30 Haziran 2021 Çarşamba

ORLANDO

 


ORLANDO

Virginia Woolf

1928

Çeviren: İlknur Özdemir

Kırmızı Kedi Yayınevi

İkinci Basım - Mayıs 2015

257 sayfa


Erkek olarak başladığı hayatına birkaç yüzyıl sonra kadın olarak devam eden Orlando'nun  biyografisi ama mizahî. Kitabın arka kapağında yazdığı gibi  "sahte biyografi"

Biraz biyografi yazarlarına dokundurma var. Ele aldıkları insanı şekilden şekle sokma, onu ilgi çekici bir tip haline getirme gücü olan biyografi yazarlarıyla eğleniyor gibi. Ama daha çok yazarın kendisi eğlenmiş. Sık sık araya girip varlığını hatırlatıyor. Hikayeyi okurken birden "Ce-e!" diye çıkıyor ortaya.


Erkek Orlando

Orlando genç bir soylu oğlan. Kraliçe, Orlando'yu görüp beğeniyor. Onu yanına alıyor haznedar ve vekilharç olarak. 

Kraliçe bir gün Orlando’yu başka bir kızla görünce çok sinirleniyor. Yazar da o dönemin ahlak anlayışının farklılığını anlatıyor.  Elizabeth dönemiydi, her şey farklıydı, diye. “Yağmur ya bardaktan boşalırcasına yağar ya da hiç yağmazdı. Güneş ya pırıl pırıl parlardı ya da ortalık karanlık olurdu.”sf.26

Moskovalı Kazak bir prensese aşık oluyor. Adı Saşa. Fransızca anlaşıyorlar, gülüyorlar, eğleniyorlar. Kız İngilizlerle dalga geçiyor ama Orlando gülüp geçiyor.

Gelgelelim Orlando nişanlı. Fakat nişanlısıyla ilgilenmiyor. Aklı Saşa'da.

Saşa'nın aklı ise çok da Orlando'da değil. Orlando bir gün, Saşa’yı bir denizcinin kucağında görüyor. Ama Saşa onu yanlış anladığına ikna ediyor. 

Kaçmaya karar veriyorlar. Orlando bekliyor ama Saşa onu ekiyor. 

Orlando bu uygunsuz ilişkisi ve tavırları yüzünden saraydan kovuluyor. 

Bir uykuya dalıyor Orlando. Bir hafta uyanmıyor. Uyandığında ise bu olanları unutmuş gibi davranıyor. Eternal sunshine of the spotless mind oluyor.

Evinde hizmetçileriyle yalnız yaşıyor. Şiire merak sarıyor. Bir şairi evine misafir ediyor. Şair onu daha doğrusu soyluları hicveden eserler yazıyor.

Evinde eğlenceler düzenliyor Orlando. Arşidüşes Harriet Griselda Orlando’yu ölen kız kardeşine benzetip onunla tanışmak istiyor. Orlando ondan etkileniyor ama aşktan kaçıyor. 

Orlando İstanbul’a büyükelçi olarak görevlendirilmek istiyor. Biyografi yazarı burada araya girip Orlando'nun bu görevi çerçevesinde Kral Charles ile Türkler arasındaki görüşmelerde görev aldığını, ama arşiv yandığı için bunu kanıtlayan belgelere ulaşılamadığını söylüyor. Tüh! 

İstanbul tasvirini şöyle yapıyor yazar:

“Şurada Boğaz vardı; şurada da Galata Köprüsü; orada gözleri ya da burunları olmayan, dilenen yeşil türbanlı hacılar; şurada sakatatları yiyen sokak köpekleri; şurada çarşaflı kadınlar; şurada sayısız eşek; şurada da ellerinde uzun sırıklarla at sırtında giden adamlar. Çok geçmeden kırbaçların şaklaması, gong sesleri, ezanlar, katırların kamçılanması, pirinç çemberli tekerleklerin takırtısı bütün şehri harekete geçirir, mayalanan ekmeklerden ve tütsülersen ve baharatlardan gelen ve tiz sesli, rengarenk barbar halkın soluğuymuş gibi görünen ekşi kokular tepelerdeki Pera’ya kadar bile yükselirdi.” Sf.97 

Bu arada dip not, Virginia Woolf iki kez Türkiye'ye gelmiş. 

