eleştiri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
eleştiri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Salı, Ağustos 19, 2014

Toz, kir, sefalet, roket, bomba ve allah!



  Ablam telefonda ağlıyor; 
-gördün mü izledin mi ışid yine bir sürü kafa kesmiş, hayatımda böyle vahşet görmedim ne olacak ne yapacağız siminya bir şey söyle bir şey yapalım BİRİLERİ BİR ŞEY YAPSIN!!! 
Her iki günde bir arayıp gazze'de, çin'de, suriye'de, ırak'ta ölenleri anlatıyor. Özel olarak ilgilendiği iki suriyeli aile var. Onlara kalacak yer ayarlayıp, yiyecek giyecek taşıyor. Haftada bir yetkili biriyle görüşmeye gidiyor, suriyeliler için bir şeyler yapılmasını talep ediyor. Çoğunlukla da kapı dışarı ediliyor. Başka her hangi bir konuya girmeyi şımarıklık bulduğu için yanında akşama ne yesek veya sıcak neyse de nem fena nem diyemiyoruz. Üzüntüden koltuk altlarında yumrular oluştu, 7 kilo verdi. Doktor yaşadığı bir üzüntüden lenf bezlerinin şiştiğini, stresten uzak durmasını salık verdi. Böyle bir dünya'da dalga geçmek gibi geliyor stresten uzak durun öğüdü. Omuz omuza büyüdüğümüz, aynı buluta bakıp, aynı nehrin suyunu içtiğimiz komşu ülkelerin insanları neden öldürüldüklerini anlamadan ölümün en vahşi biçimleriyle ölüyorlar. Daha olanları anlamaya çalışırken başını gövdesinden ayrı bir yere yuvarlanırken görüyor. Yaşadığı toprak, içinde bulunduğu topluluk, içine doğduğu inanç öldürülmesi için yetiyor da artıyor bile. Vahşet bile bu durumu yeterince karşılamaz oldu.

 Annemin ameliyatından bu yana bir araya gelmemiştik. Bir haftalığına dahi olsa yüz yüze bakışalım, kurumuş yabani otlar, kırık dökük beton zemin ve meyve vermemiş kurtlu ağaçlar altında bir demlik çayı bölüşelim diye toplandığımız anne evinde acı ve gözyaşları içinde ortadoğu'yu konuşup durduk. İlk defa ailemin bütün fertlerini toplumsal ve siyasi konularda bu kadar duyarlı ve ateşli gördüm. Genelde ortak paydalar etrafında birbirimizi onaylayarak devam eden sohbetler yapardık. "Aynen kardeşim dış güçler hep ülkemizin peşinde aynen, kesinlikle bor madenlerimizi çıkarttırmak istemiyorlar geçen ben de okudum o yazıyı, evet elbette türklük çok güzel ve bütün dünya müslüman olmalı ona ne şüphe, ben de kürtlere o konuda çok kızgınım..." 
bu tarz bir muhabbeti közlenmiş mısırlar ve patatesleri kemirirken sürdürür, yatağa girerken anlaşabilmenin huzurunu taşırdık. Aile olmak, kardeşlik ve ateş közü ne güzel şeylerdi. Ortak fikirlerde anlaşabilmek ne kolaydı- ki zaten pek fazla noktada ayrılmıyorduk ki anlaşamayalım.  Ama bu kez başkaydı. Ortadoğu gerçeği ilk defa inançlarımızı derinden sorgulamamıza sebep olacak kadar kanlı görünüyordu. Zaten bin yıldır kan gövdeyi götürüyordu oralarda ama bu kez kan kokusu burnumuza burnumuza gelir gibiydi. Hayatımızın hiç bir günü; içinde allafakbar geçmeyen, savaş kelimesi kullanılmayan bir ortadoğu bülteni görmedi. Toz, kir, sefalet, roket, bomba ve allah. Ama sanırım bu defa biz büyümüştük ve kirler gırtlağımıza dayanmıştı. Soruyorduk; lan yoksa gerçek islam bu muydu? 


 Abim çocukluğumun en belli belirsiz zamanlarından beri cihattan bahsetti. Filistin'e gidecek tıpkı cüneyt arkın'ın bir düzine bizanslı'yı bir tepikte savurduğu gibi bir tetikte tonla israil askeri öldürecekti. Filistin'i kurtarmadan da şurdan şuraya gitmeyecekti. Sonra Afganistan'a varacak kıraç dağlarda onurlu bir mucahid olup ağaç kabuğu yiyecekti. Hayattaki amacı islamın tehdit altında olduğu tüm savaşlara gidip eninde sonunda allah yolunun şanlı şehitlerinden biri olmaktı. Her gayrete gelişinde karısı gebe kalıp aşerdi, canı kış ortasında karpuz çekti, yaz ortasında portakal. Böyle böyle yattı planları. Şimdi, kucağında tuttuğu 5 kiloluk küçük oğlunun mama masrafları için yaşamak zorundaydı. Geçen yıl doğan oğlunun bez masrafları ve bir önceki yıl doğan oğlunun oyuncak masrafları. Hayat zordu.  Evet elbette insanların ölmesi hoş bir şey değildi ama ölenler de zaten müslüman olmayanlardı. Cihad'ı biz ne sanıyorduk ki? İslamın yayılımının nasıl olduğunu hayal etmiştik mesela? Gidip "canım çok güzel bir din getirdik size, böyle çok değişik etkinlikler, aksiyonlar falan var içinde. sizinkiler biraz nasıl desek mmm demode yani. ne dersiniz bir dal alır mısınız?" dendiğini mi?  Çeşitli promosyonlar, misvak, hurma gibi eşantiyonlar dağıtarak mı ikna edildiklerini düşünüyorduk? Yerleşik adetleri, inançları, ritüelleri olan insanları iki nezaket üç tatlı dille ikna ettiğimizi düşünecek kadar cahil miydik? Osmanlının genişlemek için kullandığı yöntemi kabartma tozu mu sanıyorduk? Bizim islam'ın yayılışıyla ilgili bildiğimiz tek şey samanyolu tv nin "beyaz adam buraları mafetmiş, hep misyonerlik yapmış köleleştirmiş sömürmüş pislikler. oysa muhteşem ecdadımız buralara aşırı huzur ve dev mutluluk getirmiş çiçek < 3" diyen ayna belgeseliydi.


arka planda yatan zorla müslümanlaştırma gerçeği son paragrafta nasıl da hissediliyor


    Erkek kardeşim oldum olası arapları sevmedi, filistin için üzülebilmesi için senelerce elleriyle bozkurt işareti yapmalarını bekledi. Bu sene de işaret gelmeyince mısırından bir ısırık alıp "osmanlı'ya ihanet eden araplar ölümden daha iyi bir şeye layık değil" dedi. Türklüğün tehlike altında olduğu şu günlerde araplardan bahsetmek vatan hainliğiydi. Uygur türkleri için neden hiç konuşmuyorduk. Peki ya kürtlerin şımarıklıkları? Bu aralar sıklıkla duyduğu "Türkiyeli" terimi?? Başından beri ağzını bıçak açmayan ve şengal'de çocuklar açlıktan ölürken siz burada mangal yaktınız diyerek yemeği boykot eden ablam, duydukları karşısında sıçrayarak bahçenin bir köşesinde yığılı, kış için biriktirilmiş çalı çırpının üstüne oturup ağlamaya başladı. Amcamın oğlu tarafından "Şengal mi? Yezidilere mi ağlıyorsun yani? Onlar şeytana tapıyor gerizekalı, ağlayacaksan türkmenlere ağla" diye uyarıldı bu arada. Ablam haklıydı ama elimizden gelen çok da bir şey yoktu. Ağlayarak yardım ulaştırmak mümkün olsaydı keşke. Yanına gidip "doktor strese girme dedi abla, lütfen çıkar mısın şu stresten" demek istedim ama gerçekten bu ahmakça ve duyarsızca bir düşünceydi. Kendimden utandım. Bırakalım şişsin lenfleri. Hem insanlar şişen lenf bezlerinden ölmez, sanırım, bilmiyorum. Uzun zamandır ateşe küçük odunlar atan kuzenim sessizliğini bozup "Gerçek islam buymuş, ekşi'de okudum" deyince ortam biraz daha gerildi. Gezi olaylarından beri kimse bu ailede ekşi demedi. Limona bile ekşi demedik. Nasıl bir algı yönetimi yaptıysa havuz kardeşliği, ekşi sözlük bütün kötülüklerin anası gibi yerleşti bizim eve. Hem ekşi hem de gerçek islam buymuş dediği için gezici bir ateist olduğu fikri oluşunca konu değiştirip "yarın da bayındır barajına mı gitsek naapsak" dedi.
 Facebook'a her girişte uçan güvercin, dalgalanan su ve gül backgroundu üstüne "YaRatıLanı seVERim YaraTanDan ÖtüRü" gibi sözler paylaşan büyük ablam islam'da insan öldürmenin olmadığı söyleyip onu tersledi. İslam çiçekti ve çiçekler cennetteydi, cennet de annelerin ayakları altında. Hepsi güzel şeylerdi bunların. İslamı kötü göstermek isteyenlerin oyunlarını islam'a mal ediyorduk. Oysa peygamberimiz hanımı hz. Ayşe ile çölde koşu yapardı. Kedileri sever, torunlarına bayılırdı. Tatlış tatlış hikayeler vardı. Elinde biberonla oğlunu besleyen abim ablama imalı bir gülüş attı. "Özlü sözle islam'ı yayamazsın" abla dedi. "Bu smsi 7 kişiye daha yollarsan peygamberimiz ahrette sana şefaatçi olurla da olmuyor o işler" diye devam etti. İslam'da tebliğ esastır, tebliğ edersin olmuyorsa cihad ilan edersin. Bu kadar kati bir emiri bile bilmeden müslümanlık taslıyorsunuz diye suçladı. 


