Bizimkilerin bize özgüven veremedikleri dönemde (ne varsa bu küçüklükte verilemeyen şeylerde var, verilmeyince bizim gibi orta saha çocukları peydah oluyor işte, siz siz olun ne verecekseniz küçükten verin küçükten) insanları onlar ve bizler diye ayırırdım. Onlar zengin ve mutlu insanların adıydı "bizler" ise; kiremitleri dahi yıkık evlerin viranlarından satın alınmış, akan ve kokan evlerin insanları.
Hiç sebepsiz onlara karşı nefret beslerdim. Tek suçları belki bir sürü renkli kokulu silgilerinin olması, tüp yapıştırıcıları tam bitmeden okulun çöpüne atmalarıydı. Belki okul çantalarının ve defter kaplarının üzerinde en sevdiğim çizgi film insanlarının figürlerinin olmasıydı. Yemek saatlerinde biz salça yerken onların salam yemesiydi. Çantam abimden kalan, altı kocaman yamanmış haki yeşil bir çantaydı, seyahat çantasına benziyordu. Çantamla dalga geçtikleri içinde nefret etmiş olabilirim, hatırlamıyorum işte çocuklukta kaldı.
Onlar bizim mahalleye sadece "çocuk bakıcısı, hasta bakıcısı, ev temizlikçisi, ölü yıkayıcısı" gibi aramalar için gelirlerdi. Olaki gelip son model arabalarını park ettiler anında tekerinin havasını alırdık, hergün bize havamızı aldıran arabadan ancak böyle hırsımızı alırdık.
Bazen onların okullarının civarına yolum düşerdi. Dikkat ederdim o yöne doğru hiç bakmıyorum. Eğer bakarsam o mutlu ve hiç derdi olmayan (!) zengin veletlerin durup dururken günahını da alacaktım.
Onlar benim olmayan herşeye sahiptiler bunun nedenini bir türlü anlayamazdım. Beni aşağı gördüklerini düşünürdüm, benim hakkımı yediklerini, bana acıyarak baktıklarını. Birgün onlardan birilerini sevdik, onlarda bizden birilerini sonra onlarla halay çektik parmaklarımızı tuttu onlardan birileri, demekki tutmaktan tiksinmiyorlardı. Bütün önyargılarım ve özgüven sorunum böyle böyle ufalıp gitti.
Ta ki...
İstanbul'a halatını almadan himalaya'lara tırmanmaya çalışan bir dağcı gibi geldim. Aylar önceden hayalini kurduğum halde ne yapacağımı, nerde kalacağımı hiç hesaplamamıştım. Kafası dumanlı bir himalayaydım. Elbette ki bu bir "iç turizm" değildi, otogara yüzümde kocaman bir tebessümle inmedim.
Amaçlarım vardı, ne olduklarına dair hiç birşey bilmediğim ulvi amaçlarım. Ne kimselere sığınmaya ne de asalak olmaya niyetim yoktu. İnsan hayalperest olunca yarınını hayal ederken öylesi canlı renkler kullanıyorki, hayallerde siyah ve gri tonlara yer yok. Oysa madalyonun ön yüzü şapa oturmakmış.
Hayallerim, pırıltılı renkler kullanarak beni kekledi! Böyle parazit gibi oraya buraya tutunarak yaşamak yoktu vaadleri arasında! Eğer illa bir parazit olacaksam bit olmak istiyorum, hiç değilse kendi saçlarım arasında kayıplara karışıp giderim.
Annem recep ivedik'in "buğdaylar baş vermeden kör buzağa topallamazmış" lafı gibi buzağılı bir deyim söyler; "yularından boşanmış buzağa" misali acıkınca annemin memesini emmem gerektiğini bile düşünmeden, hiç hesap yapmadan, bodoslama daldım "burası istanbul'a". Sonrada orada tıkandım kaldım.( böyle yavaştan kıyın kıyın ajitasyona kayan yazılar yazdığımda yine bir yerlere kaçasım geliyor, her zaman trajikomik yazılardan yanayım çünkü hayat zaten bok gibi birde acındırıkçı, melankolik, ağlak yazılar yazıp boku iyice cıvıklaştırmanın anlamı yok da hep yapıyoz işte ) Bu hal beni yine o eski takıntıma götürdü. Onlar ve bizler, onlar ve bizler, onlar ve bizler,varmış, yokmuş, varmış, yokmuş. Ben neden bu haldeyken onlar orada öyleler? Neden? Ama nedennnn??
Bir gün sırf onlardan durup dururken nefret etmek için bebek'e gittim. Kendimi kill bill filmindeki deri tulumlu suikastçiler gibi hissediyordum. Oysa üzerimde dolama bir nepal etek, pislick tişört ve bez çanta vardı, hipilere benziyordum bir tek marihuana resimli aksesuarlarım eksikti. Benden olsa olsa nepal sokaklarında yaşayan keş (iş) olur.
Sol tarafımda deniz ve şu meşhur barlardan bir dolusu. Sağ yanımda yalı mı diyorlar, köşk mü, başka bişey mi bilmiyorum acayip süslü püslü evler sıra sıra. Bir kaplan gibi pusup kesmeye başladım masum insanları. Bilseler dışarıda yumruklarını sıkmış kendi kendine gelin güvey olup duran bir kızın dolaştığını.
Evlerin çoğu perdesiz içerisi şam şam şakıyor. Bizim evlerimizde kalın kalın güneşlikler örtülü olur çünkü o evde pek değerlimiz namus kavramımız gezinir. Birilerinin biryerlerimizi görmesi endişesini taşırız, gözüyle bizi yiyecek insanlardan korkarız, kendimize bayılırız!
İçerilerde beni tüm ailemle birlikte satın alacak büyüklükte ve çoklukta tablolar, pırıl pırıl yanan lambalar vardı. Balkonlarda yemek yiyip sohbet edenler mutlu muydu ne? Daha başka ayrıntıları görmek için bir ağaca tırmanmam gerekirdi ama görgüsüzlüğümü etrafta yürüyüş yapanlardan saklamam icab ediyordu. Önümden sarı bir ferrari geçti yine durup dururken ferrariye orta parmak çıkardım. İçinde giden ben olsaydım sorun olmazdı heralde, insanoğlu çiğ süt emmiş.
Bu saçma nefret seromonisinden o işlemeli saraylardan birinde kendi halinde sessizce oturan yaşlı bir amcayı görünce sıyrıldım, kendimi ve yaptığım şeyi sevmedim. Belkide bende onlardan biriyim, şu anda herhangi bir tarlada pamuk toplayan işçi kızda kendisine "bizler" bana "onlar" diyordur kimbilir.
foto
HALALUYA: lafı uzattım köpekler hani kuyruklarını bacaklarının arasına kıstırınca ne der? "hıyimi hıyımi muyiii" işte tamda öyle diyerek ablama sığındım, bu yerinde kaçış tatbikatıda sona ermiş oldu artık bir dahakine, kısmet
şunlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
şunlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Cumartesi, Eylül 19, 2009
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Bi arkadaşa bakıp çıkıyorum
Uzun zaman ara verince nasıl başlanır bilirsin "bloguma uzun zamandır yazmıyordum bir uğrayayım dedim, özlemişim..." f...
-
Uzun zaman ara verince nasıl başlanır bilirsin "bloguma uzun zamandır yazmıyordum bir uğrayayım dedim, özlemişim..." f...
-
Kız ergenliğinin en mutsuz edici evresi sanıldığı gibi sivilceler değil erkek ergenlerin bacaksız birer sabiyken atlattığı " amcaya...