Orlando burada görevini layıkıyla yapıyor. Ama kimseyle bir yakınlık kurmuyor. Ramazan ayının son gününde büyük bir eğlence düzenliyor. Sonraki günlerde padişaha karşı isyan çıkıyor ve yabancılar da zarar görüyor. Orlando bu sırada uyuyor. Kimse uyandıramıyor. Bir gün Saffet, İffet, Terbiyeli adlı üç kadın onun yatağının etrafını sarıyor, Şekspiryen tiratlar atıp gidiyorlar. Ardından Orlando uyanıyor. A-aaa, kadın olmuş.


Kadın Orlando

Orlando, İstanbul’u terk ediyor. Bursa’ya ulaşıyor eşek sırtında ve bir çingenenin eşliğinde. Çingenelerin arasında yaşamaya başlıyor ama bir süre sonra görüş ayrılıkları oluyor. Orlando 365 odalı eski malikanesinden ve 4-5 yüzyıllık aile geçmişinden övünürken bu durum çingeneler için övünç değil utanç kaynağı. Çünkü onların binlerce yıllık geçmişi var.

Orlando İngiltere’ye dönmeye karar veriyor. İngiltere’ye giden gemideyken kadınlığının farkına varıyor. Çingenelerin arasındayken şalvar giydiğinden fark etmemiş. Kendisine kadın kıyafetleri alıyor. Şimdi namusunu korumayı düşünmeli. Çünkü “Normal koşullarda yalnız ve güzel bir genç kadın başka bir şey düşünmezdi;(…) namus kadının mücevheridir, merkezidir, onu korumak için deli olur.” Sf.122

Kıyafetlerin rahatsızlığı yüzünden bu kıyafetlerle rahat yürüyemem, rahat yüzemem diye yakınıyor. 

Giysilerin önemini keşfediyor. 

“Onlar kalplerimizi, beyinlerimizi, dillerimizi istedikleri gibi şekillendirirler."

"Erkeğin eli kılıcını kavramak üzere hazırdır, kadınsa elini saten kumaşın omuzundan kaymasını önlemek için kullanacaktır. Erkek dünyaya, sanki kendi kullanımı için ve kendi zevkine uygun biçimlenmiş gibi gözlerini kaçırmadan bakar. Kadınsa yan yan bakar, bakışları anlaşılmazdır, hatta kuşku doludur. İkisinin üzerinde aynı giysiler olsaydı, bakış açıları da aynı olabilirdi.” Sf.149

Ve aynı zamanda giysilerin yüzeyselliğini;

“Cinsler farklı olsalar da birbirine geçişlidirler. Her insan ruhunda bir cinsten öbürüne gidip gelir ve çoğunlukla sadece giysiler kadına ya da erkeğe benzetir kişiyi, oysa yüzeyin altındaki cinsiyet üstündekinin tam tersidir.”Sf.149


Burada bir parantez açıyorum, "The Danish Girl" filmi geldi aklıma. Orada da adam, ressam olan karısına poz vermek için kadın kıyafetleri giyiyor. Sonra bir şeyler açığa çıkıyor içinde. Sırf kadın kıyafeti giydi diye değil tabii, sadece içinde var olan bir şeyleri açığa çıkardı. Kapa parantez. 




Bir erkeğe muhtaç olduğunu düşünüyor Orlando.  "Bundan rahatsız mıyım?" diye soruyor kendisine. Bana pek rahatsızmış gibi gelmedi. 

Bir denizci ile tanışıyor. Saşa’yı gördüğü zamanki hisleri yaşıyor. Ancak bu defa kovalayan değil, kaçan. 

Genç bir erkekken "kadınlar uysal olmalı, iffetli, güzel kokulu ve süslü püslü olmalı” diye düşünürmüş. Ol bakalım. Giyinmek, süslenmek, saç baş makyaj saatler sürer diye yakınıyor. Ayrıca erkekken yapabildiği kılıç çekmek, geçit törenlerinde yürümek, ordunun başına geçmek, göğsünde madalyalar taşımak… gibi şeyler yerine şimdi sadece çay servisi yapmak, şeker alır mısınız diye sormak gibi şeyler yapabilecek olmasına üzülüyor.

*

İngiltere’de onu ölmüş sanıyorlar. Kadın olması ölmüş sayılmasını değiştirmiyor. 

Eski sevgilisi Harriet’i görüyor. O da erkek olmuş. Harry artık. Hahahahaha! Onunla bir süre takılıyor ama sonra ayrılıyorlar.

Zamanla kadın olarak varlığı kabul görüyor. Hatta evleniyor ve çocuğu da oluyor.

