEDAI
2 OCAK 1976
Cuma
GÜNCE:
HALUK' UN VEDAI 'NDAN
İşte bir yol ki hep çakıl ve diken,
Geçeceksin yarın bu yoldan sen...
Geçeceksin, ayakların yorgun,
Ellerin şerha şerha, bağrın hun.
Sen yoruldukça yol uzar, artar ;
Çalı dişler, taş ağrıtır, yırtar ;
Çırpınır her dikende bir parçan.
Yine sen , pür-emel önünde uçan
O esiri hayali kapmak için
Atılır, yırtınır ve inlersin.
Varsın uçsun, bugün değilse yarın
O senindir, mükedder olma sakın.
KOŞAN ELBET VARIR, DÜŞEN KALKAR ;
KARA TAŞTAN SU DAMLA DAMLA AKAR ;
BİRİKİR, SONRA BİR GÜMÜŞ GÖL OLUR ,
ARAYAN HAKKI EN SONUNDA BULUR.
(Tevfik Fikret )
Cuma
GÜNCE:
HALUK' UN VEDAI 'NDAN
İşte bir yol ki hep çakıl ve diken,
Geçeceksin yarın bu yoldan sen...
Geçeceksin, ayakların yorgun,
Ellerin şerha şerha, bağrın hun.
Sen yoruldukça yol uzar, artar ;
Çalı dişler, taş ağrıtır, yırtar ;
Çırpınır her dikende bir parçan.
Yine sen , pür-emel önünde uçan
O esiri hayali kapmak için
Atılır, yırtınır ve inlersin.
Varsın uçsun, bugün değilse yarın
O senindir, mükedder olma sakın.
KOŞAN ELBET VARIR, DÜŞEN KALKAR ;
KARA TAŞTAN SU DAMLA DAMLA AKAR ;
BİRİKİR, SONRA BİR GÜMÜŞ GÖL OLUR ,
ARAYAN HAKKI EN SONUNDA BULUR.
(Tevfik Fikret )
6 Nisan 2008 Pazar
YOL GİDER AH NASIL DA
De bana
Anlat hadi
Kaç
Kaç kez
Gönül gözüyle gördük
Can kulağıyla dinledik ki
Ah çın çın nasıl da güzel
Bir aydınlık
Beklenmedik bir zamanda
Beklenmedik yerde
Önümüzde
Arkamızda
Her yerde
Bir ses
Seslenen bir ses
Adımızı
Bir selam
Bir merhaba
Trende
İskelede
Durakta
Uzakta
Ah uzakta
Ah Bozcaada / Tenedos' ta
Bir şarkının ilk sözlerinde
Bir martının son sözlerinde
.............
(Arif Damar)
BENİ UNUTMA
"Dedim artık bilgiden yana eksiğim yok
Her sırrına şu dünyanın ermişim az çok
Derken aklım geldi başıma bir de baktım
Ömrüm gelip geçmiş hiçbir şey bildiğim yok "
Evet... Ömür gelip geçiyor... Geçerken bizde çeşitli izler de bırakıyor. Zaman zaman şöyle geriye dönüp biraz düşünmekte yarar var sanırım... Ne yaptım, bugüne kadar ?
Ne mi yaptım ? Ne yapmadım ki...
Önce şunu gururla söyleyebileceğim, mutlu bir evlilik... Otuz iki yıl olmuş... Nasıl geçmiş bu kadar yıl anlayamadım. Bu konuda iyi ki'lerim o kadar çok ki... Yaşımı sormayın, kadınların yaşı sorulmazmış. Ama yine de belli etmeseniz de hesaplamaya çalıştığınızı hissedebiliyorum...
Sonra "En güzel eserlerim." diyebileceğim iki evlat...
Yeter mi bilmiyorm. Başbakanımızı bu sayı mutlu eder mi ? Etmez biliyorum. O , çocuk sayısı en az üç olacak diye direniyor. Az çocuk isteyenleri neredeyse vatan hayini ilan edecek...
" Afedersiniz, biz de evlenirken sizin gibi yoksul bir ailenin çocuğuyduk." diyor başbakanımız... Sayın Başbakan biz yine yoksuluz, unuttuğunuz bu sanırım. Evlenen, çalışan, hatta iki kişi birden otuz yıl çalışan insanlar zengin olmuyor ki ülkemizde ! Siz tek kişi çalışarak nasıl bu kadar zengin oldunuz ?
Geçenlerde yayınlandı görmüşsünüzdür. Dünyanın en zengin kişilerinin listesinde, Başbakanımız sekizinci sırada... Yanlış anlamadınız, sekizinci (8.) ... Yoksul bir ülkenin çok zengin bir Başbakanı olmak nasıl bir duygu ! En az üç çocuk talep eden Başbakanımızdan benim de bir talebim olacak... Lütfen söyler misiniz , nasıl bu kadar zengin oldunuz ? Dört çocuğu nasıl yaptınız bunu herkes az çok biliyor da bu ülkede nasıl zengin olunacağını çoğunluk bilmiyor. Ahh bunu bir öğrensinler, gör bakalım tutabilecek misin bu milleti ? Üç değil, binlerce üç çocukları olur da siz bile yeter , dersiniz !..
Bak söz yine döndü dolaştı nereye geldi ? İnanın bugün Başbakandan söz etmek aklımın ucundan bile geçmiyordu. Tutamadım yine kendimi... İki çocuk yapmış olmanın ezikliği içinde, suçluluk psikolojisine kaptırdım kendimi, savunmaya geçtim...
Oysa bugün benim çok özel bir günüm... "Bugün benim doğum günüm..." Ve ben doğum günümde geçmişimi sorgulamak istedim.
