28 Şubat 2016 Pazar

%100 DÜŞÜNCE GÜCÜ




%100 DÜŞÜNCE GÜCÜ

(%100 Mind Power)

Jack Ensign Addington

1988

Çeviren: Birol Çetinkaya

Akaşa Yayınları - 1.Baskı - 2001

217 sayfa


Ben bu kitapları okuyunca resmen gaza geliyorum. "Tabi len, tabii ki istersem yaparım, ne yapamayacakmışım yaa, ha haytt"

Böyle birkaç gün sürüyor bu, sonra geçiyor.

Aslında temelde anlıyorum bu meseleleri. Gerçekten de istemenin ve inanmanın bir gücü olduğunu düşünüyorum ben de. Yoksa tarihte az sayıda askeri olan güçsüz orduların, kendilerinden daha donanımlı orduları yenmesini nasıl açıklıyorsunuz? Ya da ölümcül hastalığı olan ve doktorların birkaç ay/yıl ömür biçtiği hastaların iyileşmesini, yıllarca yaşamasını nasıl açıklıyorsunuz? Var işte istemenin ve inanmanın bir gücü. Sorun şu ki;

1. Ne istediğimizi biliyor muyuz ve bunu gerçekten istiyor muyuz?

2. Buna inanmamızın önündeki engeller ne?

İsteklerim milyonlarca insanınkinden farklı değil. AŞK - İŞ- EV ekseninde istekler. Ama mesela bunları açılımlayamıyorum. İş şöyle olsun, ev böyle olsun diye spesifik olarak somutlaştıramıyorum. 

Aklım yetmiyor galiba, bilemedim.

Bir de korkuyorum ne yalan söyleyeyim.

Kitapta da buna dair bir örnek var:




sf.29

Al işte.

Ondan sonra "iste"

İstemenin bu tehlikeli hali ile ilgili bir somut örnek de benden gelsin. Bursalı bir arkadaşım, çalıştığı şirketin tüm şehirlerdeki yetkililerin olduğu bir toplantıda, Antalyalı bir beyi pek beğenir. "Keşke bu bey Bursa'ya gelse, burada görevlendirilse." der. Ve ta tam. Adamın görev yeri gerçekten Bursa olur, adam Bursa'ya gelir, ve fakat EVLENMİŞ OLARAK.

İşte o yüzden isteme meselesi biraz tehlikeli gibi. 

"Hayırlısı" deyip çıkamıyor muyuz işin içinden?

*

Kitabın yazarı epey dindar. Hz.İsa'dan, İncil'den örnekler var bolca.

Mutlak Güç

Yüce Zeka

Evrensel Akıl

Sınırsız Kaynak

Bunlar varmış bizde, içimizde içimizde.

*

İsteklerimizin gerçekleşmeyeceğine dair hemen peşi sıra gelen olumsuz fikirler neler, bunları tespit et diyor yazar. 

"Olumsuz düşüncelerinin farkına vardıkça bunları yazmasını istedim. Daha sonra bunları analiz edecek ve olumlu karşılıklarını bulmaya çalışacaktı."

İşte sonra olumlu bir kendini yönetme planı çiziyormuşsun. Hayata olumlu bakmanın olumsuz bakmak kadar kolay ve çok daha üretken olduğunu görmeye başlıyormuşsun.

"Bilinçli olarak düşünülen her düşünce, bilinçaltını etkiler ve bu etki, düşüncedeki güç ve arzunun derecesine bağlı olarak eyleme dönüşür." sf.32

Yemin et.

Bak deneyeceğim ben bunu. 

*

Bölüm sonlarında rahatlatıcı ve telkin edici, adeta dua gibi sözler var:

"Düşüncelerimi seçme hakkım olduğunu idrak ettim.

Kendim için sağlık, mutluluk, refah, sevgi ve anlayış düşüncelerini seçiyorum. 

Şu anda aklımı, fikirleri almak üzere açıyorum. Biliyorum ki sonsuz bilgi ve daha önce denenmemiş yaratıcı fikirlerle dolu bir kaynağa sahibim. Sonsuz Zeka'ya güveniyorum. 

Kendimi harika hissediyorum! Güçlü ve sağlıklıyım ve bunun tadını çıkarıyorum. 

Yaptığımı iyi yaparım ve doğal olarak da hep iyi sonuçlar alırım. 

Deneyimlerimi harika insanlarla paylaşıyorum. 

İhtiyaç duyduklarım ve bana ihtiyacı olanlar kapıma gelir. 

Düş gücümü yapıcı olarak kullanıyorum ve arzuladığım hayatı gözümde canlandırıyorum. 

Bütün düşlerim harika bir biçimde gerçekleşiyorlar."

Ver coşkuyu ohhh

İçre içre gaz doluyorum. 

Bu duasal sözler yogada da var. Yoga yaptıktan sonra buna benzer şeyler söyleniyor.






Yogaya da gitmişliğim var benim. (Ay benim yogaya başlamamın çok aptalca bir hikayesi var. Parantez içinde özetle anlatayım. Hoşlaştığım bir bey vardı. Facebook hesabında bir yoga merkezini paylaşmış. "Aaa sen yogaya mı gidiyorsun? Ben de yoga yapmayı düşünüyordum ne zamandır." diye yalandan muhabbet açmıştım. Yoga yapmayı düşünüyormuşmuşum, hem de ne zamandırmışmış. O an adam aikido merkezi paylaşmış olsa "Aaa ben de ne zamandır aikido yapmayı düşünüyordum." diye yavşayacaktım. Hemen ertesi gün cumartesi, gidelim madem, dedi. Cuma akşam ben iş çıkışı yaldır yaldır mağazalarda dolanıp tayt aradım ya. 70 liraya tayt, 50 liraya tişört aldım, sanki evde yokmuş gibi, heyecanlandım ama ne yapayım. Paylaştığı yoga merkezi bir arkadaşınınmış, kafasına eserse gidiyormuş. Bir daha gelmedi. Ben kursun parasını peşin verdiğim için 1 ay gittim. Neyse bu aramızda kalsın)

*

Kitabın devamında zamanı iyi kullanmak, sakinleştirici hap kullanma, iyi hafıza, korku, sigara bağımlılığından kurtulma, uyku sorunu... konuları var. Bunlarla ilgili problemim olmadığı için ilgimi çekmiyor. Problemim ilk mevzular.

İnanmak istiyorum ben bunlara.

Bir yolunu bulup inanacağım her şeyin güzel olacağına.

Ha bu arada pardon, böyle gelecek zamanlı konuşmamalıymışız. Bilinçaltımız gelecek zamanı anlamıyormuş. O sadece şimdiyi biliyormuş. Olacak, yapacağım... gibi kalıplar kullanırsak o gelecek zaman hiç gelmezmiş.

"Elde etmek için ne gerekirse gereksin, mutlu bir evliliğiniz, başarılı bir iş hayatınız olduğunu, sağlıklı ve aktif, sevgi dolu ve herkes tarafından sevilen birisi olduğunuzu düşünün. Zihinsel olarak kendinizi bu havaya sokun." sf.61

Yani sanki isteklerimiz olmuş gibi konuşmamız ve düşünmemiz gerekiyormuş ki mal bilinçaltımız anlasın.

Bilinçaltının mallığı ile ilgili bir yerde mi okudum, bir yerde mi duydum, şöyle bir şey. Bilinçaltı iyi kötü, doğru yanlış gibi değer yargılarını anlamıyormuş. Aklımızdan geçeni saf bir şekilde alıyormuş. Mesela akşam dizi izlediniz, dizide karakter kaza yaptı, siz de üzüldünüz. O şekilde yattınız, aklınızda izlediğiniz kaza. Bunun üzerine bilinçaltı diyormuş ki:"Hımmm sahibim kaza yapmak istiyor." 

Böyle bir malla yaşanır mı ya?






27 Şubat 2016 Cumartesi

SAHNENİN DIŞINDAKİLER





SAHNENİN DIŞINDAKİLER

Ahmet Hamdi Tanpınar

1973

Dergah Yayınları - 14. Baskı - Eylül 2014

370 sayfa



Sahnenin Dışındakiler, gazetede 1950 yılında tefrika edilmeye başlamış. 

Kitap olarak basımı 1973'te olmuş.

