ankara etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ankara etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Çarşamba, Temmuz 02, 2014

Genç sunniler rahatsız


 Eczanede çalışan ve beyaz önlüğü sayesinde doktor zannedilip saygın bir ilgi gören abimle köyleri dolaşıp bazı yatalak hastalara ilaçlarını ulaştıracaktık. Bunu bana teklif ettiğinde kendisiyle aynı arabada yolculuk etmek her ne kadar beni huzursuz etse de kabul ettim. Çünkü çocukluğumdan beri köyleri gezme fikriyle gelen kimseye hayır diyemedim. Tarla kenarlarında ayağa kalkıp araba seyreden tarla fareleri, sesinin nereden geldiği asla bulunamayan cırcır böcekleri ve hafif bir esintide bile ürküp sürüyle havalanan naif güvercinler. İllaki çeşme başı molası ve kısmetse yol kenarı satıcıları. Kim sevmez! İlkin kanser hastası bir adamın ilacını götürmeye karar verdik. Köyü baya bir uzaktaydı. Abim benzinsiz dağ başında kalmaktan endişelenip kestirme bir yol bulurum umuduyla bildiği yoldan toprak bir yola saptı. Yolda bana sanki biliyormuş gibi köylerin tarihçelerini falan anlattı. Tarihçe dediğim de bura eskiden anavatan partisinindi, şuranın muhtarı gavatdı vs. Bir çeşme başında durduk. Bir kaç kavun satın aldık. Abim cd çalara bir cd taktı. Kimin olduğunu bilmeme gerek olmayan cd de bayrağa, güllere, hilale, yiğitlere ve bacılara tepeden tırnağa kırmızı olduğunu hissettiğim şiirler okunuyordu. Yiğitlerin harman olduğu bir yerlerden söz ediliyor, kınalı elli namuslu bacılar koklanmaya bile kıyılamıyordu. Bir şeyler dinleyecekse eğer ruhu şahlanmalı ve gözleri dolmalıydı.   
    
Marşların, şiirlerin coşkusuyla bayraklanmış gidiyorken abim arabayı aniden durdurdu. Toprak yoldan arabanın boyunca bir toz bulutu kalktı. Ona doğru baktım, sinirlendiğinde ve duygulandığında yada hep olduğu gibi gözleri kan çanağıydı “Ne oldu abi kaza mı yaptık, bir şeye mi çarptık ne oldu?” dedim. Direksiyona daha sıkı sarılmış öne bakarak “Şerefsizleeeer!”dedi. Baktığı yöne baktım bir köy var ama şerefsizler görünürde yok.  
“Hani neredeler?” dedim.
Sorularımı cevaplamak gibi bir derdi yoktu “Esselamül vel kebare velemyükül el bereka” diyordu fısıltıyla.
“İnnataynaaa abi tabii” Eve dönünce anneme abimi mutlaka okuyup üfürmesini söylemeliydim. Sanırım cin arkadaşlar edinmişti kendine. Bir süre sustuk ve baktık. Ben orada ağaçların veya kerpiç damların arasında şu şerefsizleri arayıp dururken abim derin bir nefesle “Geri dönüyoruz” dedi. 
Nihayet benimle iletişim kurmuştu “Niye? İlaçlar?” Bana döndü ve söyleyeceği şeye karşı aaa söylesene yaa kesinlikle haklısın dememi bekler gibi
 “Baksana bacım burası alevi köyü” dedi. Buyur, yine başladık! Yıllardır birlikte yaşadığı halde varlıklarını bir türlü hazmedemediği bu nedenle öfkeden kudurduğu alevilere rastlamıştı gene. Cevabını bile bile“Eeee?” dedim. Öfkeyle dönüp tıpkı az önce dinlediğimiz kırmızı marşlara benzeyen kırmızı gözleriyle yüzümü yaktı“ee ne lan?!! Irzını siktiğim ee ne? Bu şerefsizlerin içinden geçemeyiz, benim peygamberimi kabul etmeyenlerin köyünden geçmem ben!!”