Bugüne kadar ne yaptım ? Derdim bu ...
Evet... Övünerek söyleyebileceğim, binlerce öğrenci... Hepsi için söyleyemesem de bir bölümünün yetişmesinde katkım olmuştur sanırım. Ancak gönül rahatlığı içinde şunu söyleyebilirim , hepsini çok sevdim, elimden gelenin en iyisini yapmaya çalıştım. Yolları aydın olsun tüm çocuklarımızın...
İnsan böyle özel günlerinde biraz fazla duygusal oluyor nedense... Ben de öyleyim şu anda . Ve tüm sevenlerime Ümit Yaşar Oğuzcan 'ın şiiriyle veda etmek istiyorum...
BENİ UNUTMA
Bir gün gelir de unuturmuş insan
En sevdiği hatıraları bile
Bari sen her gece yorgun sesiyle
Saat on ikiyi vurduğu zaman
Beni unutma.
Çünkü ben her gece o saatlerde
Seni yaşar ve seni düşünürüm.
Hayal içinde perişan yürürüm.
Sen de karanlığın sustuğu yerde
Beni unutma.
O saatlerde serpilir gülüşün
Bir avuç su gibi içime , ey yar
Senin de başında o çılgın rüzgar
Deli deli esiverirse bir gün
Beni unutma.
Ben ayağımda çarık, elimde asa
Senin için şu yollara düşmüşüm
Senelerce sonra sana dönüşüm
Bir mahşer gününe de rastlasa
Beni unutma.
Hala duruyorsa yeşil elbisen
Onu yalnız benim için giy
Saksındaki pembe karanfilde çiğ
Ve bahçende yorgun bir kuş görürsen
Beni unutma.
Büyük acılarla tutuştuğum gün
Çok uzaklarda da olsan yine gel
Bu ölürcesine sevdiğine gel
Ne olur Tanrı 'ya kavuştuğum gün
BENİ UNUTMA...
Sevgiyle kalın, dostça yaşayın, SEVDİKLERİNİZİ UNUTMAYIN, UNUTTUKLARINIZI HATIRLAYIN...
5 Nisan 2008 Cumartesi
KAZ DAĞLARI OKSİJEN VE ALTIN
"Her nereye gidersen eyle talanı
Öyle yap ki ağlatasın güleni
Bir saatte söyle yüz bin yalanı
El bir doğru söylerse inanma "
Bugün Çanakkale'de Çevre Mitingi var. Çevreye duyarlı yurttaşlarımız oradan seslerini duyurmaya çalışıyorlar hepimize. "Altına Hayır!" diyorlar. Deli mi bunlar ? Yağmurun altında haykırıyorlar : "Altına Hayır !.."
"Deli koyun
Deli kurt, deli koyun
Yarinden ayrılanın
Adını deli koyun. "
Altın , en değerli maden değil mi ki bu insanlar istemiyor ? Dertleri ne ?
Dertleri yaşamak... İnsan gibi soluyarak, temiz hava alarak yaşamak...
Ülkemizin "Oksijeni en bol olan bir yöresinin akçiğerlerini söküp almak istiyorlar. Nefes alamayan insana altından köşk verseniz rahatlar mı ?
Kaz dağı ... Efsanedeki adı İDA... Kaz dağının altında altın varmış; yabancılar arayıp çıkaracaklarmış. Altını onlar oyacaklar, üstünde biz soluksuz kalacağız. Bergama'da olanları da hep birlikte yaşadık. Vatanından vazgeçmek isteyene deli denmez de ne denir ?
Çanakkale, Ayvalık, Edremit, Akçay, Zeytinli, Gömeç, Havran, Dikili, Çandarlı, Bergama, İzmir... Ve ötesi... Tarihi ve bozulmamış , doğal güzellikleriyle yaşanası yörelerimiz değil mi ? Kim, ne hakla buraları birilerine pazarlamaya kalkıyor ? Çalışan kol toprağı altın ederken, çalışmayan ellerin yaptığına bakın ! Çalışmadan, emek harcamadan, hiçbir şey üretmeden, mirasyedi gibi atalarının canları pahasına kazandıkları bu toprakları satmalarına izin mi vereceğiz?
Siz bir şey ürettiklerine tanık oldunuz mu ? Bir hızlı tren dediler, ilk gün kaza yaptılar. Anladık ki tren bildiğimiz kara tren, adını hızlı koyup koş diyince koşmuyor. Kara tren gelmez m!ola, düdüğünü çalmaz m!ola...
En iyi bildikleri ticaret. Al, sat... Yalnız alınandan da satılandan da bize bir fayda yok. Alınanları paramız olmadığı için biz alamıyoruz. Satılanların parasının ne olduğunu da bilmiyoruz. Bildiğimiz vatandaşa bundan da bir fayda gelmediği...
Çanakkale'de doğruyu söyleyenlere kulak vermek zorundayız. Bir kez olsun "El bir doğru söylerse inanma !" sözüne boşveremez misiniz ? Yapın bunu, vatanınızı, ulusunuzu seviyorsanız, yapın bunu ! Kıymayın, Kaz dağlarımıza kıymayın , Ege Bölgemize kıymayın. Kıymayın ülkemize... Geleceğimize kıymayın...
Öyle yap ki ağlatasın güleni
Bir saatte söyle yüz bin yalanı
El bir doğru söylerse inanma "
Bugün Çanakkale'de Çevre Mitingi var. Çevreye duyarlı yurttaşlarımız oradan seslerini duyurmaya çalışıyorlar hepimize. "Altına Hayır!" diyorlar. Deli mi bunlar ? Yağmurun altında haykırıyorlar : "Altına Hayır !.."