*

Orlando her iki cinsiyeti de deneyimlemiş biri olarak erkek olmayı ve kadın olmayı değerlendiriyor. Erkekken kadınlar hakkında ne kadar sert, anlayışsız düşündüğünü fark ediyor. Şu tespiti önemli: "Bir erkeği düşündüğü sürece, bir kadının düşünmesine kimse itiraz etmez."

*

Fantastik, eğlenceli bir roman. Biyografi tadı daha çok olsun diye fotoğraflar da var. Diyorlar ki bu fotoğrafların bir kısmı Virginia Woolf'un arkadaşı Vita Sackville-West'e aitmiş. Kitabın arka kapağında yazarın bu kitabı "yakın arkadaşı, karizmatik, biseksüel yazar Vita Sackville-West için yazdığı" belirtiliyor. 

*

Filmi de var. 

Bkz: Orlando 

Tilda Swinton oynuyor. İsabetli bir seçim bu rol için. 

Yalnız filmde kitaptaki gibi İstanbul, Bursa, Türkiye yok. "Doğu" diye geçiyor Orlando'nun büyükelçilik yaptığı yer. Arabik bir ortam, çöller, develer. 

Filmi bana sıkıcı geldi. 


12 Haziran 2021 Cumartesi

GODOT'YU BEKLERKEN

 


GODOT'YU BEKLERKEN

(En Attendant Godot)

Samuel Beckett

1949

Çeviren: Tuncay Birkan

Kabalcı Yayınları

1. Basım - 1990

57 Sayfa


Estragon ve Vladimir. İki sersefil adamcağız. Godot'yu bekliyorlar. Godot kimdir? Neden onu bekliyorlar? Bilemiyorum. Burada Godot metafor mu? Bir umut mu bekliyorlar? Bir yenilik mi bekliyorlar? Godot tüm bu beklentilerinin genel adı mı?

Godot gelmiyor ama habercisi geliyor. Daha da bekleyin, demek için. Bugün gelmeyecek ama yarın gelecek. Yarın olduğunda da aynı diyalog yaşanacak.

Onlar Godot'yu beklerken gele gele Pozzo ve tasma bağladığı adam Lucky geliyor. Onu başta Godot sanıp heyecanlanıyorlar. Pozzo buraların hakimi benim havasında, Lucky de kölelikten memnun gibi. 

Estragon ve Vladimir nasıl ve ne zamandır arkadaşlar onu da bilemiyorum. Estragon sık sık bir şeyleri unutuyor, Vladimir ona hatırlatıyor. 

Vladimir: Gidemeyiz.

Estragon: Niçin?

Vladimir: Yarın dönmek zorundayız.

Estragon: Niçin?

Vladimir: Godot'yu beklemek için.

(...)

Estragon: Ya onu ekersek?

Vladimir: Cezalandırır bizi. 

*

Böylece Godot'nun metaforik olarak Tanrı olduğunu düşünüyorum. Ucunda cezalandırma korkusu varsa o iş Tanrı'ya çıkar. İnsanlar Tanrı'yı çoğunlukla cezalandırıcı buluyor. Bizim kültürümüzde de "Allah korkusu" diye insanda varlığı övülen şey de cezalandırılma korkusu. 

Tanrının varlığından şüphe etmeyerek var oluşu anlamlandırmaya çalıştığınızda kapana kısılmışlık hissedebilirsiniz. Tanrının var olduğu sizin için sarsılmaz bir gerçekse hayatı ve yaşadıklarınızı anlamlandırmak zor olabilir. Çünkü başınıza niye kötü bir şey geliyor? Ya da başkalarının başına? Tanrı size bir şeyler öğretmek için neden size acı çektiriyor? Neden cezalandırıyor? Kaldı ki zaten Tanrılığın getirdiği bilgelikle aslında her davranışınızı da biliyorken. İşte bu açmazın adı Godot bence. Gitsen gidemiyorsun (Tanrı yoktur diyemiyorsun) kalsan huzursuzsun (Tamam var ama niye böyle yapıyor?)

Vladimir: Ee? Gidiyor muyuz?

Estragon: Evet hadi gidelim.

Hikayenin sonunda bu diyalog var. Tam bu ikisi adına sevinmiş, evet gidin, evet diye mutlu olmuştum ki

"Kımıldamazlar" 

notuyla hikaye bitiyor. 