   Ablam kabullenmek istemiyordu. Öteki ablam da. Yıllarca gülsuyu serpeleyerek, parmakla mukabele süre süre romantikleşen dinin kesik kellelerle ilişkisini reddetme aşamasındaydılar. Ablam gencecik bir erkeğin kesik başının üstüne hikmetli söz yazıp facebook'da nasıl paylaşacaktı? Müslümanım diyebilen hiç kimse islam'ın bu gerçekliği ile yüzleşmek isteyemezdi. Eğer gerçek buysa kimse müslümanım demekte eskisi kadar istekli olamazdı. İnsan meydana getirmenin, büyütmenin, yetiştirmenin zorluklarını bilen hiç kimse inanılan her hangi bir fikir için bir insanın hayatını elinden alma hakkını kendinde bulamazdı. İnsana doğruyu anlatmak için var olduğu söylenen dinlerin öldürmek gibi bir yanlışlık üstünde yükseldiğini, bir insana bir dini kabul ettirmek için onu, ailesini, köyünü topyekün öldürmekteki çelişkiyi aklı başında herkes görebilirdi. İslam'ın gerçek olup olmaması da bu noktadan sonra zaten anlamsızlaşıyordu. Eğer içinde öldürerek kabul ettirmek varsa ne yapılırdı ki o gerçekle? Soyunun, köyünün, inancının tüm erkekleri katledildikten sonra kalanların oo islam şahane oldum gitti denmesinin beklenmesi gerçeği hangi şarta güzel bir hikaye olabilirdi ki  (reyhane bint-i zeyd

 İslam bundan önce de defalarca gerçekliğini bütün o hoşgörü, gül, menkibe ve ibretler arkasında saklayamaz hale geldi. Bünyesinde barındırdığı şiddeti, nefreti, cinneti yüzlerce kez kadifeden kutsal örtüsünden fışkırıp insanlığı dehşete sürükledi. İnsanlar; islamın öldürme emrine gelinceye kadar kaç kez; korkma, susma, örtme, örtünme halleriyle sınandı. Sözüm ona kadınlara en çok değer veren din, kadını yalnızca evinde kocasına itaat edip islam nesli türetirken değerli buldu. Ne okurken, ne çalışırken, ne sokakta, ne konuşurken ve hatta ne de gülerken değer verilmeyen  kadının değerli olduğunu iddia etti ve enteresan ki kabul de gördü. Kadını kendi malı, ganimeti, bedeninin eye kemiği gören erkeği şöyle dursun islam kadını da kendine reva görülen "hiç"liği varlık sanıp deli gibi sahiplendi. Bir erkeğin buyruğu altında, kendi hayalleri ve arzularını piç ederek sadece erkeğin ayarladığı, tasarladığı dünyaya tabii olarak yaşamaktan en ufak bir zul görmedi. Dışardan, içerden, gerçekliğinden veya sanallığından neresinden bakarsan bak islam en yalın haliyle; insandan bekledikleri, kabir, kıyamet ve ahiret tasviri (aka sır kapısı, kalp gözü, beşinci boyut) cezalandırma yöntemleri ve kadın erkek arasındaki eşitsizliği ile de korkutucuydu zaten. Ama ilk defa böyle yakından, içimizde yükselen muhafazakarlığın da olan biteni daha berrak yansıtması sayesinde islam'ın en sahici hali ile karşılaştık. Arapçasından okuduğumuz için dikkatimizi bile çekmeyen ayetlerin farkına vardık 


TEVBE suresi, 5. ayeti

BAKARA suresi, 191. ayeti

Çalıların üstünde oturan ablam "cihat böyle olmaz! nası olur bilmiyorum ama bence öldürmek kast edilmemiştir cihattan :(" dediği sıralarda biz ışid, boko haram vs. vs. yüzünden ateist olduğunu itiraf eden diğer kuzenden bahsetmeye dek gelmiştik. Hollanda'da yaşayan kuzen, herkes, bütün aile onu arkadaşlıktan çıkarmadan önce facebook'a; islam'ın kendi kendisini bitirmeye başladığı düzlüğe girdiğini yazmıştı. Bugüne kadar islam'ı yanlış yaşayanlar sayesinde bu kadar varlığını sürdürdüğünü, kuranı arapça okumamız sayesinde öldürme emirlerinden toplumun genelinin haberi olmadığını, islamın "sakız çiğnersem orucum bozulur mu" cehaletinde kalmasının aslında islam'a fayda bile sağladığını yazmıştı. İslamın en doğru halini işte şimdi yaşıyorduk. İliklerimize kadar hissetmekte özgürdük artık. 

Gece yarısına dek kimimiz araplar ölsün türkler kalsın fikrini savunurken, kimimiz türk arap farketmez önemli olan müslümanlıktırı savundu. Bir kısmımız din ve ırk önemsiz hiç kimse ölmesin derken, diğerlerimiz ölmeden ve öldürmeden fikirlerin yayılmayacağını iddia etti. Sonuç olarak gerçek islam'ın içinde öldürmenin olduğu gerçeğiyle yatağımıza uzandığımızda inanmak eskisinden daha da ağır gelmeye başlamıştı. 


Çarşamba, Temmuz 02, 2014

Genç sunniler rahatsız


 Eczanede çalışan ve beyaz önlüğü sayesinde doktor zannedilip saygın bir ilgi gören abimle köyleri dolaşıp bazı yatalak hastalara ilaçlarını ulaştıracaktık. Bunu bana teklif ettiğinde kendisiyle aynı arabada yolculuk etmek her ne kadar beni huzursuz etse de kabul ettim. Çünkü çocukluğumdan beri köyleri gezme fikriyle gelen kimseye hayır diyemedim. Tarla kenarlarında ayağa kalkıp araba seyreden tarla fareleri, sesinin nereden geldiği asla bulunamayan cırcır böcekleri ve hafif bir esintide bile ürküp sürüyle havalanan naif güvercinler. İllaki çeşme başı molası ve kısmetse yol kenarı satıcıları. Kim sevmez! İlkin kanser hastası bir adamın ilacını götürmeye karar verdik. Köyü baya bir uzaktaydı. Abim benzinsiz dağ başında kalmaktan endişelenip kestirme bir yol bulurum umuduyla bildiği yoldan toprak bir yola saptı. Yolda bana sanki biliyormuş gibi köylerin tarihçelerini falan anlattı. Tarihçe dediğim de bura eskiden anavatan partisinindi, şuranın muhtarı gavatdı vs. Bir çeşme başında durduk. Bir kaç kavun satın aldık. Abim cd çalara bir cd taktı. Kimin olduğunu bilmeme gerek olmayan cd de bayrağa, güllere, hilale, yiğitlere ve bacılara tepeden tırnağa kırmızı olduğunu hissettiğim şiirler okunuyordu. Yiğitlerin harman olduğu bir yerlerden söz ediliyor, kınalı elli namuslu bacılar koklanmaya bile kıyılamıyordu. Bir şeyler dinleyecekse eğer ruhu şahlanmalı ve gözleri dolmalıydı.   
    
Marşların, şiirlerin coşkusuyla bayraklanmış gidiyorken abim arabayı aniden durdurdu. Toprak yoldan arabanın boyunca bir toz bulutu kalktı. Ona doğru baktım, sinirlendiğinde ve duygulandığında yada hep olduğu gibi gözleri kan çanağıydı “Ne oldu abi kaza mı yaptık, bir şeye mi çarptık ne oldu?” dedim. Direksiyona daha sıkı sarılmış öne bakarak “Şerefsizleeeer!”dedi. Baktığı yöne baktım bir köy var ama şerefsizler görünürde yok.  
“Hani neredeler?” dedim.
Sorularımı cevaplamak gibi bir derdi yoktu “Esselamül vel kebare velemyükül el bereka” diyordu fısıltıyla.
“İnnataynaaa abi tabii” Eve dönünce anneme abimi mutlaka okuyup üfürmesini söylemeliydim. Sanırım cin arkadaşlar edinmişti kendine. Bir süre sustuk ve baktık. Ben orada ağaçların veya kerpiç damların arasında şu şerefsizleri arayıp dururken abim derin bir nefesle “Geri dönüyoruz” dedi. 
Nihayet benimle iletişim kurmuştu “Niye? İlaçlar?” Bana döndü ve söyleyeceği şeye karşı aaa söylesene yaa kesinlikle haklısın dememi bekler gibi
 “Baksana bacım burası alevi köyü” dedi. Buyur, yine başladık! Yıllardır birlikte yaşadığı halde varlıklarını bir türlü hazmedemediği bu nedenle öfkeden kudurduğu alevilere rastlamıştı gene. Cevabını bile bile“Eeee?” dedim. Öfkeyle dönüp tıpkı az önce dinlediğimiz kırmızı marşlara benzeyen kırmızı gözleriyle yüzümü yaktı“ee ne lan?!! Irzını siktiğim ee ne? Bu şerefsizlerin içinden geçemeyiz, benim peygamberimi kabul etmeyenlerin köyünden geçmem ben!!”

Abimin fevri hareketlerinden korkarım. Sinirden uğuldayan kulakları kendisine söylenilenleri duyamaz hale geldiğinden daha da sinirleneceği için susmak hepimizin iyiliği içindir. Elinden bi kaza maza çıkar allah etmeye, hiç yoktan kendimizi ona öldürtmüş oluruz. Kader olarak. Olur ya insanız ya hani belki küçücük ufacık bir fikrimiz varsa dozunu ayarlayarak tartıştığımız da olur –tabii dozu ayarlayan ben olduğum sürece- ama gözlerinden kan püskürmesine sebep olan kürt, yahudi, ermeni ve alevi mevzuları söz konusu olunca dikkatli olmamız gerektiğini biliriz.  En son Schindler'in listesi filmini çekmecemde bulduğunda günlerce filmden dolayı oluşacak olası Yahudi hayranlığımı bertaraf etmek için Yahudilerin insanoğluna neler yaşattığını, son derece öfkeli bir perdeden anlatıp, canlandırmıştı. Ama çok geçti, ben filmi izler izlemez Yahudi olmuş, cumartesi günleri Musevi arkadaşlarımla sinagog ayinlerine katılmaya başlamıştım… Göz dağları ve imalarla dolu o ikna odası günlerinden bu yana kelimelerimi dikkatli seçiyor, damarına basmamaya çabalıyordum. Bu kadar özen göstermem onu daha da şüphelendiriyordu, bütün bunları kanlı gözlerinin hareketlerinde görebiliyordum. Ona göre ben vatan hainliği yolunda at başı ilerliyordum, beslendiğim çok gizli kaynaklar olmalıydı. Bana bu akılları veren birileri, bazı adamlar… Dinimizi beğenmiyordum ve bunun müsebbibi öncelikle ayyaş babamdı. Sonra şu diğerleri. 
 Ona, sesimi en anaç tona getirerek alevi köyünden geçmekten bir zarar gelmeyeceğini, korkanın biz değil onlar olması gerektiğini, köyün içinden geçersek peygamberimizi kabul edeceklerini, çok sevap kazanacağımızı söyledim. Bir çeşit tebliğ. Tebliğ fikri aklını çeldi.  Bunda çok sevaplar vardı, biliyordu.  Cesaretini topladı ve arabayı köyün içine sürdü. Heyecanlıydık. 

Alevi köyünde insanların giyim tarzlarında ufak tefek farklılıklar ve cami olmaması dışında çevre köylerden hiç fark yoktu. Koyunlar yine zeytin gibi sıçmış, bildik horoz dama çıkmış tanıdık tavuklara bağırıyordu. Çeşmenin suyu her zamanki gibi homojendi. Taşlar bildiğimiz taş, kavaklar bildiğimiz kavaktı. Bir teyze dam dibine çömmüş patik örüyordu ve yemin ederim ki aynı modelden annem de örmüştü. Çeyizimde gördüydüm.  Bu aynılıkları abime yumuşacık sevimli sözlerle anlatmak için - ve belki içinde ufak bir mantık kırıntısı uyandırırım umuduyla- hazırlanıp döndüğümde abimin terden sırılsıklam olduğunu, hırsından ağladığını fark ettim. Dişinin gıcırtıları köye girince sesini daha da açtığımız oto teybinden gelen marşlara karıştı. Sanki yolumuzu şaşırıp savaşta olduğumuz bir ülkenin topraklarına düşmüş düşmanlar gibiydik. Kalbim yerinden çıkacak gibi atıyordu ama neden korktuğumu hiç bilmiyordum. Arabanın içini ağır mı ağır bir gerginlik kapladı. Nefret ediyordu. Kin duyuyordu. Nefreti,  insanı yaşama karşı dayanıklı yapma özelliğinden dolayı sevmeme karşın, elindeki nefretle akıl almaz işler çıkaran abim gibilerin korkak olmalarını tercih ederim. Bilmiyordu ama. Bu nefret ettiği insanlardan ne zaman ve ne amaçla nefret etmeye başladığını kendi de bilmiyordu. Sadece ona küçüklüğünden beri köylerinde camii olmadığı ve muhammed yerine ali'yi peygamber kabul ettikleri için onlardan nefret etmesi gerektiği öğretilmişti. Gusül abdesti almıyor ve bu nedenle arştan duyulacak kadar kötü kokuyorlardı. Melekler bile lanet ediyordu onlara. Şu cem evi ve mum söndü olayı ise tamamen gizemini korumaktaydı. Orada kim bilir neler neler yapılıyordu. Ateş olmayan yerden duman çıkmaz demişti atalarımız. Bütün bunlara müslüman bir ülkede izin verdikleri için öte tarafta cezalandırılacaklardı. Bundan korkuyorlardı işte en çok. Neden onları yola getirmediniz? Neden tebliğ etmediniz? Ve kabul etmediklerinde neden cihat etmediniz? Soruları sorulduğunda verecek cevapları olmayışından.