Gazetede yayınlanan haliyle kitap hali arasında yer yer farklılıklar varmış, yazarın değiştirdiği bazı kısımlar olmuş. Kitabın sonunda o kısımlara da yer verilmiş.

*

Mahur Beste - Huzur - Sahnenin Dışındakiler şeklindeki zincirin bence en zayıf halkası bu kitap.

*

Sene 1920. Yer İstanbul.

İstanbul işgal altında. Yabancı kuvvetlerin askerleri var her yerde. Zaman zaman yerli halka kötü davranan askerler.

Ayrıca Beyaz Rusların akını var. Çehresi değişen Beyoğlu. Canlanan bir eğlence sektörü.

Cemal ve Sabiha var bir de.

Cemal, Mahur Beste'deki Behçet, Huzur'daki Mümtaz gibi sünepe bir erkek karakter. Kadınları "arkasından ağlamak için seven erkekler" diyebiliriz.

Ve onun karşısında akıllı, olgun bir kadın olarak Sabiha.

Bu ikisi mahalleden arkadaşlar. Sabiha sorunlu bir anne babayla yaşıyor. Annesi Sündüs Hanım her şeyden şikayet eden bir kadın, babası Süleyman Bey ise alkolik. Evde sürekli kavga oluyor. 

Bulunduğu çevre için aykırı bir kız Sabiha. Akranları yavaş yavaş çarşafa girerken o girmek istemiyor. Tiyatroda oyuncu olmak istiyor. Yeni insanlarla tanışmak, yeni yerler görmek istiyor. Mesela Kudret Bey gelecek Avrupa'dan, Sabiha yeni bir insan gelecek diye seviniyor.

Sabiha yaşıtları oyun oynarken hayata dair içinden çıkamadığı sorular soruyor kendi kendine. Bu sorularını İhsan'la tartışmaktan hoşlanıyor.

İhsan, Huzur'daki İhsan. Onun gençlik hali buradaki. Daha evlenmemiş. 

Sabiha ile konuşmaktan İhsan da zevk alıyor. O da aynı şekilde onu seviyor. O kadar seviyor ki, kızının adını Sabiha koymuş, bu Sabiha'yı hatırlatsın diye. Ama ayıp ki. İnsan eski sevgilisinin, eskiden sevdiği kızın/erkeğin adını vermemeli çocuğuna. Eşe karşı yapılmış dev bir ayıp.

Cemal, Sabiha'yı İhsan'dan kıskanıyor. Ama Sabiha İhsan'a öyle bir sevgi beslemiyor, Cemal'e de. Kimseye aşık değil. İleride birini severse de Cemal'den söz alıyor, Cemal de onu sevsin diye.

Cemal, babasının görevi gereği başka bir şehre taşındıkları için Sabiha'dan kopuyor. 

Yıllar sonra İstanbul'a döndüğünde Sabiha'nın evlendiği haberini alıyor. Aynı zamanda evliliğinin yolunda gitmediği haberini de. Sabiha'nın kocası Muhtar, pek iyi bir adam değil, yasa dışı işleri var ve üstelik başka bir kadına aşık.

Cemal, İstanbul'da İhsan ve arkadaşlarının yönlendirmesiyle milli mücadeleyi destekleyici bir takım işlere girişiyor. Teşkilatın İstanbul ayağında, kendisine verilen görevleri (haber getir-götür gibi) yerine getiriyor. Asıl mücadele Anadolu'da. "Asıl sahne orası. Biz burada maalesef sadece seyirciyiz. Sahnenin dışındayız." sf.144

Bir gazetecilik işi ayarlıyorlar Cemal'e. Nasır Paşa adlı bir mülkiye paşasını, hatıralarını yazması için ikna etmişler. Paşa anlatacak. Cemal yazacak. Sonra bu hatıraları, gerekirse başkalarını zor durumda bırakmak için kullanacaklar. 

Bu sürede hep Sabiha'yı görmek istiyor Cemal ama bir türlü göremiyor. Onun yerine kocası Muhtar'ın haberlerini duyuyor sık sık. 

Nihayet Sabiha ile karşılaşıyorlar. Aniden, yolda. Ama uzun uzun konuşamıyorlar. Sabiha gidiyor hemen, ben seni sonra bulurum diyerek.

Muhtar ve Sabiha sonunda ayrılıyor. Ve Sabiha çocukken kurduğu oyunculuk hayalini gerçekleştiriyor. Cemal, bunu evine gönderilen bir tiyatro reklamından öğreniyor. "Sahneye çıkacak ilk Türk kadını" diye bahsediliyor Sabiha'dan. 

Cemal bunun şokunu yaşarken Nasır Paşa'nın öldürüldüğü haberi geliyor hemen ardından. 


SON


Altını Çizdiklerim

"İstanbul mahalleleri yirmi, otuz senede bir çehre değiştire değiştire yaşarlar ve günün birinde park, bulvar, yol, sadece yangın yeri, 'hâlî arsa' geleceğe ait çok zengin ve iç açıcı bir proje olmak üzere birden kaybolurlar." sf. 14

"Hiç kitap hediye etmezdi. Belki de, fikrin mesuliyetini üzeirne almaktan çekinecek kadar derin düşünceliydi." sf.25

"- Niçin kadere bu kadar bağlı olan insanlar, bir türlü ona razı olmaz? - Hiçbiri kendi hayatını yaşamıyor da onun için." sf.36

"Hepsi de çıkmaz sokak, sönmüş lamba gibi insanlar." sf.41

"Bütün bu insanlar bana öyle geliyor ki, olacakları şeyi olamamışlar... Bir duvar önünde asıl yollarını değiştirmişler, yahut da oldukları yerde kalmışlar." sf.42

"Meğer bu tecrübe denen şey, bizim kitaplardan öğrendiğimiz manasından çok ayrı bir yerde kullanılırmış. Onun asıl manası dünya işlerinde bir nevi sinizmi benimsemek, onun içinde dört tarafını iyice kollayarak, kimseyi rahatsız etmeden, büyüğü kuşkulandırmadan, küçüğü sabrın son haddine getirmeden rahatça, yahut gailesizce yaşamak, hayat yolunda her vesileden istifade ederek ilerlemek, ev, köşk, apartman, han, esham sahibi olmakmış. 

İşte ben bu merhaleye ermek için lazım gelen hazırlık ve bekleme devrindeydim. Bunun adı okumaktı." sf.50

"Yaşıma göre epeyce okuyordum. Fakat okuduklarım üzerinde düşünemiyordum. Mektepte, her şeyi ayrı ayrı öğrenmek ve kafamda göz göz saklamak itiyadını almıştım. Onun için okuduklarımı içime, hafızam bir dolapmış gibi yığıyordum." sf. 68

"Az konuşmak daima iyi şeydir; fakat derli toplu olmak şartıyla." sf.93

"İlerlemesi için yolun başına getirilmesi kâfi gelen insanlardandı." sf.106

"Bütün iyilik kabiliyetleri doğduğu gün, ebesi tarafından çalınmış hissini bırakan bir kadın." sf.260

"Belki de ahlak yoktu, iyilik yoktu, vazife yoktu. Hiçbir şey yoktu. Sadece bazı şeylere kabiliyetsizlik, bazı şeyleri kendisine nehyetmek vardı. İnsiyaklarından korkmak ve kaçmak vardı. Belki de sadece terbiye ve korku vardı." sf.274

"...Bir mezarlık gibi ölümle doluydu. Bakışının dokunduğu her yerde irin dolu keseler patlıyor, sağlam uzuvlar çürüyor, ten, et olup kokuyor, kemik un gibi ufalanıyor, insan eli leblebi gibi küçük kemik parçalarına dağılıyordu." sf.275

HUZUR



HUZUR

Ahmet Hamdi Tanpnar

1949

Dergah Yayınları - 24. Baskı - Ağustos 2015

413 sayfa


Kitabın arka kapağında diyor ki:

"Eserde hastalık, ölüm, tabiat, kozmik unsurlar, medeniyet, sosyal meseleler, çeşitli ruh halleri ve estetik fikirler iç içe verilir. Ancak bütün bunların üzerinde romana hakim olan Mümtaz'la Nuran'ın aşklarıdır."

İşte ben de açıkçası bu hakim olan kısımdan, Mümtaz ile Nuran'ın aşkından bahsedeceğim esasen.

Nuran, Mümtaz'la evlenmeeeeee!!!

