7 Aralık 2014 Pazar

İÇİMİZDEKİ ŞEYTAN


İÇİMİZDEKİ ŞEYTAN

Sabahattin Ali

1940

Yapı Kredi Yayınları - 31. Baskı - Mayıs 2014

254 sayfa

"Öğleden evvel saat on birde Kadıköy'den Köprü'ye hareket eden vapurun güvertesinde iki genç yan yana oturmuş konuşuyorlardı."

Bu gençler Ömer ve Nihat.

Kitabın açılış cümlesinde belirtilen bu konuşma ile Ömer ve Nihat'ı tanımaya başlıyoruz.

Ömer, gayet akıllı bir genç adam, fakat epeyce bezgin.

"Günden güne miskinleştiğimi hissediyorum ve bundan memnunum. Belki bir müddet sonra can sıkıntısı bile hissedemeyecek kadar büyük bir gevşekliğe düşeceğim. İnsan bir şey yapmalı, öyle bir şey ki... Yoksa hiçbir şey yapmamalı. (...) Bana öyle geliyor ki, hakikaten yapabileceğimiz bir tek iş vardır, o da ölmek. Bak, bunu yapabiliriz ve ancak bu takdirde irademizi tam bir şey yapmakta kullanmış oluruz. Ben ne diye bu işi yapmıyorum diyeceksin! Demin söyledim ya, müthiş bir gevşeklik içindeyim. Üşeniyorum. Atalet kanunu icabı sürüklenip gidiyorum." (sf.14)

İşte Ömer bu.

Bu minvaldeki düşünce ve konuşmaları kitap boyu devam ediyor. Hep üşengeçlik, hep bezginlik var laflarında. 

Aynı sayfalarda Nihat'ı da para ile ilgili nutuk atarken okuyoruz.

"Umumiyetle para enteresan bir şeydir zaten. Çok kere cebimden bir lira alır, önüme koyarak onu saatlerce seyrederim. Hiçbir fevkaladeliği yok. Birtakım hünerli çizgiler, tıpkı mekteplerdeki gibi resmi hatti vazifeleri gibi. Belki biraz daha ince ve karışık... Sonra bir resim. Birkaç satır muhtasar yazı ve bir iki imza...Üzerine biraz fazla eğilince insanın burnuna ağır bir yağ ve kir kokusu da vurur. Fakat ne muazzam şeydir bu kirli kağıt azizim.(...) Mesela herhangi bir gün müthiş bir iç sıkıntısı seni boğar. Hayat sana karanlık, manasız gelir. (...) Cebimize giren iki lira sayesindedir ki havanın biraz açıldığını görmek, rüzgarın serinliğini hissetmek, hatta akıllıca şeyler düşünmek mümkün olmuştur." (sf.16)

Nihat da para, daha genel tabirle güç delisi.

*
Vapurda Ömer, bir kız görüyor. Görür görmez aşık oluyor. Hani bazen biriyle tanışırsınız da onunla sanki çok daha önceden beri tanışıyormuşsunuz gibi hissedersiniz. Ömer daha kızla tanışmadan bu duyguya kapılıyor.

"Şurada gördüğüm genç kız, bana, daha dünyaya gelmeden, daha dünyanın, daha kainatın teşekkül ettiği sıralardan tanıdığım birisi gibi geldi." (sf.18)

Sonra da gidiyor kızın yanına. 

Tam kıza yaklaşıyor, kızın yanındaki kadın Ömer'i görünce "O!..Ömer nasılsın?" diyor. 

Bu, Ömer'in akrabası Emine Teyze.

Ömer, kıza bakmaktan, kızın yanındaki kadına hiç dikkat etmemiş.

Kız da uzaktan akraba çıkıyor. 

Yani evet, gerçekten kızı uzun zamandan beri tanıyormuş gibi hissetmesi normal. Ama bu hissi, söylediği gibi romantik şeylere değil, akrabalığa dayanıyor.

Nitekim Nihat da bu durumla çok güzel dalga geçiyor:

"...Sen dünyada ne kadar antikalık yapmak istersen hayat da önüne o kadar gündelik hadiseler çıkarıyor.(...) Demek daha kainatın teşekkülü sıralarında ahbaplık tesis ettiğini söylediğin taze, akrabadan imiş! Çocukluğunuzda ihtimal beraber oynadınız. İhtimal hafızanın bir kösesinde o eski çocuk çehresinin birkaç çizgisi canlandı. Ve senin o daima kırk bir derece hararette çalışan dimağın işi derhal esrarengiz örtülere bürüdü." (sf.23)

Ömer hep böyle. Büyük hayaller kuruyor, büyük laflar ediyor. Ama bunların hayatına yansıması olmuyor. Hayaller Paris, gerçekler Beylikdüzü.

Hayatı boş geçiyor bile denebilir. Günü gününe yaşıyor. Gelecek kaygısı yok. Bir baltaya sap  olma derdi yok. Torpil ile edindiği bir postane memurluğu var, ama işe bile uğradığı yok. Parası yok. Karnını arkadaşlarının ısmarladıkları doyuruyor. 

Macide ile tanışıncaya kadar bu şekilde geçen hayatı, Macide'den sonra değişiyor.

Macide, Ömer'in vapurda gördüğü ve görür görmez vurulduğu akraba kızı.

Balıkesir'de piyano eğitimi almış bir kız.(Ama bir kere bile piyano çaldığını görmedik.)

Ailesi çok zengin değil. Aksine borç içindeler. Ancak bu borçlara rağmen lüks bir yaşam sürüyorlar. Herhangi bir tasarruf yoluna gitmeyi düşünmüyorlar. Zira "elalem ne der?"

Macide'nin okuması da ailenin eğitime çok önem vermesinden değil. 

"Macide daha ziyade tesadüflerin sevkiyle büyümüş ve okumuştu. Çocukluğunda evi yoklayıp geçen çeşit çeşit hastalıklardan biriyle  ölmediyse bir tesadüf; ilkmektebi bitirdikten sonra evde alıkonmayıp ortamektebe gönderildiyse, bu da bir tesadüftü. Babası kendini çıkmaz işlerin içinde bu kadar kaybetmiş olmasa, kendisine kızını okutmasını tavsiye eden birkaç mektep mualliminin sözüne belki kanmaz ve onu da, ablası gibi on beş yaşında kocaya verirdi." (sf.27)

Macide yalnız bir kız. Pek arkadaşı yok. Zira akranlarının konuştukları muhabbetler ona çekici gelmiyor. Bir de bu akranların aynı zamanda kendi yaptıkları yanlışları, ayıpları görmeyip, başkalarını aynı sebepten kınamalarına, başkalarının hayatlarını bu kadar didik didik etmelerine, dedikodu yapmalarına anlam veremiyor. 

On numara bir kız yani bana sorarsanız. Kızsal triplerden, oyunlardan, entrikalardan uzak. Bunlara kafası basmamak değil, bunlara anlam verememek hali içinde. 

Okulda bir Bedri hocası var. Adı konmayan, gönül macerası demenin de zor olduğu bir durumları oluyor. 

Normal bir öğrenci- öğretmen ilişkisi içindeler ilkin. İkisinin de aklında bunun ötesinden bir duygu yok. 

Bedri Hoca, annesine yazdığı bir mektubu, postane Macide'nin yolu üzerinde diye Macide'den postaya vermesini rica ediyor.

Bedri'nin Macide'ye bir mektup verdiğini gören okul müdürü, olayı hemen yanlış anlıyor. Kendisi yanlış anlamakla kalmıyor, bütün okulun bu olayı duymasına sebep oluyor. Halbuki ne Macide'nin, ne Bedri'nin aklında böyle bir şey vardı. Okul müdürü, bu ikisinin aklına birbirlerine karşı duyguları olabileceği fikrini getiriyor durduk yerde. Ancak, herhangi bir atılım olmuyor ikisinden de. Zaten de sonra Bedri bir daha okula gelmiyor.

İstanbul'dan akrabaları Emine Teyze, bir gün Balıkesir'e geldiğinde Macide'nin İstanbul'da eğitim almasını söylüyor ve aile de bunu kabul ediyor. 

Macide, İstanbul'da Emine Teyze'sinin yanına yerleşiyor. Balıkesir'deki ailesinin Emine Teyze'lere gönderdiği para Macide'nin o evde yaşamasını sağlıyor.

Ne zaman ki Macide'nin babası ölüyor, Macide için gönderilen para duruyor, işte o zaman Emine Teyzeler artık Macide'yi yük olarak görüyor.

O sırada Ömer ile Macide tanışıklıklarını ilerletmişler, beraber dolaşıyorlar, geziyorlar.

Bu gezmelerden sonra Macide'nin eve geç geldiği bir akşam Emine Teyze ve eşi Galip Amca, Macide'yi evden düpedüz kovuyorlar.

Macide, kendisine söylenen ağır laflara karşılık vermiyor. Sessizce odasına gidiyor. Eşyalarını topluyor ve kimse görmeden evi terkediyor.

Nereye gideceğini bilmeden, herhangi bir plan yapmadan evden çıkıyor. 

Balıkesir'deki evine dönmeyi düşünmüyor. Zira babası ölünce annesi, ablasına taşınmış. Ablası ve eniştesinin yanında yaşamak da istemiyor.

Sokakta Ömer'i kendisini beklerken buluyor. Tesadüf. Kitap boyu bu tesadüfler hep karşımızda.

Macide ile Ömer, Ömer'in kaldığı sefil durumdaki pansiyon odasına gidiyorlar. 

Bu andan sonra birbirlerini karı-koca gibi görüyorlar. Herkes de öyle zannediyor.

*

Ömer'in arkadaş çevresi Macide için çok yabancı. 

Nihat'ı anlattık, gözünü para bürümüş, güç delisi biri. 

Onunla beraber, aydın diye geçinen ve fakat her lafları oradan buradan araklama , bütün işleri özentilik olan, yeri geldiğinde çirkinleşmekten, küfretmekten, yalakalık etmekten çekinmeyen İsmet Şerif ve Emin Kamil gibi yazar, şair tayfası var.

*

Ömer, artık kendisini evli bir adam saydığı için sorumluluk sahibi olması gerektiğini, hiç değilse para kazanmasının şart olduğunu anlıyor.

Uzun zamandır uğramadığı postaneye uğruyor. Orada tanıdığı ve sevdiği tek insan olan veznedar Hafız Hüsamettin Bey ile konuşuyor. 

Veznedar, Ömer'e bir sırrını açıyor. Hayatının en büyük sırrı ve derdi. Ondan akıl almak için değil, sadece söyleyip rahatlamak için anlatıyor.

Veznedarın kayınbiraderi fuhuşa aracılık suçu içine karışıp hapse atılıyor. Bunun bir yanlış anlaşılma olduğuna yemin billah edip veznedardan kefaletini ödemesini, borcunu hapisten çıkar çıkmaz ödeyeceğini söylüyor.

Veznedar ikna olup kendi kontrolünde olan kasadan kefalet ücreti kadar miktarı alıyor. Kefaleti ödüyor, kayınbirader hapisten çıkıyor, ancak tahmin edileceği üzere borcu ödemiyor. Mahkeme bittiğinde veznedar, yatırdığı kefaleti alacak ama mahkeme de bitecek gibi değil. 

Veznedarın da durumu zaten iyi değil. Beş çocuğu var, kıt kanaat geçiniyor. Muhasebe defterlerinde bazı oynamalar yapıp, aldığı bu parayı gizlemeye çalışıyor ama artık işler içinden çıkılmaz derecede karışık. Bir denetleme yapılsa mahvolacağından emin.

İşte bu sırrını açıklıyor Ömer'e.

Ömer dangozu da boşboğazlık edip bu durumu Nihat'a anlatıyor. Muhabbet olsun diye anlatıyor, kötü niyetinden değil ama Nihat bu durumu kullanacak daha sonra.

*

Ömer, parasızlıktan kafayı yiyecek noktada. Delice şeyler düşünüyor. 