 İçi alev alev yanan, kaportasından ter akan arabanın ani manevrasıyla irkildim. Geldiğimiz yöne doğru gerisin geri dönerek gaza bastı ve neredeyse bir saat sürmüş gibi hissettiğim o yolu 15 saniyede alıp köyden çıktı. Alevilere karşı nefretinin bu büyüklükte olabileceğini, yıllardır konuşulan onca şeye rağmen tahmin etmemiştim. İlk kez aha bu gözlerimle bir nefretin bir bedende nasıl göründüğünü seyrettim. Bir insanı bu tanımlanamaz hale nasıl bir güç getirebilir? Yolda kendisine bir soru soracak cesareti bulamadım. Bedeni dokunsan havaya uçacak bir intihar bombası. Hak bile versen biriken enerjisini senin üstünde atmasına bahane olacaksın. Sustum. Tek bir soru sormadan koltuğa gömüldüm. Bazı şeylerin cevabı yoktur çünkü sorulabilecek bir sorusu da yoktur. Mantıksızlığın daniskasıdır. Düşüncelerimin onun dünyasında bir karşılığı yok. İstediğin bilgiye sahip ol, dilediğin konuşma şeklini dene. Onu ikna etmenin olanağı olamazdı.


Daha uzun yollardan birkaç tarla biçerek kanserli hastanın köyüne gittik. Abim, hasta amcanın iğnelerini yaparken az önce alevi köyünde gözünden kanlı yaşlar boşalan, direksiyon başında nefret krizi geçiren adamdan çok uzak, sevecen, nazik bir doktor bey oluvermişti. İnsanlık öldü mü amca diyordu sık sık




Cumartesi, Ocak 25, 2014

Gelinliğinizi de alın gidin!

   


    Hava günlük güneşlik. Hafif aralık pencereden baharı hatırlatan kokular süzülüyor. Annem odasından duvara tutunarak çıkarken hazırladığım kahvaltı sofrasına bakıp mutlu oluyor. Kahvaltıdan sonra camları da sileceğim, evi süpürür bahçeye geçerim deyince gözleri doluyor. Aslında bunlar küçük işler ama annem son bir yıldır küçük veya çok küçük hiç bir işi yapamaz halde. Annem yürüyemiyor. Ameliyat olmazsa bir yıla kalmaz tekerlekli sandalyeye mahkum olacak. Alabilirsek. Annem henüz 58 yaşında. Yaşıtları tatillerde, gezmelerde, sabah program seyirciliğinde hatta izdivaç programlarında fink atıp bir evi ve emekli maaşı olan eşler ararken o bir odadan öteki odaya zor geçiyor. Bunun sebebi ne? Annem neden altmışına gelmeden ihtiyar bir neneye dönüştü?

    Annem,  35 yaşında at arabası altında ezilerek ölmüş anneannemi, evin bahçe kapısında dedemin kucağında kanlar içinde gördüğünde 12 yaşındaymış. Simsiyah upuzun saçları yerleri süpürüyordu diye anlatır. Çektiği acıyı anlamamız için kendi saçımın beliklerinden birini kopardım diye tarif eder. Geride en büyüğü annem olmak üzere, biri erkek 10 çocuk bırakır anneannem. Cenazeden, baş sağolsunlar ve vah vahlar bitip ortalık ıssızlaştıktan epey sonra çocukların hepsi evin bir köşesinde ağlar durur.  Beşi anne özleminden ise beşi açlıktan. Beşi açlıktan ise beşi altını ıslatmaktan. Annem evin en büyüğü olmanın sorumluluğuyla, kalkar gözüne ilişen ilk çuvaldaki undan bir hamur yapar, sacın üstünde pişirir, kardeşlerini doyurur. Hayvan yemi olduğunu sonra anladık ama tadı güzeldi der. Dedem, kadının toprağı kurumadan evlenmek lazım düsturu gereği apar topar, üç çocuğum var yalanıyla bir kadınla evlenir. Kadın eve geldiğinde her biri bir yanda, boklar, çişler ve kusmuklar içinde çocukları görünce çıldırır. Üç küçük bebek dışında kalanları kovar. Büyük çocuklar köylülerin evine sığınır. Bir süreliğine.  

   Çok geçmemiş.  Annem kavak ağaçlarının altında yemlik otu topladığı bir gün, evinde kaldığı yaşlı kadın el etmiş. Koşa koşa gitmiş çocuk annem "Bıyıklı, neredeyse babam yaşında bir adam elimden tuttu, beni bir arabaya bindirdi. Çocuğum ya, gezmeye gidiyorum diye sevindim. Keşke kardeşlerim de gelseydi diye düşündüm" diye anlatırken öyle ağlar ki, tarifine imkan olamaz. Köyden çıkış o çıkıştır. Bir daha asla köyüne getirmez, kardeşlerini görmesine izin vermezler. Kardeşleri de bir bir kocalara verildiği için izlerini bulmak kolay değildir keza. Çok çook uzaklarda, adetleri, havası, suyu bambaşka bir köye getirirler annemi. Getiren bıyıklı adam benim babam. Annemden 18 yaş büyük babam. İlk karısının çocuğu olmadığı için ikinciyle evlenmesi lazım gelen adam. Çünkü hakkı. Çünkü tohumlarını, soyunu ve soyadını yaymak en asli görevi. Çünkü öyle işte.

    Annem henüz 12 yaşında. Regl bile olmamış. Gezmeye gittiğini sandığı köye kuma gittiğini anlaması bile aylar sürmüş. Koca koca adamlardan oluşan akrabalar, onların eşleri, çocukları, tepeden tırnağa süzen yüzlerce göz. Öyle korktum ki aklımı oynatacaktım diye anlatır. Sanki dünya ters dönmüştü. Sanki bir karabasan görüyordum da uyanmayı bekliyordum. Her şeyin adı başkaydı, kokusu başkaydı, göğün rengi bile başka gelmişti. Benim köyümde adı tencere olan kap bu köyde guşeneydi. Kevgire ilistir diyorlardı, halaya bibi, domatese kırmızı. Bir gün süt sağan kadınlardan biri annemden sitili getirmesini istemiş. Gösterdikleri yere girdim ve sitilin ne olduğunu düşündüm, sitil sitil sitil... Acaba bıçak mı? Yoksa süpürgeye mi deniyor sitil diye? Şansa kepçeyi aldım götürdüm. Ben sana çömçe mi dedim sitil dedim diye kafasında kırmış kepçeyi. Böylece kafasında kırılan şeyin adının çömçe olduğunu öğrenmiş annem. Bütün isimleri döverek öğretmişler ona. Bacaklarına, kafasına vura vura. Bir kaç kez kaçmayı denemiş. Köy yollarında yakalayıp sürükleyerek getirmiş, daha fazla dövmüşler. Hemen hepsi sırayla.


    Biri yazmış oraya "çocuk evliliklerinin hepsi kötü sonuçlanmıyor ki etrafımızda mutlu çiftler de var" diye. Mutlu çiftler... Nereden biliyorsun? "Kan kusup kızılcık şerbeti içtim diyeceksin" diye yetiştirilmiş kadınlar elalem ne der endişesiyle anlatmadığı için ve zaten kimse de sormadığı için öyle biliyor olmayasın? Gelinlikle girilen yerden kefenle çıkmakla tehdit edilen, boşanmak isteyince de yol ortasında öldürülen kadınların korkusunu mutluluktan mı sayıyorsun? Değişik bir mutluluk anlayışın var. Kocasıyla yatmadığı gece sabaha kadar meleklerin lanet edeceği söylenerek tecavüze katlanmak zorunda bırakılan kadına gidip bizzat sordun mu mutlu olup olmadığını? Hiç konuştun mu bak samimiyetle soruyorum? Deyzeee eppek mi bişiriyon gıızz tadında değil. Dertleşmek, deşmek, eşelemek için oturdun mu dizinin dibine? Neye dayanıyor o mutluluk çıkarımın? Sizin bu "onca yıllık mutlu evlilik" yalanınız da, küçük kız çocuklarının rahminin üstüne kurulmuş "türk aile yapısı" yalanınızın bir parçası. Öyle sikik, öyle dandik ki rahmimizi sallasak gürül gürül yıkılacak.  Ondan değil mi eğitim sistemini kurcalayıp durmanız. Hangi tarafını yırtsak da kız çocuklarının kendini okumaya verip doğurmayı unutmasının önüne geçsek. O derme çatma düzeninizin tuz buz olma korkusundan değil mi lisede ve üniversitede evliliği cazip hale getirecek kampanyalar yapmanız? Elinizden kaçmasınlar aman diyim, daha çok kampanya daha çok. Sonuçta okullar evlilikle çok alakalı yerler.

    Annemin 12 yaşındayken, 30 yaşındaki bir adamın ikinci "eşi" olması, seks, iş ve çocuk için suistimal edilmesi, köleleştirilmesi ne kadar da bildik, klişe bir hikaye değil mi? Şu eski kadınların çileli yaşam öyküleri işte. O zamanlar hepsi öyleymiş.  Öyleyse o zamanlar yaşanmış ve muhataplarının canını yakmış bir köhne kültürü sanki çok matahmış gibi neden hala getirip getirip önümüze koyuyorsun? Kendi çocuklarının medeni durumunda nostalji yaşatmak istiyorsan buyur nikah dairesi orada.  Bir çocuğun, tecavüz şöleninizin süslü kostümü “gelinlik” giyme mutluluğundan daha çok büyümeye ihtiyacı olduğunu önce bir öğren sonra bakan ol, yazar ol, ne bok oluyorsan ol götü rahattam. Lafta değil harbi harbi ebesinin nikahına, ruhunun seceresine kadar bilmediğin, dizinin dibine oturup çözmediğin, çözsen bile kulağını şişirecek kadar sıklıkla duyduğun için savsakladığın o hayatlar hakkında empati yapmadan fazla ötme sevgili metropol sümsüğüm.  O senin uydurma bir masal dinler gibi dinleyip,  komik tortularına gevrek gevrek güldüğün yaşamların hepsi gerçekten yaşandı.  Sahibinin etinden löp löp parçalar kopararak, bacaklarına, sırtına,  rahmine, vajinasına  kanata kanata, yırta yırta izler bırakarak yaşandı ama bitmedi. Bitmez.  Her şeyden evvel mutluluk tanımını yeniden bir kolaçan et. Mutluluk tespitinin görüntüden yapılamayacağını, iyi giyimin, gülen yüzlerin hatta kibar sözlerin o kapalı kapılar ardındaki, kanlı, şiddetli,  görev icabı evliliklerin dışarı çıkmadan takılmış maskeleri ve çalışılmış rolleri de olabileceğini öğrenmelisin. İnsanların dışarıyı içerden daha fazla değer verdiğini, elalemin ağzına laf vermemeyi hayatlarındaki her şeyden daha çok önemsediklerini bu ülkede yaşayıp da hala bilmemene şaşarım sayın kutsal aile şakşakçım.