*

Hikaye, Mümtaz'ın amca oğlu İhsan için hasta bakıcı aramasıyla başlıyor. 

"Bizim memlekette aranan kaybolur. Şark oturup beklemenin yeridir. Biraz sabırla her şey ayağınıza gelir." sf.12

O esnada yolda da mazisini düşünüyor.

Mümtaz, çocuk yaşta anne babasını kaybetmiş. Ona amcasının oğlu İhsan ve karısı Macide bakmış.

İhsan, akıllı, kültürlü, sevilen, saygı duyulan bir insan. Karısı Macide de güzel bir kadın. Ancak akli ve/veya ruhi bir bunalım geçirmiş çocuğu ölünce. Sonra zamanla toparlamış ama zaman zaman bu rahatsızlık nüksedermiş.

Bir gün vapurda, tanıdığı bir çift ile, Adile ve Sabih ile rastlaşmış. Onlarla konuşurken de Nuran gelmiş. Adile ve Sabih, Nuran'ı da tanıyor. Böylece Mümtaz ve Nuran tanışıyorlar.

Nuran boşanmış ve bir çocuk annesi bir kadın. Kocası Fahir, başka bir kadın için (Emma) ayrılıyor Nuran'dan. 

Mümtaz, görür görmez aşık oluyor Nuran'a. 

Yazarın dediğine göre; "Bu dünyanın en basit bir aşk hikayesidir."

Peki Nuran aşık mı Mümtaz'a derseniz...

Şöyle söyleyeyim;

Mümtaz,

"İlk defa teni ve ruhu beraberce harekete gelmişler, tam bir terkip, bir anlaşma içinde mesuttular. Fakat o da böyle mi düşünüyordu: o da mesut muydu? İstiyor muydu?" 

diye düşünürken Nuran,

"Gitse diyordu; ne olur, bıraksa ve gitse...Kendi kendime kalmağa ihtiyacım var. Hayatını yapmış, sonra bozulduğunu görmüş bir kadınım. Bir kızım var. Aşk benim için yeni birşey değil. Bu tecrübeyi ondan o kadar evvel geçirdim ki..."

Açıkçası ben de sevmedim Mümtaz'ı. Keşke Nuran onunla vakit harcamasa. Hiç gereği yok. 

Beraber İstanbul'u geziyorlar. Sarıyer, Emirgan, Kanlıca, Çamlıca, Üsküdar... 

Üsküdar'a bol bol güzelleme var bu kısımlarda. Benimse İstanbul'un en sevmediğim yerlerindendir Üsküdar. Bitmeyen trafik keşmekeşi, ölü bir sosyallik. Sinema yok be. Üsküdar'da sinema yok. Yalnızca Capitol AVM'nin sineması. Camisi, türbesi eyvallah da Üsküdar'daki camiler bile huzursuz bence. Etrafları amerikan siding kaplamalı dükkanlarla çevrili camilerin. Hele yağmur yağınca denizin karayla birleşmesi yok mu? Sevmiyorum Üsküdar'ı. Kitabın bu kısımlarını da o yüzden "Yav he he" diyerek okudum. Sen yanında sevdiğin insan var diye seviyorsun Üsküdar'ı. O sayılmaz. Yanında sevdiğin insan varsa cehennem bile cennet gözükür.

*

MAHUR BESTE kitabında anlatılmayan bestenin hikayesi burada anlatılmış.

Mahur Beste, Nuran'ın dedesi Talat Bey'in eseriymiş. Talat Bey'in karısı Nurhayat Hanım, başka bir adamla kaçınca Talat Bey bu eseri yazmış.

Yine Mahur Beste'de üstü kapalı geçilen Behçet Bey'in karısı Atiye Hanım ve Refik, burada biraz daha açılmış. Behçet Bey, karısını Refik'ten kıskanmış, bu kıskançlık yüzünden Refik'i saraya jurnal etmiş. 

*

Nuran'ı tek seven Mümtaz değil. Nuran'ın okul arkadaşı, aynı zamanda Mümtaz'ın akrabası olan Suat da Nuran'ı seviyor. Üstelik Suat evli ve iki çocuk babası. Ama bu sorumluluklarını kaldıramayan, çapkın, serseri bir adam. Boş bir adam değil aslında. Bir akşam yemekte İhsan, Mümtaz, Nuran, Suat, İhsan'ın arkadaşları birlikteler. Şark, garp, gelişmişlik, hayat, yaşamak, Allah... bunlar üzerine konuşuyorlar.Suat epey karamsar bir tablo çiziyor burada. 

Suat, Mümtaz ile Nuran'ın evlenmek üzere olduğunu bildiği halde Nuran'a bir aşk mektubu gönderiyor.

Aynı dönem, Nuran'ın eski kocası Fahir de Nuran'ı kıskanmaya başlıyor ve bir aşk mektubu da ondan.

Nuran bunları Mümtaz'dan gizlemiyor. Mümtaz da tabi bu durumdan rahatsız oluyor.

Kitap boyu iki şey tedirgin etti beni.

1. Evlenebilecekler mi?

2. Savaş çıkacak mı?

Sanki bir aksilik çıkacak ve evlenemeyecekler  ve her an savaş çıktı çıkacak tedirginliği var her satırda. 

Açıkçası ben evlenmemelerinden yanayım. Hatta Nuran'ın Mümtaz'la geçirdiği her dakikaya acıyorum. Kusura bakma Mümtaz ama bir erkek gibi görmüyorum seni. Benim nazarımda yalnızca pipisi olan bir kız arkadaş hükmündesin. 

Onların tanışmasına vesile olan Adile Hanım da benimle aynı kanaatte. "Bu aptalla beyhude yere vakit geçiriyorsun" diyor içinden Nuran'a. O yüzden de taş koyuyor usul usul bu ilişkiye. Bir yandan Fahir'i fiştekliyor. Bu arada Emma, Fahir'i terk ediyor. Fahir, Adile Hanım'dan Nuran'ı dinledikçe eski karısının tanımadığı yönlerini öğreniyor, özlüyor, kıskanıyor. Bok.

Bir yandan da Nuran'ın Mümtaz ile buluşmasını engelleyici davetler ayarlıyor Adile Hanım. Nuran bu davetlerde Mümtaz'dan ve kendi aile sorunlarından uzak kalmış olup kafa dinliyor.

Nuran'ın Mümtaz'dan beklentisi "Ömrüme bir istikamet versin, bu kadarı yeter." 

Ah be Nurancığım, Allah aşkına, Mümtaz kim ki senin elinden tutsun da hayatına yön versin, hayatını kolaylaştırsın? Onun daha kendi hayatının bir istikameti yok. Bırak şu bebeyi, lütfen ya.

Sonunu söylüyorum.

Gerçekten de ve hatta şükür ki evlenemiyorlar. Oh.

Gerçi ömür boyu unutulmaz bir sebep yüzünden evlenemiyorlar. Bu sebep kötü ama netice olarak Nuran'ın Mümtaz'ı bırakmasına çok sevindim. Vallahi yazık olacaktı Nurancığıma. Mümtaz gibi sünepe, mıymıntı bir adamla ömür geçer mi lütfen ya. 

Mümtaz ile Nuran, tam da evlenecekleri gün, eve bir geliyorlar, Suat evde, kendini asmış. 

Bu korkunç olay, Nuran'ı aşktan da, evlilikten de, her şeyden soğutuyor. Bırakıyor Mümtaz'ı. İsabet.

Nuran en sonunda eski kocasına geri dönüyor. Muhtemelen kızını düşünerek. 

Ve sonunda savaş da çıkıyor. Bazen olması istenmeyen bir şeyin her an olacağı tedirginliği ile beklemek insanı o kadar gerer ki "Aman ne olacaksa olsun." diye insan artık davet edecek hale gelir o şeyi. İşte savaş çıkınca sanki kitap rahatlamış gibi oldu. 