Kımıldamayarak hayatta nereye varabilirsin ki?  Her gün aynı şeyi yaşarsın işte.  Ha, bundan rahatsız değilsen ne ala. Ama hem beklemekten rahatsızsın, hem kımıldamaya cesaretin yok, nasıl olacak? 

*

Bu hikaye bana Tatar Çölü'nü anımsattı. O gidememe hali, tıkılı kalma, kapana kısılma hissi. Ve bunu yapan da dışarıdan bir güç değil. Godot'yu Beklerken'deki gibi. Dışarıdan biri zorlamıyor beklemeleri için. Kendi kendilerine yaşatıyorlar bu huzursuzluğu. Sen kendine cezalandırıcı davranırsan inandığın Tanrının da cezalandırıcı olması normal. 

7 Haziran 2021 Pazartesi

VENEDİK TACİRİ

 


VENEDİK TACİRİ

(The Merchant of Venice)

William Shakespeare

1600

Remzi Kitabevi


Antonio soylu bir tüccar. Gemilerle ticaret yapıyor. Arkadaşı Bassanio, Antonio'dan borç istiyor. Böylece Bassanio sevgilisi Portia'ya kavuşacak. 

Antonio arkadaşına yardım etmek istiyor ama o sıra parası yok. Denizdeki gemileri geldiğinde paraya kavuşacak. Ama Bassanio'nun o kadar zamanı olmadığı için Antonio, Yahudi tefeci Shylock'tan borç alıyor. Gemiler gelince borcunu ödeyecek. Shylock, borcun ödenmemesi ihtimaline karşılık Antonio'nun vücudundan et kesme şeklinde bir cezai şart koyuyor. 

Böylece Yahudi tefeci Shylock'un manyak psikopat olduğunu düşünmemiz isteniyor. Fakat adam boşuna böyle manyak psikopat bir şart koşmuyor. Adamı Yahudi diye aşağılayıp durmuşlar hep. Dışlanmış, küçük düşürülmüş. Eline böyle bir fırsat geçince de intikam hissiyle bu şartı koymuş. Şartını manyakça buluyorum Shylock ama seni anlıyorum. 

Shekespeare eserlerinin olmazsa olmaz bir özelliği olarak ters giden bir şey olmalı. İşte o ters giden şey de, hikayenin başından beri olacağı korkusunu hissettiren, gemilerin dönmemesi ihtimali. 

Antonio'nun beklediği gemiler dönmüyor, gemilerin battığı haberi geliyor. Böylece Shylock, hakkını yani Antonio'nun etini istiyor. 

Yargılama yapılıyor. Antonio'yu savunan avukat kılık değiştirmiş olan Portia. Portia, avukat kılığında şöyle bir savunma yapıyor. Anlaşmaya göre Shylock, Antonio'nun etini kesecek, ama kanı akmamalı. Çünkü anlaşmada kan yok, sadece et var. Eğer kan akarsa, bir Hristiyan'ın kanını akıttığı için Shylock'un tüm mal varlığına el konulacak.

Sonunda Shylock vazgeçiyor. Ama bir Hristiyan'ın canına kast ettiği için mallarına el konuyor, hayatı da Hristiyan olması şartıyla bağışlanıyor.

*

Portia'nın eş seçimi konusu da ayrı bir hikaye. Bizim padişahın kızı ile evlenmek isteyenlerin yarışa tutulması gibi, üç sandık varmış da, biri altın, biri gümüş, biri kurşundanmış da, doğru seçimi yapan prensesi kapacakmış da...

Yukarıdaki kısım daha ilgi çekici geldi bana. 

6 Haziran 2021 Pazar

ZERO LİMİT

 


ZERO LİMİT

(Zero Limits)

Joe Vitale - Ihaleakala Hew Len

2007

İngilizceden Çeviren: Zeynep Esin

Pegasus Yayınları

1.Baskı - Mayıs 2008

271 Sayfa


Hayatındaki her şeyden ama her şeyden bizzat senin sorumlu olduğunu anlatıyor kitap. 

Hawaiili bir terapist olan İhaleakala Hew Len bu yöntemi bulmuş. Ya da geliştirmiş, her neyse. Bu terapist kendisine gelen hastalarla ilgili sorunlarda, bu sorunu kendi sorunu addedermiş. Bu hasta/bu sorun bana geldiyse bu benimle ilgilidir, gibi bir yaklaşımı var. Bu hasta/sorun neden bana geldi?  “O kişinin acısına neden olabilecek içimde ne oluyor?” Bu soruların cevabını ararmış kendi içinde.