Annem yürüyemiyor. Bacaklarında, sırtında, karnında 12 yaşından beri biriken, silkeleyip atamadığı ağırlıklar  var. Günden güne her aklına geldikçe uç uca eklenip ayaklarına pranga olan yaşadıkları. Öyle ağırlaştılar ki yürütmüyorlar. Ve annem, dışarıya, adam gibi adamın sessiz ve namuslu karısı görünmek için son çırpınışlarını verirken, bir yerlerde bazı adamlar ve kadınlar, annemin kaderinin benzerini yeniden ve yeniden küçük kızlara yaşatmak için yazılar yazıyor, yasalar çıkarıyor, övgüler diziyor.



Çarşamba, Ağustos 21, 2013

Ses çıkarmayı sizden öğrenecek değiliz!


Liberation ana sayfa

     Mısır'da darbe olduğu sırada iletişim yollarını geçtim patika yolların bile kapalı olduğu bir dağda yere uzanmış kargalara bakıyordum. Kargalar kara tenli ve çirkin sesliler diye haklarında hiç şiir yazan olmamış. Bütün şiirleri martılara vermişler. Birazını da bülbüllere. Buna acayip bozulmuş hiç hesapta yokken karga sever olmuştum. Kenan Evren ve Mısır isimlerinin durup dururken aynı cümleye düştüğü yoğun erkek bir ortamda, köy bakkalında duydum darbeyi. Oraların Evren'i de Sisi'ymiş. O nasıl isim yahu, asker olmadan evvel pavyon şarkıcısı mıymış? dedim. İçimden. Sonra da Dünya'nın her hangi bir yerinde olsa vereceğim tepkinin aynısını verdim "yıl olmuş bilmem kaç hala darbe ile halka hükmetmeye çalışanlar var, apoletine sıçtıklarım" diye lafımı koydum ekmeğimi aldım çıktım. Meğer o sırada memleketin ölü sevici kesimi bu tepkiyi samimi bulmuyor, Türkiye'nin başbakanını eleştirme cüreti gösteren herkesi Mısır'daki veya herhangi bir "müslüman" ülkesindeki darbeyi desteklemiş sayıyormuş. Nasıl bir bağlantı kabiliyeti bu böyle hey maşallah. Gün geçtikçe palazlanıp, Gezi eylemlerine destek olanları tabiri caizse Mısır darbesini yapmakla suçlayacak kadar vermişler coşkunun gözüne. Kim tutar tosunlarımı? Kimse tabikine de

        Ölü sevici kesimin Mısır'da yapılan darbeyi buldumcuk olmuş gibi telaşla Gezi eylemlerine bağlamalarını ve eylemcileri öldürülen insanlar için seviniyormuş gibi gösterme çabalarını bir iki sebebe bağlıyorum. Biri; Gezi eylemlerinde işledikleri suçları ( 5 cinayet, 10 kör, bir berkin, bir lobna, binlerce yaralı, şiddet gören, taciz edilen, gözaltına alınan, gazla ciğerleri deşilen insan ve dahası ) Mısır'daki ölümleri öne sürerek hasır altı etmek istemeleri. "Elalemin ne çok ölüsü var ama siz 3-5 ölülük halinizden şikayet ediyorsunuz!" gibi bir çıkışma da var içinde, paylaştıkları "gülümseyen şehit" fotograflarından da anlaşılacağı gibi  "Müslümanlar gülümseyerek şehit olur ötekiler sıçarak" gövde gösterisi de. Fetiş üstüne fetiş. Kutsama üstüne kutsama.

     Asker cenazesi gelmedikçe muhalefet yapamayanlar gibi   bazı kişiler için Mısır'da insanların katledilmesi her zaman kötü değil. Ne yazık ki düşen her kanlı görüntü "tüm dünya, müslümanları öldürmek istiyor" argümanları için yeni kaynak akışı demek. Ve ne yazık ki öldürenin de öldürülenin de müslüman olduğu Ortadoğu'nun bereketli toprakları arkadaşlara kaynak sıkıntısı çektirmiyor.  Daha haklı görünmek için daha büyük suçlara ihtiyaçları var, daha büyük suçlamalar için de ellerinde daha büyük rakamlar olmalı. Bu yüzden okuduğum Mısır katliamı haberlerinde medyanın yandaşlığına paralel olarak Mısır'da öldürülen insan sayısı da artıyordu. Galiba "Evet en çok sizden ölmüş o zaman siz ne deseniz haklısınız" denmesini istiyorlar. Bence korkunç bir hesap. Sizden/bizden durumuna gelinmesi de korkunç. Sanki gladyatör arenası, sanki halı saha maçı mübarek.
 İşte ikincisi de bir mağdur hastalığı olan bu rövanş kafası. Gezi eylemlerinde Taksim'e alternatif günde kırk miting yapmaları hayatı müsabaka kafasında yaşadıklarının ispatıydı. En kalabalık, en haklı ve en güçlü biziz! Panzeri, toması, copu, biber gazı, polisi, karakolu, sopalı adamı ile ortalara dökülse dedem de güçlü olurdu. Rahmetli. Yine de güçlü bir adamdı.  Bütün o ulaşım araçlarının sabaha kadar beleşe çalıştırıldığı mitinglere, sosyal medyada fink atan iktidar sevici botlara, kuytularda çocuk kıstırıp döverek öldürmelere rağmen hırslarını alamamış olmalılar ki hala Gezi'yi konuşuyor, Gezi destekçilerine en iyi lafı sokabilmek adına sabah akşam medya medya götü başı dağıtıyorlar. Mısır, 49. Huzursuz Türkiye İdeoloji Turnuvalarına hızır gibi yetişti.  Bu bahaneyle yardırdıkça yardırıyor, afilli duyarlılık lafları parçalayıp birbirlerini alkışlayıp helaaal çekiyorlar.Ya ölümler? Bırak şimdi ölümü, kupa bizim. Geziciler gaybetti eheh.

Dünya hep susuyor çığırtkanlarının hangi medya'yı takip ettiği belli değil mi?
  
  Kim neye isyan etse "28 şubatta neredeydiniz"e çarpıyor, 5 yaşında bile olsa. O zaman sen de cevap ver, hadi insaflıyım o kadar geriden sormayacağım Mısır'a höyküren sen Reyhanlı'da veya Roboski'de neredeydin kardeş? Var mısın böyle böyle "büyük patlamada neredeydin"e kadar gidek mi? 

        Uludere'de, Afyon'da, Reyhanlı'da, Gezi'de kendi yaşadığı ülkenin insanının neden öldürüldüğünü sorgulamayan, ne kadar dil dökersen dök vardığı sonuç daima "evinde otursalardı ölmezlerdi" "ne arıyorlarmış dağ başlarında?" olan insanların duyarlılığı artık inandırıcı gelmiyor. Ne diyelim Mısır halkı evinde otursaydı ölmezdi mi diyelim? Gezi eylemlerine katılan ve ölen insanların hadi anladığınız damardan tutalım müslüman olmadığını nasıl öğrendiniz de ohh iyi olmuş çektiniz? Ha nasıl da unuttum; para karşılığı sokağa çıkmış ayyaştı, ateistti, aleviydi onlar değil mi? Ölümlerine üzülmemek için yeterince neden var. Hem Berkin'in de cebinden atom bombası çıktı. Sırf olur ya gaflete düşüp bunlara üzülenlerimiz olur aman düşüncesiyle eylemcilerin yaptığı her dini ritüele ve jeste çamur attınız. Namaz kıldılar "güya namaz kıldılar" dediniz. Kandil simidi dağıtıldı "oo bu gidişle müslüman olur bunlar" dediniz. Ramazan'da yeryüzü sofraları kuruldu iftardan önce su içen adamın fotografını dolandırıp "oruç tutmayanın o sofrada işi ne" yazdınız. Hoşgörü desen sizde, kimin müslüman kimin olmadığını bilen fosforlu kedi gözü desen sizde, ibadetleri onaydan geçiren memur sizsiniz. Siz ne zaman bu kadar oldunuz?

aleviler  kendilerini mi öldürtmüş noolmuş?


Müslümanlar ölürken susan bla bla bla...

       İş bu cümle muhataplarımızın kimler olduğunun özeti. Öyle bir cümle ki başka hiç bir laf, makale, söyleşi okumaya lüzum yok. Adamlar ve kadınlar diyor ki; müslümanlar ölmediği müddetçe tıpkı bizim hep yaptığımız gibi susmakta serbestsiniz. Biz insana bizimle tıpkısının aynısının aynısı olduğu ölçekte değer veririz, ölene üzülmeden evvel bir bakarız kimlik hanesinde islam yazıyor mu, yazıyorsa allafakbaaaar wuhuuu!  Belki itham ettiğin adam bir ateist ve seninle beraber sırf öldürülen bir insan diye katliamların hesabını soracak ama daha başta ölenin müslümanlığını vurgulayarak müslüman olmayanları ötekileştiriyor, destekten soğutuyorsun.  Ezelden beri; cami yerine cem evine gidiyorlar aslında müslümanlar ama sapıtmışlar diye aleviliği yok sayıp küçük bir Ali sevme meselesine indirgemiş, yahudiliği, ermeniliği, ırkları hafızalara küfür diye kazımış, ibadethanelerini kapatmış, misyonerliği senelerce trt den "merdiven altında insan kesiyorlar" gibi anlatıp nefret aşılamış vs yani başkalarının inandıklarını küçümsemekle, değiştirmeye çalışmakla övünmüş bir inancın neferisin, empatiye de sempatiye de yer bırakmamışsın daha kimden ne desteği bekliyorsun? İnsanda konuşacak dil mi bıraktın? Bütün bu ötekileştirmeye rağmen inancına ve ırkına etmediğini bırakmadığın birinden destek görürsen de çerçeveleyip as duvara. Lütuftur sana.

kafadan ermeni, yunan, rus hepsi comolokko
hem zaten bu işte de parmakları var, var biliyoz eminiz..
 
        Penguenci medyanın bize sunduğu görüntüler ölçüsünde Mısır'da öldürülenler için üzülmemek nasıl mümkün olabilir? 17 yaşındaki Esma'nın öldürülmesi bile orada kimin zalim olduğunu anlamaya yeter. Kafası yarılıp beyni dışarı akmış insanları görünce"ay ne hoooş.." diyecek biri takdir edersiniz ki sağlam psikopattır. Yaşam hakkına inananlar için dinlere ve ırk üstünlüğüne inananların tersine ölenin kimlerden olduğu önemsizdir. Bir insan, bir kedi veya üç beş ağaç olabilir. Kaldırım taşlarının, canım canım seramiklerin ise canlı olmadığını bilir. Eline savaş makinelerini geçiren bir takım adamlar, o makineleri alması için devletine vergi vermiş halkı öldürüyor. Seni veya sevdiklerini öldürecek kurşunu aslında sen almışsın. Bundan büyük acı yok. Buna susulmaz. İddia edilenin aksine susulmadı da.  Bütün o düşmanca tavırlara, mimlenmelere, iftiralara, mütemadiyen hedef gösterilmeye rağmen insanlar Mısır için de susmadılar. Mısır, bu kendine cengaverlerin ikiyüzlü duyarlılıklarını sergileyip, ötekilere biz aşırı çok hümanistiz baaak cakası attıkları bir sahnenin ötesinde olmalıydı. Bu kadar ucuz değil. Ama maalesef arkadaşların arzuladığı ses çıkarılması değil, susulmaya devam edilmesi. Bu lazım onlara. Öteki türlü ikilemde kalır, suçlama materyallerinden olurlar. Mağduriyet hikayelerindeki şer odaklar, dış güçler, ayyaşlar, dinsizler, islamofobikler eksik kalır. O güzelim sır kapıları, kalp gözleri, alınacak ibretler heder olur gider.  Gezi destekçilerini Mısır için bir şey yazmamakla suçlayıp yazana da sen yazma ayı tavrı sergilemelerinden belli niyetleri.Yani maksat üzüm yemek değil bağcı dövmek. Gezi eylemcisi avlamak. 