***


Altını Çizdiklerim

"İnsanın sevdiği bir ev olunca, kendine mahsus bir hayatı da olur." sf.42

"Vatan ve millet, vatan ve millet oldukları için sevilir; bir din, din olarak münakaşa edilir, ret veya kabul edilir, yoksa hayatımıza getirecekleri kolaylıklar için değil." sf.48

"İnsanoğlu böyleydi; kendisine emniyet edilmesinden hoşlanırdı. Bu onu hayatın efendisi, büyük ve tek yapıcı vasıflarında içten doyuran duygu idi." sf.49

"Bu adamlarla ne diye alay ediyorum? Sanki benim azaplarım onların bir yığın kaçış imkanlarıyla dolu hayatlarından daha mı iyi?" sf.56

"Kendi sıkıntılarının hikayesiyle başkasını teselli etmek isteyen adamın sözünün bir türlü bitmeyeceğini birkaç defa tecrübe etmişti." sf.57

"...ayrılığın dünyası; her şeyi kendisine yabancı bulan, kendisini sonsuz bir gurbette duyan insanın, belkemiği yalnızlıktan ürperen, kadınsız erkeğin dünyası." sf.75

"Biz düşüncelerimizi çok defa omuzlarımızda taşırız. Onun için onları kımıldatmamız bu düşüncenin ağırlığı nispetinde güç olur." sf.89

"Mesele, okuduklarımızın bizi bir yere götürmemesinde. Hülasa, çoğumuz seyahat eder gibi, benliğimizden kaçar gibi okuyoruz." sf.97

"Zamanla karısına, bütün aksak taraflarını öğrendiği eski bir otomobil gibi alışmıştı. O istediği yerde durur, bazen hiç fren kabul etmez, vitesleri kendi kendine değiştirir, bazen doludizgin yürürdü. Sabih'in vazifesi bu eski makinenin bir kaza çıkarmasını önlemekti." sf.102

"İnsanoğlu tam sevinemez, bu onun için imkansızdır. Düşünce vardır, küçük hesaplar vardır ve korku vardır. Bilhassa korku vardır. İnsanoğlu korkan mahluktur." sf. 144

"Bir şeyden korkmak, biraz da onun geleceğini beklemektir." sf. 146

"Onun için aşk, hislerin kelimelerle israfı değil, Mümtaz'ın ruhundaki fırtınaya olduğu gibi kendisini teslimdi." sf. 175

"Ayrı evi olmanın hakiki manası, ayrı vazifelerin, ayrı hazların, ayrı ıstırapların da bulunması demektir." sf. 222

"Bazı kapıların bize kapalı görünmesi, önünde değil arkasında bulunduğumuz içindir." sf. 269

"İnsanlar da kuyuya benzer, içlerinde boğulabiliriz." sf. 352

MAHUR BESTE




MAHUR BESTE

Ahmet Hamdi Tanpınar

1975

Dergâh Yayınları - 14. Baskı - Ağustos 2015

160 sayfa

Mahur Beste

Huzur

Sahnenin Dışındakiler

Bunlar bir bütünün parçaları.

Kronolojik sırası yoruma açık.

Şöyle ki

Mahur Beste'nin gazetede tefrik edilemeye başladığı yıl 1944. Ama kitap olarak basılması 1975

Huzur, 1948'de gazetede tefrika ediliyor. 1949'da kitap oluyor.

Sahnenin Dışındakiler, 1950'de gazetede, 1973'te kitap.

Okuyucu ile ilk buluştukları anı esas aldım ben okuma sıramı oluştururken.

*

Kitap Behçet Bey ile başlıyor. Kimdir, nedir diye tanıyoruz. Enteresan şeyler olacak diye beklerken, dünya kadar insan giriyor işin içine, hepsinin gelmişini geçmişini öğreniyoruz ve neticede hiçbir şey olmuyor.

Okurken güzel gidiyor ama her insan boşlukta kalıyor. Niye tanıyoruz bu insanları? 


*

Bölüm bölüm anlatayım.


İKİ UYKU ARASINDAKİ DÜŞÜNCELER

Behçet Bey, rutin bir hayatı olan, günlerini saat tamir ederek, kitap ciltleyerek geçiren, kendi halinde bir ihtiyar. 

Son zamanlarda hayatına heyecan katan şey akrabası Cavide'nin gelecek oluşu.

Cavide annesini, babasını kaybetmiş, üstüne kocası da ölmüş ve yalnız kalmış genç bir kadın.

Akrabalık vazifesi gereği Behçet Bey, bu kızı evine çağırıyor, ama sonra pişman oluyor. Düzeni bozulur diye endişe ediyor. 

Kendi kendi düşünürken laf lafı açıyor, babası İsmail Molla, annesi Şefika Hanım, karısı Atiye Hanım, babasının küs olduğu komşuları Necip Paşa, karısı Târıdil Hanım, Necip Paşa köşkünde Târıdil Hanım'ın dillere destan cariyeleri, (babası ile Necip Paşa'nın küs olması da babasının Târıdil Hanım ile münasebeti olduğu dedikodusu) herkes geliyor aklına, herkesi düşünüyor. 

Bu düşüncelerle rüyalara dalıyor.

( Dalıyor ve uyanmıyor. Yazar, Behçet'i uyandırmıyor. Adamcağızı burada bu şekilde bırakıyor. Olacak şey değil.)


BABA İLE OĞUL

Behçet Bey ve babası İsmail Molla çok zıt karakterler. 

Behçet çıtkırıldım, nazenin, pısırık biri. Babası ise onun aksine sert mizaçlı, kararlı, nüfuzlu biri. 

Molla Bey, oğlunun bu karakteri yüzünden onu sevmiyor, onun zavallı biri olduğunu düşünüyor.
Behçet ise "baba sevgisini bir nevi din gibi alanlardandı." sf.28

Behçet Bey, işinde çalışkan, kısa sürede çok iş yapan, bu yüzden takdir gören biri. 

Bir gün yukarıdan (padişahtan) gelen bir emirle evlendiriliyor. Ata Molla Bey'in kızı Atiye ile.

İşin aslı ise şu; bir şehzade Atiye Hanım'a aşık olmuş. Ata Molla Bey'in kızını gelin olarak istemeyen padişah da çareyi kızı evlendirmekte bulmuş. İsmail Molla o sırada karısını kaybetmenin üzüntüsünü yaşıyor diye, onun gönlünü almak için Atiye Hanım'ı Behçet'e uygun görmüşler.

Ama kimse bu evlilikten memnun değil.

İsmail Molla ile Ata Molla birbirini önceden de tanıyorlarmış ama araları pek iyi değilmiş. Çünkü Ata Molla dedikoducu, içten pazarlıklı, sinsi bir adammış.

Yoksa İsmail Molla, gelininden memnun. Atiye'yi çocukluğundan beri tanır, severmiş. 

Sadece bu oyuna gelmiş olmaktan memnun değil.


İKİ DÜNÜR

Atiye küçük yaştayken annesi hastalanmış. O yüzden Atiye'ye daha çok babası bakmış. En sevdiği kızının evlenmesi nedeniyle üzgün Ata Molla.

Damadı Behçet'i de sevmiyor. Onu çirkin, kısa boylu, sinir bozucu buluyor. Bir de satranç bilmemesi yüzünden sevmiyor. Ata Molla satranç delisi. Ölümü de satranç tahtası başında oluyor.

Kimse bu ani ölüme anlam veremiyor. Sadece İsmail Molla anlıyor işin aslını.

Padişah, bir iş nedeniyle Behçet Bey'i çağırıyor. Behçet'i ilk kez gören padişah, "Desene Molla'nın kızını yaktık" diyor. Teselli olarak da Atiye Hanım'a bir şefkat nişanı veriyor. 

Ata Molla bunu öğrenince deliye dönüp yemeden içmeden kesiliyor. Kısa zaman sonra da ölüyor.


BEHÇET BEY'İN EVLİLİK YILLARI

Atiye ile Behçet aslında çocukluklarından tanışıyorlar ama yıllarca görmemişler birbirlerini, yabancılaşmışlar.

Acemi bir gerdek gecesi geçiriyorlar.

Behçet Bey, evlendikten sonra da değişmiyor. Yine kendi halinde. "Karısını kendisine üstün buluyor, ezilmemek için, elinden geldiği kadar ondan uzak yaşıyor."

İlk çocukları üç günlükken ölüyor. Bir daha da çocukları olmuyor.

Atiye Hanım için bu evlilik hayatı dayanılmaz olurdu, eğer kayınpederi İsmail Molla Bey olmasa idi. İsmail Molla ve Atiye gayet iyi anlaşıyor, adeta iki arkadaş oluyorlar.