Abimin fevri hareketlerinden korkarım. Sinirden uğuldayan kulakları kendisine söylenilenleri duyamaz hale geldiğinden daha da sinirleneceği için susmak hepimizin iyiliği içindir. Elinden bi kaza maza çıkar allah etmeye, hiç yoktan kendimizi ona öldürtmüş oluruz. Kader olarak. Olur ya insanız ya hani belki küçücük ufacık bir fikrimiz varsa dozunu ayarlayarak tartıştığımız da olur –tabii dozu ayarlayan ben olduğum sürece- ama gözlerinden kan püskürmesine sebep olan kürt, yahudi, ermeni ve alevi mevzuları söz konusu olunca dikkatli olmamız gerektiğini biliriz.  En son Schindler'in listesi filmini çekmecemde bulduğunda günlerce filmden dolayı oluşacak olası Yahudi hayranlığımı bertaraf etmek için Yahudilerin insanoğluna neler yaşattığını, son derece öfkeli bir perdeden anlatıp, canlandırmıştı. Ama çok geçti, ben filmi izler izlemez Yahudi olmuş, cumartesi günleri Musevi arkadaşlarımla sinagog ayinlerine katılmaya başlamıştım… Göz dağları ve imalarla dolu o ikna odası günlerinden bu yana kelimelerimi dikkatli seçiyor, damarına basmamaya çabalıyordum. Bu kadar özen göstermem onu daha da şüphelendiriyordu, bütün bunları kanlı gözlerinin hareketlerinde görebiliyordum. Ona göre ben vatan hainliği yolunda at başı ilerliyordum, beslendiğim çok gizli kaynaklar olmalıydı. Bana bu akılları veren birileri, bazı adamlar… Dinimizi beğenmiyordum ve bunun müsebbibi öncelikle ayyaş babamdı. Sonra şu diğerleri. 
 Ona, sesimi en anaç tona getirerek alevi köyünden geçmekten bir zarar gelmeyeceğini, korkanın biz değil onlar olması gerektiğini, köyün içinden geçersek peygamberimizi kabul edeceklerini, çok sevap kazanacağımızı söyledim. Bir çeşit tebliğ. Tebliğ fikri aklını çeldi.  Bunda çok sevaplar vardı, biliyordu.  Cesaretini topladı ve arabayı köyün içine sürdü. Heyecanlıydık. 

Alevi köyünde insanların giyim tarzlarında ufak tefek farklılıklar ve cami olmaması dışında çevre köylerden hiç fark yoktu. Koyunlar yine zeytin gibi sıçmış, bildik horoz dama çıkmış tanıdık tavuklara bağırıyordu. Çeşmenin suyu her zamanki gibi homojendi. Taşlar bildiğimiz taş, kavaklar bildiğimiz kavaktı. Bir teyze dam dibine çömmüş patik örüyordu ve yemin ederim ki aynı modelden annem de örmüştü. Çeyizimde gördüydüm.  Bu aynılıkları abime yumuşacık sevimli sözlerle anlatmak için - ve belki içinde ufak bir mantık kırıntısı uyandırırım umuduyla- hazırlanıp döndüğümde abimin terden sırılsıklam olduğunu, hırsından ağladığını fark ettim. Dişinin gıcırtıları köye girince sesini daha da açtığımız oto teybinden gelen marşlara karıştı. Sanki yolumuzu şaşırıp savaşta olduğumuz bir ülkenin topraklarına düşmüş düşmanlar gibiydik. Kalbim yerinden çıkacak gibi atıyordu ama neden korktuğumu hiç bilmiyordum. Arabanın içini ağır mı ağır bir gerginlik kapladı. Nefret ediyordu. Kin duyuyordu. Nefreti,  insanı yaşama karşı dayanıklı yapma özelliğinden dolayı sevmeme karşın, elindeki nefretle akıl almaz işler çıkaran abim gibilerin korkak olmalarını tercih ederim. Bilmiyordu ama. Bu nefret ettiği insanlardan ne zaman ve ne amaçla nefret etmeye başladığını kendi de bilmiyordu. Sadece ona küçüklüğünden beri köylerinde camii olmadığı ve muhammed yerine ali'yi peygamber kabul ettikleri için onlardan nefret etmesi gerektiği öğretilmişti. Gusül abdesti almıyor ve bu nedenle arştan duyulacak kadar kötü kokuyorlardı. Melekler bile lanet ediyordu onlara. Şu cem evi ve mum söndü olayı ise tamamen gizemini korumaktaydı. Orada kim bilir neler neler yapılıyordu. Ateş olmayan yerden duman çıkmaz demişti atalarımız. Bütün bunlara müslüman bir ülkede izin verdikleri için öte tarafta cezalandırılacaklardı. Bundan korkuyorlardı işte en çok. Neden onları yola getirmediniz? Neden tebliğ etmediniz? Ve kabul etmediklerinde neden cihat etmediniz? Soruları sorulduğunda verecek cevapları olmayışından.



