20 Aralık 2021 Pazartesi

MARKA NEFRETİ

 


MARKA NEFRETİ

Dr. Yelda Ülker

2021

Beta Yayıncılık

1.Baskı - Ekim 2021

222 sayfa


Boykot ettiğim markalar var. Kimisini neden boykot ettiğimi bile unuttum. Ama eminim geçerli bir sebebim vardır. Bu kitap da işte bu geçerli sebepleri anlatıyor. Bir markadan neden nefret ederiz? Gerçi kitap tüketicilere değil marka sahiplerine yönelik olarak hazırlanmış. Onlara bilgi veriyor, böyle böyle yaparsanız tüketici kazanır, böyle böyle yaparsanız kaybedersiniz diye. Ben de tüketici olarak hep öğrendim, demek bizi böyle ikna etmeye çalışıyorlar, hmmmm.

*

Nefretten önce aşktan giriyor kitap mevzuya. Markaların öncelikli hedefi tüketicide aşk gibi olumlu duygular oluşturmakmış. Çoğunlukla duygularımızla hareket ettiğimiz için markalar duygularımıza hitap etmeye çalışıyormuş. Kitapta bununla ilgili pek çok örnek var. Örneğin Arçelik’in 2012’deki reklamında Çelik adlı robot, Çeliknaz adlı robota aşık olmuştu. Pozitif his uyandırdığı için aşk duygusuna reklamlarda sıklıkla yer veriliyor. 

Pozitif duygular uyandırmak markalar için önemli. Örneğin mizah duygumuzu harekete geçirerek de satın alma kararlarımızı etkilemeye çalışıyorlar. Bu konuda Cem Yılmaz’ın oynadığı reklamlar örnek verilebilir. Ama burada marka için bir handikap var. Reklamdaki oyuncunun (Cem Yılmaz) markadan daha çok konuşulması ve bu yüzden markanın önüne geçmesi mümkün. Burada markanın ayarı tutturabilmesi lazım. 

Ayar önemli, örneğin cinsellik de reklamlarda sıklıkla kullanılan bir unsur. Bir nebze iyi karşılanabiliyor ama fazlası tüketicide rahatsızlık oluşturuyor. Fazlası nedir, azı nedir, bunun matematik değerini bilemiyorum. Ama neticede ayar kaçınca işler ters tepebilir.

Örneğin ayar konusunda, ayarı kaçıran bir kahve markası, kahve kokusunu ürün kavanozunun dışına taşırmış ki kokuyla tüketiciyi cezbedecek. Ama insanlar bu koku yüzünden kavanoz delik sanıp almamış.

Umut da pozitif bir duygu olarak markaların bizi ikna etmek için kullandığı bir husus.  İlk akla gelen örnek; Coca Cola. Gözünüzün önüne getirin Coca Cola reklamlarını.

İyimserlik de reklamlarda sık sık kullanılan bir tema. “Migros size iyi gelecek”  “Her şey çok güzel olacak” gibi. 

*

Negatif duyguları kullanan markalar da var. Bunların amacı da o marka ürün kullanılmadığı takdirde yaşanacak kötü durumlar. Örneğin bu marka deterjanı kullanmazsan mikrop kapıp hasta olursun gibi. (Yalnız burada bir parantez açmak istiyorum. Ticari Reklam ve Haksız Ticari Uygulamalar Yönetmeliği var. Reklamların nasıl olması ve olmaması gerektiğiyle ilgili kurallar getiren bu yönetmeliğe göre tüketicilerin korkularını istismar edilemez. Bkz: Madde 5/g)

Başka bir negatif duygu olarak üzüntüyü kullanan markalar var. Örneğin; Kent. Bayram zamanlarındaki reklamlarını hatırlayın,  akrabaları tarafından ziyaret edilmeyen yaşlıların olduğu reklamlar yapıyor. 

*

Sadece reklamlar değil, o markanın çalışanlarının davranışları da satın alma kararımızı etkiliyor. Starbucks kurucusu başarısında çalışanlarının da payı olduğunu dile getirmiş mesela. Bkz: Starbucks Gönlünü İşe Vermek

Kötü çalışan markaya zarar veriyor. O çalışanlar kovularak çözüm sağlandığı sanılıyor ama asıl olarak eğitim verilmesi ve çalışma koşullarının iyileşmesi gerek.

*

Marka nefretini tetikleyen sebeplere geçildiğinde bunun birçok sebebi olduğu anlaşılıyor.  Markayla yaşanan sembolik ve ideolojik uyumsuzluklar, yukarıda bahsettiğimiz çalışanların müşteriye karşı tutumu, markanın çalışanlarına karşı tutumu, çocuk işçi çalıştırması, işçilerinin haklarını vermemesi, hayvan deneyleri yapması, fiyatlarında haksız bulunan artış, kalitesinin azalması, politik sebepler... 

Bu yüzden anti reklamlar türemiş. Adeta belgesel gibi bilgilendirici nitelikte söz konusu markaların yanlışlarını tüketiciye anlatan, tüketiciyi bilinçlendirmek isteyen kişiler tarafından yapılan reklamlar. 