 
       Arkadaşım! Eğer ben mısır için ses çıkaracaksam sen benden istedin diye çıkarmam bunu o ikircikli, neo osmanlı kafana iyi sok. Konuşacaksam da başka ülkelerin acısından kendi ülkende siyasi rant elde etmeye çalıştığın ortamlardan uzak, serin yerler seçerim. Duyarlılığıma gölgen düşmesin. Senin benim sesimi kabul edip etmemen, samimi bulup bulmaman, yuvarlarsak davranışlarım hakkında ne düşündüğün pek umurumda değil. Gezi için daha fazla isyan ettik elbet, yine olursa yine edeceğiz çünkü kendi yaşadığım topraklardaki otoriteyle sorunum var. Kendi ülkemin demokrasi anlayışı ile başım dertte. Kendi ülkemde kendi ağacımın yaşam hakkı için slogan atacak kadar bile demokrasim yok. Uzaklardaki ülkelerin sorunlarını benimle aynı dine inanıyorlar diye kendime tasa edecek lükse henüz sahip değilim. Görmezden de gelmem belki ama orası benim bileceğim iş. Var sen kafana yatan yanlışın isyanını et. Ama başkalarının seninle aynı duygusal hassasiyetleri taşımasını bekleme. Babanın uşağı yok.

Çarşamba, Eylül 12, 2012

Tecavüz kimin suçu?

               
    Yazmıştım bir iki defa daha.(  # - ##  ) Ben de, ülkedeki binlerce çocuk gibi tecavüz mağduruyum. Ailemden bir kişi bile detaylarını gayet iyi bildikleri bu olayı ne benimle ne de faille konuşmuş, ne de adını “tecavüz” koymuş değil.  Şu saate kadar bunu kabullenebilen ve üzerine konuşabilen  tek kişiyim. Neden oturup tecavüzü hadi adını anmayalım “o olayı” konuşmadığımızı düşününce tanıdık sonuçlara varıyorum. İçinde kadın cinsel uzuvlarının geçme ihtimali olan konular, bir sünnet şöleninde takılan çeyrek altın küçüklüğünde bile aile kurumunun gündemine alınmıyor, utanç ve tahrik unsuru barındırdığı için sonsuza kadar yok sayılıyor. Kadın hastalığından ölsen bile tansiyondan öldüğün söyleniyor. Hamile olduğunu; giydiği bol kıyafetler ve elini beline götürmemesi gibi erdemli davranışlarla doğurana kadar kimseciklere belli etmeyen kadınlarla övünülen toplum için olağan çırpınışlar. Açıkçası ben de bu konu hakkında yazarken kendimi kötü bir şey yapıyormuş gibi hissediyorum. Sanki hiç anlatmamalı ve diğer tüm çocukların, kadınların ve erkeklerin yapmaları beklenildiği gibi saklamalıyım. Bloğumda bu konuyla ilgili yazdığım her iki yazıdan sonra bana gelen tepkilerin bazıları “böyle şeyler anlatarak popüler olmaya çalışıyorsun” şeklindeydi. Kitabımdaki benzer konular içinde aynı lakırdıları etti sivri zekalılar. Anlaşılan Esra Ceyhan gibi kadın düşmanlarını idol belleyen halkın “kayıp” tabakasını bırak, bu konuların konuşulması  internetin o bilinçli, o kibirli müdavimleri için de hoş değil ve altında mağdurun art niyeti ve kabahati aranıyor.

Mağdurun kabahatini aramak? Sadece tecavüz değil bütün şiddet olaylarının etrafını beş dakika geçmeden “kim bilir o ne yaptı ki böyle oldu” kuşkuculuğu sarıyorsa konuşmaya önce bu kabahat avcılığından başlamalıyız.  “Hırsızın hiç mi suçu yok, dişi köpek kuyruk sallamasaydı, minareyi çalan kılıfını hazırlar” gibi suçlu kayıran muazzam sözlerin beşiği bu meseleyi konuşmadan koştur koştur nereye gidiyorsun?  

 -Dayak yemiş!  -Hak etmiştir ki yemiştir
 -Nezarette kendini öldürmüş!  - Nezarete düşmeseymiş
 -Erkek arkadaşının evinde ölü bulunmuş!   -Eee su testisi su yolunda

 Bu kuşkucu neslin kredileri sayesinde tecavüzcü, tecavüz ettiği 13 yaşındaki engelli çocuk hakkında bile “cilve yaptı, para aldı” ifadesi verebiliyor. Umudu,  hapse girse dahi arkada bıraktıklarının arasında “iftira atıldı adama” dalgası oluşturabilmek. Tabi bu yöntemin senelerdir denendiğini ve tuttuğunu biliyor pezevenk.  Tek bir tecavüz olayı yoktur ki zanlının toplumun aklına mağdurla ilgili şüpheler düşürecek ifadeler vermediği.  Ama sadece tecavüz ve dayak olaylarında böyle bir açık kapı var. Mesela gasp yapan biri  mal sahibi hakkında “o da istedi” diyebilir mi? Yok böyle bir iltimas. Tecavüzün ve dayağın kabul edilebilir gerekçelerinin toplumda kol gezdiğinin açık kanıtı bu. Eşşeğe tecavüz etse bile “işveli işveli anırdı” diyecek adam çıkartır bu ülke.

Bir sonraki tecavüze kadar bir önceki tecavüz için adalet beklemek

Ne zamanki gündeme yeni bir tecavüz olayı düşüyor, hepimizi  tecavüzü lanetlemezsem tecavüzcüden yana olmuş olurum endişesi sarıyor. Kalabalıkların olduğu bir yerlere gidip suçu lanetliyor, suçluya en ağır cezaları talep ediyoruz.  Asalım diyoruz,  bir başkası keselim diyor, başka bir tanesi aynından sikelim diyerek kalabalığa karışıyor. İçimizdeki birikmiş lanetleri görülebilecek yerlere dökünce rahatlıyor, normal günlük aktivitelerimize dönüyoruz. Asarak, keserek öğrenilmiş/öğretilmiş bir davranışı yok edebileceğimizi zannediyoruz. “Asacaksın bunlardan bir ikisini bak bakalım bir daha yapıyorlar mı” fantezisi  kahvehane milletinin, o sırada açık olan tv de izledikleri bir haberin muhabbetini  uzatmadan kapatıp pişpirike dönme cümlesidir. Daha ötesi değil. Çünkü pişpirik her şeyden önemlidir. Benim için, suç işlendikten sonra suçlunun alacağı cezayla bu kadar ilgilenmek, topu; toplumun birebir yansıması olan devlete atmak, sorumluluktan kurtulma kolaycılığı ve vicdan tatmininden öte bir anlam taşımıyor. Devlet yeterince yasak koyar, suça zemin hazırlayan ne kadar etken varsa engeller, suçluyu en ağır biçimde cezalandırırsa suçun ortadan kalkacağına inanmak ancak bu kadar çok pişpirik oynayan beyinlerin üretebileceği bir düşünce.  O devlet;  alkol alanları ateist,  internete girenleri iblis,  eylemcileri terörist görmüyormuş gibi kapısına dayanıp adalet istiyoruz.  Sanki  attığımız sloganlar götlerine değil de kulaklarına isabet edecekmiş gibi adalet istiyoruz. Tutucu halkın oyuna adaletten daha fazla değer verdiğini bilmiyormuş gibi adalet dileniyoruz. Tecavüz suçu oluşmadan öncesi için kendimizi ve toplumu sarsacak eylemler adına en ufak bir çabamız yok.  Bize düşen tek rol; bir sonraki tecavüze kadar bir önceki tecavüz için devletten adalet talep etmek. Bu kadar. İşimizin adı bu.

foto altı yorumların hepsi tecavüz fantezisi

Gece gündüz Facebook’da dolgun ev kadınlarının, bayramda eli öpülmelik yaşlı teyzelerin alışveriş yaparken, altın gününde çekilmiş olağan fotoğrafları altına “ormana gotürüp bağırttıra bağırttıra sikeceğen” “şu ortadakine üç adam birden dalacaan” yazan,  beğenmediği sesi  susturmaya çözüm olarak “şunu biri siksin la” dan başka tartışma yöntemi geliştiremeyen adamların ve kadınların arzuladıkları suç başkalarınca işlendiğinde  yavşak birer adalet çığırtkanına dönüşmesi garip. Aslında garip değil. Namus ve ahlak dediğimiz şeyler ötekilerin işlediği suçu yakalayınca gammazlamak, dışlayıp yuhalamak, icap ederse öldürmek için keşfedilmiştir.  Bizim işlediğimiz suçlar ortaya çıktığında adına iftira diyoruz. Unutma.  
hufff gerçektn sikilsin istemyoruzkiiiee (di mi?)

Tecavüz cezaları artırılsın diye daha fazla daha fazla bağırırsak sikmeyi; bosna savaşındaki sırplar gibi bir cezalandırma biçimi olarak gördüğümüzü saklayabilir miyiz?  Var olma amaçları erkekleri tahrik etmek, dini bütün amcaların abdestini bozmaktan başka bir şey olmayan kadınları, özellikle şort giyenlerini sikersek bir daha şort giymeyeceklerini  düşünecek kadar alçak bir milletiz biz. Üstelik eğer bunu yapar ve bir koşu gidip açık alanlara ilim, irfan için yaptığımızı yazarsak kahraman olacağımızı zannedecek kadar bitmiş bir zihniyet taşıyoruz. Tecavüzün eyleminin korkunçluğundan ötesi,  bunun için aferin alabilme olasılığı. Ve gayet iyi biliyorum ki o aferinler bir yerlerde eşit biçimde dağıtılmakta. “Namus cinayeti” diye bir kavramın olduğu, namus için işlenen cinayetlerin suç hafiflettiği, alkış topladığı bir ülke burası. Cern’de partikül çarpıştıran değil bayramda şeker toplamaya gelmiş çocuklara tecavüz edip öldüren ve “hay aksi cünüp oldum” diye gidip gusül abdesti alan adamlar yetiştiren aziz memleket. Acziyet ve şuursuzluk içinde adalet istediğimiz o ülke bu ülke işte. Buram buram ikiyüzlülük kokan erkek cumhuriyeti.