"Deli koyun
Deli kurt, deli koyun
Yarinden ayrılanın
Adını deli koyun. "
Altın , en değerli maden değil mi ki bu insanlar istemiyor ? Dertleri ne ?
Dertleri yaşamak... İnsan gibi soluyarak, temiz hava alarak yaşamak...
Ülkemizin "Oksijeni en bol olan bir yöresinin akçiğerlerini söküp almak istiyorlar. Nefes alamayan insana altından köşk verseniz rahatlar mı ?
Kaz dağı ... Efsanedeki adı İDA... Kaz dağının altında altın varmış; yabancılar arayıp çıkaracaklarmış. Altını onlar oyacaklar, üstünde biz soluksuz kalacağız. Bergama'da olanları da hep birlikte yaşadık. Vatanından vazgeçmek isteyene deli denmez de ne denir ?
Çanakkale, Ayvalık, Edremit, Akçay, Zeytinli, Gömeç, Havran, Dikili, Çandarlı, Bergama, İzmir... Ve ötesi... Tarihi ve bozulmamış , doğal güzellikleriyle yaşanası yörelerimiz değil mi ? Kim, ne hakla buraları birilerine pazarlamaya kalkıyor ? Çalışan kol toprağı altın ederken, çalışmayan ellerin yaptığına bakın ! Çalışmadan, emek harcamadan, hiçbir şey üretmeden, mirasyedi gibi atalarının canları pahasına kazandıkları bu toprakları satmalarına izin mi vereceğiz?
Siz bir şey ürettiklerine tanık oldunuz mu ? Bir hızlı tren dediler, ilk gün kaza yaptılar. Anladık ki tren bildiğimiz kara tren, adını hızlı koyup koş diyince koşmuyor. Kara tren gelmez m!ola, düdüğünü çalmaz m!ola...
En iyi bildikleri ticaret. Al, sat... Yalnız alınandan da satılandan da bize bir fayda yok. Alınanları paramız olmadığı için biz alamıyoruz. Satılanların parasının ne olduğunu da bilmiyoruz. Bildiğimiz vatandaşa bundan da bir fayda gelmediği...
Çanakkale'de doğruyu söyleyenlere kulak vermek zorundayız. Bir kez olsun "El bir doğru söylerse inanma !" sözüne boşveremez misiniz ? Yapın bunu, vatanınızı, ulusunuzu seviyorsanız, yapın bunu ! Kıymayın, Kaz dağlarımıza kıymayın , Ege Bölgemize kıymayın. Kıymayın ülkemize... Geleceğimize kıymayın...
4 Nisan 2008 Cuma
NERDEN AKLIMA ESTİ KİMBİLİR
"Nerden aklıma esti kimbilir ?
Gezdim dün gece şehri şöyle bir...
Herkes evinde kendi halinde,
Her yerde huzur, her yerde neşe..."
Ne güzel değil mi ? Her yerde huzur, her yerde neşe...
Keşke... ahhh keşke!..Keşkelerimiz ne kadar çok oysaki...
Sevgili Çiğdem Talu, Melih Kibar ikilisini saygıyla anarken Erol Evgin'e de bir selam gönderelim buradan... Bu güzel şarkıyı bizlere armağan ettikleri için... Ve yola devam edelim mi ?
Gezdim dün gece şehri şöyle bir... Hayır, hayır ! Şehri gezmedim... Ama yorgun, sıkıntılı bir anımda, bloglar arasında şöyle bir dolaşmak istedim. Bazılarında az, bazılarında biraz daha fazla kaldım. Güzel bloglar var. Cümleni Ver, bunlardan biri...
Kimisine hayran kaldım. Özellikle gençlerin teknoloji konusundaki yeteneklerine... Biraz da kıskandım mı ne ? Ne yapalım bu da bir duygumuz değil mi ? Kıskandım işte, itiraf ediyorum. Ayıplayan ayıplasın !
Bazı blog yazarlarını da tepeden bakan, kendinden başkasını küçümseyen bir tavır içinde gördüm. Ya da bana öyle geldi. Sanki kendilerine bir şato kurmuşlar ve benzerleri dışındakilere geçit vermiyorlar... Oysa güzel olanı paylaşmak için yazmıyor muyuz ? Birbirimizden öğreneceğimiz bir şey yok mu ? Ben çocuklarımdan da öğrencilerimden de çok şey öğrendim. Ayrıca insanların öğretirken öğrendiğine de inananlardanım...
Neyse efendim, dolaşırken bir sitede durakladım... Önce yorum bölümündeki uyarı dikkatimi çekti. Türkçe'yi doğru kullanmaktan söz ediyorlardı. Yazıları müzik eşliğinde okudum. Daha bir özen göstererek yorum yazdım. Kendimi inanılmaz iyi hissetmeye başladım.
Site'nin adı "Yazi- Yorum " ... Bu sitenin bana güzel gelen yanlarından biri de çok özgün olması. Birkaç arkadaş , müzik eşliğinde okuyabileceğiniz , duygularını paylaşıyor bizlerle... Yolunuz geçerse uğrayın, bana iyi geldi; belki siz de seversiniz. Son gittiğimde, aklıma isimlerinden ötürü takılan , Behçet Necatigil 'in " Yorum Korkusu" şiirini yazdım, bu şiiri sizlerle de paylaşmak istiyorum.
YORUM KORKUSU
Gitmek geçse aklımdan
Hemen yorum
Nereye, nasıl, ne zaman ?
Oysa ben vazgeçtim
Uyu yorum.
Demek geçse aklımdan git
Git mi yorum
Kime, nerde, ne zaman ?