Zaten artık insanlar gördükleri reklamlara pek de itibar etmiyordur herhalde. Tüketicilerin büyük ölçüde bilinçlendiğini sanıyorum. Yıllardır reklamlara aldanıp aldanıp hüsrana uğrayınca insan ister istemez bilinçlenir. Artık önemli olan eş dost tavsiyesi. Çünkü onların marka ile bir iş birlikleri yok. O markanın satılmasından kazançları, satılmamasından kayıpları olmadığı için niye yalan söylesinler? Gerçekten de kitaptaki bilgiye göre de dünyada tüketicilerin sadece %47’si tv, dergi, gazete reklamlarına güveniyormuş. Bu oran yıldan yıla da düşüyormuş. Bir de insanlar  markadan memnun kalmadığı zaman yaklaşık on kişiye anlatıyormuş. Ama markadan memnuniyetini üç beş kişiye anlatıyormuş. Çünkü bence normal olan markanın memnuniyet yaratması. Memnuniyetsizlik yaratması anormal olduğu için anlatılıyor. Normali niye anlatalım, anormali anlatırız.

*

Alanında az bulunan bir kitap ve her ne kadar akademik bir eser olsa da konuyla ilgisi salt bir tüketici olmaktan öte olmayan biri olarak gayet keyifle okudum. Adı geçen markaları ve reklamları bildiğim için keyif aldım sanırım. Onların perde arkasını öğrenmişim gibi hissediyorum. 

Bu konularla ilgili bir başka eser için bkz: Buy-ology

HAŞIRT DI BİLEKBORD


 

HAŞIRT DI BİLEKBORD

Zafer Algöz

2017

İnkılap Kitabevi

10.Baskı 

224 sayfa


Zafer Algöz oyunculuk anılarına yer vermiş kitapta. Hepsi birbirinden komik, eğlenceli. Özellikle bazısı artık hayatta olmayan oyuncular ile ilgili olanlar daha da ilgi çekici geldi bana. Çünkü bunlar ansiklopedik, biyografik bilgi değil. Özel insani hatıralar. 

Oyuncusu, siyasetçisi, ünlü insanların anılarını yazmalarını olumlu buluyorum. Neticede topluma öyle veya böyle yön veren, kitleleri etkileyen, pek çok seveni veya nefret edeni olan insanlar. Yaşadıkları, hissettikleri merak uyandırıyor. 

*

Öztürk Serengil ile ilgili bir anı var, kitabın ismi de bu anıdan geliyor. 

Öztürk Serengil hayranı bir genç İzmir'de Fransız restoranı açmış. Öztürk Serengil’i de defalarca davet etmiş. Nihayet Öztürk Serengil arkadaşlarıyla mekana gitmiş. Yemekler damak zevklerine uymasa da ve dahi anlamasalar da yemişler, içmişler. Sonra hesabı istemişler. Hesap çok kabarık gelince  “Kazık yanında kürdan kalır” diye tarif etmiş Öztürk Serengil o hesabı. Haşırt dı bilekbord diyerek geçirmişler amiyane tabirle. Serengil tüm restoran çalışanları ile helalleşerek vedalaşmış. Restoran sahibi "Yine bekleriz" deyince "Yok!" demiş, “Bu dünyada ziyadesiyle s*ktin, bundan sonra ancak ahirette görüşürüz”

*

Kemal Sunal da var kitapta. Kemal Sunal’ın ilk dizi deneyimi olan "Saygılar Bizden"de Zafer Algöz de ilk defa kamera karşısına geçecekmiş. O sırada Kemal Sunal’ı ve diğerlerini gözlemleme, onlardan çok şey öğrenme fırsatı olmuş. Sette herkes birbirine şaka yapıyormuş. Zafer Algöz’ü tanımayan Orhan Çağman’a Algöz’ün galerici olduğu, yönetmene bedava BMW vermek karşılığı diziye kabul edildiği anlatılmış. Orhan Çağman da sık sık Zafer Algöz’ü küçümsemiş bu yüzden.

Başka bir şaka olarak; Orhan Çağman ile Kemal Sunal bir iddiaya tutuşmuş. Köftecide yiyecekler, 1000 TL altı hesap gelirse Orhan Çağman ödeyecek, üstü gelirse Kemal Sunal. Hesap gelmiş 999 TL. Meğer Sunal öncesinde mekanla konuşmuş, ne olursa olsun hesap 999 TL desinler diye. Üstünü kendisi ödeyecekmiş. 

*

Sadri Alışık'ı da anlatıyor yazar.

Sadri Alışık çok içermiş. İçtikten sonra da insanları evine çağırırmış. Gecenin bir vakti eşi Çolpan İlhan uyanır, onlara sofra kurar, sonra müsaade istermiş. Hiç kızmazmış.

Sadri Alışık bir gün film çekecek. Kadın oyuncu olarak Ajda Pekkan’ı istemiş yönetmen. Sadri Alışık sıcak bakmamış. Ama emrivaki ile Ajda Pekkan ile oynamak zorunda kalmış. Ajda Pekkan sette yönetmen dışında kimseyle konuşmuyormuş. Film çekimleri bittiğinde vedalaşırken Ajda Pekkan, Alışık'a "Eşinize selam söyleyin." deyince Sadri Alışık “Kim diyeyim hanımefendi?” demiş.