troll değil, köşe yazarıymışş

   Tabii kastım adalet istemeyelim, suçluları biz cezalandıralım tecavüzcülerin kafasını kesip meydanlara yuvarlayalım demek değil. Malum Nevin adlı kadın kendisine tecavüz eden adamın kafasını kesip köyün  “en erkek” bölgesine yuvarlayınca bu olay hem Türkiye’de hem de Dünya’da tartışılmaya başlanmıştı. Bazı yazarlar Nevin’in namus cinayeti işleyerek aslında namus kavramını güçlendirip,  erkek egemen toplumun istediğini yaptığını yazdı. (dekadanz) Mağdurun, tecavüze uğramaktayken  tecavüzcüyü öldürdüğü olayla,  karısını, kızını yaratılan “namus” adlı hastalıklı kavram adına öldüren adam aynı olabilir mi? Bu olayda adamın mağduriyeti nedir?  “Elalem ne der” Kıyasladıkları cinayet bu işte. Elalem ne der cinayeti ile son çare cinayeti. Sanırım bu iddiayı yapanlar Nevin’in cinayet öncesinde yaşadığı psikolojik şiddetin, eziyetin, aylar süren tecavüzün ve o susmak bilmez ikiyüzlü toplum baskısının ne boyutta olduğunu kavrayamıyorlar. Nevin’in “namusum için öldürdüm” demesi bu cinayeti yaşadığı eziyetler yüzünden işlediği gerçeğinin önüne geçmemeli. Eğer ortada beslenen bir namus varsa, en az nevin kadar olayı ısrarla namus tartışmasına çevirenlerde  ekmek atıyor.  Bir insan kafa kesecek kadar delirmiş, delirtilmiş ama sen filmin sonunda ki namus repliğinden etkilenmişsin. O replik senin yarattığın, bütün kadınları ve çocukları içine tıkıştırdığın Matrix’e ait.  Namus kanunlarıyla ördüğün dünya Nevinler’in  yaşamaya bayıldığı bir yer değil, kurallarına uymak zorunda bırakıldığı yer. Hayatta kalmak için kendi sidiğini içmek zorunda olmak gibi, iğreniyorum  ama elimdeki tek seçenek bu.  Nevin bir kahraman değil fakat bir suçlu da değil. Beynine silah dayandığı için silah tutanı öldürmek zorunda kalan bir sistem mağduru. Mağdur kere mağdur. Kafa kesmek bir tecavüz cezası olarak devlet eliyle yapılsaydı yada bir töre haline geleceği kaygısı taşınsaydı kimse bu kadar desteklemezdi.  Ama şu bir gerçek ki kadınların yaptığı hiçbir eylem erkeklerin dünyasında töre haline gelmez. O kadar endişe etmeyin. Tek bir olaydan çıkıp bir gün bütün kadınların kafa keseceği ütopyası üzerinde konuştuğunuz kadar,  her gün elalem ne der cinayetlerine kurban giden kadınlar gerçeği üzerine konuşmadınız.


*“Kadın, yaşadığı korkunç olayı tıbbi açıdan ispatlayabileceğinden kaygı duymaktadır. Bunu açıkladığında başta eşi, ailesi, tüm çevresi ve hatta tüm toplum tarafından olumsuz tepkiye eleştiriye maruz kalmaktan, suçlanmaktan korkmaktadır. Sanığın cezalandırılmayacağından, tek suçlunun kendisi olarak görüleceğinden, adli mercilerin olayı yeterince araştırmayacağından endişelenmektedir. Saldırgan çoğunlukla tanıdık olduğu için saldırganın bundan sonraki hayatından kendini rahat bırakmayacağından endişe duymaktadır. Tüm bu nedenlerle kadın adli mercilere başvurmamakta, başına gelen bu talihsizlikleri kimseye haber vermeden kendi içinde yaşamaktadır. Burada fail olarak görülen kadın aslında mağdurdur. Hiçbir cinayet tasvip edilemez ama bu cinayetin neden işlendiği burada suçlunun kadın mı toplum mu yoksa toplumdaki yanlış inançlar mı olduğu mutlaka sorgulanmalıdır” (filiz arseven)

tecavüze uğramış hemcinsi için bunları yazabilen bir kadın,  bunları nasıl bir toplumdan öğrenmiş olabilir?

Tecavüzü ne tecavüzcülerin kafalarını keserek ne de hadım ederek bitirebiliriz. Yasal olmayanlar bitebilir belki ama karısına yasal olarak tecavüz eden kocalar baki kalır. “Kocana hayır dersen sabaha kadar melekler seni lanetler” şeklinde sinsice kurgulanmış bir inanç, canı sevişmek istemediği halde kocasının altına ağlayarak yatan kadınların kulağına tee evlenmeden önce mahallenin hocaanım ablaları tarafından küpe yapılmış. Kocasının tecavüz ettiğine kimsenin inanmayacağı, anlatsa bile “napsın keraneye mi gitsin adamceiz” diye yorum gelebileceği için evli kadının tecavüzü bir ömür. Ortada bir mağdur olmasına rağmen,  suç adlandırılmadığı için fail de olmuyor. Ama tecavüz aynı tecavüz.  Bu konu ayrıca konuşulmalı.

Tecavüzü her evde her sokakta korkmadan toplum değerlerinin yanlışları üzerine konuşarak (gerekirse dışlanarak, yalnız kalarak) bu arada kendimizi de yargılayarak bitirebiliriz. Daha az cinsiyetçi ve ahlakçı cümleler kurmayı denersek, kadınların sırtından namusu indirirsek (pat diye inecek bir şey değil tabi) şort giyen kadınlarla bu kadar ilgilenmeyip yolumuza gidersek sanırım dinden çıkmış olmayız. Tıpkı öldürdüğümüz çocuktan sonra gusl abdesti aldığımız için sevap kazanmayacağımız gibi.


Perşembe, Mart 15, 2012

Ötekileri öldürmek




 Annem mutaassıp bir kadın. Öteki dünya korkusu ile zaman zaman ibadette aşırıya kaçtığı, on binlerce boncuk uzunluğundaki bir tespihin taneleri arasında kaybolup gittiği olur. Hayallerinden biri ilerde bir gün kara çarşaf giymektir  ama babamın çarşafa tepkisi eve gelen iki çarşaflı teyzeyi çükünü çıkarıp kovalayacak kadar net olduğu için böyle bir eyleme girişmekten korkar. Kovalanan kadınlar “bu kafir adama karşı metanetli olursan cennette köşklerde oturursun bacım” dedikleri için annem babamın her türlü taşkınlığını “cepte bir sabır sevabı daha” düşüncesiyle alttan alır.  

   Babam türkü aşkı, pala bıyıkları ve fötr şapkası yüzünden mahalle sakinleri tarafından alevi zannedilir. Bir gün babamın alevi olup olmadığını çözmek için kolundan tutup zorla camiye götürmüşler. İçinden saydıra saydıra camiye giden babam genellikle abdest almadan, kirli donlarıyla namaza durmuş. Bu durumu “Hem abdestin sırasını karıştırıyorum hem de dürzülere gıcıklık olsun dedim”  diye anlatır. Bir gün bir namazın ortasında sıkılıp,  bağdaş kurup “gurban olayım gız içinde acik daha dursun türküsünü patlatana dek bu gönülsüz müslümanlığı sürdürmüş. Zaten ondan sonra istese de camiye almamış,  cami civarından bile geçse homurdanmışlar. Babamın da işine gelmiş bu, daha da vermiş karı kızın, humarın, sazın gözüne.  Annemle babamın iki zıt kutuplarda sergilediği aşırılıklar yüzünden biz zavallı evlatları birer birer tuğçe kazazlaştık. Bir gün TKP’ye bir gün Taliban'a öteki gün Turancılar'a sempati duyduk. Arayışlarımız sürüyor.

 Babamın alevilere bu kadar benzemesinin sebebi doğduğu köyün bir alevi köyüyle bitişik olması. Küçüklüğümüzde Hıdırellez zamanı bizi bu köye götürürdü. Köy ahalisi çimenlik bir yerde toplanır, kazanlarda bulgur pilavı pişirir, geleneksel oyunlar oynardı. Babam da o sırada alevi dedelerle aşık atışması yapar, ondan hiç duymadığım kahkahalar atardı. Ben nereye geldiğimizi ve ne yaptığımızı anlamayacak kadar küçüktüm ama babamın değişimini hissedebiliyordum. O'nu bir daha asla kendine tıpatıp benzeyen bu kadar adamla bir arada görmedim. Kahkaha atarken de görmedim. Babamın alevilere benzerliği hayatta sadece bir işimize yaradı. Atatürk Orman Çiftliği’ne defalarca beleşe girdik.Gişede görevli memur aleviydi ve babamı ünlü bir alevi dedesiyle karıştırıyordu.  Ses etmedik.  Bunun dışında genelde olumsuz bakışlar ve imalı sözler nasibimiz oldu. Lakaplarımdan biri kızılbaşın kızıdır.

   Mamak;  Sivas, Yozgat ve Tokat gibi illerden çok göç alır. Bu yüzden Mamak’ta çok alevi yaşadığı söylenir. Söylenir diyorum çünkü- her ne kadar günümüzde bu durum azalsa da- hala alevi olduklarını bir sır gibi saklayan, yıllara dayanan bir ötekileştirmenin sonucu olarak sunni gibi davranmak zorunda kalan aleviler var. Ramazanda oruç tutuyormuş gibi yapıyor, iftarlara gidiyor, kurbanda danaya giriyorlar. Bu davranışların sebebi  tabi ki azınlık olmaları değil. Bilmem kaç yüzyıldır ideolojik hakimiyet; “tek kutsal benim kutsal saydığımdır”cıların elinde olduğu için. Sesleri çok çıksa, her hangi bir makamda yükselseler ilk fırsatta “afedersiniz alevi” diye bir ayıp, bir günah gibi aşağıya çekilmeye çalışılacaklarından. Yüzbinlerce çapsızın bu halkı bir “mum söndü”  aşağılamasıyla özetlemesine şahit olacaklarından. Türkü söylemek için bir yerde toplansalar on binlerce Güner Ümit’in ellerine çıra alıp koşacağından böyle yapmak zorundalar.  Yoksa aleviler ne suskun ne korkak ne de azdır.  Cesaretlerinin ve isyanlarının dile gelişini anlamaya Pir Sultan Abdal yeter.



(pir sultan abdal devletin zulmüne karşı isyan etmiş, isyanını şiirleri vasıtasıyla halka yaymış, onları bu zulme karşı sessiz kalmamaya çağırmış bir asidir. bir nevi aleviliğin martin luther king’i. zalimlerin hışmından yanına sığınan hızır’a kol kanat germiş, eğitimi için şehir dışına gitmesine yardım etmiştir. hızır sivas’a vali olarak atanınca ilk işlerinden biri dergahında yetiştiği pir sultan’ı idam ettirmek olmuştur. pir sultan’a bütün halkın taş atması emredilmiş atmayanın kellesinin uçurulacağı duyurulmuş, pir sultan’ın dostlarından biri taş atmaya kıyamayıp gül atınca pir sultan’ın dilinden o meşhur şiir dökülmüş

şu kanlı zalimin ettiği işler,
garip bülbül gibi zareler beni,
yağmur gibi yağar başıma taşlar,
ille dostun gülü yareler beni
 


    Bazen yakılan aşıklardan birinin türküsünü dinlerken,  herhangi bir yerde olayın görüntüsüne rastlayınca veya babam Aşık Veysel’den bir türkü söylemeye başladığında o günü düşünüyorum. Bir otel odasında ne yapacağına karar vermesi için sadece birkaç dakikası olan ozanlardan birinin çırpınışları geliyor gözümün önüne. Hayır empati yapmak değil niyetim. Zaten bu empati ve saygı beklentisi çok zorlama geliyor bana. Kimsenin düşüncesinin bizim saygı lütfumuza ihtiyacı yok. Biz saygı duymasakta o düşünce onun beyninde arzı endam etmeye, dilinden savrulup çıkmaya devam edecek, etmeli.  Bi gölge etmeyelim yeter.