İçinde o insanlarla ortak olan parçayı bulup temizlermiş. Bu temizlik, kitaptaki tabirle "arınma" için şu sözleri tekrarlarmış: 

Seni seviyorum

Özür dilerim

Lütfen beni affet

Teşekkür ederim

İşte bunun adına da "Ho’oponopono" deniyormuş. "Ho’o" Hawaii dilinde sebep, "ponopono" da mükemmellik demekmiş. Ho’oponopono "dengesizlik ve hastalığa yol açan acı veren hatıraların ya da hataların enerjisini ortadan kaldırmak" anlamına geliyormuş. 

*

Dr. Hew Len, bir akıl hastanesi dolusu hastayı hastalarla hiç görüşmeden iyileştirmiş. Sadece hastaların dosyalarını incelemiş, o dosyalara yukarıdaki sözleri söylemiş. "Okumuş, üflemiş" gibi bir şey yani. 

Çıkış noktası “Kendi içimde ne bu soruna neden oluyor ve içimdeki bu sorunu nasıl düzeltebilirim?” Yaşamındaki her şeyin sorumlusunun kendin olduğuna inanırsan evet yaşamındaki herkesin söylediklerinden ya da yaptıklarından da sen sorumlu olursun. 

O kadar ki: "Teröristlerin, başkanın, ekonominin, deneyimlediğiniz ve hoşlanmadığınız her şeyin iyileşmesi size bağlıdır. Başka bir deyişle, onlar sadece içinizden dışa vurulmuş izdüşümlerdir.” deniyor kitapta. 

Bunu fiziksel düzlemde düşünmemek lazım. Elbette terörist, suçlu... vb hukuk önünde cezasını çekmeli. Başkasının fiiline benim bir dahlim olmamışsa, yasalar nezdinde ben sorumlu olamam. Kitapta anlatılan daha içsel bir şey. Zaten bu tarz kitaplarda anlatılanlar hep içsel şeyler. Tamamen inanç meselesi. Kimisini iyi hissettiriyor böyle şeylere inanmak, o zaman ne güzel. 

*

"İçimde ne oluyor ki bu ortaya çıkıyor? Nasıl yüzde yüz sorumlu olabilirim?" diyor kitapta.

Hayatının sorumluluğunu üstlenme meselesine katılıyorum. Hayatım seçimlerimden, eylemlerimden ya da eylemsizliğimden oluşur. Burada Tanrı'ya bir parantez açmak lazım. Çünkü bu ikisi aynı anda yürümez. Bir yandan "Hayatımın sorumluluğu bende" diyip öbür yandan da Tanrıya inanmak?.. Tanrı, hayatının sorumluluğunu üstlenemeyen, yaşadıklarının kendi kararlarının sonucu olduğunu kabul etmek istemeyenlerin sığınağı. Ki insanların bu sığınaklarında bile huzur bulamadıklarını gözlemliyorum. Eğer hayatının idamesi Tanrı'nın kontrolündeyse, tabii yalnızca senin değil tüm evrenin kontrolü Tanrı'daysa o zaman yeryüzündeki hiçbir şeye ve hiç kimseye kızamazsın. Tanrı yaptırıyor çünkü neticede, değil mi? 

Bu konu açıldığında hemen cüzi irade/külli irade/Allah akıl vermiş... denmeye başlıyor. Ama bunun sınırı asla açıklanamıyor. Bu iradenin sınırını kim çiziyor? Başıma x olayı geldiğinde bu benim iradem mi, Tanrı'nın iradesi mi? Bunu kim belirliyor? Bunun cevabını kim veriyor. Kişinin kendisi. Kendisini hangi cevap daha iyi hissettirecekse o. 

Yukarıda dediğim şeyi tekrarlıyorum. İyi hissettiriyorsa ne güzel. Eğer bir yaratıcının varlığı sana seni iyi hissettiriyorsa ne güzel. Ama sende korku, huzursuzluk, şüphe yaratıyorsa o kadar da güzel değil. 

*

"Fizik evren düşüncelerimin bir ürünüdür. Her şey aklımdaki düşünceler ne ise öyle var oluyor." diyor kitapta. Bunu diyen bir kitap daha biliyorum:

Bkz: İçten Dışa/ Dadi Janki

*

Bir kişi ile sorunun varsa bu o kişi ile ilgili değil diyor kitap “Sorun, yüzeye çıkan ve sizin tepki gösterdiğimiz hatıradır.”