*

Carlos Santana bile var kitapta.

1989’da konser için İstanbul’a gelmiş sanatçı. Boyacı çocuklar dışında kimse onu tanımamış. Boyacı çocuklar da gazetelerde resmini gördükleri için tanımışlar onu. Santana boyacı çocuklara VIP davetiye vermiş. Konser günü çocukların koltuklarına protokol oturmuş. Santana çocukları en ön sırada görmezse çıkmayacağını söylemiş. Protokoldaki kodamanlar kaldırılıp boyacı çocuklar oturtulmuş ve konser öyle başlamış.

*

Tiyatro sahnesinde ve film çekimlerinde yaşadıkları sıkıntılara da yer verilmiş kitapta.

Tiyatroda Yıldırım Bayezid ve Timur arasında 1402'de yapılan  Ankara Savaşını oynuyorlarmış.  Timur’u oynayan Macit Flordun rahatsızlanınca başkası oynamış onun rolünü ama ezberi tam değil. Sıkıştığı yerde "Konuklarımıza ayran getirin" demesini önermişler. Böylece o sırada oluşan boşlukta masadaki tekste bakar, söyleyeceğini hatırlar diye.  Ama masada sayfalar karışmış ve oyuncu bir türlü bulamamış sıradaki repliğini. Zaman kazanmak için "Ayranları tazeleyin, nerede kaldı ayranlar?.." diyip duruyormuş. Sonunda esir rolündeki oyuncu “Ziyade olsun hakanım. Buyruğunuz olursa biz zindanlarımıza çekilelim” demiş de hatırlamış Timur söylemesi gerekeni “Atın bunları zindana!” 

*

Tiyatroda repliklerle ilgili başka bir anısı daha var. Oynadıkları tiyatronun bitişiğindeki yapıdan inşaat sesleri, mutfağından yemek kokuları geliyormuş. Öyle ki imparator rolünü oynayan oyuncu bu duruma kayıtsız kalamayıp tekst dışı "Sarayda inşaat bitmiyor, sizin onurunuza İzmir köfte yapılıyor." demiş. Seyirciler gülmüş ama yönetmen kızmış. Kızsa ne fayda, oyuncu da seyirci de farkında seslerin ve kokuların. 

*

Tiyatroda birbirlerine yaptıkları şakalar olurmuş. Son oyunda beklenmedik bir şaka yaparlarmış. Mesela oyun gereği çalan telefonla konuşacak oyuncu o güne kadar hep karşısında biri varmış gibi konuşmaya alışmış. Son oyunda gerçekten telefonun karşısına biri çıkmış, küfrediyor. Bunu hiç beklemeyen oyuncunun tepkisi, şakayı yapanlar için eğlenceli oluyormuş tabii. 

*

Bunların dışında sahnede degavv diye patlaması gereken ama tutukluk yapıp çıtık diye ses çıkaran silahlar, beklenmedik osuruklar... 

*

Ağır Roman filmi çekilirken de gerçek mahallede çektikleri için müdahale eden bir sürü mahalleli ile sıkıntı yaşamışlar. Yoldan geçenler, ki geçsinler sıkıntı değil ama filmin geçtiği döneme uymayan kıyafetlerle geçtikleri için sıkıntı. 

Bu arada Zafer Algöz, Ağır Roman kitabını okuduktan sonra "filmi çekilse de oynasam" diye geçirmiş içinden ve hop yıllar sonra gerçek olmuş bu dileği.

*

Daha eski bir anı olarak gençlik yıllarından bir örnek. Bursa’nın düşman işgalinden kurtuluş temsili yapılacak. Erkan Can yönetmen. Liseliler oyuncu. Yunan askeri rolündeki oyunculara küfürler edilince Erkan Can da Yunan komutanı rolünü üstleniyor, şimdi kimse küfredemez diye. Erkan Can rolüne fazla kaptırınca, yaşlı bir Gazi de heyecanlanıp onu vurmaya kalkmış Yunan dölü diye.

*

At binme macerası var Algöz'ün. Ata biniyor ama inemiyor.

*

Arkadaşlarıyla 12 Eylül darbesinin ertesi yılı, sokağa çıkma yasağı varken sarhoş sarhoş sokağa çıkmışlar. Yakalanmışlar. Masum oldukları anlaşılmış ama o süreçte bol bol dalga geçmiş polisler.

*

Böyle bir sürü eğlenceli olay. Kaleme alınması iyi olmuş. 


12 Kasım 2021 Cuma

BÜYÜLÜ NİSAN

 


BÜYÜLÜ NİSAN

(The Enchanted April)

Elizabeth Von Arnim

1922

İngilizce aslından çeviren: Filiz Çakır

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

1.Basım Haziran 2021

275 sayfa

 

İki tane kadın kocalarından habersiz tatile çıkma planı yapıyorlar. Nasıl heyecanlılar, nasıl endişeliler. Sanki yasa dışı bir şey. Kıyamam.

*

Bu iki kadın  Lotty Wilkins ve  Rose Arbuthnot

Bayan Wilkins tipik bir en hanımı. Kocası avukat. Tutumlu bir hayat yaşıyorlar.