     Empati ise anaokulunda oynanacak bir oyunu andırıyor.  Bir durumu yaşayanın hissettiklerini anlamamız için belki bütün hayatını onunla birlikte yaşamış,  gözünün önünden geçecek sahneleri bilmemiz gerekir.  Mesela bir zamanlar küçük, yeşil, sevimli bir bitkiye verilen isimken, 93 yılından sonra bir katliamın adı olan Madımak'da sıkışmış ozanlardan biri olduğumuzu farz etsek;  evde bıraktığı , belki dönünce saz çalmayı öğreteceği çocuğunun “çabuk gel baba” diyen yüzü gözümüzün önüne gelir mi? Empatinin öyle bir becerisi var mı? Otelin bir duvarından ötekine yalpalarken kader arkadaşlarıyla saliselik çaresiz bakışmalar yaşadığı o gürültülü sessizliği hangi mizan, hangi çaba canlandırabilir? Ateşten kurtulsa on binlerce öfkeli Nemrut’un gazabından kurtulamayacağını, ölümün er geç göğsüne dayanacağını anladığı o saniyeyi, empati duygumuzu ne kadar zorlarsak yaşayabiliriz? Evlatlarını tv haberlerinde “pir sultan abdal şenliklerinde aşıklar geçidi” haberiyle beklerken “ 35 kişi yakılarak  öldürüldü” haberinde gören annenin ve babanın ciğerine düşen ateşi aynı yakıcılıkta hissetmemizin imkanı var mı?  Bu zalimlerin kendisi gibi olmayanı, kendi sevdiğini sevmeyeni, kendi inandığına inanmayanı değiştirmek, olmadı öldürmek tutkusunu hangi empati duygusu haklı bir noktaya getirilebilir?




Hayırlı olsun”

35 kişi, birilerinin bitmeyen hassasiyetleri neticesinde yakılınca demokratik bir devletin yapması gereken suçluları ve ihmali olanları cezalandırmak olmalıydı, toplum hafızasında onulmaz yaralar açmış katliamı bir mahkeme meselesi, zamanı aşmış sıradan bir dava olarak görmek değil. Alevilerin  tıpkı diğer halklar ve inançlar gibi neden ötekileştirilip değiştirilmeye ve öldürülerek bitirilmeye çalışıldığını araştırmaları, çözümler bulmaları gerekirken suçlular ve savunucuları kah makamla kah sırt sıvazlamayla ödüllendirildi. İnsanları kahkahalar içinde "lan yakın lan yakın" diye bağırarak yakan, allahuekber çeken ve zafer işareti yapan katiller devlet ve maşaları vasıtasıyla mağdurlaştırıldı. "Hayırlı olsun" olumlu ve güzel olaylar için sarf edilir. Bu gazabın tam olarak hangi noktasında güzellik arayacağız? Katliamdan hayır çıkaran memleket. Kurdele de kesin bari.


     Bu nefret dili, bu diri diri yakılan insanlardan daha fazla acı çekmişlik halleri, daimi bir mağduriyet, her biçimde mağduriyet, hep mağduriyet şu iletişim çağında hızla inandırıcılığını yitirdiği gibi bizi cehalet bataklığına çekmeye devam edecek. Çoğunluğun kim olduğu, hangi inancın ayrıcalıklara sahip olduğu adım başı camiiye bakarak bile anlaşılabilir. Sahur davulu olayına girmiyorum bile. Biz artık bu olmayan ezilmişliğinizi, kan döküp döküp ümmet kan ağlıyor edebiyatı parçalamanızı yemiyor ve gerçek dünyaya dönmenizi bekliyoruz. Masal saati bitti. Bizim gibi düşünmeyen, başka şeylere inanan, hiç inanmayan,  türk olmayan, sunni olmayan, heteroseksüel olmayan bir çok başka toplulukların da olduğunu öğrenme yaşınız geldi. Beraber yaşamanın yok etmekten daha basit olduğunu öğreneceksiniz. Aptal sabah kuşaklarınızda, zevzek zevzek Anadolu geziyoruz, börek çörek komadık götürdük programlarınızda Sivas katliamı günü "madımak mıklası" tarifi verme zalimliğiyle bir yere varamayacağınızı da. O rövanşist kafayı, tıpkı Ahmet Kaya için yaşadığınız günah çıkarmanın benzeriyle terk edeceğiniz günler de gelecek. Meyilli kitlenize vurup kıran, kodumu oturtan, eli tabancalı sert adamları allayıp pullayıp satmakla hata yaptığınızı anlayacak  Nesimi’yi, Pir Sultan’ı, Hz Ali’yi kısaca sevgiyi anlatmaya kendiliğinizden başlayacaksınız.  Eğer bu topluma birlikte yaşayabilme becerisi, kendini nimetten sanmama ve diğerini ötekileştirmeme yetisi usturupluca anlatılmazsa bütün memleket baştan ayağa cem evleriyle donatılsa bile bu gelişmemiş kafalarımıza inanç hürriyeti layığıyla işlenmediği için korkarım o cem evlerinin kaderi de Madımak gibi olur. 



 Üfürükten mağduriyet çıkarma yapaylığından uzaklaşırsak gerçeklerle yüzleşeceğiz. Ve gerçekler hiç işimize gelmeyecek. Artık çoğunluk muyuz, beriki miyiz, ileri ki miyiz ne zıkkımsak ötekilere çok zalimlik ettik. Babamın alevi olup olmadığını test etmeleri bile bu zalimliğin ne kadar cüretkar bir şekilde aramızda kol gezdiğini gösterir.  Bundan bir kaç yüz yıl önce azınlıkların yada başka inançlara sahip insanların toplamı yüzde/40 lardayken şimdi yüzde/2 lere inmiş. Ne yaptık o kadar insanı? Nereye  kıstırdık? Nerelerde susturduk? Yüzde bilmem şu kadarı Müslüman memleket… Hayırlı olsun.




Pazartesi, Mayıs 30, 2011

Mesele porno meselesi değil, esas mesele tütün meselesi tütün tütün

 




  Şimdi çok gizemli bir tarih var, biz arkadaşlarla ona kısaca 22 ağustos diye sesleniyoruz. Mühim bir tarih. Son zamanların en ürkütücü şehir efsanesi. Dediklerine göre o günden sonra internette hiç bir şey şimdiki gibi olmayacakmış. Sokaklara yığdığımız polislerin aynından sanal ortama da yığılacak, hangi siteye varsan yüzümüze kapanacak, cibilliyetimiz ellenecek, seceremize sıçılacak, sorguya suale çekilecekmişiz.
 Pratiği nasıl olacak daha netleşmiş değil. Cümbür camia heyecanla saatlerin 22'yi gösterdiği o sürprizli anı bekliyoruz. Beklerken de benim yanlış ülkemin o kadarda güzel olmayan insanları çocukluğumuzda çok tarhana çorbası içtiğimizden olacak bu konuyu da tarhana çorbasına çevirip en düşkün olduğumuz noktaya getirip bıraktık. Uçkura. Yatıyoruz porno, kalkıyoruz porno. Gören görmeyen de 50 milyon yetişkin sabah akşam veriyor birbirine küsküye sanacak. Oysa bizde sadece enkırmenler ve siyasetçiler seks yapıyor. Halk olarak öyle şeylerle alakamız yok. Konuyu pornoya getirip kısıtladığımız içinde maalesef seks yapmayan halkın desteği alınamadı. Yürüyen binlerce insan; sübyanlar, sübyancılar, porno düşkünleri ve şahin k. dan ibaret sayıldı. Nasıl oldu lan bu?

Ben porno sevmiyorum. Karşıyım demiyorum sevmiyorum diyorum. Hemen "aha buda paketçi!" şeyi yapma. Sevmeme nedenim "ayy seksen tane zenci el kadar japon kıza neler etti neler, hii kıyamammm yavrucuğuma" anaçlığı yada "kadınların erkek fantezileri için böylesine hunharcasına meta haline getirildiği sisteme şiddetcesine vıdı vıdı..." feministliği değil. Banane lan! Ne hali varsa görsün. Ben acısam anama acırım. Kadıncağız kaç yıldır "karıı sırtıma bi hotla nolur gı" diye dolaşan 15 zenci gücündeki 70'lik bir adamla kıyasıya cebelleşmekte. Üstelik bedeve. Bu sıçan sesli ablalar hiç direniyor mu? Görür görmez yeni gelinin şeye sarılması gibi yapışıp curk curk emmeye girişiyor, bi yandan sırıtıp bi taraftanda heriflerin kokmuş soykalarına övgüler yağdırıyorlar. Sevmiyorum, çünkü izlerken tahrik olmuyorum. Açıklaması bu kadar net. İlk izlediğimde bi kıpırdanmalar, bi gıdıklanmalar oluyordu ama sonra pat diye sıradanlaştı, bir zetina dikiş makinesinin piko yapması kadar mekanik geldi. Ebemin yayık yayışını izlerken daha çok heyecanlanıyordum. Sonunda ayran oluyordu, tereyağ oluyordu hem. (gerçi sekste de bir çeşit ayran üretiliyor ha) Bir insan yayık ayranından tahrik olabilir mi? Olamaz. İşte bende olmuyorum. Yastığıma "mahmut" adını verip sabahlara kadar yatağan içinde devir daim yaptığımızda bile daha fazla zevk alıyorum. Yastık deyip geçme.Bazen ondan beklenmeyecek performanslar sergiliyor. Geçen geceki 45 dakika sürdü mesela. 

Ama napıyorum bunca sevmemezliğime hatta seksi güldürükçülü bişey bulmama rağmen bende "pornoma dokunma" diye ortalarda dolaşıyorum. "Pornolar götürsün sizi, ne anlıyonuz lan o organ cümbüşünden? Kavun yemişte ağzına gözüne sıvamış gibi dolaşan patlak suratlı karılardan? göt kafalar" da diyebilirdim. Hatta hızımı alamayıp "Hayır misyoner neyinize yetmiyo anlamıyorum ki? Sonra ordan izleyip izleyip karılarınıza, sevgililerinize cebelleş oluyorsunuz. Yok sırtıma hotla, ağzıma işe, bacağımın birini boynundan dolandırayım, sen sol kolunu bana ver ben kafamı sağ bacağının arasından geçireyim" gibi enteresan enteresan pozisyonlar istiyorsunuz! Bak benden uyarması bel fıtığı olur, disk kayması yaşar numune hastanesinde sekiz ay tepe üstü yatarsınız da bırak kamasutrayı tuvalete bile çömemezsiniz ha...diyor muyum? demiyorum. Neden demiyorum bi sor..sor bi! Sorsan geberirsin de mi?! iyi sorma zaten ben her halükarda söyleyeceğim. (halükar ne demekmiş bakayım) 

Çünkü sıradışı her zevk, inanç ve düşünce, kalan tüm olağan düşüncelerin garantisidir de ondan. Tek porno değil. Radikal dinler (evet din bile) satanizm, ateizm, militarizm, anarşizm, sanat, dövme, küfür, ıdı, vıdı yani sıradışı ve öyle yaşamayanı rahatsız eden her şey ortalama özgürlüğümüzün var olabilmesi, güvende kalabilmesi için şart. İçinde ol yada olma. Tahammül et veya etme. Özgürlük çıtasını genişleten bütün uç yaşamların varlığını kabullenmek, senin uç olmayan yaşamını devam ettirebilmen için lüzumlu. Eğer bütün bu sıradışılık katmanlarını bir bir yok edersek elimizde kala kala bizim alelade yaşamlarımız kalacak. Bir bakmışın mutfakta menemen yaparken adamın biri "menemen kusmuğu andırdığı için toplum ruh sağlığını kötü etkiliyor, son kalan 56 maddenin biricik fıkrasına göre onu da yasakladık" diye kapına dayanıvermiş. Olmaz deme olur o, ben deyince oluyor. 
Yasaklar elektirik zammı gibidir. Bir başladı mı ulaşmadığı kalem kalmaz. Yasaklanan herhangi bir şeyin faturası dönüp dolaşıp senin cebine de girer. Özgürlük ise zaferdir, özgür kalması için savaştığın herhangi bir şeyin ganimetinden sana da pay düşer. Meseleyi bu nedenle porno savunucuları ve porno karşıtları arasında geçen sürtüşme gibi algılamayıp, eylemleri hiç olmazsa kendi menfaatimiz, kendi çıkarımız, kendi menemen yapma özgürlüğümüz için savunmalıyız. Yoksa sen o 15 yaşındaki çocukların gerçekten pornoya bayıldığını mı düşünüyorsun? 