Hatta çorap çalıyor. Bilinçli olarak, gideyim de çorap çalayım diye değil. Kalabalık bir mağaza ilgisini çekiyor, içeri dalıyor, çoraplara takılıyor gözü, Macide'ye bugüne kadar hiç hediye almadığını düşünüyor. Çoraplara bakarken kendisine acıyor, karısına bir çorap bile alamadığını düşünüyor. Bu düşünceler içindeyken çorabı cebine sıkıştırarak mağazadan çıkarken buluyor kendisini. Bunu nasıl yaptığına kendisi de inanamıyor. Sonra da çorabı fırlatıp atıyor.

Yaptığı bunun gibi kötü şeyleri, içindeki şeytana meylediyor. İçimizde bize istemediğimiz şeyler yaptıran bir şeytan olduğunu düşünüyor.

*

Arkadaşları, Ömer ve Macide'yi dışarıda eğlenmeye davet ediyorlar.

Gittikleri mekanda Bedri ile karşılaşıyorlar. Macide'nin hocası olarak tanıdığımız Bedri.

Ömer'in de uzun süredir görüşmediği eski bir arkadaşıymış meğer.

Bedri, Balıkesir'de öğretmenliği bırakıp İstanbul'a gelmiş. Yaşlı annesi ve hasta ablasına bakmak için.

Bedri, Ömer ile Macide'nin maddi açıdan geçinmekte zorlandıklarını görüyor ve elinden geldiği kadar onlara destek oluyor.

Ömer zaten herkesten borç almaya alışmış, artık yüzü kızarmayan biri. 

*

Nihat, Ömer'in çıldırasıya parasız olduğu bu dönemde Ömer'den veznedara şantaj yapmasını istiyor. İstedikleri kadar parayı vermezse onu ihbar edeceklerini söylemesini istiyor.

Ömer tabi ki buna itiraz ediyor. 

Bu kadar yapmaz artık. Yok artık.

Ama yapıyor. Bunu da yapıyor.

Burada aslında veznedarın yaptığı işin iyilik-kötülük çerçevesinde bir tartışması olabilir. Nitekim Ömer, veznedarın yaptığı bu yolsuzluk diyebileceğimiz olayı arkadaşı Hikmet Bey'e ve Nihat'a anlattığında Hikmet Bey, bu işin ne olursa olsun suç olduğunu, veznedarın cezalandırılması gerektiğini savunmuştu. 

Ömer ise on yıllardır düzgün ve namuslu bir şekilde çalışmış olan ve beş çocuklu ailesini geçindirmek zorunda bulunan veznedarın, bu yaptığından ötürü cezalandırılmasının yanlış olacağını savunmuştu.

Ancak parasızlığı o kadar aklını mantığını kör etti ki, Nihat'ın tehdit fikrini gerçekleştirdi. 

Kitabın en can alıcı anlarından biri bence bu. 

Ömer, önce veznedara yapacağı bu kötülük konusunda kendisini ikna ediyor. Bunu da içindeki şeytana bağlıyor. 

Bu tehdit karşısında veznedarın verdiği cevap... Tokat... Çek tetiği vur, insanın canı daha az yanar. O lafların ardından insan aynada yüzüne bakamaz. O denli ağır laflar.

"Aferin evlat, iyi yetişmişsin! (...) Bu sabah kararımı verdim. Kasada epeyce para var, bir miktarını, daha doğrusu yüklenebildiğim kadarını alıp eve çoluk çocuğun nafakası olarak bırakacak, ondan sonra da başımı alıp gidecektim. Şeytan nereye çağırırsa oraya. Bu dünyada başka türlü yaşamak neye yarar? Dünyayı bizim kayınbirader gibi adamlar istila etmiş. Benim gibi bir acizin debelenmesi fayda verir mi? Beş çocukla bir karıyı süründürmeye ne hakkım var... Sen şimdi bu sözlerinle benim kararımı takviye ettin... Sana teşekkür borçluyum evlat... Bana dünyanın hakikaten suratına tükürülmeye bile değmez olduğunu ve bu dünyada suratına tükürülmeyecek bir tek, ama bir tek insan bile bulunmadığını sağlam bir şekilde ispat etin. Böyle biri mevcut olsa o sen olurdun ve şimdi buraya gelinceye kadar içimde bir şüphe vardı. Şu kainatta belki bir de iyi taraf vardır, fakat görmek bize nasip olmuyor diyor ve seni düşünüyordum. Bir daha teşekkür ederim. Beni boş hayallerle avunmaktan, yaptığıma pişman olmaktan kurtardın. Ben de kendimi adam tanır bir şey zannederdim. Senin suratına bakınca melanet dolu ruhunu göreceğime yüreği çarpan bir insan görüyordum. Nah, bunak kafa.(...) Benim gözlerimi açtın, sana bir daha eyvallah... Şimdi arabanı çek... Namussuz insan suratı görmek istemiyorum. Kendim kendime yeterim." (sf.185)

Ömer tabi bu lafların ardından iyice bunalıma giriyor. Zaten iyi değildi.

Ama enteresan bir şekilde bu olayı da unutuyor. 

Düşünce üşengeçi Ömer. Hayatını zora sokan, sıkıntıya sokan olayları kafasında uzun süre tutmuyor. Düşünmemeyi tercih ediyor. Daha genel, felsefi muhabbetlerde var ama iş hayata dokunan somut konulara gelince kaçıyor. 

Bu olayın ardından eve dönen Ömer, evde Macide ve Bedri'yi başbaşa bulunca kıskanıp yanlış anlıyor.

Halbuki daha önce de hep beraber sık sık Bedri ile beraber dolaşmışlar, takılmışlardı. Yani Bedri, aileden biri gibi olmuştu. Ama o gün, veznedarın da söylediklerinin ardından Ömer, iyice kendini kaybettiği için, ortada yanlış anlayacak bir durum olmamasına rağmen, kavga çıkartıp Bedri'yi kovuyor. Çünkü insanların saf, masum, iyi olabileceğine inanmıyor. İyi bir insan zannettiği kendisi bile veznedara böyle bir kötülük yaptıysa, her insanda kötülük yapacak cevher var demektir. 

Aslında sözleri ve düşündükleri ağır olsa da çok da haksız sayılmaz. 

Evet, Bedri ile Macide arasında sözlü ya da fiziksel hiçbir şey olmadı. Ama içten içe ikisi de birbirini seviyor. Bu çok net. Kendilerine bile itiraf etmiyorlar ama gerçek bu. Hal böyle olunca aslında gerçekten çok da masum olduklarını söyleyemeyiz.

Ama bunu kabul etmek zor tabi. 

Macide de Ömer'in bu yaptığı karşısında çok öfkeleniyor ve Ömer'in Bedri'den özür dilemesini istiyor. Ömer, kabul ediyor, gidip özrünü diliyor.

Ama o günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmuyor.

Artık ilişkileri adeta diken üstünde. Bir şey olmamış gibi davranıyorlar. Fazla konuşmuyorlar. Her şey yolundaymış gibi yaşıyorlar.

Bir gün yine dışarıya çıkıyorlar hep birlikte. Bir müsamere var. Herkes davetli. Ömer'in aydın geçinen tayfası da, Bedri de.

Ömer, burada Macide'nin varlığını adeta unutuyor. Üniversiteden tanıdığı Ümit adındaki kızla muhabbete dalıyor. Ve o muhabbetten başını hiç kaldıramıyor.

Ömer'in zaman zaman Macide'yi unuttuğu, daha doğru bir ifadeyle bir karısı olduğunu unuttuğu çok oluyor zaten.

Evlendiğinin(!) ilk günü veznedarı kıramayıp iş çıkışı onunla meyhaneye gittiğinde muhabbete dalıp karısını unutuyor.

Karısı ile bir akşam yemeği yiyecekken, Nihat'ın gelmesi ve kendisini çağırması üzerine çıkıp, evde sofra başında bekleyen karısını unutuyor.

O kadar atıp tutuyor Ömer ama insanlara hayır demeyi beceremiyor.

Ve son olarak bu müsamerede unutuyor.

Burada Bedri'nin harikulade tespitlerini okuyoruz. 

Kendisini akıllı zanneden, ülkenin tanınmış ve aydın olan simalarının, ne kadar boş olduklarına dair son derece yerinde değerlendirmeler yapıyor.

"İnsanların en zayıf tarafları, sormadan, araştırmadan, düşünmeden, kafalarını patlatmadan inanmak hususundaki hayret verici temayülleridir. Dünyadaki yalancı peygamberleri yetiştirmek ve beslemek için en iyi gübre, işte bu bilmeden inanmak için çırpınan kalabalıktır." (sf.200)

"...Hepsi çocukluklarından beri mahrum oldukları kuvvete hasret çekerek ve kendilerini yiyerek bu hale gelmişler. Hakikaten kuvvet sahibi olanlara haset ve imkansızlıkla baka baka nihayet kuvveti en büyük, en tapılmaya layık bir mevcudiyet olarak kabul etmişler." (sf.201)


sf. 246

sf. 247

*
Korkunç sıkıcı geçen, vasatın alkışlandığı, gerçekten iyinin ise anlaşılmadığı bu müsamereden sonra geceye başka mekanlarda devam ediyorlar.

Ömer'in arkadaşları burada yer yer Macide'ye sözlü ve hatta fiziksele varacak noktada taciz ediyorlar. 

Hikmet mesela, Macide'ye laf atıyor. Ömer, Macide'ye bu tacize katlanmasını söylüyor. "Hikmet'e borcumuz var" diye.

Ömer gerçekten artık bir öküz.

Macide de yavaş yavaş bunu farkediyor.

En son bir gün Macide, sokakta gördüğü bir adamı Ömer'e benzetip, yanındaki kadınla kendisini aldattığını düşünüyor.

Bunun üzerine uzun bir ayrılık mektubu yazıyor.

Mektupta hem Ömer'in hem kendisinin uzun uzun ruh halinin tahlilini yapıyor. Onu hala sevdiğini ama artık birlikte olamayacaklarını anlatıyor üsturuplu bir şekilde.

Yine, daha evvel yaptığı gibi evi terkedecek. Yine nereye gittiğini bilmeden. Daha öncekinde kendisini kurtaran bir Ömer vardı. Şimdi yine kendisini kurtaran biri olacak mı?

Ahh Macide, evet olacak, biliyorsun. O an Bedri'yi düşündüğünü ikimiz de biliyoruz. Bunun için sana kızmıyorum. Ömer gibi aklı bir karış havada, çocuk gibi bir adamla tabi ki ömür geçmez. Neden kendine eziyet edesin?

Macide evden ayrılamadan Bedri geliyor. Ömer'in tutuklandığını haberini veriyor.

*

Nihat, milliyetçi-ırkçı söylevlerle etrafına bir sürü genç toplamıştı. Bu gençler çeşitli yazılar yazıyor, Türk milliyetçiliği ekseninde propogandalar yapıyordu.

Ancak bu yaptıkları ile farkında olmadan bazı dış güçlere hizmet etmişler. 

Bu nedenle yakalanmışlar.

Ömer de arada kaynamış. Ama konuyla bir ilgisi olmadığının ortaya çıkacağından emin.

*

Ömer, hapiste epey düşünüyor belli ki. 

Macide'nin, tutuklanma hadisesi nedeniyle veremediği ama yanında taşıdığı mektuptaki gibi Ömer de kendi içinde hem kendisinin, hem Macide'nin tahlilini yapıyor. Ve ayrılığın en doğru çözüm olduğuna kanaat getiriyor. Macide'yi Bedri'ye emanet ediyor. "İster kardeş olarak, ister eş olarak"

"Hayatta hiçbir şey yapmış olmamak gibi korkunç ve utandırıcı bir şey var mı? Son zamanlara kadar 'Fena bir şey yapmıyorum ya!' der ve kendimi temize çıkarmaya çalışırdım. Fakat hadiseler gösterdi ki, fena olmayışım tesadüf eseriymiş, fırsat düşmemiş, zaruret olmamış. Nitekim hayatın ilk çelmesinde yuvarlanıverdim. İyilik demek kimseye kötülüğü dokunmamak değil, kötülük yapacak cevheri içinde taşımamak demektir. Bende bu fena cevher fazla miktarda mevcutmuş.(...) Yalnız, benim gibi eş dost arasında akıllı geçinen bir insanın nasıl olup da bu kadar manasız ve bomboş bir gençlik geçirdiğine herkesten evvel kendimin hayret ettiğini söyleyeceğim.(...)" (sf.249)

Ömer, hayatı hakkındaki bu analizin ardından içindeki şeytanı da öldürüyor.