Bayan Wilkins bir gün gazetede bir ilan görüyor. Akdeniz’de bir şato, kiralık, bir aylık tatil için uygun. Hayallere dalıyor.

Kilisede bu ilanı görüp hayallere dalan başka bir kadını fark ediyor. Daha önce de kilisede sık sık gördüğü, yoksullara yardım eden bir kadın, Bayan Arbuthnot. Ona buraya beraber gitmeyi teklif ediveriyor. Doğru düzgün hatta hiç tanımadığı insana utana sıkıla beraber tatile gitmeyi öneriveriyor. Öyle çılgın bir insan asla değil ama içinden derin bir şekilde bu his gelmiş. 

*

Bayan Arbuthnot’ın kocası Frederick bir yazar. Kralların metreslerinin biyografilerini yazıyor takma adla. Buradan gelen gelirle geçiniyorlar. Bayan Arbuthnot bu gelir kaynağından memnun değil. O yüzden kocasının kendisine verdiği paranın büyük kısmını kiliseye, yoksullara veriyor. Böylece parayı akladığına inanıyor. Kocasının bu işi yaptığını sadece papaz biliyor, papaz durumdan memnun.

 *

Tatile gidecekleri kiralık şatonun kirasını çok buldukları için iki kişi daha arıyorlar ilan verip. Leydi Caroline ve Bayan Fisher ilana cevap veriyor. 

İşte bu dört kadın tatile gidecekler.

*

Bayan Wilkins tatile gideceğini daha kocasına söylememişken kocası “Paskalyada seninle İtalya’ya gidelim” diyor. Haydaaa! Kadın da tatil planından bahsetmeyip “Beni İtalya’ya davet ettiler.” diyor. Adam inanmıyor. Bayan Arbuthnot gelip adamı ikna ediyor.

Arbuthnot’un kendi kocasını ikna etmesi zor olmuyor. Çünkü kocası eve bile uğramayan ilgisiz bir adam. Arbuthnot not bırakıp çıkıyor sadece.

*

 Böylece dört kadın tatil şatosunda bir araya geliyorlar.

Leydi Caroline çok güzel, yirmi sekiz yaşında bekar bir kadın. Güzelliği dillere destan. O kadar güzel ki sinirlense bile insanlar sinirlendiğini anlamıyor. Sesi ve tarzı sinirli olsa bile güzel ve şirin gözüktüğünden kimse terslediğini düşünmüyor. Herkes kadının güzelliğinden büyüleniyor adeta. Kadıncağız da bu durumun farkında ve bundan çok sıkılmış. Hayatı boyunca erkekler peşinde pervane olmuş. Yapışmış daha doğrusu. O da bu yapışkanlıktan bıkmış. Bir erkekle tanıştığında “Hah bu da şimdi peşimden ayrılmaz” diye yakınıyor. Gerçekten de ayrılmıyor erkekler. Halbuki Caroline yalnız kalmayı seviyor. Sadece yalnız kalmak istiyor. Evinde ve şehirde herkesin ona güzelliği nedeniyle yanaşmasından, sürekli teşekkür etmekten bıkmış. Çevresinden uzaklaşıp yalnız kalmak istediğinden bu tatile gelmiş.  

Leydi Caroline, Rose ve Lotty’i “orijinal” buluyor. “Orijinaller” diyor onlara. Ama zamanla onu anlayan sadece Lotty oluyor. Lotty onun yalnız kalma isteğine saygı duyuyor.

*

Bayan Fisher zor yürüdüğü için bastonla dolaşan, yaşlı, dul bir hanımefendi. Diğerlerini de kendisi gibi dul sanıyor başta. O da yalnız kalıp anılarını düşünmek için bu tatile çıkmış.

*

Şatoda iktidar mücadelesi oluyor hafiften. Ben ev sahibiyim, sen misafirsin tarzı.

Aman ev sahibi onlar olsun bırak, misafirliğin tadını çıkar. Ben olsam hiiiç patron benim havalarına girmezdim. Tatilde böyle şeyler düşünmek istemem. Ne yiyorsak yiyelim, nereye gidiyorsak gidelim, hiç sorun değil. Ne yiyelim, nereye gidelim diye düşünmeyi hiçbir vakit sevmiyorum, tatilde iyice sevmem. O yüzden buyurun madam, siz ev sahibi olun. Misafirlikten rahat şey var mı yahu? 

* 

Lotty aslında biraz kocasından ve çevresinden bunaldığı için bu tatile çıkmıştı ama kocasını özleyeceği tutuyor. Ona mektup yazıp yanına çağırıyor. Geleceğini de biliyor. Hissediyor. Lotty’nin psişik güçleri var. Olacakları önden görüyor.

Kocası geliyor. Ama karısına duyduğu aşktan değil. Karısının mektuplarından meşhur Leydi Caroline’nin de orada olduğunu öğrendiğinden. Hem bu kadının dillere destan güzelliğini görmek istiyor hem de onun zenginliğinden nemalanmak. Belki kendisi gibi bir avukata ihtiyaç duyar diye umuyor. 