Oysa ben haddim mi
Bil mi yorum
Ne gitmek geçebilir aklımdan
Ne de git demek.
Eli kolu bağlı ben, ağzı dili bağlı
Yaşı yorum
Sevin emi yorum.
Evet şiir bu... Yorum Korkusu adı. İlginç değil mi ?
Güzel insanlarla bu dünyayı paylaşmak, duygularımızı paylaşmak,sevincimizi kederimizi paylaşmak güzel, güzel olmasına da bazen yeterince yardımcı olamamanın da sıkıntısını yaşıyorum ben.
Birisi sıkıntılarını, duygularını, sorunlarını anlatıyor size. Ve siz elinizden geldiğince, diliniz döndüğünce teselli etmeye çalışıyorsunuz. Yeterli oluyor mu ? Bunu bilemiyorum...
"Gel ne çektiğimi bir de bana sor
Nerde nasıl yaşarım bir de bana sor
Evlerin ışıkları bir bir yanarken
Bendeki karanlığı bir de bana sor. "
Ama yine de paylaşmak güzel... Sormak , anlamaya çalışmak güzel...
"Bir ben uykusuz, bir ben huzursuz,
Bir ben çaresiz, bir ben sensiz..."
Evet sorunlarımız her zaman çözülmese de paylaşmak gerek... En azından " Bir ben... " demeyiz. Başkalarının da var olduğunu düşünürüz...
Ne dersiniz ?
Gezdim dün gece şehri şöyle bir...
Herkes evinde kendi halinde,
Her yerde huzur, her yerde neşe..."
Ne güzel değil mi ? Her yerde huzur, her yerde neşe...
Keşke... ahhh keşke!..Keşkelerimiz ne kadar çok oysaki...
Sevgili Çiğdem Talu, Melih Kibar ikilisini saygıyla anarken Erol Evgin'e de bir selam gönderelim buradan... Bu güzel şarkıyı bizlere armağan ettikleri için... Ve yola devam edelim mi ?
Gezdim dün gece şehri şöyle bir... Hayır, hayır ! Şehri gezmedim... Ama yorgun, sıkıntılı bir anımda, bloglar arasında şöyle bir dolaşmak istedim. Bazılarında az, bazılarında biraz daha fazla kaldım. Güzel bloglar var. Cümleni Ver, bunlardan biri...
Kimisine hayran kaldım. Özellikle gençlerin teknoloji konusundaki yeteneklerine... Biraz da kıskandım mı ne ? Ne yapalım bu da bir duygumuz değil mi ? Kıskandım işte, itiraf ediyorum. Ayıplayan ayıplasın !
Bazı blog yazarlarını da tepeden bakan, kendinden başkasını küçümseyen bir tavır içinde gördüm. Ya da bana öyle geldi. Sanki kendilerine bir şato kurmuşlar ve benzerleri dışındakilere geçit vermiyorlar... Oysa güzel olanı paylaşmak için yazmıyor muyuz ? Birbirimizden öğreneceğimiz bir şey yok mu ? Ben çocuklarımdan da öğrencilerimden de çok şey öğrendim. Ayrıca insanların öğretirken öğrendiğine de inananlardanım...
Neyse efendim, dolaşırken bir sitede durakladım... Önce yorum bölümündeki uyarı dikkatimi çekti. Türkçe'yi doğru kullanmaktan söz ediyorlardı. Yazıları müzik eşliğinde okudum. Daha bir özen göstererek yorum yazdım. Kendimi inanılmaz iyi hissetmeye başladım.
Site'nin adı "Yazi- Yorum " ... Bu sitenin bana güzel gelen yanlarından biri de çok özgün olması. Birkaç arkadaş , müzik eşliğinde okuyabileceğiniz , duygularını paylaşıyor bizlerle... Yolunuz geçerse uğrayın, bana iyi geldi; belki siz de seversiniz. Son gittiğimde, aklıma isimlerinden ötürü takılan , Behçet Necatigil 'in " Yorum Korkusu" şiirini yazdım, bu şiiri sizlerle de paylaşmak istiyorum.
YORUM KORKUSU
Gitmek geçse aklımdan
Hemen yorum
Nereye, nasıl, ne zaman ?
Oysa ben vazgeçtim
Uyu yorum.
Demek geçse aklımdan git
Git mi yorum
Kime, nerde, ne zaman ?
Oysa ben haddim mi
Bil mi yorum
Ne gitmek geçebilir aklımdan
Ne de git demek.
Eli kolu bağlı ben, ağzı dili bağlı
Yaşı yorum
Sevin emi yorum.
Evet şiir bu... Yorum Korkusu adı. İlginç değil mi ?
Güzel insanlarla bu dünyayı paylaşmak, duygularımızı paylaşmak,sevincimizi kederimizi paylaşmak güzel, güzel olmasına da bazen yeterince yardımcı olamamanın da sıkıntısını yaşıyorum ben.
Birisi sıkıntılarını, duygularını, sorunlarını anlatıyor size. Ve siz elinizden geldiğince, diliniz döndüğünce teselli etmeye çalışıyorsunuz. Yeterli oluyor mu ? Bunu bilemiyorum...
"Gel ne çektiğimi bir de bana sor
Nerde nasıl yaşarım bir de bana sor
Evlerin ışıkları bir bir yanarken
Bendeki karanlığı bir de bana sor. "
Ama yine de paylaşmak güzel... Sormak , anlamaya çalışmak güzel...
"Bir ben uykusuz, bir ben huzursuz,
Bir ben çaresiz, bir ben sensiz..."
Evet sorunlarımız her zaman çözülmese de paylaşmak gerek... En azından " Bir ben... " demeyiz. Başkalarının da var olduğunu düşünürüz...