"(...)İsteyip istemediğimi doğru dürüst bilmediğim, fakat neticesi aleyhime çıkarsa istemediğimi iddia ettiğim bu nevi söz ve fiillerimin daimi bir mesulünü bulmuştum: Buna içimdeki şeytan diyordum; müdafaasını üzerime almaktan korktuğum bütün hareketlerimi ona yüklüyor ve kendi suratıma tüküreceğim yerde, haksızlığa, tesadüfün cilvesine uğramış bir mazlum gibi nefsimi şefkat ve ihtimama layık görüyordum. Halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı? Bu bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurması... İçimizdeki şeytan pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu... İçimizde şeytan yok... İÇimizde aciz var... Tembellik var... İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var... Hiçbir şey üzerinde düşünmeye, hatta bir parçacık durmaya alışmayan gevşek beyinlerimizle kullanmaya lüzum görmeyerek nihayet zamanla kaybettiğimiz biçare irademizle hayatta dümensiz bir sandal gibi dört tarafa savruluyor ve devrildiğimiz zaman kabahati meçhul kuvvetlerde, insan iradesinin üstündeki tesirlerde arıyoruz." (sf.250)

Bu itirafların ardından Ömer, samimi bir şekilde bir daha Macide ile Bedri'nin hayatına girmeyeceğini söylüyor. 

"Beni dünyada mevcut farz etmeyin.(...) Ben bir molozdan bir adam yapmaya çalışacağım." (sf.251)

Bedri, Macide'ye bunları anlatıyor.

Macide oldukça soğukkanlı karşılıyor bunu.

Ömer de bu arada hapisten çıkıp onları seyrediyor arkalarından. Macide,"ensesinden çekilir gibi olduğunu" sanıp arkasına bakıyor. Daha önce de bir yerde Ömer, arkasından bakarken aynen böyle "ensesinden çekilir gibi olduğunu" sanmıştı. Ama arkasına baktığında kimseyi göremiyor.

Bedri, Macide'nin Ömer'i unutamayacağını, ondan ayrılamayacağını düşünüyor.

Ancak Macide, Ömer'e yazdığı mektubu gösteriyor Bedri'ye. Ömer'den ayrılmaya daha evvel karar verdiğini söylüyor.

"Fakat beklemek lazım... Uzun zaman!" (sf.254) diyor ve kitap, Macide'nin bu sözüyle sonlanıyor.

*
Kitapta adı geçen aydın kisvesindeki insanların gerçek yaşamdan insanlar olduğuna dair zamanında epey curcuna kopmuş.

Mesela Nihat'ın aslında Nihal Atsız olduğu gibi. Bu salt bir curcuna değil, mahkemeye kadar taşınan ciddi bir mesele olmuş. Nihal Atsız, bu romanda Sabahattin Ali'nin kendisine hakaret ettiğini, ayrıca milliyetçi insanların, dış güçlerin oyuncağı olmakla suçlandığını iddia etmiş.

Sabahattin Ali, Nihat karakterinin Nihal Atsız olduğunu hiçbir zaman kabul etmemiş.

Velev ki Nihal Atsız, bence burada hakaret yok. Zira romanda Ömer karakteri, Nihat karakterinden ayrılamıyor, onunla dostluğunu koparamıyor. Eleştirse de ona değer veriyor.

Ömer demişken, Ömer'in de Sabahattin Ali'nin kendisi olduğu söyleniyor.

Ben en çok Bedri'yi merak ediyorum. Karakterlerin gerçek yaşamdan izdüşümleri varsa, Bedri kimdir? Zira kendisi kitaptaki tek adam gibi adam. 


30 Kasım 2014 Pazar

KUYUCAKLI YUSUF


KUYUCAKLI YUSUF
Sabahattin Ali - 1937

Yapı Kredi Yayınları 
60. Baskı
2014 
222 sayfa


"1903 senesinin sonbaharında ve yağmurlu bir gecede Aydın'ın Nazilli kazasına yakın Kuyucak köyünü eşkıyalar bastılar ve bir karı kocayı öldürdüler."

Bu cümleyle başlıyor Sabahattin Ali'nin önce çeşitli gazetelerde tefrika halinde yayınlanan, sonra 1937'de basılan ilk romanı Kuyucaklı Yusuf.

Cümle bu haliyle sanki bir gazete haberi gibi. Net, yalın, sade. Herhangi bir yorumdan, duygudan uzak. Sadece olayı anlatan, tek başına bir cümle.

Kitabın devamında da bu sade ve yalın anlatım devam ediyor.  

Sanki gidip görmüşüz gibi gözümüzün önünde beliren tasvirler, yazarın toplumsal ve sosyal eleştirileri de bu sadeliği bozmuyor. 

Kitabın daha ilk cümlesindeki bu vukuat gibi bir sürü vukuat oluyor kitap boyu. Leyla ile Mecnun'un İsmail Abi'si gibi söylersek "Olaylar olaylar"

Cinayeti tahkikat için kaymakam Selahattin Bey, savcı ve doktor cinayet mahalline gidiyor.

Eve girdiklerinde ölüleri yatakta buluyorlar. 

Odada bir de küçük çocuk var. 
Adı Yusuf. 
Anne ve babasının öldürülüşünü görmüş, müdahale etmek istemiş, bu esnada sağ elinin başparmağı kopmuş ve kopan parmağını elinde tutup öylece duran bu çocuk , romanın kahramanı olan Yusuf.

Kendisinden beklenmeyecek derecede soğukkanlı çocuk, anne ve babasının ölü bedenlerine bakıp "Zaten yataktalardı. Ben başlarını yastığa getirdim, yorgancağızı üstlerine çektim. Uyusun fıkaracıklar gayri. Ne yapalım?" (sf.10) diyen duygusuz mudur, soğuk mudur, evliya mıdır, kitap boyu anlayamadığım bir karakter.

Yazar Yusuf'un bu halini şöyle açıklıyor: 

"Bunları söylerken tavrında bir kalenderlikten ziyade bir irade, birçok büyük ve düşünceli adamları gıptaya sevk edecek bir irade görünüyordu. Çaresiz bir şey için, hem de bu kadar şehirlinin karşısında teessür göstermek herhalde izzetinefsine dokunuyordu." (sf.11)

"Çocuğun bu metaneti orada bulunanların kalbini parçalıyordu. Zaten, bir felakete sükun ve itidalle tahammül edenlerin manzarası, o felaket için ağlayıp çırpınanların manzarasından çok daha korkunç ve ezicidir." (sf.11)

Kaymakam, Selahattin Bey, Yusuf'u evlatlık olarak yanına alıyor.

Selahattin Bey'in karısı Şahinde Hanım ise bu durumdan memnun olmuyor. 

Selahattin Bey ile Şahinde Hanım'ın evlilikleri konusunda ama aslında genel olarak evlilikler konusunda yazarın kişisel düşünceleri giriyor bu esnada romana. 

Zira Selahattin Bey gibi aklı başında, düzgün, efendi bir insanın, Şahinde Hanım gibi boş, dırdırcı bir kadınla neden ve nasıl evlenmiş olduğu okura açıklanmalı.

"Bizim küçük Anadolu şehirlerimizde bu müzmin evlenme hastalığı daima hüküm sürmektedir. En kuvvetliler bile bir iki sene dayanabildikten sonra bu amansız mikroptan yakalarını kurtaramazlar ve kör gibi, önlerine ilk çıkanla evleniverirler.

"Tabi bu evlenmede herhangi bir müşterek hayattan ziyade, erkek için evde kadın bulunması; kız için de münasipçe bir kısmet varken kaçırılmaması düşünülmüştür. Bu izdivaç mikrobu evlendikten sonra faaliyetine başlar: Evvelce birtakım emelleri olan, yükselmek, kendini göstermek, eser vermek isteyen adamlara bir kalenderlik, bir lakaytlık gelir. Evde meram anlatmaya asla imkan olmayan, seviyesi, ahlak telakkisi, dünyayı görüşü ve itiyatları büsbütün ayrı bir mahlukla daimi bir beraberlik insanı dış hayatta da bedbin yapar ve bütün insanlardan şüpheye düşürür. 

"Evlendikten sonra bir adamın bütün gayesi ve istikbal düşüncesi, bir kere içine girmiş bulunduğu ve şimdi mukadder telakki ettiği bu belayı ses çıkarmadan ve dosta düşmana pek belli etmeden sürükleyip götürmek, onda herkes tarafından söylenen, fakat kimse tarafından bulunamayan meziyetler ve saadetler araştırmaktır." (sf.12)

(...)

"Bereket versin, Anadolu' nun bu yalnız kendisine mahsus dertleri yanında bunların gene yalnız kendisine mahsus çareleri vardır. Bunlardan en birincisi rakıdır.

"Burada felaketzede memur içer; müflis tüccar içer; fena mahsul çıkaran eşraf içer, senelerden beri aynı köşede bırakıldığı için içerleyen zabit içer ve nihayet karısı ile geçinemeyen kaymakam içer." (sf.14)

Yusuf, bu evde Kaymakam bey ve karısı arasındaki kavgalara şaşırır. Çünkü kendi anne babası arasında böyle kavgalar görmemiştir. Şahinde Hanım' ın nasıl olup da böyle bağırabildiğine, Kaymakamın nasıl olup da karısına söz geçiremediğine hayret eder.

Yusuf, Selahattin Bey ile Şahinde Hanım'ın  minik kızları Muazzez'e ağabeylik yapar. Böylece Şahinde Hanım, başta karşı çıkmış olsa da zamanla Yusuf'un varlığına zamanla alışır. Herkese yaramazlık yapan Muazzez'in, Yusuf'un yanında uslu durması sayesinde çocuğu Yusuf'a bırakıp dilediğince gezebilmektedir.

Selahattin Bey'in Edremit'e tayini çıkar.

Sabahattin Ali'nin de çocukluğunun Edremit'te geçtiğini hiç bilmeseniz bile kelimelerle çizdiği muhteşem Edremit resminden sonra zaten anlarsınız. Ancak orada yaşamış bir insanın derin gözlemleriyle bu denli gerçek bir tasvir mümkün olurdu.

Selahattin Bey, Yusuf'u okula yazdırmak ister. Fakat 10 yaşında olan Yusuf okumaya karşı hevesli değildir. Kaymakam bu durumdan üzülür tabi ama zorla da gönderebilecek hali yok ya.

- Yusuf, sen neden okumak istemiyorsun?

- Okumak öğrendim ya! Daha ne okuyayım!

- Canım, bu kadar yetmez. Bu dünyada birçok şeyleri bilmek lazım!

- Sırası düştükçe bilenlerden öğrenirim!

- Hocadan öğrenmek daha iyi değil mi be oğlum!

Bu sorunun ardından Yusuf yine anne babası öldürüldüğünde, onların ölü bedenlerinin yanındaki gibi büyümüş de küçülmüş haliyle konuşur:

"Hocanın bildiği birisinin işine yarasa, kendi işine yarardı. Sen bile okudun bildin de ne oldun sanki? Benim babam bir şeycikler bilmezdi ama, evinde sözü senden çok geçerdi...Şu Şahinde anam sabahacak encek gibi dırlanır durur da bir yolunu bulup onu bile susturamazsın; ne edeyim ben senin okumanı?" (sf.19)

Böylece Yusuf, okul değil, tabiat ana kucağında büyür, gelişir, 16 yaşına gelir. Muazzez de 10.

Yusuf, bağ bahçe işleriyle vakit geçirir. Zeytinlikteki işçilerin başında durur. 

Arkadaş edinemez. Edinmek de istemez. 

Kendisini yabancı hisseder bu şehre. 