Aslında Atiye Hanım, artık boşanabilir. Çünkü saray onları unuttu. Ama boşanmak istemiyor. Kocasını yükseltmek için uğraşmaya karar veriyor. Mesela politikaya girmesini sağlayarak bunu yapabileceğini düşünüyor. Abdülhamit aleyhine çalışanlar arasına katılabilir.


GARİP BİR İHTİLALCİ

Bu sırada Sabri Bey çıkagelir. Atak, cesur, eylemci bir politikacıdır. Çocukken babası terk etmiş. Annesi yeniden evlenip çocuklar doğurmuş, bu arada Sabri'yi unutmuş. Sabri de kendi başının çaresine bakmış, okumuş, kendisini geliştirmiş. 

Yıllar sonra babasını bulmuş, ama onun oğlu olduğunu söylememiş. 

Sabri Hoca, Jön Türklerle, İttihat ve Terakki ile ilgilenmiş.

İsmail Molla ile ülkenin gidişatı ile ilgili konuştukları kısım şahane.

Sabri Hoca meselenin sadece Abdülhamit olmadığını, onun tahttan indirilmesinin çare olmayacağını, sorunun daha derinde olduğunu, bir zihniyet sorunu olduğunu anlatıyor. 

Gayet de bugüne uyarlanabilir o satırlar şunlar:

sf.88


sf.89


sf.90




sf.91

sf.92


Konu Abdülhamit karşıtı genç aydınlardan açılınca Refik'ten de bahsedilir. Refik, Atiye'nin akrabası. (Atiye'nin büyük eniştesi Halit Bey'in kardeşi.)Çocukken pek beraberlermiş. Ama sonra Refik gitmek zorunda kalmış. Yıllar sonra döndüğünde Atiye'nin bir resmini yapmış. Bunları hatırlamak Atiye'nin pek hoşuna gitmiyor.

Burada bir gizem var ama anlatılmıyor.


HISIM AKRABA ARASINDA

Burada da bambaşka bir insandan bahsediyor. Halit Bey. Kendisi baba mirasını kurtarmak için davalarla, mahkemelerle uğraşa uğraşa adeta bir hukukçu olmuş. Sık sık davalar açıp takip etmiş ve kazanmış. Namı almış yürümüş.

Halit Bey'in annesi, oğlu için Ata Molla'nın büyük kızı Ruhsar'ı beğenmiş. Halit, Ata Molla'nın satranç sevdasını bildiği için satranç da öğrenmiş. Ama satrancı sevmezmiş. Ata Molla da sürekli oynamak istediği için şöyle bir plan yapmış. Satranç başında sürekli uyuklamış. En sonunda Ata Molla usanmış ve onunla satranç oynamayı bırakmış. Böyle uykucu bir damadı istemediği ve böyle bir adamla evlendiğinden kızını da istemediği için kızı ve kocası ayrı eve çıkmışlar.


ESKİ BİR KONAK

Ruhsar ve kocası Halit Bey, Halit Bey'in baba evine gelmişler.

Burada bir sürü hizmetçi dadı, süt nine... vs var.

Mesela Adile Hanım. Sarayda yetiştirilen bir cariye imiş. Yoldaşı Buyudil ile beraber ne hayaller kurmuşlar ama olmamış.

Adile'yi Süleyman Bey adında bir memurla evlendirmişler. Adile, saray terbiyesi ile kocasını bıktırmış. 

Kocası ölünce eski yoldaşı Bûyudil'in yanına gitmiş. O sırada da Bûyudil'in kızı Sıdıka Hanım doğmuş. Adile Hanım, Sıdıka'ya kendi çocuğu gibi bakmış.

Sıdıka büyüyüp Nuri Bey ile evlenmiş. Çocukları Halit'e de Adile Hanım bakmış.

Nuri Bey, evlenmeden önce Agop Efendi ve Soloski adında biri sarraf biri kemancı iki adamla ahbaplık edermiş. Beraber iş yaparlarmış. Üniforma apoleti satmaca işleri.

Nuri Bey, bir gün Nergis Ayşe'nin evinden bahsedildiğini duyunca buraya merak salıyor. Bu ev bir randevuevi. Çok nezih ama.

Nuri Bey'in bu eve gittiği gün evde yangın çıkıyor. 

Bu yangının ve zevk arkadaşının gözleri önünde yandığını gören Nuri Bey, bir süre bunun etkisinden kurtulamıyor. 

Tarikat ehli insanlara başvuruyor. Kuşçu İsmail Efendi'yi öneriyorlar. 

*

MAHUR BESTE HAKKINDA BEHÇET BEY'E MEKTUP

Behçet Bey ile başlayan hikaye böyle böyle daldan dala atlıyor. Dünya kadar insan giriyor işin içine.

Yazar da kitabın sonuna eklediği mektupla Behçet Bey'den özür diliyor. Bir yandan da savunmaya geçiyor:

"...Etrafı öyle bir kalabalıkla doldurdunuz ki.(...) Her gün cebinizden yeni bir insan çıkardınız. Bir gün sizi o kadar ufak bırakan babanızla geldiniz. Ertesi gün kader mahkumu solgun karınızdan, Atiye'den bahsettiniz. Sonra sırasıyla yahut hiç sıra gözetmeden bacanaklarınız, baldızlarınız, onların çocukları, uzak yakın akrabalarıyla karşılaştırdınız..." sf.154

*

Bitti.

İşte başta söylediğim şey. Niye tanıdık bunca insanı? 

Behçet Bey iyiydi. Politikaya atılacak mıydı? Ne oldu o iş? 

Atiye ile Refik bir haltlar karıştıracak mıydı? Gerçi Atiye yapmaz öyle şey, sanmıyorum. Refik de yapmaz. 

Ya hepsini geç, Mahur Beste'nin hikayesini anlatmıyor. Kitaba adını veren olay, kitapta yok.

Gizemli bir aşk hikayesi doğurmuş Mahur Beste'yi ama üstünkörü geçiliyor o mevzu. 

"Mahur Beste, Atiye'nin küçük eniştesi Lütfullah Bey'in babası Talat Bey'in eseriydi. Bir çarkçı yüzbaşısı olan Talat Bey, bu eserini karısı kendisini bıraktıktan sonra yazmıştı." sf.69

Bu kadar.

Nedir bu hikaye?

Devamla "Molla Bey, Lütfullah Bey'in babasını da, annesi Fatma Hanım'ı da yakından tanımıştı." diyor ama bahsetmiyor onlardan. O kadar insandan bahsediyorsun, bunlardan bahsetmiyorsun, olacak iş değil. 

**

Huzur ve Sahnenin Dışındakiler'i okudum geldim.

Sakin.

Bu insanlar orada da varlar.

21 Şubat 2016 Pazar

SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ




SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

Ahmet Hamdi Tanpınar

1961

Dergah Yayınları - 18. Baskı - Aralık 2012

395 sayfa



Yaptığın iş ne kadar saçma olursa olsun, en başta sen bu yaptığın işe inanıyorsan, herkes eninde sonunda inanacaktır.

Ben bu kitaptan bunu anladım.

Saatleri Ayarlama Enstitüsü, evet gerçekten saçma, gereksiz, anlamsız bir kuruluş. Ama işin kurucusu Halit Ayarcı bu işin o kadar önemli, o kadar gerekli olduğunu düşünüyor ki onun karşısında siz kendinizden şüpheye düşüyorsunuz, bu enstitü olmasa hakikaten dünya eksik kalırmış diye. 

Bir de şunu anladım;

Etrafınızdaki herkes deliyse sizin akıllı olmanız hiçbir işe yaramaz. Ya siz de delirirsiniz ya da en azından deliymiş gibi davranırsınız.

İşte Hayri İrdal'ın durumu da bu.

Etrafındaki herkes çıldırmış. Elinden geldiğince onlara uymaya çalışıyor, ama deliliğe ne kadar ayak uydurulabilir ki?

*

Hayri, fakir bir adam. Zengin bir halası var. Ölse mirası kalacak ama hala hepsini gömecek kadar hayata tutkun. Nitekim bir kere mezardan kalkıp gelmişliği var. (Öldü sanılıp da tabuta konuluyor, tam gömülecekken uyanıveriyor. Arkasından mallarının paylaşımının yapıldığını görünce öfkeleniyor, tüm malını mülkünün keyfini tam bir sefahatla sürmeye başlıyor.)