Ne dersiniz ?
BAK DAHA NELER DOĞURUR
BU ANADOLU VAR YA BU ANADOLU
BU SAPSARI SITMA, BU MASMAVİ GURUR
NE TOSUNLAR DOĞURURMUŞ NE TOSUNLAR
BAK DAHA NELER DOĞURUR...
(Bedri Rahmi Eyüboğlu )
ÖYLE YIKMA KENDİNİ
UMUT İLE
SEVGİ İLE
DÜŞ İLE
Öyle yıkma kendini,
Öyle mahzun, öyle garip...
Nerede olursan ol,
İçerde, dışarda, derste, sırada,
Yürü üstüne üstüne.
Tükür yüzüne celladın,
Fırsatçının, fesatçının, hayının...
Dayan kitap ile,
Dayan iş ile,
Tırnak ile, diş ile,
Umut ile, sevda ile, düş ile.
Dayan rüsva etme beni.
Gör, nasıl yeniden yaratılırım,
Namuslu, genç ellerinle.
Kızlarım, oğullarım var gelecekte,
Her biri vazgeçilmez cihan parçası.
Kaç bin yıllık hasretimin koncası,
Gözlerinden,
Gözlerinden öperim.
Bir umudum sende ,
Anlıyor musun ?
(A.Arif)
SEVGİ İLE
DÜŞ İLE
Öyle yıkma kendini,
Öyle mahzun, öyle garip...
Nerede olursan ol,
İçerde, dışarda, derste, sırada,
Yürü üstüne üstüne.
Tükür yüzüne celladın,
Fırsatçının, fesatçının, hayının...
Dayan kitap ile,
Dayan iş ile,
Tırnak ile, diş ile,
Umut ile, sevda ile, düş ile.
Dayan rüsva etme beni.
Gör, nasıl yeniden yaratılırım,
Namuslu, genç ellerinle.
Kızlarım, oğullarım var gelecekte,
Her biri vazgeçilmez cihan parçası.
Kaç bin yıllık hasretimin koncası,
Gözlerinden,
Gözlerinden öperim.
Bir umudum sende ,
Anlıyor musun ?
(A.Arif)
3 Nisan 2008 Perşembe
GENCİM, GÜZELİM, ÜNİVERSİTEYİ BİTİRMEK ÜZEREYİM
İnsan başka ne ister ki !..
Gençlik... Kaybettikten sonra değerini anlamıyor muyuz ?
Güzellik... Yakışıklılık da diyebiliriz... Çoğu kişinin arayıp da bulamadığı özellikler değil mi ? Bu uğurda bazıları tonlarca para harcamıyor mu ? Bıçak altına yatanlar bile var...
Üniversite... Şimdi kaç kişi "ahhh ! " diyordur kimbilir ? Kazanabilmek için neler neler feda edilmiyor ki...
Ya bunların hepsi bir kişide varsa ve o kişi mutsuzsa ? Olmaz mı diyorsunuz ? Belki de aşk acısı vardır , diye düşündünüz... Olabilir ama , diyelim ki yok... Yine de mutsuz olamaz mı bu kişi ?
Olur, hem de nasıl olur... Üniversite bitmek üzeredir. Sınavlara girilmiştir, sınavlardan çıkılmıştır. Tam ohhh denilecek zamandır . Ama öyle değil işte. Asıl büyük sınav binlerce gencimizi beklemektedir. Kafalar karışıktır...
Yaşam sınavı kollarını açmış bu gençlerimizi beklemektedir. Sorular, sorular, sorular... Sorunlar, sorunlar, sorunlar... Artık ana babadan da hayır yoktur. Kendi başının çaresine bakmak zorundadır. Kendine en uygun olanı yine kendisi bulacaktır.
Ne yapsam ?
Yurt dışı hala oldukça çekici bir seçenek... Ama kolay mı ? Değil tabii ki... Nereye gideceksin, nasıl gideceksin, neyle gideceksin ?
Yurt içi... Mastır mı yapsam, iş mi arasam, hem okuyup hem çakışsam mı ?
Derdimi kime anlatsam ? Dert çok , derman bulunacak... Bulununcaya kadar biraz canlar yanacak mı ne ? Yanacak... Kimler geldi, kimler geçti bu yollardan ? Buldular mı aradıklarını ? Kimbilir ? Belki buldular, belki de...
Ne yapmalı ? Bence sakin olmalı. Yalnız olmadığını bilmeli. Aynı durumda olan pek çok gencimiz var. Sizin yerinizde olmak için can atan binlercesi şu anda üniversiteye girebilmek için alın teri döküyor. Şöyle geriye dönüp bir saniye düşünmeye ne dersiniz ? Bak gülümsemeye başladınız işte !
Ne de çok şey başarmışsınız değil mi ? Bunu da başaracaksınız. İnanın lütfen ! Yaptıklarınız yapacaklarınızın göstergesi...
Peki bu telaş niye ? Geç olsun da güç olmasın, diyebilir misiniz ?
Amaç, bütün bu çabalardaki amaç, nedir, bir kez soluklanıp düşünün isterseniz.
Yaşama tek bir bağla bağlanmak tehlikeli değil mi? Bence seçenekleri çoğaltmalıyız. Biri koparsa diğerine tutunmalıyız. Amacımız mutlu olmak değil mi sonunda ?
Hepinize sağlık, mutluluk, başarı dolu bir gelecek diliyorum. Yolunuz açık olsun. Her şey gönlünüze uysun...
2 Nisan 2008 Çarşamba
ZURNANIN ZIRT DEDİĞİ YER
Bu dünya Sultan Süleyman'a kalmamış ;
Ama size kalacak.