Yazar sık sık, Yusuf'un bu şehre alışamadığından bahseder ama Yusuf köyünden çıktığından hepi topu 9 yaşındaydı. 9 yaşında nasıl bir alışmışlık içine girmiş olabilir ki, bu denli yabancılık çeksin? 9 yaş, yeni bir hayata adapte olmak için gayet uygun bir yaş. 

Yazar da esasen bu fikirde olacak ki Yusuf'un, biraz silik hatıralarla eskiyi andığını söylüyor:

"Yusuf, Kuyucak'tan çıkalı altı sene olmuştu. Artık oraları unutmuş gibiydi. Yalnız bu kasabanın çocuklarıyla anlaşamadığı zamanlar köyündeki arkadaşlarını müphem birtakım hislerle aradığı olurdu." (sf.25)

9 yaşından sonra geldiği şehirde arkadaş edinemeyen ve kaymakam babalığı ile Muazzez dışında kimseye sevgi beslemeyen Yusuf'un, 9 yaşından önce, özleyecek kadar çok sevdiği arkadaşlar edindiğine inanmak zor. 

Yusuf'un iyi kötü arkadaş olarak tanımlayabileceğimiz iki kişi var hayatında. Biri Ali. Bakkal Şerif Efendi'nin oğlu Ali. Diğeri de İhsan. Hacı Rifat'in İhsan. (Yazar, Yusuf'un arkadaşlarını ve diğer bütün akranlarını babalarının kim olduğu üzerinden tanıtıyor. X'in oğlu Y şeklinde. Babalarının mesleklerinin ve bunun getirdiği sosyal statünün etkisinin çocuklar üzerinde de görülmesi nedeniyle herhalde. Böylece bahsi geçen çocukları daha iyi tanımamızı istedi belki de.)

Olayların geçeceği dönem ve yerler ile olayların baş karakterleri kitabın ilk bölümlerinde geniş geniş, yaya yaya anlatıldıktan sonra vukuatlar silsilesi başlıyor.

Silsilenin ilk olayı Yusuf, Muazzez ve Ali'nin bir bayram günü bayram yerine gitmeleri ile başlar. 

Muazzez ve Ali, salıncakta sallanırlarken yanlarına Şakir gelir. Fabrikatör Hilmi Bey'in oğlu Şakir. Biz kendisine kısaca "zengiç piç" de diyebiliriz. Ahlaksız, serseri, şımarık biridir. 

Kendisini yazardan dinleyelim:

"Bu Şakir, yaşının on sekizden fazla olmamasına rağmen, kasabada herkese yaka silktirmiş bir çocuktu. Ayyaş, hovarda, ahlaksız bir şeydi. Babasının kazandığı parayı Rum orospular veya İzmirli oğlanlarla yiyor, etmediği rezalet bırakmıyordu." (sf.31)

Şakir'in Muazzez'e sataşması üzerine Yusuf, Şakir'i bir yumrukla yere serer.

Muazzez ve Ali, Yusuf'u oradan götürür.

Şakir'i de Hacı Etem götürür. "Hacı Etem, 24 yaşlarında, güzel ve kurnaz bir çocuktu. Anası babası yirmi sene evvel Hacca giderlerken dört yaşındaki Etem'i de beraber götürdükleri için ismi böyle kalmıştı. Pek hali vakti yerinde olmadığı halde, herkesten iyi giyinir, herkesten paralı gezerdi. Bu bolluğun İhsan ve Şakir gibi birkaç zengin ve hovarda arkadaştan çıktığı ve Etem'in bunlara hem dalkavukluk ettiği, hem de eğlencelerine her iki cinsten mahluklar tedarik edip getirerek bazı ufak hizmetler gördürdüğü söylenirdi."(sf.32)

Şakir ile atışması, Yusuf'un ve ailesinin hayatını değiştirecek olayların başlangıcı olur.

Şakir ve babası Hilmi Bey gibi zenginler üzerinden bir sistem eleştirisi yapılır kitapta yer yer. Bunu insanın gözüne sokan bir eleştiri gibi vermez yazar. Olaylar oldukça zaten akla gelen yorum bu eleştirilerin bizzat kendisi olur. İşledikleri suçlara rağmen ne jandarmanın, ne savcılığın, ne hakimin karışabildiği; cezalandırılamaz, cezalandırılması akla dahi gelmez bir gruptur bunlar. Hovardadırlar ama nüfuzludurlar da. Burada bir buçuk sayfa boyunca bu sınıfın ne menem birşey olduğunu anlatır yazar. (sf.33-34)

Bu atışma şimdilik bir kenarda dursun. Etkilerini sonra göreceğiz.

Araya bir Kübra kız girecek burada.

12 yaşındaki Kübra ve annesi, Şakir'lerin çiftliğinde çalışırlarken şimdi Yusuf'lara sığınmış, boğaz tokluğuna da olsa yanlarında kalmaya, çalışmaya yalvaran bir anne ve kızcağız.

Yusuf onları kabul ediyor. Yusuf'ların zeytinliklerinde çalışmaya başlıyorlar.

Bir gün kadını tek başına gören Yusuf, Kübra'yı merak edip soruyor. Hasta olduğunu söylüyor annesi. Evde hasta yatan ve bakacak kimsesi bulunmayan Kübra'ya acıyor Yusuf ve kızın annesi ile beraber biraz yemek alışverişinin ardından eve gidiyorlar.

Tam anlamıyla bir fakirhanedir anne ve kızın yaşadığı yer.

Kübra, yatakta yatmaktadır. Dışarıdan ayak sesleri duyulur. Annesi, "mahalle kızanlarıdır" diyerek geçiştirir. 

Anne çorba yapmış, kıza içirmeye çalışırken kız ağlamaya başlar. Anne de yapamayacağını söyleyip Yusuf'a aslında bir oyun hazırlandığını itiraf ederler.

Annesi ve Kübra, Yusuf'tan iş istediğinde Şakir Bey'lerin evinde dövüldüklerini, bu yüzden oradan çıktıklarını söylemişlerdi.

Fakat işin aslı öyle değilmiş. Annenin bu konuyu yürek parçalayıcı şekilde bir anlatımı var, ben bodoslama giriyorum konuya. Şakir ve babası, Kübra'ya tecavüz etmişler. 

Şimdi de Yusuf'u bu eve getirerek, kendi suçlarını örtbas etmek için annesi ve Kübra'yı kullanacaklarmış. 

Ancak Kübracık bu oyuna dayanamıyor. Annesi de öyle. 
(Bu arada Kübra'nın annesinin adını vermemiş yazar nedense. Var da ben mi kaçırdım acaba? Yoo düşünüyorum, kitaba da şöyle tekrar bir göz attım, bu kadının adı yok. O kadar gereksiz bir sürü insanın adını verirken, hikayesi ve baş karakterlerle ilgisi olan bu kadının adını neden vermemiş acaba yazar? Hep "Kübra ve annesi", "Kübra'nın annesi", "Kadın"... diye geçiyor. Ben mi gözden kaçırıyorum. "Hayır, kadının adı şu ve adı şurada geçiyor" diyen varsa bir zahmet bana da derse çok mutlu olurum.)

Kübra'nın annesinin her şeyi olduğu gibi anlattığı bu sırada Hacı Etem girer eve. Kadını susturmak için tokat atar. Yusuf, tam  Hacı Etem'e doğru hamle yapacakken, aldığı bir darbeyle yere yıkılır.

Yusuf'u burada bırakıyor yazar ve Selahattin Bey'in rakı masasına götürüyor bizi.

Selahattin Bey ve arkadaşları, bir akşam kendi aralarında takılırlarken Hilmi Bey ve Hacı Etem katılır aralarına. Bizimkiler anlam veremez tabi. 

Hilmi Bey, gayet arkadaşça davranır. Kumar oynamayı teklif eder. Küçük küçük, güzel güzel oynarlarken Selahattin Bey, hiç adeti olmadığı halde kendini kaptırır ve oyun sonunda 320 altın borçlanır Hilmi Bey'e.

Hiçbiri anlayamaz Hilmi Bey'in bu davranışını. Kaymakamın bu kadar borcu ödeyemeyeceğini bildiği halde Hilmi Bey'in, kaymakamı kendisine borçlandırmakta ne gibi bir menfaati olabilir? 

Selahattin Bey, bunu düşünüp durur. Günün sonunda anlaşılır işin kokusu.

Şahinde, Muazzez'e görücü geldiğini söyler. Kim bu görücü? Hilmi Beyler.

Hilmi Bey, Muazzez'i oğluna almak istiyorsa neden böyle bir plana lüzum görsün? Zaten zengin bir ailenin oğlu olarak reddedileceğini mi düşünüyor?

Selahattin Bey, Şakir'i  biraz araştırınca neden Hilmi Bey'in kendisini borçlandırarak elini kolunu bağlamaya çalıştığını anlıyor. Şakir'in ahlaksız, serseri, hovarda namını öğreniyor çünkü.

Gerçi kaymakamın, küçücük bir ilçede namı almış yürümüş Şakir'in ne mal olduğunu yeni öğrenmesi pek akıl karı değil ya, neyse.

Şakir, aslında evlenme heveslisi değil. Tamamen intikam amaçlı istiyor Muazzez'i. Onu alırsa Yusuf'tan intikam alacağını düşünüyor.

Yusuf'u en son yaralı bırakmıştık. Selahattin Bey'in borçlanma vukuatını ardından Yusuf'a geri dönüyoruz. 

Yarası ağır değil. Kimseye bu konuda bir şey anlatmıyor. 

Kübra ile annesi Selahattin Bey' lerin evinde hizmetçilik yapmaya başlıyorlar.

Muazzez, kendisini Hilmi Bey'in oğlu Şakir'in istediğini söylüyor Yusuf'a, Kolunda da Şakir'in annesinin aldığı bilezik. Yusuf, sinirlenip bileziği ezip büküyor. Şakir'in nasıl bir insan olduğunu bildiği için Muazzez'e nasihatler ediyor.

Ancak bu izdivaçı isteyenler daha güçlü. Memleketin bütün ileri gelenleri Selahattin Bey'i bu evliliğe razı etmek için seferber oluyor, hatta zaman zaman tehdit ediyor. Selahattin Bey bu yıldırmalara karşı koymakta zorlanıyor. "Memleketi asıl idare altında bulunduran bu adamların karşısında bir hükümet memurunun ne kadar az kıymeti olabileceğini; bir kaymakamın, aşağı yukarı, kendisine itibar edilen, fakat işlerine engel olmaya başlayınca derhal tüydürülen bir kukla olduğunu bildiği için"(sf.56) uzun süre karşı koyamıyor Selahattin Bey. Kaçmak da Hilmi Bey'in elindeki borç senedi yüzünden imkansız.

Kızını Şakir gibi birine vermeyi aslında istemiyor, öte yandan bu nüfuzlu kişilerin kendi aleyhine harekete geçip kendisini kepaze etmelerinden çekiniyor. Kızını Şakir'e vermekten başka yol bulamayacağını anladıkça da kendi kendisini aslında Şakir'in o kadar da kötü biri olmadığına ikna etmeye başlıyor.Belki de Şakir zamanla kendisini ıslah etmiş, yaşadığı kirli hayattan iğrenmiş, artık bir aile kurmak istemişmiştir. Hepimiz gençken Şakir kadar ileri gitmesek de benzer şeyler yapmışızdır zaten.

Selahattn Bey, böyle böyle kendini kandırıyor. 

Kararını Yusuf'a açıyor. 