*

Lotty’nin ısrarıyla Rose da kendi kocasına mektup yazıyor. Ama hiç umudu yok. Zaten gelmez, zaten cevap yazmaz, hiç umursamaz… diye düşünüyor. Canım yaaa, kıyamam.

“Bu kadar çok insanla dolu bir dünyada yalnızca bir tanesine sahip olmayı istemek, milyonlarcasının içinde yalnızca birini kendine istemek pek de büyük bit şey gibi gelmiyordu. Ona ihtiyacı olan, onu düşünen, onun yanına gelmeye hevesli olan biri… ah, ah, insan nasıl da fena halde istiyordu değerli olmayı!”Sf.208

Kocasından telgraf beklerken şatonun sahibi Bay Briggs’ten telgraf geliyor. Oradan geçiyormuş, uğramak istemiş. Ama asıl amacı Rose’u görmek, çünkü görür görmez ondan hoşlandı.

Fakat Bay Briggs gelip de Leydi Caroline’ı görünce ona abayı yakıyor. Üstelik tam da kadının hiç sevmediği şekilde yapışkancasına.

Leydi Caroline Bay Briggs’ten kaçarken bu defa Londra’dan tanıdığı bir yazara denk geliyor. Bu yazar da kadına aşık. Ama daha az yapışık. Kadın da en azından ev sahibinden korur diye yazarı yemeğe çağırıyor.

Meğer bu yazar arkadaş Rose’un kocasıymış. Caroline ve ailesine kendisini bekar ve başka bir isimle tanıtmış. Rose da seviniyor kocasını görünce mektubumu ne çabuk aldın diye. Caroline bozmuyor ortamı. 

*

Tatilde Rose ve kocası kaybettikleri tutkuyu yeniden buluyorlar.

 Lotty ve kocası da öyle. Kocası Lotty’nin ne kadar güzel ve akıllı olduğunu fark ediyor.

Bayan Fisher, Lotty’nin sıcakkanlılığı ve ziyarete gelen ev sahibi Bay Briggs’in saygılı davranışlarıyla yumuşuyor.

Caroline de bu sıcak ortamda Briggs’in ilgisine yanıt veriyor.

 *

Ay çok cici bir hikaye.

Lotty’ye bayıldım. O kadar temiz kalpli ki geleceği hissediyor. Böyle böyle olacağını görüyorum diye önden görüyor bile olacakları. Bunu büyücülük ya da delilik gibi söylemiyor, gayet temiz kalplilikten hissediyor. Etrafındakilere de yayıyor bu pozitifliğini.

Kitap ayrıca İtalya’nın San Salvatore’sinin güzelliğini, sıcaklığını, tatil havasını da hissettiriyor.

Jane Austen romanlarını andırıyor biraz. Tesadüfler, aşklar, masum heyecanlar.

*

Filmi de var. Youtube’un derinliklerinde buldum:


İzlemeye başladım ama çekici gelmedi, bıraktım. Kitap yetti bana.




YAKIN

 


YAKIN

Ege Soley

2020

Doğan Novos Yayınları

1.baskı- Temmuz 2020

160 sayfa

 

Tam şişmelik bir kitap benim için. Bayık bayık aforizmalar.

“Çok basit ama çok zor bir iş. Çok kısa ama çok uzun bir hikaye. Anlaşılabilir gibi, ama tarif edilebilir gibi değil.” Sf.13

Ne diyorsun? Nedir derdin?

*

Kendine yakınlaşmaya çalışıyormuş yazar. “Kendim dediğim insana biraz daha yaklaşmak” istiyormuş. Çünkü insan hep uzakmış kendisine, hep yarımmış. 

Ayyyhhh şişiyorum.

İnsan “Bazen yalnız kaldığında kendi elini tutup okşayacağına, o el ile yersiz bir bilek güreşine girişiyor” Sf.15

Ahahahha içli içli kurulan bu cümleler bende feci halde gülme isteği uyandırıyor. Ben duygusuz bir öküz olabilirim.

 *

Bir hayat tanımı var yazarın:

“Hep taze çiçekler, mis kokular, kolalı manşetler, ütülü paçalar değildir hayat. Yürürken köşesi kırık bir kaldırım parçasından su sıçrar üstüne, paçan ıslanıverir.” Sf.23

Offfff! 15 yaşında olsam belki etkilenirdim ama +30 yaş için artık böyle laflar öööegghhh! (15 dedim ama ben 20’li yaşlarımın sonuna kadar böyle arabesktim aslında, aramızda kalsın.)

Yazar bu aralar çok düşünüyormuş gerçekten mutlu muyum diye. Düşünme yav. Düşünerek varılabilecek bir cevabı var mı ki bunun? 

*

Kitabın sonlarına doğru güzel bulduğum bir şey okudum. Einstein’in bir sözüne atıfla: "Bir sorun olduğunda, bu sorunu, onu yaratan zihinle çözemeyeceğini hatırla.” Sf.136 diyor.

 “Daha başka bir akıl, başka bir yol gerekli.” Sf.136

 Hah, bunu sevdim. Akıl akıldan üstündür nitekim.