Olur a, Sultan Süleyman bilememiş işini ;
Ama siz bileceksiniz.
Şöyle sizinle beraber üç beş kişi ;
Öte yanı kördöğüşü.
Bir gün yaşamışsınız, ömrünüze bereket ;
Akşam olmuş kendiliğinden ;
Bir konağınız var dayalı döşeli ;
Kapıda arabanız, oda oda mutluluğunuz ;
Kadehte kuşsütü var, tabakta minaregölgesi...
Biraz da aşk masalı ekleyin bu düzene ;
Eklediniz mi ?
Oh, yaşamak ne güzel şeymiş be !
Güzeldir tabii...
Şimdi de bir oda düşünün bakalım ;
Halı, kilim hakgetire,
Ekmeğin, katığın lafı hiç edilmesin,
Otu ocağı bir kalem geçin ;
Beş kişi uzanmış bir sedire,
Basıyorlar küfürü ;
Kime ?
Ne bileyim ben, kime...
Bu oda niçin mi yoksul ?
O beş kişi yoksul da onun için.
Bu bayların, bayanların derdi ne mi ?
Ne olacak : Memleketin derdi.
Peki ama, çaresi yok mu bu işin ?
HA ŞÖYLE,
DÜŞÜNMEYE ALIŞIN.
(Metin Eloğlu )
Ama size kalacak.
Olur a, Sultan Süleyman bilememiş işini ;
Ama siz bileceksiniz.
Şöyle sizinle beraber üç beş kişi ;
Öte yanı kördöğüşü.
Bir gün yaşamışsınız, ömrünüze bereket ;
Akşam olmuş kendiliğinden ;
Bir konağınız var dayalı döşeli ;
Kapıda arabanız, oda oda mutluluğunuz ;
Kadehte kuşsütü var, tabakta minaregölgesi...
Biraz da aşk masalı ekleyin bu düzene ;
Eklediniz mi ?
Oh, yaşamak ne güzel şeymiş be !
Güzeldir tabii...
Şimdi de bir oda düşünün bakalım ;
Halı, kilim hakgetire,
Ekmeğin, katığın lafı hiç edilmesin,
Otu ocağı bir kalem geçin ;
Beş kişi uzanmış bir sedire,
Basıyorlar küfürü ;
Kime ?
Ne bileyim ben, kime...
Bu oda niçin mi yoksul ?
O beş kişi yoksul da onun için.
Bu bayların, bayanların derdi ne mi ?
Ne olacak : Memleketin derdi.
Peki ama, çaresi yok mu bu işin ?
HA ŞÖYLE,
DÜŞÜNMEYE ALIŞIN.
(Metin Eloğlu )
VAY KURBAN
Dağlarının, dağlarının ardı,
Nazlıdır.
Uçurum kıyısında incecik bir yol
Gider dolana-dolana
Bir hastan vardır, umutsuz.
Belki Ayşe, belki Elif
Endamı kuytuda başak,
Memesinin, memesinin altında
Bir sancı,
Bir hayın bıçak...
Ölüm bu,
Fıkara ölümü
Geldim, geliyorum demez.
Ya bir kuşluk vakti, ya bir akşam üstü,
Ya da seher, mahmurlukta,
Bakarsın, olmuş olacak,
Bir hastan vardı umutsuz,
Hasreti uykularda,
Hasreti soğuk sularda.
Gayrı, iki korku çiçeğidir gözleri,
İki mavi, kocaman korku çiçeği,
Açar, derin kuyularda...
(Ahmet Arif)
SEVDAN BENİ
Terk etmedi sevdan beni,
Aç kaldım, susuz kaldım,
Hayın , karanlıktı gece.
Can garip, can suskun,
Can paramparça...
Ve ellerim kelepçede,
Tütünsüz, uykusuz kaldım,
Terk etmedi sevdan beni...
(A.Arif)
GERÇEK TÜZE
Üzümden şarap
Kömürden ateş
Öpücükten kişi yapmak
Savaşlara yoksulluğa
Bin bir ölüme karşı
El değmemiş olarak kalabilmek
Kişilerde güç bir yasa bu
Suyu ışık
Düşü gerçek
Yağıyı kardeş kılmak
Kişilerde güzel bir yasa bu
Başlayıp yüreğinden çocucağın
O en yüce usa dek
Evrinip olgunlaşarak giden
Hem eski, hem yeni bir yasa bu
(Paul Eluard)
Kömürden ateş
Öpücükten kişi yapmak
Savaşlara yoksulluğa
Bin bir ölüme karşı
El değmemiş olarak kalabilmek
Kişilerde güç bir yasa bu
Suyu ışık
Düşü gerçek
Yağıyı kardeş kılmak
Kişilerde güzel bir yasa bu
Başlayıp yüreğinden çocucağın
O en yüce usa dek
Evrinip olgunlaşarak giden
Hem eski, hem yeni bir yasa bu
(Paul Eluard)
OĞULLARI ÖLEN ANALARA TÜRKÜ
Ben de sizler gibiyim, analar.
Benim de kalbim yas dolu, ölüm dolu.
Gülüşlerinizi öldüren kanla,
Serpilip gelişmiş ;
Bir orman gibidir kalbim.
Günlerin kahredici yalnızlığı,
Uyanış sisli öfkeleri
Girmiştir içine.
Susamış sırtlanları
Bitip tükenmez ürmeleriyle
Afrika'dan gürleyen hayvan sesini ;
Öfkeyi, iniltileri, hoşgörmeleri,
Bırakın, bir yana bırakın.
Ölümün ve tasanın
Çemberinden geçmiş analar
Doğan ulu günün ortasına bakın :
Bu topraktan güler ölüleriniz .