Yusuf, "Sen kararını vermişsin" deyip uzatmıyor. Ama kaymakam delleniyor. Şu yakarmasına kayıtsız kalınamaz adamın:

"Hepiniz birlik olup beni öldürmeye mi niyet ettiniz? Bütün şehir, evimin içindekiler de dahil olduğu halde, hep birlikte bana hücum etmeye, beni mahvetmeye mi karar verdiniz?...Çıldıracağım be oğlum, anlamıyor musun? Çıldıracağım. Bu hal biraz daha devam eder, herkes bana karşı cephe almaya başlarsa ya başımı alıp kaçacağım, yahut da kafama bir kurşun sıkacağım. Muazzez'i Şakir'e vermeyelim diyorsun, değil mi? Ala! Bunu ben de istemiyorum. Fakat ne yapalım? Bir akıl biliyorsan söyle de onu yapayım.Yalnız, benim artık daha fazla uğraşmaya takatim kalmadı. İşi daha fazla sürüklemek, bir sürü kurnaz ve insafsız kurtlarla uğraşmak, onlara her gün ayrı bir bahane bulmak, onların şimdi pek de saklı olmayan tehditlerini anlamamazlıktan gelmek ve hepsine güler yüzle, kibar kibar cevaplar vermek artık elimden gelmiyor. Ben de insanım Yusuf, ben de etten ve sinirden yapılmış bir mahlukum. Bana da biraz acıyın canım.!" (sf.59)

Selahattin Bey'in bütün söylediklerini üşenmeden yazmamın sebebi, bu içini döküşün beni etkilemiş olması. Her ne kadar makamı çok güçlü olmasa da nihayetinde "koskoca" bir kaymakamın ağlarcasına yakarması ve bu kişinin aynı zamanda bir baba olması oldukça dokunaklı. 

Bir de meselelerin böyle net olarak dile getirilmesi hoşuma gidiyor.  Bir derdin var. Sürekli bunun üzerine düşünüyorsun. İşte bunu paylaş ki hem rahatla, hem de derman bulabil. 

Selahattin Bey de onu yapıyor bu konuşmayla. Kafasını patlatırcasına meşgul eden bu meselenin içinden çıkamıyor, bir akıl verilmesi için yalvarırcasına boşaltıyor içini. Açıkça, dürüstçe.
Yusuf, Kübra ile annesini çağırıyor. Onlardan Şakir hakkındaki gerçekleri, Selahattin Bey'e anlatmalarını istiyor. 

Kübra önce anlatmak istemiyor. Zırt pırt anlatılabilecek bir hikaye değil haliyle. 

Selahattin Bey, Kübra'ya çekinmemesini, korkmamasını söylüyor:

- "Az şeyler çekmemişsin sen küçük! Fakat her şey geçer. Her şey unutulur."(sf. 61)

Kübra, bunun üzerine, tıpkı yıllar evvel Yusuf'un çok büyük ve olgun bir insanmış gibi verdiği cevaplara benzer bir cevap veriyor:

"Hiç geçmeyen, hiç unutulmayan şeyler de var, beyefendi! Ölünceye kadar insanın sırtından atamayacağı şeyler de var." (sf.61)

Kübra'nın çocuk olmasına rağmen yetişkin bir insan gibi konuşmasına karşılık, Selahattin Bey, yetişkin olmasına rağmen çocukça bir laf ediyor:

"Size karşı bir fenalık yapıldı ise, onu cezalandırmak kaymakam olduğum için de vazifemdir."

Bu lafın gerçeklikten uzak olduğunu herkes biliyor. Nitekim Kübra "Onlara kimsenin kudreti yetmez!" dediğinde Selahattin Bey, "Benim kudretim yeter! diyecekti, fakat bunu laf olsun diye söylemek bile elinden gelmedi." (sf.61)

Namussuzlar karşısında namusluların bu acziyeti, kitap boyu kendisini gösteriyor.

Halbuki aslında Şakir'ler deli gibi korkuyorlar haklarında bir soruşturma açılmasından, tutuklanmaktan, cezalanmaktan. Bu namussuzlar gerçekten, namuslu insanların zannettiği kadar güçlü olsalar neden korksunlar? Hacı Etem mesela Kübra'yı kaçırmaktan bahsediyor. "Yoksa üçümüz birden damı boylarız!" (sf.67)

Hele Yusuf, Selahattin Bey'in 320 altınlık borcunu ödeyince Hacı Etem, iyice tutuşuyor korkudan:

"...Kübra mıdır nedir, onu söylüyorum...işi temizlemezsek başımıza gelmedik bela kalmaz. Hele şimdi Kaymakam kendini serbest bulunca var kuvvetiyle bize dayanacaktır. Memlekette kepaze olduğumuza mı yanarsın? Mahkemelerde süründüğümüze mi yanarsın? 

"...Biz belayı Yusuf'un başına sardıralım derken, kahpenin kızı mostrayı meydana vurdu, ne edeceğimi şaşırdım. İşin içine bir de bıçak oyunu girdi... Bütün ümidim şu paradaydı, onu da ödedikten sonra, herifin bizden ne korkusu olacak?" (sf.68)

Bu satırlar, kötülerin korkularını açığa vuruyor. İyilerin onlardan korkmaması gerektiğini açıklıyor. 

Ama iyiler, kötülerden daha çok korktuğu ve kendilerine güvenemedikleri için seslerini çıkaramıyorlar ve bu sayede kötülerin yaptıklarını yanlarına kalıyor.

Kİtabın ikinci kısmı, yekten Yusuf'un borcu kapatmasıyla başlıyor. 

Şakir ve babası gibi biz de düşünüyoruz: "Selahattin Bey'in bir iki günde üç yüz lirayı bulabilmesine imkan yoktu. Kaymakam'ın, hepsi memur olan arkadaşları da kendi gibi züğürttü. Yerlilerden ise böyle bir fedakarlığı, hem de karışık bir işe girmek suretiyle, yapmak isteyecek kimse bulunamazdı."(sf.66)  

Borç miktarı ile ilgili anlamadığım bir husus var. Kimi yerde 320 altın diye geçerken, kimi yerde 320 lira, kimi yerde 300 lira diye geçiyor bu borç. Altın-lira kurunu ve para biriminin ne olduğunu anlayamadım. Yüksek bir meblağ olduğu anlaşılıyor ama niye böyle farklı rakamlar ve kimi yerde altın, kimi yerde lira birimi ile geçiyor, çözemedim.

Borcun nasıl kapandığına gelince;

Yusuf, arkadaşı Ali'ye anlatıyor olanları.

Yalnız burada, Yusuf'un, borç meselesini nereden, nasıl öğrendiği kitapta yazmıyor. Selahattin Bey'in kumarda borçlandığı meselesini Yusuf'a anlattığını görmüyoruz. Yusuf'un bunu nereden öğrendiğini de bilmiyoruz. Yusuf'un borç meselesinden haberdar olduğunu ikinci kısmın başında Hacı Etem'e borcu ödemek istediğini söylediğinde öğreniyoruz. Yusuf'un Ali'ye neler anlattığı ile ilgili yazar sadece "...Ali'ye sadece duyduğu vak'ayı anlattı" demekle yetinmiş.

"Ali, hiçbir şey sormadan sonuna kadar dinledi. Yalnız, Yusuf'un sözünü bitirmesine yakın, yüzü kıpkırmızı oldu.(...) Sonra Ali:
Ben bu kadarını düşünmemiştim, dedi. Sandığımdan daha aşağılık adammış bunlar. Demek ki babanı borçlu etmekten maksatları buymuş." (sf.70)

Yani Yusuf, sadece Şakir'lerin Kübra'ya yaptıklarını anlatmakla kalmamış, babasının borçlandırılma meselesini de anlatmış. İyi de Yusuf bunu nereden biliyor? Muhtemel ki babası anlattı ama kitapta buna neden yer verilmemiş acaba?

*

Ali, bu borcu kapatmayı teklif ediyor. Kimsenin karşılıksız iyilik yapmayacağını artık öğrenmiş bulunan Yusuf, Ali'nin bu iyilik karşısında Muazzez'i istediğini anlıyor.

Ali'nin teklifini kabul ediyor. 

Kendisinin böyle bir alışverişe konu olduğunu en son öğrenen Muazzez oluyor. 

Muazzez, bunun ardından hislerini Yusuf'a açıklıyor. Üstü kapalı anlatıyor, ama aynı şekilde çarpan iki kalbin sahibinin, birbirlerini anlamaları için çok konuşmaları gerekmez zaten.

"(...) Yusuf onu kolundan tutup çekerek tekrar yatağın kenarına oturttu ve yavaş, tatlı bir sesle sordu:

- Söylesene, kimi istiyorsun?

Muazzez yaşlı gözlerini Yusuf'a dikerek haykırdı:

- Hiç kimseyi...Anlamıyor musun... Hiç kimseyi...

Ve gözlerini uzun müddet onun gözlerinden ayırmadı. Yusuf da ona bakıyor ve idarenin titrek ışığı vuran yüzünde yer yer ürpermeler oluyordu. Elini yavaşça uzatarak genç kızın saçlarını okşadı. O zaman Muazzez bu işareti bekliyormuş gibi doğruldu, Yusuf'un ellerini avuçlarını içine alarak:

- Kimi istiyorum, anladın mı? dedi.

Yusuf, alt dudağını ısırarak ağır ağır başını salladı:

- Anladım! (sf.78)

Ohh, aşıklar duygularını açıklayınca bana bir rahatlama geliyor. Çünkü "Seviyorsan, git konuş bence" 

Bu ilanı aşkın ardından çok küçük bir ayrıntı göze çarpıyor. Minnacık bir ayrıntı. Yusuf, Muazzez'in odasından çıkıp yanındaki odaya gidinceye kadar "(...) kendisini büyümüş gözlerle takip eden Kübra'yı görmedi."

Zavallı Kübra'cık, kim bilir ne düşünmüştür? Sonuçta Yusuf ve Muazzez'i öz kardeş zannediyor. Ağabey ile kız kardeş arasında ahlaksız bir ilişki olduğunu sanmış olmalı. Bunun küçük bir ayrıntı olarak kalması da merak uyandırıcı. Kübra'nın bu sahneyi izlemiş olmasının bir anlamı olmalı halbuki. 

Bu aşk ilanının ardından, tanıdığımız kadarıyla Yusuf,  her ne kadar içi parçalansa da arkadaşına verdiği sözü tutması gerektiğini düşünecek sanıyordum. 

Ancak Yusuf burada ters köşe yapıyor. 

Aşk ilanının ardından hiçbir "şöyle mi yapsam, böyle mi yapsam, ah ne yapsam?" diye ikilem içine girmeden, aşkı ve verdiği söz arasında gidip gelmeden yekten "Kız razı olmuyor; senin işin sarpa sardı tarzında bir şey söylemek ve mümkün olduğu kadar az izahat vermek niyetinde"(sf.79) olduğunu okuyoruz. 

Evet, baktığınızda, en doğru karar bu. Yalnızca Yusuf'tan böylesine olgun ve mantıklı bir karar vermesini beklememiştim. 

Aslında neden beklememiştim ki? Yazar, Yusuf'u en başından, daha çocukluğundan beri olgun bir kimlikle tanıtıyor bize. Onda çocukça hareketler, sahte davranışlar görmüyoruz hiç. Aklına geldiği gibi, içinden geldiği gibi konuşuyor, hareket ediyor. Düz aslında. Muazzez, beni seviyor mu? Evet. Ben Muazzez'i seviyor muyum? Evet. O zaman Ali ne alaka?

Bu kadar.

Yusuf'u her ne pahasına olursa olsun, sözünün ardında duran, yiğit, köylü, delikanlı diye tanımlamak yanlış. Ama nedense kitabı okurken Yusuf, sanki bu tanımda biriymiş gibi gözüküyor. 

Ancak biraz daha düşününce ve Yusuf hakkında yazarın yaptığı tüm betimlemeleri bir araya getirince Yusuf'un körü körüne sözünde duracak, bu uğurda saçma kararlar alacak biri olmadığı sonucunu çıkarabiliyoruz. "İçinden geldiği gibi" Yusuf'un davranışlarının temelinde bu var bana kalırsa. 

Yalnız bu özelliği büyük ölçüde halel görecek bir süre sonra.

Yusuf, Ali'ye bu işin olmayacağını söylemeye niyetliyken Ali daha onun konuşmasına fırsat bırakmadan nasıl şaşalı bir düğün yapacağını, çocukluktan beri Muazzez'i nasıl sevdiğini, bu işi ayarladığı için Yusuf'u artık kardeşten bile ileri gördüğünü anlatıyor heyecanla, mutlulukla, coşkuyla.