“Çok fazla sorunu zihnin uyduruyor, aklın yaratıyor. Sonra kalbine inandırıyor, duygularının ayarını bozuyor. Hiç olmayanları, hiç olmayacakları durduk yere aklın yaratıyor.” Sf.136

Bu doğru. Bunun doğruluğu bu kitaplarda okuyunca pek inandırıcı gelmeyebiliyor ama şu kitaplarda daha tatmin edici oluyor:

Bkz: Beyin Senin Hikayen

Bkz: Incognito

Beynin çalışma prensibini anlatan kitaplar ile kişisel gelişim kitapları benzer şeyleri söylüyor aslında. Hangisine meyilliyseniz onu alırsınız.

*

Yazar, tanımlamaya doyamadığı hayatı son bir kez daha tamamlayarak bitiriyor kitabı: “Hayat, hatırla ister” Sf.159

Şiştim.

Böyle soyut soyut laflar ne işe yarıyor, ben anlayamıyorum. Ne anlam çıkarılabilir, ne işe yarayabilir?

*

Yazarın kendi kendiyle konuşması niteliğinde kitap. Yemin ediyorum bak sene 2015-16. Aynı böyleydim ben de. Mıymıy arabesk. Gerçi yazar pozitif yönde mıymıy. Ben bunun depresif yönde olanıydım. Burada yazar ne kadar hayat şöyle güzel, böyle yardım eder, canımız doğamız, içimizdeki güç oley… diyorsa ben de hayat bok gibi, keşke ölsem, ne biçim dünya… diye düşünüyordum. Ve hatta bu harikulade düşüncelerimi yazıyordum. Defterler dolusu kin kusmuştum. Sonra hepsini attım o defterlerin. Attım rahatladım.

*

Neticede beni etkilemedi kitap. Ama muhakkak etkiledikleri vardır.

*

Biraz Nil Karaibrahimgil tadı aldım kitaptan.

Bkz: Kelebeğin Hayat Sırları

Onu seven bunu da sever sanırım.


HER ŞEY DEĞİŞİR RİTÜELLER KİTABI

 


HER ŞEY DEĞİŞİR

RİTÜELLER KİTABI 

Anette Inselberg

2019

Destek Yayınları

18.Baskı - Haziran 2019

261 sayfa


Mumlar, tütsüler, deniz kabukları, kurdeleler, sirkeler, kibritler, pirinçler, tarçınlar, kuş tüyleri…vb kullanarak birtakım şekiller oluşturup yeniaylarda, dolunaylarda, aysız alelade zamanlarda dilek dilemeceleri anlatıyor kitap.

İnanırsan gerçek olur minvalli bir kitap yani. Bu inancı bir de görsel tasarımlarla destekliyor. İnananlar için ne ala! İnanmayanlara ise komik gelecektir. Zira biraz büyücülüğü andırıyor.

*

Kitap yazarın bu işlere nasıl başladığını anlatarak başlıyor.

Yazar finans sektöründe çalışıyormuş. İyi para kazanıyormuş ama işini sevmiyormuş, çok stresliymiş, hasta oluyormuş bu stres yüzünden.

Sonra bırakmış işini. Reiki, yoga, meditasyon, nefes çalışmaları derken sevdiği işin bu konularda seminer vermek olduğunu keşfetmiş. Hali hazırda sevilen bir bloğu da varmış. https://anetteinselberg.com/ Bloğun takipçileri yazarı yalnız bırakmamış.

*

Çeşitli isteklere cevap veren ritüeller yer alıyor kitapta:

Kararsız kaldığımızda cevap bulma ritüeli, 

Hayatımızdaki düğümlenmiş sorunları çözme ritüeli,

Stresi dönüştürme ritüeli,

 Evrenle bir olma ritüeli,

 İçinizdeki çocukla bağ kurma ritüeli

YouTube kanalı varmış, oradan bakarsınız merak ediyorsanız. https://www.youtube.com/channel/UCfnNAX0W-uJRWHQTS1sEyjg/featured


Örneğin bir tanesi ;

Evi negatif enerjilerden arındırmak için cam bardak içine su, bir çay kaşığı elma sirkesi, bir çay kaşığı tuz koyup yatağın altına koyuyorsun. Bardağa “Üzerimdeki tüm ağırlıkların, negatifliklerin, kem gözlerin bu bardakta toplanmasına niyet ediyorum” diyorsun. Ertesi sabah lavaboya “Artık tüm yollarımın açılmasını seçiyorum” diyerek döküyorsun. Böyle böyle 21 gün yapıyorsun bunu. (Sf.65)

Ya da başka bir örnek olarak;

Akşam eve birine öfkeli mi geldin? “Bugün beni üzen kişiye bana öğrettikleri için teşekkür ediyor, şifalanmasını diliyor, aramızdaki negatif bağı kesiyor, sevgiyle uğurluyorum.” diyorsun.

*

Kendini bir balonun içinde hayal etmeni öğütlüyor kitap bazı durumlarda. Örneğin evden çıkmadan önce mavi bir balonun içindesin, “Bugün mutlu olmayı seçiyorum.” diyorsun.

Bu balon kısmı bana Metin Hara’nın “Yol” kitabını anımsattı. O da kendimizi “Ki Topu” dediği renkli balonların içinde hayal etmemizi öğütlüyordu. Ki topu gönderiyormuşsun olmasını istediğin gerçekliğe doğru.