Hayri'nin yakın arkadaşları Seyit Lütfullah denilen aklından zoru mu var yoksa gerçekten evliya gibi bir adam mı bilinmeyen birinin hazine hikayesiyle oyalanıyor önce.

Bu hazine hiçbir zaman bulunamıyor tabi.

Hayri ve karısı Emine, evinde onlarca çocuğu ve çocuklarının eşleri ile beraber yaşayan, evindeki bu kalabalıktan memnun Abdüsselam Efendi ile yaşamaya başlıyor. Ama herkes Abdüsselam Efendi'yi bir bir terkederken Hayri ve Emine bir türlü gidemiyor, adamcağız üzülür diye. 

Hayri biraz pısırık bir adam. Direnç gösteremiyor olaylara. O kadar ki kızının adını Abdüsselam Efendi'nin koymasına bile mani olamıyor. Kendi kızının adını bir başkasının koymasına müsaade ediyor.

Abdüsselam Efendi ölmeden önce gelip giden aklıyla vasiyetler yazıp durmuş Hayri ve kızı için. Ama ortada miras namına bir şey yok. Ta ki Hayri, şaka olsun diye bir elmastan bahsedene kadar. Bu şaka fena halde kakaya dönüşüyor. Ve Abdüsselam Efendi'nin çok değerli bir elmas bıraktığı dilden dile yayılıyor. Alacaklıları da kapıya dayanıyor. Hayri öyle bir şey olmadığını anlatmaya çalışırken alacaklılarının şikayetiyle hapse giriyor. Onun deli olduğunu düşünen hakim Adli Tıp' a gönderiyor. 

Doktor Ramiz ile burada tanışıyor. Doktor, psikoloji ile yakından ilgili. Ama kendisi de manyağın önde gideni olduğu için Hayri'nin her söylediğinden bambaşka anlamlar çıkarıyor. 

Nihayet Hayri beraat ediyor. Ancak bu arada güzel, iyi ve belki de hayatındaki tek normal insan olan karısı ölüyor.

Hayri'nin ikinci evliliği Pakize adındaki bir manyakla oluyor. Bu kadın sinema ile gerçeği karıştırıyor, kendisini bir film yıldızı zannediyor. İçinde olduğu hayatı filmlerde gördüğü hayatla bir tutuyor.

Sefalet içinde yaşayan Hayri'nin hayatı Doktor Ramiz'in tanıştırdığı Halit Ayarcı'yı görünce değişiyor.

Hayri, saatlerden anlıyor, çocukken saatçinin yanında çalışmış. Çalıştığı ilk saatçi saatlerin tamirinden çok felsefesi ile meşgul olmuş. Yanında çalıştığı ikinci saatçi normal bildiğimiz saat tamircisi.

Hayri, Halit'in bozuk saati ile ilgili geniş teferruat verince Halit'in ilgisini çekiyor.

Böylece Saatleri Ayarlama Enstitüsü kuruluyor. 

Hayri, anlam veremiyor böyle bir yerin varlığına. Çünkü gerçekten de anlamsız. Çok anlamsız hem de, fevkalade gereksiz ve boş bir iş. Fakat Halit Ayarcı bu yaptıkları yeryüzünün en ciddi ve en önemli işiymiş gibi davranıyor. Herkesin de böyle düşünmesini sağlıyor. Yüzlerce insan çalıştırılıyor, şubeler açılıyor, dernek kuruluyor -Saat Sevenler Cemiyeti- Tam bir çılgınlık.

Hayri bir yandan bu çılgınlık yüzünden kafayı yiyecek ama bir yandan da işleri, maddi durumu düzeldi, etraftan saygı görüyor. Metresi de oluyor, Selma Hanım.

Ama hep bunların bir sonu gelecek diye düşünüyor. Sonsuza kadar süremeyecek denli ahmakça bir iş çünkü bu yaptıkları.

Gerçekten de sonu geliyor.

Önce enstitü binasının saat şeklinde olması tasarlanıyor. Sonra da saat evleri kurulması planlanıyor. Ama kimse kendi evinin o şekilde yapılmasına müsaade etmiyor.

"Yeniliği kendilerine ucu dokunmamak şartıyla seviyorlardı. Hâlâ da o şartla severler. Fakat hayatlarında emniyetli ve sağlam olmayı tercih ediyorlar."

İnsanların artık kendisine inanmadığını gören Halit Ayarcı, yaptığı işe inancını kaybediyor. O inancını kaybedince işler de bozuluyor. 

Yabancı bir heyet karşısında tek başına kalan Hayri, adamların "Burası ne işe yarıyor?" sorusuna bir türlü tatmin edici cevap veremiyor. Halbuki Halit Ayarcı, bu soruya hep bir şekilde yanıt bulur, Hayri'yi ve herkesi ikna ederdi.

Saatleri Ayarlama Enstitüsü böylece kapanıyor. Kapanmasıyla birlikte çalışanlar Hayri'ye ateş püskürüyor. Çalışan dediğimiz de iş güç sahibi sayılmazlar. İş yoktu ki. Saçma sapan bir şey. 

O esnada Halit Ayarcı tekrar ortaya çıkıyor. Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nün tasfiyesi için bir tasfiye komisyonu kurulacakmış, herkes o komisyonda çalışacakmış. Yine sıfırdan bir iş icat etmiş oluyor.

Bunu duyan çalışanlar, az evvel ateş püskürüp çirkinleşenler kendileri değilmiş gibi yeniden gülmeye eğlenmeye başlıyorlar. 

Mükemmel bir adam Halit Ayarcı. Tam bir inanç ve özgüven abidesi. İnsanın kendisinden şüpheye düşmesine sebep olacak kadar hem de. 

Ahahah. Çok eğlenceli, çok.

***

Altını Çizdiklerim


HÜRRİYET TANIMI:

"Kısa ömrümde birkaç defa memleketimize geldiğini işittim. Evet bir kere bile kimse bana gittiğini söylemediği halde, yedi sekiz defa geldi; ve o geldi diye biz sevincimizden, davul zurna sokaklara fırladık.

Nereden gelir? Naısl birdenbire gider? Veren mi tekrar elimizden alır? Yoksa biz mi birdenbire bıkar, 'buyrunuz efendim bendeniz artık hevesimi aldım, sizin olsun. Belki bir işinize yarar!' diye hediye mi ederiz? Yoksa masallarda, duvar diplerinde birdenbire parlayan fakat yanına yaklaşıp avuçlayınca gene birdenbire kömür veya toprak yığını haline giren o büyülü hazinelere mi benzer? Bir türlü anlayamadım.

Nihayet şu kanaata vardım ki, ona hiç kimsenin ihtiyacı yoktur. Hürriyet aşkı bir nevi sbonizmden baska bir sey degildir. Hakikaten muhtaç olsaydık, hakikaten sevseydik, o sık gelişlerinden birinde adamakıllı yakalar, bir daha gözümüzün önünden, dizimizin dibinden ayırmazdık. Ne gezer? Daha geldiğinin ertesi günü ortada yoktur. Ve işin garibi biz de yokluğuna pek çabuk alışıyoruz. Kıraat kitaplarında birkaç manzume, resmi nutuklarda adının anılması kafi geliyor."


*

"Hepimiz ömrümüzün kısalığından şikayet ederiz; fakat gün denen şeyi bir an evvel ve farkına varmadan harcamak için neler yapmayız?" sf.29

*

"Mektep, gençlik için daima ehemmiyetlidir. Her şeyden sarfınazar o yaşlarda ömrün en azaplı meselesi olan 'Ne olacağım?' sualini geciktirir." sf.60

*

"...beynim denen odun kütüğüne çakı ile kazmak istiyormuş gibi..." sf.163


"Biraz sonrası dediğimiz şeyden korkuyordum." sf. 186

*

"İnsanoğlu insanoğlunun cehennemidir. Bizi öldürecek belki yüzlerce hastalık, yüzlerce vaziyet vardır. Fakat başkasının yerini hiçbiri alamaz." sf.186

*

"En iyisi düşünmemekti. Kaçmaktı. Kendi içine kaçmak. Fakat bir içim var mıydı? Hatta ben var mıydım? Ben dediğim şey, bir yığın ihtiyaç, azap ve korku idi." sf. 187

*

"Kafamdan ancak gölgesi geçen bir düşüncenin iki dakika sonra böyle cezasını çekeceğimi nereden bilebilirdim? Biz fakirler böyleyizdir. Kader sarayında bizim işlere bakan büro hiç şaşmaz, ihmal etmez. Zihnimizden geçen en uzak, en masum ihtimallerin, sadece şiddet ve ret için düşündüğümüz şeylerin bile ceremesini öderiz." sf.199

*

Ahmet Zamanî Efendi isminde hiçbir insan tanımamıştım. Hattâ adını ilk defa duyuyordum. 'Ah ya Rabbim, ekmek paramı niçin bana doğrudan doğruya vermedin de beni başkalarının uydurduğu bir yalan yaptın!' Hakikatte de böyle idim. Ucunu bucağını bilmediğim, her gün yeni bir parçasıyla karşılaştığım âdeta tefrika halinde bir yalan olmuştum.