İşte bundan sonra Yusuf'un, en başta yapmasını beklediğimiz düşünce bombardımanı başlıyor. Ali bu fedakarlığa değer mi diye düşünüyor. "Uzun senelerini onunla yan yana geçirdiği halde, bu çocuğu hiçbir zaman uğrunda bu kadar büyük bir fedakarlığı yapacak derecede sevmediğini anladı." (sf.82)

Şimdi Yusuf'tan az önce tahlilini yapıp çözdüğümü zannettiğim şekilde, Ali'ye her şeyi hiçbir rahatsızlık duymadan anlatması beklenirdi. 

Ama bu defa Yusuf:

"(...) Şimdi ilk defa bir şey istiyor, hem de korkunç bir şiddetle istiyordu. Fakat niçin bu istek bir imkansızlıkla beraber gelmişti? Niçin hayatının bu en büyük arzusunu, şimdiye kadar belki yine içinde, fakat en gizli yerlerde saklı duran bu arzuyu hapsedildiği yeri parçalayarak ortaya çıkar çıkmaz, öldürmeye mecbur kalıyordu? Niçin? Kimin için?" (sf.82)

diye düşünüyor.

Yani Yusuf ne her şeye rağmen sözünde durması gerektiğinden şüphe etmeyen erdemli biri, ne de içinden gelen neyse onu yapacak kadar özgür ve umursamaz.

O zaman Yusuf'un olayı ne? 

Çözemedim. Tam çözdüğümü sanıyorum, ama beni şaşırtacak bir şey yapıyor, tanıyamıyorum.

*

Yusuf, Ali'ye bir şey diyemiyor.

Muazzez'e  "Yarın, öbür gün Ali'nin anası sana görücü gelecekmiş." diyor. 

Muazzez karşı çıkmaya çalışıyor ama "Bir şeyler söyledim zannettiği halde, kelimeler ağzının içinde kalmışlar ve dışarı çıkamamışlardı."(sf.83)

En son Yusuf "bunun böyle olması lazım" (sf.83) diyerek konuyu kapatıyor.

Bunlar, Yusuf'un ilk kırılışları aslında.

Herkesin okula gidip benzer eğitimlerden geçerek terbiye edildiği, aşağı yukarı benzer şekilde yetiştiği ortamda, okula gitmemiş, hayatı doğadan, ağaçlardan, rüzgardan, kırlardan, çiçeklerden, böceklerden öğrenmiş, dış etkilerden, resmi terbiyeden uzak, naturel bir şekilde yetişmişti.

Böyle olduğu için içinde bulunduğu şehre, şehrin insanlarına, olduklarından farklı davranmalarına anlam veremiyordu. Bu nedenle yabancılık ve yalnızlık hissediyordu. Alışamıyordu.

Ancak anlaşılan o ki artık alışıyor. Hiç istemediği, böyle bir fedakarlığın mantıklı olmadığını bildiği halde sevdiği kızı kendi elleriyle kendinden koparması, içinden gelene aykırı davranması, yıllardır içinde yaşadığı toplumdan farkında olmadan öğrendiği bir ders belli ki.

Bu esnada Muazzez, yüreği Yusuf için çarpıyor olsa da içindeki çığlığı sese dönüştürebilecek kudretten yoksun. Muazzez gibi evde kapalı kalan kızlar hakkında yazarın tespiti şu:

"Bereket versin, evde kapalı kalan ve ehli bir hayvan halinde, fakat çok daha maksatsız büyüyen kızların hepsinde olduğu gibi, onda da vücudunu ve kafasını hiçbir şeyle meşgul etmeden, hiçbir şey düşünmeden ve hiçbir şey yapmadan saatlerce, günlerce, belki aylarca, senelerce beklemek kabiliyeti vardı ve içini yakan düşüncelerden bitap bir hale gelince, bu mutlak hiçliğin kucağına atılıyordu." (sf.86)

Bu içinden çıkılası güç durum, bir ölümle bir nebze halloluyor.

Çok ağır oldu ama yanlış sayılmaz.

Mahalleden bir arkadaşın düğünü var. Herkes davetli. 

Şakir, bir zamanlar kendisinin istediği Muazzez'in Ali ile evleneceğini bildiği için Ali'ye kızgın. 

Düğünde havaya ateş etme ayağına Ali'ye vuracak kadar da kendini kaybetmiş.

Ali ölüyor.

Baktığınızda, acı ve iğrenç bir çıkarım ama Yusuf'un ve Muazzez'in birbirlerini sevmelerine rağmen Muazzez'in Ali ile evlenmesi problemi, Ali'nin ölümü ile ortadan kalkıyor. 

Tabi bu pür-i pak bir çözüm olmuyor.

Oooo yaşasın Ali öldüğüne göre, hadi evlenebiliriz artık, demiyorlar.

İkisi de yaşadıkları duygusal yoğunluktan ötürü berbat durumdalar. Özellikle Yusuf.

Bu aşkı, birazdan tekrar dönmek üzere, bir kenara koyalım şimdilik.

Şakir'in cinayetine geçelim.

Şakir, onlarca insanın gözü önünde Ali'yi vurdu. 

Ancak şahit olarak sadece dört kişi geldi. Kasabanın yerlilerinden kimse şahit olmaya yanaşmadı. Şahitlerden üçü gelinin köyünden, biri de davulcu çingene.

Şakir, cinayeti işlediği sırada sarhoştu. Yakalanıp nezarete atıldığında hemen uyudu.

Dışarıda Hacı Etem, onun arkasını temizleme faaliyetlerine girişti bile.

Önce jandarma çavuşunu rüşvetle ikna eder. Hacı Etem, cinayet delili olan silahı alır, yerine başka bir silah koyar. 

Şahitleri kandırması da zor olmaz. Üstelik onları parayla kaldırmaz. Onları, eğer kendi söylediği şekilde ifade verirlerse mahkemeye sık sık gitmek zorunda kalmayacaklarıyla ikna eder. 

Bu, parayla susturulmaktan daha vahim bir tablo aslında. Demek oluyor ki kimse mahkemenin bir işi kısa sürede halledeceğine inanmıyor. Mahkemeye işi düştüğünde herkes inanmaktadır ki yıllar boyu mahkemeye gidip gelmek zorunda kalacaktır. Üstelik gelip gitmesi de her zaman kolay değildir. 

Dava sürerken Şakir, göstermelik olarak tutuklu kalır. 

"Geceleri evine bırakılıyordu. Güya gizli olarak yapılan bu müsaadeyi kaymakam, müddei-umumi ve ceza reisine kadar herkes biliyor ve bir şey demiyordu. Çünkü başka türlü olmasına imkan yoktu. Bu böyle gelmiş, böyle gidiyor ve kasabanın başında bulunanların aklı bile, hürriyete ve onun getirdiği birkaç müsavat fikrine rağmen, Hilmi Bey'in oğlunun sahiden hapsedilebileceğini kabul etmiyordu." (sf.96)

Zenginlerin cezalandırılması akla dahi gelmiyor. Hukuk ve adalet anlayışının çarpıklığını göstermesinin yanı sıra devlet adamlarının korkaklığının nelere mal olduğunu da ortaya koyuyor. 

Burada kaymakam Selahattin Bey'in de pasif kalması, müdahale etmemesi çok yazık. Selahattin Bey'den böyle kahramanca şeyler beklemiyoruz elbette, ama yine de kendisi adına acınası bir durum.

Gerçi dava döneminde Selahattin Bey kalp rahatsızlığı yaşıyor. Yusuf'tan da "hiçbir işe karışmamasını, ortaya  yeni meseleler çıkarmamasını, kendisini uğraştıracak, heyecanlandıracak şeylere meydan vermemesini" rica ediyor. (sf.105) Ama zaten sağlıklı ve dinç olsaydı da yapacağı bir şey olmayacağını biliyoruz.

Bütün bu mahkeme tiyatrosunda kendisini parçalayarak adalet arayan tek kişi Ali'nin babası Şerif Efendi. 

Şerif Efendi, evvela bir kaç şahit ikna ediyor. Bu şahitler önce gördüklerini olduğu gibi anlatıyorlar ama sonraları kim bilir neden, ifadelerini değiştiriyorlar. Hepsi Ali'ye kimin ateş ettiğini kestiremediklerini söylüyorlar.

Bu yargılamanın aktörlerinden Şakir'in avukatı Hami Bey, "oldukça zengin ve Hilmi Bey'le de uzaktan akrabaydı. (...) Aldığı davaların hemen hepsini kazanıyor, fakat bunun için bazen pek temiz denemeyecek yollara saptığı oluyordu. Onun fikrince, nasıl harpte kazanmak için her vasıta meşru ise, adalette kazanmak için de mümkün olan her çareye başvurmakta beis yoktu. İfade değiştirmek, cürmü başkasının üstüne atmak, yalancı şahit bulmak, beş on kuruş mukabilinde bir zavallıya 'Bu işi ben yaptım!' dedirtip, o işi asıl yapanı kurtarmak gibi şeyler, Hami Bey'in her gün tatbik ettiği ince usullerdi." (sf.97)

Hakim de gerçeği biliyor. "Reis, Ali'yi Şakir'in öldürdüğünü biliyordu. Zaten bunu bilmeyen de yoktu. Fakat bu bilgiden daha mühim olan şeyler vardı: Şahitler, deliller..." (sf.97)

Sonuç itibariyle Şakir, beraat ediyor.

"Şerif Efendi, oğlunun katilinin göz göre göre temize çıktığını seyretmemek için ayakta durduğu köşeden sıyrılıp dışarı çıktı ve içini çeke çeke evine gitti."(sf.99)

Burada aklıma ister istemez bugün de evladının katilinin adalete yaraşır şekilde yargılanmadığını izlemek zorunda kalan anneler, babalar geliyor. (Münevver Karabulut'un babasının yakarışları, Ali İsmail Korkmaz'ın, Berkin Elvan'ın, Ethem Sarısülük'ün anneleri...vb)

Yusuf ve Muazzez'in aşkına geri dönelim. 

Yusuf, her ne kadar Ali engeli ortadan kalkmış olsa da kendisini "Hem Ali'nin ölüsüne, hem Muazzez'e karşı müşkül vaziyette buluyordu. 

Nefsine karşı yaptığı büyük fedakarlığın gururu, şimdi bir ölünün mirasına konmayı ona küçüklük gibi gösteriyordu. 

Muazzez'e gidip:

'Bana gel, ben gerçi seni bir iş uğrunda feda ettim, benim için bu kadar az ehemmiyetin vardı; şimdi bu engel kalktı, başka bir mühim mesele çıkıncaya kadar sana bağlıyım!' demek de herhalde pek kolay bir şey değildi."(sf.106)

Bununla birlikte ola ki Muazzez ile evlendi. Nasıl geçinecekler? Yusuf'un bir işi yok. Selahattin Bey mi bakacak onlara? 

Bunu da yediremiyor kendisine Yusuf?

Kafasında hep bu düşünceler.

Kızının evlilik işi Ali'nin ölümüyle ortadan kalkınca Şahinde, faaliyetlere girişiyor. Hilmi Bey'in karısı ile daha onların görücü olarak geldikleri ilk zamanlardan beri arası iyiydi. Bu arayı sıcak tutmaya devam ediyor. Sık sık onlara ziyarete gidiyor. Bundan Yusuf'un ve Selahattin Bey'in haberi olmuyor.

Şahinde, Muazzez'i de bu gezmelere götürmek istiyor ama Muazzez oralı olmuyor. Hoşlanmıyor oralardaki insanlardan, muhabbetlerden. Hele Şakir'den.

Ancak Yusuf'tan bir ışık göremeyince en sonunda o da gidiyor annesiyle Hilmi Bey'lerin evine.

Bundan haberi olmayan Yusuf, eve geldiğinde evde sadece Kübra ve annesini buluyor. Onlara Muazzez'i sorduğunda Hilmi Bey'lere gittiğini söylüyorlar. Yusuf da bir hışım evden çıkmak üzereyken Kübra onunla vedalaşıyor. 

"Biz de gideceğiz. Artık dayanamayacağım! (...) Bizi bir daha görmeyeceksin Yusuf" diyor Kübra.