*

Küçükken evde bir dua kitabı vardı. Borçtan kurtulma duası, bereket duası, sınav duası… Bu duaları belli sayıda söylemen gerekiyordu. Bu kitap da benzer mantıkta geldi bana. Hatta dua kitabından bir parça daha iyi, çünkü en azından bildiğin ve anladığın dilde söylüyorsun.

Ben değerliyim, başarılıyım, hayatımda her şeyi dengeli olarak alıyorum, dünya beni besliyor, ben dünyayı besliyorum… Bunun gibi laflar söylemen gerekiyor kitaptaki ritüellere göre. Zamanında özellikle çocukken bunları çok duymayınca, bunlara ikna olmayınca insan büyüyünce sıkıntı çekiyor. Madem kimse söylemiyor, mecbur sen kendi kendine söyleyeceksin. Başta inanmayacaksın tabii, yalan gibi, kendini kandırmak gibi gelecek. Kandır. Kendini böyle şeyler için kandırmakta sıkıntı yok bence. Bunu “Beyin: SeninHikayen” kitabından da biliyorum. Aslında zaten başkaları seni beceriksiz, çirkin, başarısız olduğuna kandırmış. Sen de benimsemişsin. Şimdi kendi kendini kendi iyiliğin için kandır, fena mı?

 


26 Ekim 2021 Salı

ÇARESAZ

 


ÇARESAZ

Halide Edip Adıvar

1961

Can Yayınları

3.Basım - Şubat 2014

88 sayfa

 

Kitap 1961’de Cumhuriyet gazetesinde dizi halinde yayımlanmış. 1971’de de kitap olarak basılmış.

Çaresaz, asıl adı Mediha olan herkese yardıma koşan bir öğretmen hanım. Ayrıca hikayeler yazıyor. Başarılı, çalışkan, örnek bir insan.

Karşı eve taşınan komşusu Münir ile değişik bir ilişki yaşıyor Mediha. Münir hastayken Mediha ona bakıyor, bu sırada yakınlaşıyorlar. Aşk var gibi ama yok gibi de. Anlaşılmıyor açıkçası. Özellikle Mediha’nın ne hissettiğini ben anlayamadım.

İkili arasındaki ilişkinin bir nikahla taçlanması gerektiğini düşünüyor Münir’in arkadaşı Sami Selçuk. (Münir hakim, Sami Selçuk da onun arkadaşı. Hukukçu olarak bildiğimiz gerçek Sami Selçuk galiba.)

Nikah konusunda Münir şöyle düşünüyor:

“Bizim nikahımızı ruhlarımız kıydı, ondan artık ayrılamam. Fakat ben bir başka aşka tutulursam… O zaman bizim Çaresaz’ı boşamak lazım. Halbuki bu vaziyeti muhafaza edeceğimi, benimle evlenmeye razı olan kızcağıza açıkça söylerim…” Sf.28

Böyle bok bok konuşuyor. Ama "Ya Çaresaz başkasıyla evlenirse" deyince arkadaşı, küplere biniyor Münir. 

İmam nikahı kıyıyorlar. O kadar hakim, okumuş, eğitimli ama eski usul adetle evleniyor hıyar.

Şehnaz diye bir kadına aşık oluyor Münir. Şehnaz ile evleniyor. Öyle olması gerekirmiş. Şehnaz ile ancak evlenilirmiş. Evlenilecek kadınmış.

Mediha’nın ne hissettiğini anlamadım hiç. Üzülmüyor, sevinmiyor, kızmıyor… Akışına mı bırakmış, umurunda mı değil, anlaşılmıyor. Takmıyor gibi.

Ama Şehnaz takıyor. Mediha’nın varlığı huzursuz ediyor onu. Doğal olarak. Çok huzursuz edici bir ilişki çünkü.

Şehnaz ilk çocuğuna hamileyken düşük yapıyor. Mediha’dan biliyor bunu.

Mediha da artık aynı evde yaşamanın tatsızlığını fark ediyor. E bir zahmet.

Ama Münir, Mediha’nın gitmesini istemiyor. Mediha giderse kendimi öldürürüm diyor. Ne salak salak haller.

Ay neyse ki sonunda Şehnaz ile boşanıyor, Münire ile devam ediyor. İyi kötü bir karar veriyor hiç değilse.

*

Değişik bir hikaye. Ben hiç sevmem böyle kafa karıştırıcı ilişkileri. Kararsız insanları da. Şehnaz da Mediha da daha iyilerine layık, Münir’in tavırlar ne öyle, koca adam, girdiği şekiller, ettiği laflar… Iykk, evlerden ırak.

 


ÇOCUKLARI ANLAMA KILAVUZU

 



 

ÇOCUKLARI ANLAMA KILAVUZU

 Yaşanmış Örnekler

Etkili Yaklaşımlar

Uzm. Psk. Özgün Kızıldağ

2012

Elma Yayınevi

1. Baskı - Mart 2012

248 sayfa


Çocuğunuzla yaşayabileceğiniz çeşitli olayları örnek alıp o olaylarda nasıl davranmak gerektiğini anlatıyor kitap.