Bu hatıralardan arınmak için de yukarıda sözcükler, seni seviyorumlar, teşekkür ederimler...

Kitapta bu şekilde kendisinin daha iyi hissettiğini, hayatının değiştiğini söyleyen insanların mektuplarına yer verilmiş. İyi hissetmişlerse ne güzel. 

Kitabın Amerikalı yazarı da Hawaaili meslektaşının bu yöntemini, bu yöntemle nasıl tanıştığını, bu yöntemi anlama sürecini, insanlara anlatma sürecini, daha önce yazdığı kitaplardaki başarılarını, tv programlarına çıkışını, kilo verişini, son model araba alışını... anlatmış da anlatmış. O yüzden kitabı açıkçası sonuna kadar okuyamadım. Bir zamanlar ilgimi çekiyordu bu tarz şeyler ama artık yalnızca nostaljik bir tat alıyorum. 

3 Haziran 2021 Perşembe

ARSEN LUPEN


 

ARSEN LUPEN

Kibar Hırsız

(Arsene Lupin Gentleman Cambrioleur)

Maurice Leblanc

1907

Çeviri: Elif Bahar Bakırcı

Ren Yayınları

Ocak 2020

207 sayfa

 

Eğlenceliymiş.

Ancak Arsen Lupen her ne kadar eğlenceli, zeki, keyifli bir karakter olsa da suçu ve suçluyu övmüyoruz.

*

Kitapta Arsen Lupen önce bir gemide karşımıza çıkıyor. Kılık değiştirmiş, başka bir isim altında takılıyor. Gemide Arsen Lupen’in olduğu bilgisi veriliyor yolculara. Yolcuları bir telaş alıyor, kim acaba diye. Başka başka insanlar Arsen Lupen olmakla suçlanıyor. Lupen de kıs kıs izliyor bu durumu. Ahah, sonra kendi rızasıyla tutuklanıyor.

Fakat hapiste de boş durmuyor. Hapisteyken dışarıda bir hırsızlık için organizasyon yapıyor. Zengin bir barona mektup gönderiyor. Şu şu değerli tablolarını şu adrese getir, yoksa ben gelirim, diye. Baron dedektif zannederek yine Arsen Lupen’in ayarladığı birinden yardım istiyor. Halbuki yardım istediği adam tabloları çalıyor. Sonra da baron zaten kendisinin olan tabloları Lupen’den satın almak zorunda kalıyor.

Bir başka vukuatı olarak değerli bir kolyeyi çalıyor. Kolyenin değerli kısmı sadece taşlarıymış, onları alıp kolyenin çerçevesini geri gönderiyor. Değerli kolyeyi iade etti diye gazetelerde haberi çıkıyor.

Mahkeme günü geliyor Arsen Lupen’in. Kılık değiştiriyor, onu başkası zannediyorlar, öylece çıkıp gidiyor.

Başka bir kılık değiştirme olayında da bu defa kendisi soyuluyor. Hırsızı yakalıyor. Hırsız aslında aranan bir katilmiş. Arsen Lupen katili yakaladı diye haber oluyor. Yine gazetelerde kahramanlaştırılıyor.

Lupen’in de hoşuna gidiyor bu reklamlar.

Bazen o da kandırılıyor. Kasasında çok miktarda değerli senet olduğunu öğrendiği ailenin yanında sekreter olarak işe başlıyor. Kasayı soyuyor. Meğer senetler sahteymiş

*

Türkiye adı da geçiyor bir yerde. Arsen Lupen’in Türkiye’ye kaçtığı söyleniyor.

*

Bu hikayeleri onun arkadaşı anlatıyor. Sherlock Holmes’un Dr. Watson’ı gibi. Zaten yer yer Sherlock Holmes adı da geçiyor. Dedektiflerin maharetinden bahsedilirken örnek olarak.

Hatta karşılaşıyorlar da. Fakat kitapta Herlock Sholmes diye geçiyor ünlü İngiliz dedektif. Arsen Lupen yine bir hırsızlık yapmış. Nasıl yaptığını anlamak için Herlock Sholmes’u çağırıyorlar. Arsen Lupen yine başka bir kılıkta olay mahallini terk ederken Herlock Sholmes ile karşılaşıyorlar. Hatta Lupen onun saatini çalıyor. Sonra geri gönderiyor.

Sherlock Holmes ve Arsen Lupen karşılaşması heyecanlandırdı beni. Sherlock dizisine hayranım çünkü.