Kalkık yumrukları titrer
Buğdayın üstünde,
Bilesiniz.
(Pablo Neruda- çev: E. Gökçe)
Benim de kalbim yas dolu, ölüm dolu.
Gülüşlerinizi öldüren kanla,
Serpilip gelişmiş ;
Bir orman gibidir kalbim.
Günlerin kahredici yalnızlığı,
Uyanış sisli öfkeleri
Girmiştir içine.
Susamış sırtlanları
Bitip tükenmez ürmeleriyle
Afrika'dan gürleyen hayvan sesini ;
Öfkeyi, iniltileri, hoşgörmeleri,
Bırakın, bir yana bırakın.
Ölümün ve tasanın
Çemberinden geçmiş analar
Doğan ulu günün ortasına bakın :
Bu topraktan güler ölüleriniz .
Kalkık yumrukları titrer
Buğdayın üstünde,
Bilesiniz.
(Pablo Neruda- çev: E. Gökçe)
NAZIM HİKMET 'ten
Ey cam karınları
sarı
nargileler gibi horuldayan,
Ey üç atlı yaylısının içinden
sağır
burunsuz
kör
köylülere
Pierre Loti ahı çekip geçen
ağzı gemli
eli
kalemli
efendiler !
Tatlı maval dinlemekten gayrı usandık.
Artık
Hepinizin kafasına
şu
daaaaaank
desin :
Köylünün toprağa hasreti var,
toprağın hasreti
makinalar !
sarı
nargileler gibi horuldayan,
Ey üç atlı yaylısının içinden
sağır
burunsuz
kör
köylülere
Pierre Loti ahı çekip geçen
ağzı gemli
eli
kalemli
efendiler !
Tatlı maval dinlemekten gayrı usandık.
Artık
Hepinizin kafasına
şu
daaaaaank
desin :
Köylünün toprağa hasreti var,
toprağın hasreti
makinalar !
ŞEHİTLERİMİZE SAYGIYLA
Çanakkale içinde bir uzun servi
Kimimiz nişanlı kimimiz evli...
(Çanakkale Türküsü)
Al yeşil bayrağı gelin mi sandın ?
Sefere gideni gelir mi sandın ?
Trampet sesini davul mu sandın ?
Dön gel agam dön gel dayanamıram
Uyku gaflet basmış uyanamıram !..
(Yemen Türküsü)
Anavarsa at oynağı
Kana belenmiş gömleği
Kıyman aşiretler kıyman
Kör karının bir değneği ...
(Ağıt)
" EĞERLEYİN KIR ATIMIN İKİSİN,
FETHEDEYİM DÜŞMANLARIN HEPİSİN "
(Kayıkçı Kul Mustafa)
"KİM BU CENNET VATANIN UĞRUNA OLMAZ Kİ FEDA ?
ŞÜHEDA FIŞKIRACAK TOPRAĞI SIKSAN, ŞÜHEDA !
CANI, CANANI BÜTÜN VARIMI ALSIN DA HUDA,
ETMESİN TEK VATANIMDAN BENİ DÜNYADA CÜDA. "
(Mehmet Akif)
UNUTMAYACAĞIZ... SAYGILARIMIZLA...
1 Nisan 2008 Salı
ALLAHAISMARLADIK
"Elimi beş yerinden dağladı beş parmağın,
Bağrımda da yanmadık bir yer bırakmadan git...
Bir yarın göçtüğünü, çöktüğünü bir dağın
Görmemek istiyorsan ardına bakmadan git ! "
Faruk Nafiz giden sevgilinin arkasından böyle seslenmiş... Git !.. Elimi beş yerinden dağladı beş parmağın, sözü etkileyici geliyor mu size de... Beni eskiden de etkiliyordu, şimdi de etkiliyor... Sevgiliye söylendiğinde acı veriyor kişiye...
Sevilmeyene söylendiğinde huzur veriyor mu bilemiyorum. Yalnız bir öfke, kızgınlık sonucu söylenen "Git !" sözcüğü kurtulma isteğini yansıtıyor ki bu da bir başlangıç için fena sayılmaz...
Git ! Elimi beş yerinden dağladı beş parmağın...
Bu sözü emekçiler söylerse , meydanlarda haykırırsa kızmalı mıyız ?
Sizi, yani bugün çalışanları fazla etkilemiyormuş hazırlanan Sosyal Güvenlik Yasası !.. Onun için, kesin sesinizi, demeye getiriliyor hazırlayanlarca ! Peki keselim , keselim de bizden sonrakileri düşünmeyelim mi ? Bizden sonra gelecek olanlar kim ? Sizin, bizim, onların çocukları... Kusura bakmasınlar, biz doğurun sokağa bırakın, el yardımıyla büyüsün! diyenlerden değiliz... Öyle çocuklarımızı yurt dışında okutabilmemiz için burs verecek güçlü dostlarımız da yok ! Biz "Kör, kendi işini kendin gör... " anlayışı içinde yaşamaya çalışan kişileriz. Bunun için de ellerimiz beş yerinden değil , binlerce beş yerinden dağlanıyor her gün...
Biz milli gelir büyürken her gün daha yoksullaşan büyük çoğunluğuz. Çok çalışan, az kazanan, çok vergi veren insanlarız. Maaş günleri şaşkınlaşan, aldığını borçlarına yetiştiremeyen, elleri her zaman boş kalan insanlarız...