Ben sıkıldım, yarısında bıraktım okumayı. Teyze olarak anne yarısı olduğum için yarısına kadar okumam yeterli bence. Tamamını annesi okusun.

 *

Kitaptaki vakalardan örnek vereyim;

 Örneğin;

Süpermarkette alışveriş arabasında bir buçuk yaşındaki çocuğunuz, çikolata, oyuncak vb almak istiyor. Annesi hayır derse ağlıyor, bağırıyor. Annesi de sussun diye alıyor.

Kitap da yapıştırıyor “hata” diye.

“Kaç yaşında olursa olsun, bir çocuğa önce hayır denip sonrasında vazgeçilerek yapılan her şey çocuğa ve aileye olumsuz bir sonuç olarak geri döner.”

Yani hayırın anlamı hayır olmalı. Çocuk annesinin “hayır”ının, kendisinin ağlama ve üzülme tehditleri ile “evet”e döndürülebilir olduğunu” düşünmemeli.


Bu konuya “Doğumdanİtibaren Montessori” kitabında da değiniliyor. Çocuklara yerli yersiz hayır dememeyi, hayırın gerçekten hayır anlamına gelmesini öğütlüyordü o kitap da:


“Hayır her zaman hayır anlamına gelmelidir. Hayırın anlamı, ‘Bir kere daha sorarsan belki yumuşarım,’ olmamalıdır. Ya da “Yeterince çığlık atar, bana vurur, bir şeyleri kırar ve bana herkesin ya da yakınlarımın yanında, ‘Senden nefret ediyorum, sen kötüsün,’ diyerek beni utandırırsan, ben de sana istediğini veririm,’ olmamalıdır.” 

 Bu kitap da hayırın ne anlama geldiğini sıfırdan anlatıyor:

“Çocuklarımıza öğretmemiz gereken en temel noktalardan biri “hayır” dediğimiz zaman, bunun değiştirilebilir bir şey olmadığıdır. Bunun için yapılması gereken, sonrasında izin verecek kadar önemsiz bulduğumuz isteklere daha baştan “hayır” dememek olacaktır. Öncelikli olarak, “hayır” dediğimiz şeylerin sayısını azaltmalı, “hayır” dediklerimizin ise arkasında durmalıyız.”

 

Yani ota bota hayır demeyin işte. Hayırı bir refleks haline getirmeyin. Ufak tefek şeyler için hayır diyip sonra karar değiştirirseniz çocuğunuz bu defektinizi anlar.

Bu bilgilerin ardından çocuğa hayırın anlamını öğretmeye karar verdiniz diyelim. Bunu öğretme yeri market değil tabii.

Market, toplu ulaşım araçları, misafirlik gibi yerler özellikle “hayır”ları öğrenmemiş çocukların aileleri için daha zor yerlerdir. “Hayır”ı öğretmeye başlamanın yeri asla bu tür mekânlar değildir. Çünkü çocuk, arkasına seyircilerin desteğini de alacaktır.”

Sakin bir ortamda, zamanla, kararlı duruşunuzla olacak.

*

Bir başka örnek; bizim annelerimizin sıklıkla sorun haline getirdiği yemek savaşı.

Çocuk, yemek saatinde sevdiği yemek yok diye yemek yemek istemiyor. Annesi de yesin diye patates kızartması yapıyor.

Yanlış, diyor kitap:

İdeal tutum, öğün saatlerinin önceden belirlenmesi, öğün saatinde çocuk o yemeği yemeyi reddediyorsa buna hiç itiraz edilmemesi, sadece bir sonraki öğüne kadar bir şey yiyemeyeceğinin kendisine tatlılıkla hatırlatılması olacaktır.”

Çocuğun ağzına zorla yemek sokuşturmanın yanlışlığını ise anlatmaya gerek yok herhalde değil mi? Ya da çocuğun peşinde elinde kaşıkla koşmanın?..

*

Bir başka vaka olarak anne babasıyla beraber yatan çocuk gösteriliyor. Artık kendi başına yatması gerektiği söylenen çocuğun ağlama krizleri, ailenin vicdanının sızlaması… vb

Kitabın bu konuda tavsiyesi şu:

Çocuğun yaşı itibarıyla da ideal olabilecek uygulama, öncelikli olarak takvim çalışması şeklinde haftanın belirli günlerinin yalnız uyuma, belirli günlerinin ise birlikte uyuma günleri olarak belirlenmesi, bunun takibinin birlikte yapılması ve hatta bu uygulamaya da hep beraber karar verilecek, aile için özelliği olan bir günde başlanması olabilir. Bu şekilde hem anne-babanın kuralları uygulayabilecek tutarlılık için güç kazanması hem de Eda’nın değişiklik ile ilgili zihninde bir şema oturtması ve geçişin güvenli olması sağlanabilecekti.”

*

Bunun gibi onlarca vaka üzerinden ebeveynlerin çocuklarına yaklaşım tarzlarının nasıl olması gerektiğini anlatıyor kitap. Ben teyze olarak üç vaka okudum, yetti. Devamını anne babalar okusun. Faydalı olacaktır.