*

"Kurulmuş, sağlam işlerin arkasına çekilince insan ne kadar rahat oluyor. Bütün dünyaya meydan okuyabiliyor." sf. 205

*

"Kendisinden başka herkesi haklı bulan bir insan kavga eder mi hiç?" sf.306

*

"Yalana ancak yalanla karşı konabilir. Bu işte hakikat üzerinde ısrar sadece sönük bir inat olurdu." sf 320

*

"Bu musiki değildir artık! Bu bir sürü kurdun açlıktan uluması gibi bir şeydi." sf. 355

*

"Hayatta uğradığımız bütün güçlükler az çok kafamıza gelen ilk fikirden bir türlü silkinip çıkamayışımız yüzünden değil midir?" sf. 373

*


sf.387

***

Söylemeden edemeyeceğim,

Halit Ayarcı karakteri, daha taze okuduğum "Üzüntüyü Bırak Yaşamaya Bak" kitabında yapılması tavsiye edilen her şeyi yapan örnek bir insan. Kendine güvenmek olsun, başaracağına inanmak olsun, eksileri artılara çevirmek olsun...Kişisel gelişimini tamamlamış, dört dörtlük biri. Haha

*

Ben bu kitabı aslında daha önce okumuştum. Sene 2013 


O zaman da aynı şeye takılmışım. Yaptığın işe inanma meselesine.

Bununla ilgili Cem Yılmaz'ın bir gösterisinde anlattığı olay geliyor aklıma. Bunlar film setindeler. Seyyar bir tuvalet ayarlıyorlar. Tuvaletin sahibi baba oğul, çok janti giyinmiş, sanırsın şirket CEO'su, iş adamı, öyle bir ciddiyet. Tuvaletçi, sektörde ne kadar başarılı olduklarını, bir numara olduklarını falan anlatıyor. Tuvalet işi halbuki, tuvalet. Cem Yılmaz da tabi bu tavır karşısında saygı duyuyor. 

Böyle yapmayı bilmek lazım belki de.


20 Şubat 2016 Cumartesi

ÜZÜNTÜYÜ BIRAK YAŞAMAYA BAK


ÜZÜNTÜYÜ BIRAK YAŞAMAYA BAK

(How to Stop Worrying and Start Living)

Dale Carnegie

Çeviri: Meltem Erkmen Kapucuoğlu

Epsilon Yayıncılık - 5. Baskı - Şubat 2002

288 sayfa


Kişisel gelişim kitapları hakkında ne düşünüyorsunuz?

Benim çok ilgimi çekmiyor. Pozitif düşün, evrene olumlu mesajlar gönder... tarzı tavsiyeler çok ayakları yere basan öneriler gibi gelmiyor bana. Ciddiye almakta zorlanıyorum. 

Bu kitabı bir arkadaşımın kitaplığında gördüm. Birkaç sayfa okudum, devamını da okumak üzere ödünç aldım.

Muadili kitaplardaki gibi şeyler var, yeni bir şey yok. Ama belki de inanmak isteyen tarafıma denk geldiği için okuduktan sonra birkaç gün iyi hissettim kendimi. Tabi uzun sürmedi bu, fabrika ayarlarıma döndüm sonra. Ne yapayım, üç günde bir böyle kitaplar okuyup gaza mı getireyim kendimi?


*

Yazar, başlangıçta kendisinden bahsetmiş. Kamyon satma işi yapıyormuş ve işini sevmiyormuş. Sonra işi bırakmış. Yapabileceği en iyi işin ne olabileceğini düşünmüş. İnsanlara toplum içinde konuşmayı öğretme işi bulmuş. Verdiği dersler esnasında insanın en önemli sorununun üzüntü olduğunu tespit etmiş ve bununla baş edebilmek için yeterli kaynak olmadığını görüp bununla ilgili bir kitap yazmaya karar vermiş.

Kitabından yararlanabilmenin başlıca kuralı "gerçek ve güçlü bir öğrenme arzusu ile üzüntülerinizi bırakıp yaşamaya bakacağınıza ilişkin tam bir kararlılık." imiş. sf.13

Tamam bu bende var. Ben mutsuzluğun hayat biçimim olmasını istemiyorum. Mutsuzluktan beslenmek istemiyorum. Bu halden kurtulmak istiyorum. Bu konudaki her yardıma da açığım. Hadi bakalım.

*

Geleceği düşünme.

Verdiği ilk nasihat bu kitabın. Sonra bu yanlış yorumlanmasın diye de, düşünme dediysek boşver anlamında değil, endişelenme anlamında, diye açıyor konuyu. 

"Geleceği düşünmeyin! O, kendi başının çaresine bakacaktır." sf.21

"İyi düşünmede neden ve sonuçları inceler ve mantıklı, akılcı planlar yaparsınız. Kötü düşünmede ise yalnızca sinirlenir, gerilir ve kendinizi yıpratırsınız." sf.22

*

Geçmişi de düşünme. Takılma yani, giden gitmiştir, gittiği gün bitmiştir.

"Hayatım, asla gerçekleşmeyecek talihsizlikleri düşünerek geçti." Monteigne. sf.29

"Bugün bir daha doğmayacak." Dante. sf.29

"Hayatımızın bu kadar hızlı adımlarla ilerlemesi ne kadar garip! Çocuklar 'Ben büyüyünce' diyorlar. 
Bu ne demek? Büyüdüklerinde 'Ben evlenince' diye söze başlıyorlar. Ardından düşünceler 'Ben emekli olunca'ya dönüşüyor. Emekli olduktan sonra insan sislerle kaplı geçmişine bakıyor, o günleri özlüyor ve bunların geçip gittiğine yanıyor. Hayatın her günü ve her saati yaşamak olduğunu ne yazık ki çok geç öğreniyoruz." Stephen Leacock sf.27

*

Böyle özlü sözler ve gerçek insan hikayeleri ile anlattıklarını kuvvetlendirmiş. "Çok fakirdim, 10 dolarla işe başladım, küçük bir dükkanım vardı, şimdi mağazalar zinciri..." gibi.

Kayıtsız kalamıyorum ben bunlara. Mümkündür, olabilir. 

Diyor ki;

Bütün mesele, olacağına inanmakta ve engelleyemediğin şeyleri de kabullenmekte.

Bir sorunla karşılaştığında en kötü ne olabileceğini düşün, onu kabullen. Ondan sonra çare aramaya başlıyormuş akıl. 

"Kendinize şunu sorun: Eğer sorunumu çözemezsem karşılaşabileceğim en kötü olasılık ne olabilir?
Eğer gerekiyorsa kendinizi en kötü şeyle yüzleşmeye hazırlayın. Sonra zihinsel olarak zaten kabullenmiş olduğunuz bu en kötü şeyi düzeltmeye çalışın." sf.54

Bu formülü bulan Willis H. Carrier buna şöyle ulaşmış. Biri şantaj yapıyormuş ona. Emri altında çalışanlar bazı yanlışlar yapmışlar. Duyulursa patron olarak itibarı zedelenecek. Yusuf yusuf olmuş, kendi kendini yemiş. Sonra işte yukarıdaki formulü uygulamış. En kötü olasılık işi mahvolur. Sonra ne olur? Vasıflı bir insan olduğu için başka bir iş bulabilir. Sakinleşmiş ve düşünebilmeye başlamış. Durumu avukatına anlatmak aklına gelmiş. Halbuki en başta aklına gelmesi gereken şey. "Bunu daha önce akıl edemememin aptallık olduğunu biliyorum, ama daha önce düşünemiyordum ki! Yalnızca üzülüp endişeleniyordum."sf.37

*

Çözüm için de şunları öneriyor:

1. Gerçekleri fark edin.

2. Gerçekleri analiz edin

3. Bir karara varın ve bu kararı uygulayın. sf.56

"Üzüntülerin çoğu, ne hakkında karar vereceklerini tam olarak bilemeyen, ancak yine de karar vermeye çalışan insanlar tarafından yaşanıyor." sf.57

Yazarak sonuca ulaşmak belki daha kolay olur. Şu sorulara yazarak cevap vermeyi deneyin.