Salı, Nisan 19, 2011

Dersimiz ahlak, derdimiz ikiyüzlü ahlak

 Son gelen verilerin bana verdiği izlenime dayanarak söylüyorum sanırım ahlaklı biri değilim. Bunu böbürlenerek söylediğim yok. Sisteme baş kaldırı gibi de görülmesin (görülse kaç yazar) Tamamen matematiksel. Ahlaklı olmadığıma göre otomatikman ahlaksız sayılmalıyım. Ama ahlaksızlığım tam olarak yaptığım hangi harekete isabet ediyor kestiremiyorum. Matematiğim o kadar iyi sayılmaz.
 Hiç abartmıyorum hayatımın büyük kısmını ne uykuyla, ne kitap okuyarak ne de şarkı söyleyerek geçirdim. Ömrümün en aslan parçasını; neyin orospuluk, neyin ahlaksızlık, neyin namus, neyin saygı olduğunu ayırt etmeye çalışmakla harcadım. Bir takım ülkelerin, bir takım çocukları, bir takım bilimsel araştırmalar yaparken ben; yaşamımı, vücudumu, düşüncelerimi kimin takdirine bırakmam gerektiğini öğrenmeye çalışıyordum. Maalesef başka yönde gelişmeye vaktim olmadı. Yaptığım tüm araştırmalara rağmen ahlak ve ahlaksızlığın ne olduğu hakkında net bir bilgi edinemedim. Ahlak kurallarını bilenlerin ve uygulayanların bunları hangi kaynakların hangi kıstaslarına bakarak ortaya koyduklarını hiç bir zaman öğrenemedim. Yazılı olmayan kurallar olduğunun farkındayım ve bu kuralların cinsiyete ve güce göre keyfe keder değiştirildiğinin de. Belkide acilen bir ahlak haritasına veya ahlak navigasyon cihazına ihtiyacımız var. Aksi durumda daha bin sittin sene ikiyüzlü ahlakın şarlatanlığını bizden daha iyi yapan çıkmayacak.


Namus Nedir? from Enis on Vimeo.
Konuyla atardamardan bağlantılı videoyu @zafer yolladı. ilginç bir video, izlenmeli.

Nasıl ikiyüzlü bir ahlaka sahip oluruz? bir kaç öneri: 

Sevmek yakışıksız, bakışmak usturupsuz, konuşmak lüzumsuz ah şimdiki nesil pek arsız! Gençler birbirini sevmiş demeyelim de "annesi görmüş beğenmiş" diyelim böylece "sevmek" kelimesinin kuşkulandırıcı varlığından bir süre daha saklanabiliriz. Aşkı leyla ile mecnun destanına, meşki televizyon dizilerinde yengesini düdükleyen adamlara teslim edelim. Aramızda ilişki yokmuş gibi davranalım, yapmıyormuş gibi dolaşalım, kimseye aynı yatağa girdiğimizi söylemeyelim. Biz ekmeğimizin derdindeyiz keza. Kızları evlenecek-eğlenecek diye katmer katmer küme küme sınıflayalım, sınıflayalım ki lazım olunca elimizi attığımızda temiz olanı gelsin. Öte yandan geneleve gidip "milli" (kelimenin ince ayarına dikkat) olmayan adamın erkekliğinden şüphe edelim. Yoksa ibne mi bu? Belkide kaldıramıyor deyip hep beraber gülelim. Penis ucu kesme ve yeme düğünümüzden beri çük üstüne ne eğlenmeler ne gülüşmeler. Yoksa dünya'nın merkezi sikimizin başı mı?

Facebook'a üye olalım, olur olmaz da Allah yazan ağaç kütüğüne şaşıran bir milyon kişiden biri olalım. Ayda bir durumumuzu "yaratılanı severim yaratandan ötürü" diye güncelleyelim. Duvarında batan güneş fotografları altında tasavvuf öğretileri olan internet sayfaları beğenelim, beğenelim ki dost düşman ne kadar maneviyatlı, o denli mütedeyyin, katiyyen zararsız olduğumuzu profilimizden bellesin. Yeter mi? Yetmez. Varalım çocuk fotografları altına bol sevmeli bol uzatmalı  "amcası gurban olsun buna, gııııız nası büyümüşsün aboooo" yazalım. Maskemizi hallettiysek asıl niyetimize dönebiliriz. O gurban olduğumuz çocukları ucuz şekerlerle kandırıp boklu ellerimizi öptürelim. Kötü devlerin masallara ait olmadığını öğretelim onlara, avuç içi kadar bedenlerine üçer beşer yirmialtışar yirmialtışar tecavüz edelim. Öldürüp öldürüp gömelim. Kokuşmuş uçkurumuz kurban istiyor, taze kan istiyor.

Karımızın saçının teli görünse gözle, mimikle, öksüre, tıksıra ayar verelim. Edepsiz edepsiz otursa, gülse, bizi ele güne rezil etse eve gidince haddini bildirelim. Kırıtmasın, sırıtmasın, saçma saçma konuşmasın. Namusumuzu kirletmesin. Anneliğini bilsin. Haddini bilsin. Kendini bilsin. Kadına ait her şeyi kutsayalım, kutsayalım ki üzerinde taşıdığı kutsallığın ağırlığından hareket edemeyecek hale gelsin. Analar kutsaldır diyelim mesela. Cenneti tam ayağının altına yerleştirelim orası pek münasip. Böylece ayağının üstüne basmaktan ölesiye korkacak, bizi bekleyen yetmiş hurili cennetimize sahip çıkacaktır. Onları zayıflıklarıyla korkutalım. Kadınlar çiçektir, aklı kısadır, eli hamurdur, toplasan 250 gramdır dersek özgüven diye bir şeyleri kalmaz. Sonra bir bakmışın izdivaç izdivaç "bana sahip çıkacak erkek istiyorum" diye dolaşmaya başlamışlar. Kelepçeli kadınımız sırtında namus, ayağında cennet, karnında sıpa ile otururken biz sokaklara akalım. Namusu taşıyamamış mini etekli kadını kızın yollarını keselim, gece gece sokaktaysa yollu ki bunlar, mini giyiyorsa da motordurlar, müstehaklar! Bizim olmazlarsa taciz edelim. Alışık bunlar! Rus'a gidelim. Keraneye gidelim. Bize her yer cennet. Sonuçta biz erkeğiz. Bir takım ihtiyaçlarımız var.

Eşimi aldattım diye söze başlayan kadına tüm tirübün "aaaaaaaaaaaa" tepkisi verelim. Hemen sesini yayından alalım alalım ki gençlerin ahlakı, türk örf ve adetleri bozulmasın. Velev ki kocası aynısını söyledi.. düşünelim. Hımmm karısı kendine bakmıyor olmalı! Çocuk doğurunca saldı kendini tabii. Alan almış satan başından savmış durumu. Adam haklı, sonuçta erkek bu. Hemen şu bakımsız kadını stüdyomuza getirip ona ne kadar çirkin, şişman ve pis olduğunu söyleyelim. Böyle yaparsan tabiki kocan başka kadına gider, kocanı elinde tutmasını bileceksin ayol diyerek tribüne bakalım, tribün hep bir ağızdan "yaaaaaaaaaa" desin, alkış kıyamet. Kocası onu bir daha aldatmasın diye şu hımbıl kadını güzelleştirelim. Sık sık çirkin kadın yoktur bakımsız kadın vardır deyip bu şahane özdeyişin haklılığını alkışlarla kutsayalım. İki boya, iki manikür birde pala pırtı giydirip evine salalım. Bu işi de böylece hallettik.

Meme uçları göğüs yamaçlarında boy verince "işi gücü bırakıp bunun ardına düşen piçleri mi savuşturacağız? amanin de namus" diye okuldan alalım. (kişi kendinden bilir işi) Verelim eline yabayı, tırmığı veya en küçük kardeşini çalışsın olmadı ateşi şalvarına düşmeden satarız. Okula gidecekte okuyacak mı sanki? Aha duydun lise tuvaletlerine tapır tapır çocuk düşürüyorlarmış. Üniversiteyi hiç hesap etmiyorum. Daha bunun örgütçüsü, şerefsizi, hapçısı, hırlısı ohooo. Otursun edebiyle başımızı derde sokmasın! Okunacak bir şey varsa onu da biz okuruz. Ara sıra gidelim okul civarında turlayıp kızların etek altı görüntülerini alalım. Ah şu liseli kız üniforması! Kıçımızda ağarmış kıllar, dilimizde liselim şarkısı. Modifiye şahinimizin, lüküs mersedesimizin aynasından kaş göz edelim. Belki bir piliçte bize düşer ha?

 KISA KISA BAŞKA ÖRNEK ALACAKLARIMIZ

 Hocanın söylediklerini yapma yaptıklarını da yapma:Yıllarca yazdıkları kadın fıkıh kitapları, islam şartları, ahlak kuralları arasına sorgusuz kadınları, teslimiyetçi erkekleri yerleştirip presleyen kutsal adnanları, çılgın ahmetleri de örnek alabiliriz. Kalıplaşmış öğretiler bitince kedi canlı hatunlarla sabahlara kadar maşallahlaşabilir, helal olan herşeyin üstüne binebiliriz.
Testili ihtiyar: Çıtır ve genç kadınları köşeden tavlama yöntemiyle kendine partner eyleyen, gazetede köşesi olmasaymış parklarda piknik yapanlara çalı arkasından şeyini sallayan andropozlardan olacağına kesin gözüyle baktığım hınçlı ulunun ahlakını örnek alabiliriz.
Ben verecek 1000 dinar daha sen bana aldıracak duj: Kadınlarını burkayla paketleyen, peçeyle çerçeveleyen zina ettiklerini düşününce taşlayarak öldüren, paralarını ithal eskortlara ve kumarhanelere yatıran petrol prenslerini örnek almakta mümkün ama masraflı gelebilir. (suudi arabistan ahlak güzeli)
Seks seks seks aaa unutmadan kahrolsun israil!: bu son örnek geçen yıl başıma geldi. Yazdığım kinayeli bir yorumdan benim orospu olduğuma kanaat getiren (ki bu hiç şaşırdığım birşey olmamasına rağmen paylaşayım) bir herifin profili. capsli  (sitenin yazı rengi soluktu, ilk capsin üzerinde oynamış değilim )



yukarıda bahsedilen olaylar gerçektir ve birebir gözlenmiş, yaşanmış olaylardan derlenmiştir. gerçek olduğunu en az 50 milyon kişi daha sessizce bilmektedir.


 "Herkes için geçerli bir ahlak gülünç bir fikirdir"

Bi arkadaşa bakıp çıkıyorum

     Uzun zaman ara verince nasıl başlanır bilirsin "bloguma uzun zamandır yazmıyordum bir uğrayayım dedim, özlemişim..." f...