Birileri gibi milli gelirden en büyük payı kapan, krallar gibi yaşayan, sıra vergiye gelince asgari ücretliden az vergi veren kişilerden değiliz. Çocuklarımız okullarına belediye otobüsleriyle, metroyla gidiyor. Onların çocukları en lüks arabalarla geliyor ve babaları gelirlerini çok düşük gösterdiği için rahat rahat devletten burs da alabiliyor... Bunun adına da sosyal adalet deniyor ! Artık yeter, doysun, gözünüz doysun !
Unutulmasın lütfen, birilerinin çocuklarının günlük harçlığı, dört kişilik aileye, bir aylık geçim için veriliyorsa bu insanlar bir köşede unutulsunlar mı ? Sussun otursunlar mı ? Söylensinler mi, söylesinler mi ?
Bu yasa bugün çalışanları etkiliyor, dul ve yetimleri etkiliyor. İşsizlik nedeniyle çalışamayan aile bireylerini etkiliyor. Yeni iş olanakları yaratılmazken, olanların kapatılması sonucu işsiz kalanları etkiliyor... Ve gözümüz gibi büyüttüğümüz evlatlarımızın geleceğini de etkiliyor. Haksız mıyız , git , demekte...
" Yavrusunun yoluna dalan bir dul bakışı
Andırıyor ışıksız evinde pencereler.
Biraz yeşermek için beklesin artık kışı
Çağlayansız yamaçlar, suyu dinmiş dereler... "
Ülkemizde her kesim rahatsız, herkes sıkıntılı... Mutlu azınlık dışında insanlar geçim derdine düşmüş... Yokluk, yoksulluk ve yolsuzluk konuşuluyor her yerde...
" Bir yarın göçtüğünü, çöktüğünü bir dağın
Görmemek istiyorsan ardına bakmadan git ! "
Git !.. Güle güle sana... " Elimi beş yerinden dağladı beş parmağın,
Bağrımda da yanmadık bir yer bırakmadan git... "
Git!.. Yolun açık olsun...
OLAY- ULUDAĞ SİZİN OLSUN MU
Bu akşam kanallarda dolaşırken Bursa, Olay TV' deki "Konuşan Belgeler " adlı program dikkatimi çekti. " Başbakanlar Belgeseli "ydi bu bölümün adı.
Bursa 'nın , 2.000 nüfuslu Kirazlı Köyü'nün belediye yapılışının öyküsüydü anlatılan.
Kirazlı'da seçim var... O dönemde Sayın Çiller, Sayın Erbakan ve bazı politikacılar helikopterlerle teker teker ziyaret ediyorlar bu şirin köyümüzü...
Sayın Çiller kürsüden : " Milli Park sizin olsun muuuu ? ! "
" Uludağ sizin olsun muuuuu ? !
diyerek bildik tonda konuşmasını yaparak halkı kendilerine oy vermeye çağırıyor. Erbakan Hoca da Kirazlı'ya giderek oy istiyor.
Sonunda seçim yatırımı olarak bizim iki bin haneli Kirazlı Köyümüz " Belediye " yapılıyor. O dönemdeki İstanbul Belediye Başkanımız Recep Tayyip Erdoğan da köye uğrayarak belediyenin yararlarını anlatıyor.
Seçimi ise köye gitmeyen Sayın Mesut Yılmaz'ın partisi kazanıyor Kirazlı'da...
Programın sunucusu da, o dönemde Anavatan ve Doğru Yol ilçe başkanı olan konuşmacılar da geçmişte yaşadıkları bu anıyı özeleştiri yaparak tatlı tatlı anlattılar.
Kirazlı ile ilgili bu seçim anılarını neden şimdi gündeme getirdiklerini de belirttiler...
Gerekçe şuymuş efendim : Yakında belediye seçimleri olacak biliyorsunuz.
Kirazlı 'nın bu seçime belediye olarak girmesi sakıncalı görülmüş. Yine köye mi dönüştürülmüş? ... Hayır efendim. Kirazlı köy de yapılmıyormuş... Mahalle yapılıyormuş!.. Gördünüz mü Kiralı Köyü'nün başına gelenleri...
Şimdi ne olacak ? Köy- Belediye- Mahalle , hangisi ? Kirazlı şeytan üçgenine sıkışıp kalmış...
Sunucu ve konukları, geçmişte Kirazlı Köyü'nün belediye yapılmasını, bugün yanlış buluyorlar anladığım kadarıyla .Ancak "Verilen Hak Geri Alınmaz !" diyorlar... En çok da artık köy bile olamayan belediyelerinin mahalle yapılmasından yakınıyorlar...
Bence Bursalılar sevinmeliler yine de. Ya o güzelim Uludağ birilerine verilseydi ? Evet politacılar gerektiğinde her şeyi vereceklerini söyleyebilirler. Hatta bir zamanlar "Kayseri'ye liman yapılsın ! " diyenler bile olmuştu.
Aslında bugünkü sorun yalnız Kirazlı'nın sorunu da değil. Seçim nedeniyle pek çok yöremizde buna benzer uygulamaların olduğunu biliyoruz. Keşke seçim amaçlı yapılmasa ama oluyor , olacak...
Politika ve politikacılar var oldukça daha neler duyacağız, neler göreceğiz...
Ne dersiniz ? Uludağ sizin olsun muuuu..... ? !
Ya da Kirazlı , köy mü, belediye mi, mahalle mi olsun ? Kararı siz verin...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
KİMSE YOK MU
"bu geceyi bağırtan ben değilim bu geceyi bu bir yürek gibi buğulu bu uğultulu yangın gecesini rezil rezil bağırtan ben değilim gem...
-
Kaç zaman oldu yazmayalı...
-
ANKETİN SORUSU ŞU: Sizce Türkiye'nin en ÖNEMSİZ sorunu nedir? Seçeneklerden sadece birini tıklayacaksınız. Şimdiden teşekkürler...