1. Neden üzülüyorum veya endişeleniyorum?

2. Bu konuda ne yapabilirim? sf.61

Bazen bir işe yaramayan ama uzun vakit alan toplantılar olur ya. İşte bu zaman öldürücü toplantılara son vermenin bir yolu olarak şunu tavsiye etmiş biri. Bunlar toplantı sıklığının azalmasını, mevcut olanların da sonuca ulaşmasını sağlamış.

1. Sorun nedir?

2. Sorunun nedeni nedir?

3. Sorunun olası çözümleri nelerdir?

4. Siz nasıl bir çözüm öneriyorsunuz?

*

Üzüntüyü zihinden uzaklaştırmak için bir işle meşgul olmayı tavsiye ediyor. 

Bu iyi bir tavsiye mi emin değilim. Biraz kaçış gibi gözüküyor bana ama burada kastedilen olağandan uzun süren üzüntü olsa gerek. Bir meşgale edinmenin insanların üzüntülerini giderdiği görülmüş. 2. Dünya Savaşı'ndan sonra sağ kalan ama psikonevrotik olan askerlere golf, balık tutma, top oynama gibi aktiviteler yaptırılmış. "Uğraş yoluyla terapi" deniyormuş. İşe yaramış.

"Üzgün olabilmenin sırrı, mutlu olup olmadığını düşünecek kadar vakte sahip olmaktır." Bernard Shaw

*

Gereğinden fazla bedel ödemenin mutsuzluğu içselleştirdiğini anlatıyor. Yeteri kadar üzül, eyvallah ama abartma, yeter demeyi bil. Kazıklandığın için 70 yıl üzülme mesela. Beethoven çocukken bir düdük almış, ama düdüğe ederinden fazla para verdiği için arkadaşları onla dalga geçmiş, adam 70 yaşında bile bunu unutmamış. İyi bir şey mi yani? 

Aşk acısı mesela. Bir yerde okumuştum, aşk acısı, ilişkinin yarısı kadar bir zaman sürermiş. Var mı bilimsel bir veri yoksa götten sallama mı bilmiyorum ama kulağa çok da abes gelmiyor. 

Ömür boyu sürecek bir mutsuzluk yok yani. Olmamalı.

Hata yaptın, tamam. Hatanı analiz et ve unut. UNUT. Bu önemli. Düşünüp durma geçmişi, takılıp kalma oraya.

"Akıllı kişiler asla oturup yenilgilerine hayıflanmazlar; coşkuyla düşünüp zararlarını en aza indirmeye çalışırlar." Shakespeare sf.123

Güzel şeyler düşün.

"İnsanın özünü bütün gün düşündüğün şeyler belirler." Emerson sf.127

"Yaşamı oluşturan şey düşüncelerdir." Roma İmparatoru Marcus Aurelius sf.127

"Siz, olduğunuzu düşündüğünüz kişi değilsiniz. Siz, ne düşünüyorsanız osunuz." Norman Vincent Peale sf.127

"Zihin tek başına, cenneti cehennem, cehennemi de cennet kılabilir." Milton sf.135

"İnsana zarar veren şey olanlar değil, onun bu olanlar hakkında düşündükleridir." Montaigne sf.136

*

Neşeli olamıyorsak neşeli gibi davranmanın da işe yaracağını söylüyor. Hareketleri değiştirdiğimizde duygularımız da kendiliğinden değişirmiş. 

Bundan pek emin değilim. Rol yapmak ne kadar doğru bilemiyorum. 

Mutlu olmak için niye kendimi kandırmak zorunda oluyorum? Dürüst olmak daha erdemli değil mi? O zaman elimizdeki seçenekler:
1- Mutlu ama sahtekar
2- Mutsuz ama dürüst
öyle mi?
Bu ikisi arasında tercih mi yapmalıyız? Mutluluğu ve peşi sıra sahtekarlığı mı seçmeliyiz? Sıçayım böyle işe.

Çok çabuk mutsuzluğa kapılıyorsak, mutlu olmak ekstra bir çaba gerektiriyorsa, demek ki özümüz mutsuz. Özümüzden uzaklaştıkça mı mutluluğu bulacağız? Bu arada özüme de sıçayım.

Yazar, ömür boyu sürecek bir mutsuzluğun olmadığını söylüyor.
Tamam.
Ama ömür boyu sürecek bir mutluluk da olamaz ki. 

Olaylar olur, mutlu olursun.
Olaylar olur, mutsuz olursun.

Durduk yerde mutlu ya da mutsuz olmak nasıl mümkün olabilir ki?

Herhangi bir olay yoksa da stabilsindir işte, nötrsündür. Bu nötr halini mutsuzluk olarak adlandırıp hata yapıyoruz belki.

Hay mutluluğuna da mutsuzluğuna da. Belki de gerçekten boş zamandan kaynaklanıyor tüm bu sorgu. Bunları sorgulayacak zamanın olmasa belki daha iyidir.

Olur mu? Öyle de ne olduğunu anlamadan kaybolup gidersin.

Böyle anlıyorsun değil mi ne olduğunu? 

Anlamaya çalışıyoruz en azından göt. Ne hemen taş koyuyorsun?


*

Şükretmenin öneminden bahsediyor bir de. 

Mutluluk söz konusu olduğunda sahip olmadıklarını değil, sahip olduğun nimetleri düşün ve onların kıymetini bil denir, tipik örnek de

"Rastlayana kadar bacakları olmayan bir adama
Üzülüyordum ayakkabı alamıyorum diye ayaklarıma." sf.163

Bu örnekleri hep kendi açımızdan görüyoruz da ya o ayakları olmayan? Biz bakıp da şükredelim diye mi ayakları yok o insanın? 

Bizden zor durumdaki insanlara bakıp şükretmek bana biraz çirkin gözüküyor. Yani "Oh iyi ki ben öyle değilim, çok şükür" demek kulağa pek hoş gelmiyor. 

*

Eksileri artılara çevir. Buna örnek olarak bir adamın bir tarla satın aldığını ama tarlada bir sürü yılan olduğu için hiçbir şey ekemediğini ve çok üzüldüğünü, sonra bu adamın yılanları satmayı akıl ettiğini anlatıyor. Yılanlardan alınan zehir labaratuvarlarda, derisi ayakkabı ve çanta yapımında kullanılıyormuş, ayrıca konserve yılan eti satıyormuş. 

*

Melankoliden kurtulmanın yolu olarak başkasını mutlu etmeye çalışmaktan bahsediyor.

"Başkalarına iyilik yapmak bir görev değildir. Bu, insanın sağlıklı olmasını sağlayan ve ona mutluluk getiren bir zevktir." Zerdüşt sf.197

"Başkalarına karşı iyi olursanız, kendinize karşı da iyi olursunuz." Benjamin Franklin sf.198

*

Enteresan bir tavsiye de kendinle konuşmak

"Her sabah kendi kendinizle konuşun. Pek çoğumuzun gün boyu yarı uykulu dolaşmasını önlemek için sabahları bizi uyandıracak fiziksel egzersizlerin öneminden söz ederiz. Oysa ki daha fazlasına ihtiyacımız vardır; ruhsal ve zihinsel egzersizler bizi canlandırır. Her sabah kendinize bir nutuk çekin." sf.255

*

Böyle bir kitap.

Bunların yanı sıra uyku problemleri, ofis işlerini düzene sokacak tavsiyeler...vb de var. Bunlardan yana sıkıntım olmadığı için üzerlerinde durmadım.

İyi taraflarını aldım, kötü taraflarını bıraktım kitabın. Olumlu etkisi bünyemde üç gün kadar sürdü. Arkadaşlarıma ve kardeşlerime de hediye ettim. 

Daha da okuyacağım bu tarz kitapları. Baktım işe yaramıyor, kitapları alıp yazarlarının suratlarına çarpacağım. Belaya çattınız oğlum.