Yusuf ise "çok iyi bildiği bir şeyi söylüyormuş kadar katiyetle ve karanlık birtakım hislerin sevkiyle cevap verdi:

-Belli olmaz...Görüşürüz" (sf.119)

Kübra'nın gelişi ve gidişindeki bu esrarengizlik ve Yusuf'un kesin bir dille tekrar görüşeceklerini söylemesi ama kitap boyunca hiç görüşmemelerindeki sır, romanın ikinci cildinde ortaya çıkacakmış.

Sabahattin Ali, Kuyucaklı Yusuf'u üç ciltlik bir roman olarak düşünmüş. İkinci cildi "Çineli Kübra" adını taşıyacak romanda adından da anlaşılacağı üzere Kübra'nın gizemi çözülecek, Yusuf'ların evinden çıktıktan sonra neler yaşadığı, Yusuf ile tekrar nerede ve ne şekilde görüşeceklerini okuyacaktık.

Kısmet değilmiş.

Yusuf, bir at arabası kiralayıp şimşek gibi gidiyor Hilmi Bey'lere. Muazzez'i bahçede buluyor. Ve onu kaçırıyor. Muazzez bu durumdan memnun. Hatta mutluluktan ağlayacak. Ancak "Bu kadar büyük bir saadeti onu verene göstermek doğru değildi. Bunu, kendine de izah edemeyerek, hissediyordu." (sf.128)

Yusuf'un Muazzez'i arabayla ve aceleyle aldığını öğrenen Şahinde de eve dönüyor.

Ev kapı duvar.

Akşama eve gelen kaymakama durumu anlatıyor. Kaymakam, jandarmaya haber veriyor. 

Bir gün bir köylü, Yusuf'un kiraladığı atı sahibine getiriyor. O esnada da yakalanıp kaymakamın huzuruna çıkarılıyor. 

Köylü de zaten kaymakama gelecekmiş. Kendisini Yusuf göndermiş. İyi olduklarını, Muazzez ile evlendiklerini söylemesini istemiş köylüden.

Kaymakam, rica minnet Yusuf ile Muazzez'in kaldığı yeri öğreniyor köylüden.

Hemen oraya gidiyor. 

Kaymakam zaten bu evliliğe karşı değil. Kendisini bu yaşlı ve hasta haliyle Şahinde'ye bırakmamalarını, eve geri dönmelerini istiyor.

Yusuf bu isteğe karşı koyamıyor ve eve dönüyorlar.

Enteresan bir şekilde, evlilikleri sorun olmuyor. Kasabada olay olur, dedikodunun bini bir para olur zannederken gayet çabuk olağanlaşıyor bu evlilik.

Enteresan bir durum, çünkü herkes onları öz kardeş zannederken yıllar sonra "Onlar aslında öz kardeş değil, Yusuf evlatlık. Ve ikisi evleniyor" demenin bir şaşırtıcılığı olmalıydı sanki.

Gerçi boş boğaz Şahinde'nin böyle bir gerçeği yıllarca saklaması ihtimali de pek mümkün değil. İlla ki bir sohbet esnasında Yusuf'un öz oğlu olmadığını söylemiş olmalı. Nasıl yıllarca saklayabilir ki bu gerçeği? Ya da aslında saklamak değil de, zaten Yusuf'u çok kanıksadığı için öz oğlu olmadığı aklına bile gelmiyordur, o yüzden söylememiştir belki.

Selahattin Bey, artık damadı olan Yusuf'a kaymakamlıkta bir memuriyet işi ayarlıyor. Okuma yazma ile arası hiç iyi olmamış Yusuf, aslında bu işi istemiyor ama başka çaresi de olmuyor. 

Evli bir erkek, bakmakla yükümlü olduğu bir karısı var. Çalışması lazım. Bunun bilincinde. 

Artık o eski içinden geldiği gibi yaşama devrini kapattığından, toplumsal gerçeklerle yüz yüze geliyor.

Memuriyet yaşamının Yusuf'a göre olmadığını kaymakam da biliyor. Yusuf'a göre memuriyet salt kendisi için değil, bazen devlet için bile gereksiz olabilir. Nitekim Selahattin Bey'in memuriyet hakkındaki düşüncelerinden de bu gereksizliği anlıyoruz:

"...Gördün ya, kimsenin bir iş yaptığı yok. Mesele o odanın içinde beş on saat oturuvermekte... Lüzumsuz gibi görünür ama, bunsuz da dünya dönmüyor. Öyle ya, herhalde boş boş oturmanın da bir hikmeti var. Bir bakarsın, hükümetteki işlerin hepsini eli kalem tutan iki kişi bile çevirir dersin. Lakin o kalabalık olmasa alem birbirine girer. Mesele memurların yaptığı işte değil, onların mevcut olmasında..."(sf.150)

Selahattin Bey'in kendini nasıl ikna edebildiği, saçma bir konuyu bile bir şekilde kendince mantıklı bir çizgiye oturtup ona nasıl sarılabildiğini kızını Şakir'e vermeyi aklından geçirirken gördük. Şakir, aslında aşağılık bir insan olmasına rağmen, belki değişmiş olabileceği konusunda kendi kendini kandırmıştı. Memuriyet hakkında düşündüklerinden de Selahattin Bey'in yine kendi kendini kandırdığını, aslında bu işlerdeki gereksizliği bildiğini, ama gerekli olduğu konusundan kendince açıklamalar getirip, bunlara inandığını görüyoruz.

Selahattin Bey'in hayat felsefesi ve onu böylece daha iyi tanımak için kendisinden bir kaç cümle:

  • Dünyada her felaketin içinden en az zararla sıyrılmanın yolu hayata uymak, muhite uymak,hiç sivrilmemektir. (sf.151)

  • Saadet, hayatı olduğu gibi kabul etmektir. (sf.151)

  • Kendini halinden şikayet etmeye alıştırma!(sf.151)

  • İçkiye şimdilik pek heves etme. (...)Biraz daha yaşlandıktan sonra nasıl olsa başlarsın. Akşamdan akşama iki kadehin zararı yoktur. İnsana dünyayı unutturur. Eh, bu dünya da unutulacak dünya zaten. (sf.151)

Selahattin Bey'in hayatı dümdüz. Hayatını bir film şeridi gibi gözünün önünden geçirdiğinde gördüğü şu:

"Hayatının bütün hatıraları lüzumsuz ve manasızdı. Ömrünün her vak'ası olmasa da olabilir, hayatına her giren insan girmese de olabilirdi. Bütün mazisinde kendisine 'Ah, neden böyle yaptım?' veya 'Ah, niçin şöyle yapmadım?' dedirtecek bir şey bulamıyordu; ve bu, ömrünün pek tatlı geçtiğinden değil, sadece ömrünün her kısmına şu anda pek lakayt olduğundandı.

"Hayattan ne isteyebilirdi? Doğmuş, büyümüş, okumuş, devlet hizmetine girip memleketi dolaşmış, ihtiyarlamış, evlenip kavga ve dırıltı içinde bir hayat geçirmiş ve nihayet bu hale gelmişti... Herkes başka türlü mü yaşıyordu sanki? Başka türlü nasıl yaşanabilirdi? (sf.109)

"Madem ki hiçbir şeyi değiştirmeye iktidarı yoktu, her şey evvelden çizilen bir yolda yürüyecekti, o halde aklı başında bir insan, olanları tebessümle seyredip sırasını beklemeliydi."(sf.110)

Ancak Yusuf, hayatın bu derece manasız olabileceğine inanmıyordu. 

"Kendisinin bu dünyaya bir iş için geldiğini müphem bir şekilde hissediyor, fakat bu işin ne olduğunu bilmiyor ve etrafında kendisine 'Bu benim işim' dedirtecek bir şey göremiyordu. (...) Kendinde her şeyi yapabilecek kuvveti görmek, sonra yapılacak hiçbir şey bulamamak... Tükenmek bilmez bir sabırla bir meçhulü beklemek... Nihayet bütün bunları sisli bir havadaki ağaçlar gibi belli belirsiz, karışık bir şekilde hissetmek... Bu, uzun zaman dayanılır şeylerden değildi." (sf.147)

*

Selahattin Bey, bir kalp krizi ile hayata gözlerini yumuyor.

"On seneye yakın bir müddet aynı yerde kalan ve hemen hemen kimseyi kendine düşman etmeyen bu adama karşı Edremit halkı son ve içten bir alaka göstermek için yığın yığın toplanmıştı." (sf.160)

Selahattin Bey'in ölümünü haber veren sala, Yusuf'u çok etkiler. Sabahattin Ali, sala ve ezanın Yusuf'ta yarattığı etkiyi şöyle anlatır:

"Yusuf'un camiyle, namazla, din ve imanla pek alışverişi yoktu. Hele babası, Şahinde'nin tabiriyle 'kızıl gavur'du. Fakat minareden kopup bütün o meydanlardaki insanların yüreklerine bir kanca gibi takılan bu feryat onu kendinden geçirdi. Bu sesle dinin bir alakası yoktu. Böyle olmasa Sarı Hafız da, pek dini bütün olmadığını bildiği ve camide ancak bayramdan bayrama gördüğü Selahattin Bey için, bu kadar candan haykıramazdı. Burada Allah filan da yoktu; ölen bir insana, ölümü bütün dehşetiyle duyan bir insanın hitabı vardı. Ara sıra yeisle incelip titreyen, bazen tevekkül ve teslimiyetle ağırlaşan ve pesleşen bu sesleri, şimdi evinin bahçesinde dimdik uzanan Kaymakam muhakkak işitiyor ve anlıyordu. Yusuf bundan emindi. İhtimal cevap da veriyor ve Sarı Hafız bunun için ara sıra böyle daha ateşli, daha manalı haykırıyordu.(...) (sf.161)

" Yusuf bazı sabahlar erken kalkınca gene Sarı Hafız'ın sala verdiğini ve ezan okuduğunu duymuştu. Fakat bunlar onun üzerinde güzel bir sesin yapacağı tesirden başka bir intiba bırakmamışlardı. Halbuki şimdi dinlediği şey, büsbütün başka idi. Burada sesin hiç rolü yoktu. Burada mühim olan, ifade edilen şeylerdi ve bunlar, insanı yerlere kapanıp yüzünü topraklara gömerek düşünmeye sürükleyecek kadar büyük, umumi ve bilhassa 'insanca' idi." (sf.161)

Selahattin Bey'in ölümü ile artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Sadece evin direği değil, aynı zamanda evin sesi de gitmiş oldu. "Bu evde konuşan, şaka yapan, soran (...) hep Selahattin Bey'di. O gittikten sonra ev halkını, uzun zaman bir değirmende bulunan insanlara çarklar birdenbire durunca gelen bir şaşkınlık sarmıştı. Kulaklarında hala uğultular devam ediyordu." (sf.164)

Selahattin Bey'in boşalttığı kaymakamlık makamına İzzet Bey adında genç bir kaymaka gelir. Bu kaymakam, Selahattin Bey'in aksine şehrin ileri gelenleri ile yakınlık kuran, zevk ve sefaya düşkün bir adamdır. "Baktığı yeri kirletiyormuş hissini veren yapışkan mavi gözleri" var hatta. (sf.166)

Tariflerdeki harikuladeliğe bakar mısınız?

İzzet Bey, Yusuf'tan rahatsız oluyor. Aslında Yusuf'tan rahatsız olan Şakir. Şakir ve tayfasının da yeni kaymakamla araları iyi olduğu için Yusuf'un memuriyeti ile ilgili kaymakama söz geçirebiliyorlar.

Yusuf, her ne kadar yaptığı işi sevmese de artık sevip sevmeme lüksü olmadığını anladı. Ülke bir savaş içinde. Kopuk başparmağı nedeniyle askere alınmadı. Her yerde sefalet var. Hal böyleyken işini bırakması akıl karı olmaz. Kaldı ki geçimleri de artık zorlaştı.

İzzet Bey, Yusuf'un görevini değiştiriyor. Onu tahsildar yapıyor. At üstünde köylere gidecek, köylülerden vergi borçlarını toplayacak.

Yusuf mecburen kabul ediyor.

Bu iş nedeniyle Yusuf'un köylere gidip günlerce bazen haftalarca gelmediği oluyor.

Muazzez bu yüzden yalnız kalıyor. Aslında yanında annesi var ama Şahinde hiç tekin bir kadın sayılmaz. Muazzez de her ne kadar annesi de olsa ona karşı derin bir sevgi ve muhabbet beslemiyor.

Ekonomik durumları fena. Yiyecek yemeği bile bulamayacak denli fena. 

Yusuf, iş için gitmeden önce bir miktar para veriyor Muazzez'e ama o parayla geçinmek imkansız.

Bir gün eve gelip de evde kimseyi bulamayınca karnını doyurmak üzere mutfağa gittiğinde sadece bulgur pilavından başka tek bir lokma olmadığını görünce dahi bir şey anlamıyor. 

Muazzez, Yusuf'u görünce "Bir şey getirdin mi Yusuf? Evde yiyecek bir şey yoktu" diyor. Ki bunu da herhangi bir kınama ile söylemiyor. Sadece kuracağı sofrada bulgur pilavının yanında bir şey olsun diye soruyor.

Ondan sonra Yusuf'a dank ediyor:

"Köylerde ekmek, peynir, yoğurt, yumurta gibi şeylerle karın doyurmaya alıştığı için, biraz evvel aşağıda yediği bulgur pilavı ona hiçbir şey düşündürmemişti. Fakat şimdi, Selahattin Bey'in evinde olduğunu hatırlayınca, sade bulgır pilavının, yanında hiçbir şey olmadan (...) bu evde eskiden pek yenmediğini acı acı hatırladı. Demek, o korktuğu günler başlamıştı? Demek gülünç tahsildar maaşına kalan bu aile, sade bulgur pilavıyla karın doyuranlar arasına girecekti." (sf.179)

Yusuf, her ne kadar bunun farkına varmış olsa da elinden bir şey gelmiyor. Yine işe gidiyor, gitmeden önce karısına hiçbir şeye yetmeyecek kadar az para veriyor.

Muazzez, tek başına olsa belki bu duruma öyle veya böyle katlanırdı.

Ancak annesi bu duruma katlanmıyor.

Hilmi Bey'in hanımı ile yeniden ev gezmelerine başlıyor. Muazzez'i de ikna ediyor. 

Artık evde yiyecek sorunu kalmıyor. Hatta eve zaman zaman yeni eşyalar bile alınıyor.

Yusuf ise bunların hiçbirini farketmiyor. 

Sorduğunda ise Şahinde bir yalanla cevap veriyor. Yusuf hemen inanıyor. Yusuf'un üzülmesini istemeyen Muazzez de yalanlar söylemeye başlıyor. 

"Yusuf'a karşı yalan söylemekte bir mahzur görmüyor, onu adeta bir çocuk gibi avutmak, oyalamak icap ettiğini zannediyordu. Bu düşünceler onu Yusuf'u biraz da küçük görmeye alıştırmıştı." (sf.189)

Yuusf'un hiçbir şey anlamayan artık aptallık mıdır, saflık mıdır hali çok sinir bozucu. 

Muazzez artık adeta Yusuf'a anlaması için yalvaracak. Zira içine girdiği durumdan Muazzez tek başına çıkabilecek kudreti kendisinde bulamıyor. Her şeyi birden Yusuf'a söylemeyi de beceremiyor. İstiyor ki Yusuf artık anlasın, hatta kızsın, bağırsın, dövsün, yeter ki anlasın."Arkasına bıraktığı sahilin gitgide erişilmez olduğunu fark ediyor, artık oradan kendisine elini uzatacak birinin bile onu kurtaramayacağını sanıyordu." (sf.190) 

Yusuf, bir gün eve geldiğinde kapıyı Şahinde açıyor. Muazzez uyuyor.

Muazzez'in yanına gidiyor. İşte o zaman Yusuf'un jeton düşüyor. Muazzez'in saçı, başı, yüzü, nefesi akşamdan kalmalığını apaçık ortaya koyuyor.

Yusuf'ta taşlar yerine oturuyor. Son zamanlarda Şahinde'nin kendisine iyi davranışı, evdeki bereket, yeni eşyalar...

Uçarak Şahinde'nin yanına varıyor ve hesap soruyor. Yusuf, Muazzez'e toz kondurmuyor. Onun masumiyetine, kendisine olan sevgisine itimadı tam. Şahinde'yi uyarıyor. 

Şahinde'nin cevabı hazır: "Ayda aldığın iki buçuk lirayla bu ev geçinir mi sanıyorsun? (...) İzzet Bey, bir kaymakam ailesinin sürünmesini kaymakamlık şerefine yakıştıramadığı için, bize hükümetten yardım ettirdi." (sf.195)

Yusuf, neredeyse buna inanacaktı. Bir an çok korktum inanmasından. İnanabilirdi de çünkü. Zira son olanları anlamaması ile ne kadar öküz olduğunu gösterdi. Kusura bakma Yusuf, ama öyle. 

Hatta öküzlüğü o raddede ki, tüm bu olanların ardından hala ve hala işe gidiyor. Günlerce eve gelmemek üzere işe hala gidiyor.

Şahinde'yi öfkeyle uyarıyor "Kızını düşün. Bize kötülük etme.. Bizi birbirimizin yüzüne bakamayacak hale getirme..." (sf.196) Yoksa yapanların yanına komam, falan diyor ama yine gidiyor, yine gidiyor.

Yusuf, şehirdekilerden evin durumu ile ilgili pek çok şeyi öğrendiği halde yine gidiyor.

Muazzez kendisine "Hep böyle gidip duracak mısın, Yusuf?" diye ağlayarak sorduğu, "Buralardan gidelim Yusuf!" diye inlediği halde gidiyor.

Kız, "Sen gelir gelmez gidelim, olmaz mı?" diyor. Yusuf "Öyle birdenbire nasıl olur? Hele ben döneyim de, beraber oturup düşünürüz!" diyor. (sf.202)

Lan düşünmesi mi kalmış lan?

Buraya kadar ne kadar terbiyeli bir şekilde geldim. Ama burada artık gerçekten Yusuf'a kızacağım.

Bok mu var da gidiyorsun? İlk gençliğinde laf söz dinlemez, bildiğini okurdun. Şimdi de pısırık bir şey oldun. Ortan yok mu senin be adam? 

Muazzez'in tüm yakarışlarına rağmen dangalaklık edip giden Yusuf, bu kararından pişman oluyor tabi."Niçin onu bıraktım?""Bu düşünce içini bir kurt gibi kemiriyor ve genç adam, dizginlere asılarak gerisin geriye dönmemek için, nefsiyle müthiş bir mücadelede bulunuyordu." (sf.203)

Nefsinle mücadelene tüküreyim Yusuf. 

Sen ki tabiat ananın kucağında yetişmiş, aklından evvel duygularıyla hareket etmiş insansın. Şu haline bak.

Bir de bunun üzerine hasta oluyor. Mevsim kış zaten. Yaka bağır açık at sırtında rüzgar yiye yiye ateşleniyor. Bir köy evinde kalıyor. Ayağa kalkacak hali yok. Hasta yatağında Muazzez ile ilgili korkunçlu kabuslar görüyor. 

Biraz iyileşip ayağa kalkacak gibi olduğu an da evin yolunu tutuyor.

Akşam eve vardığında Muazzez'i alıp gitmek niyetinde. Bir an bunu hakikaten yapıp yapamayacağını bile düşünüyor. Ancak sonunda özünü hatırlıyor. "Hayatını berbat eden şeyin bu duraklamalar, bu boyun eğmeler olduğunu zannederek, artık aklına estiği gibi hareket etmeye karar verdi." (sf.207)

Eh, artık, bir zahmet.

Eve vardığında kabuslarındakine benzer bir sahne ile karşılaşıyor.

Şahinde, Hilmi Bey, Şakir, Hacı Etem, kaymakam İzzet Bey hepsi bir masa etrafında oturuyorlar. Muazzez, sarhoş bir şekilde uzanmış yatıyor. Jandarma kumandanı Kadri Bey, onu öpmek için eğiliyor.

İşte bu sahneyi gören Yusuf'un bir an metanetle evdekileri kovacağını düşündüm. Yine kafasından çalışmak lazım, para kazanmak lazım, bu işe muhtacım, bunlara bir şey yapıp hapse girersem karıma nasıl bakarım... gibi düşünceler geçecek ve hayat yine eskisi gibi devam edecek sandım. Ne yalan söyleyeyim, Yusuf'un öküzlüğünün buralara kadar varacağını görsem şaşırmayacaktım.

Ancak Yusuf, nihayet kendinden bekleneni yapıyor.

Elindeki kamçıyı kaymakam İzzet Bey'in suratına yapıştırıyor. Sonraki kamçı darbeleriyle lamba yere düşüyor ve oda karanlık oluyor. Oda karanlık olmadan önce Şakir'in tabancasına davrandığını gören Yusuf da tabancasını çıkarıyor ve ateş etmeye başlıyor. Ateş ediyor, ediyor, ediyor, ediyor. 

Muazzez'in kendisine seslendiğini duyana kadar ateş ediyor. 

Sonra Muazzez'i alıp gidiyor. 

Odada kalanların son durumunu bilmiyoruz. Muhtemel hepsi öldü.

Ancak Muazzez de yaralandı.

Muazzez yaralandığının farkında değildi. Yusuf'un yanında bir bilinmeze doğru gidiyordu. Sonradan farketti yaralı olduğunu. Yarası boğazına yakındı ve çok kan kaybetmişti. O gecenin sabahına çıkamadı.

Yusuf, bıçağıyla kazdı Muazzez'in mezarını. Gömdü. Atını dağlara doğru sürdü.

Bir ölümle başlayan roman, böylece yine bir ölümle bitmiş oldu. 

Kitabın ilk cümlesini yazdım, son cümlesini de yazayım.

"İçindeki bütün yıkıntılara, bütün kederlere rağmen başını yere eğmek istemiyordu. Matemini ortaya vurmadan tek başına yüklenecek ve yeni bir hayata doğru yürüyecekti." (sf.215)

Romanın ikinci bir cildi olsaydı, zannediyorum Yusuf'un dağa çıktığını ve eşkıya olduğunu okuyacaktık. Kübra ile de bir şekilde tekrar karşılaşacak ve aralarında bir aşk olacaktı belki.

Yusuf'u anne babasının ölümünü soğukkanlılıkla karşılayan bir çocuk olarak tanımıştık kitabın başında. "Bu kadar şehirlinin karşısında teessür göstermek herhalde izzetinefsine dokunuyordu" demişti yazar onun için.

Kitabın sonunda da karısının ölümünü soğukkanlılıkla karşılayan Yusuf, yine teessür göstermek istemiyor.

Bu şekliyle bakınca kitap bir sarmal gibi. 

Ölümle başlayıp ölümle bitiyor.

Yusuf'un Muazzez'i ilk kaçırışıyla evlilikleri başlıyor, Yusuf'un Muazzez'i  son kaçırışıyla evlilikleri bitiyor.

*

Üşenmeyip hayvan gibi yazdığıma göre etkilenmişim epey. Hem aşk hikayesinden, hem de bu hikayenin geçtiği toplum yapısından, sosyal tespitlerden, yerinde betimlemelerden ve karakterlerden.

Söylenene göre Sabahattin Ali, Kuyucaklı Yusuf'u hapishanedeyken tanımış. Kitapta adı geçen diğer bazı karakterler de yazarın hayatında yer etmiş insanlarmış. Mesela Selahattin Bey'in, Sabahattin Ali'nin babasından esinlenerek yazdığı söyleniyor. Onun da babasının adı Selahattin ve karakteri de kitaptakine benzermiş.

Aldığım notları yazmaya üşendiğim "Sabahattin Ali - Anılar, İncelemeler, Eleştiriler" kitabında Kuyucaklı Yusuf hakkında kitabın içeriği ile ilgili daha derin düşünmenizi sağlayacak eleştiriler var. Üşenmesem ve yorulmasam onlardan da buradan bahsederdim. İlgiliyseniz onu da okumanızı öneririm.