 İçi alev alev yanan, kaportasından ter akan arabanın ani manevrasıyla irkildim. Geldiğimiz yöne doğru gerisin geri dönerek gaza bastı ve neredeyse bir saat sürmüş gibi hissettiğim o yolu 15 saniyede alıp köyden çıktı. Alevilere karşı nefretinin bu büyüklükte olabileceğini, yıllardır konuşulan onca şeye rağmen tahmin etmemiştim. İlk kez aha bu gözlerimle bir nefretin bir bedende nasıl göründüğünü seyrettim. Bir insanı bu tanımlanamaz hale nasıl bir güç getirebilir? Yolda kendisine bir soru soracak cesareti bulamadım. Bedeni dokunsan havaya uçacak bir intihar bombası. Hak bile versen biriken enerjisini senin üstünde atmasına bahane olacaksın. Sustum. Tek bir soru sormadan koltuğa gömüldüm. Bazı şeylerin cevabı yoktur çünkü sorulabilecek bir sorusu da yoktur. Mantıksızlığın daniskasıdır. Düşüncelerimin onun dünyasında bir karşılığı yok. İstediğin bilgiye sahip ol, dilediğin konuşma şeklini dene. Onu ikna etmenin olanağı olamazdı.


Daha uzun yollardan birkaç tarla biçerek kanserli hastanın köyüne gittik. Abim, hasta amcanın iğnelerini yaparken az önce alevi köyünde gözünden kanlı yaşlar boşalan, direksiyon başında nefret krizi geçiren adamdan çok uzak, sevecen, nazik bir doktor bey oluvermişti. İnsanlık öldü mü amca diyordu sık sık




Salı, Kasım 22, 2011

hışhışı hançer





      Ayazına kurban olduğum Ankara, yaktı gene ciğerlerimi.  Kasım ayını akciğer enfeksiyonuyla kapattım. Ne kadersiz ciğerlerim varmış anam babam. Sigara içmeden böyleysem içsem 17 sinde boğulur gidermişim ihtimal. Sesim o kadar kalınlaştı ki her açışımda "siminya yok mu emmi" dedikleri için telefonumu daimi meşgule aldım.  Bu sesle sahnelere çıkamadığımdan, incelikli  “sağlığına kavuşman en  önemlisi” yalanlarıyla  işimden de kovuldum. Al gene işsiz kaldım erol abi. Tam olarak işe benzemiyorsa bile en azından cebimde bozuk param şıngırdıyordu. Artık geçen yıldan kalan nemli çekirdek tanelerinden,  buruşuk market fişlerinden ve nereden türediği bir bilinmez olan cep dibi kumundan başka bir şey çıkmayacak.

Malum bizim evde boşta duran yada aynısından iki tane olan her şey elden çıkarılır. Kaç yıldır balkonda duran kömür sobalarından birini, döş kılları düğme deliklerinden seçilen iri yarı bir adam sırtlayıp götürdüğü gün sıra bana gelmişti ama işim olduğu için sıram aynından iki tane olan ütü masasına geçti.  Ne iş olsa yaparım telaşım işte evimizdeki bu pazarlama anlayışı yüzünden. İş bahanesiyle  kolayca görünmez oluyor,  dünya yüzeyinde ki varlığımı minimuma indiriyorum. Ortalarda görünmeyince aslında hiç var olmadığımı sanıyorlar. Bi saniye dur dur iri yarı bir adam tarafından sırtlanıp götürülmek o kadar da kötü değil ki lan ne diyorum ben! Paslı soba kadar  bile seksapelim yok mu da benim bi sırtlayanım yok?! Nedir yani nedendir bunlar? Alıp şurdan şuraya sırtlayamaz mı şimdi kimseler beni? O kadar mı sırtlanamaz gözüküyorum ordan! Vayy demek öyle. Vayy demek böyle. Vayy demek şöyle. Bundan sonra isteseler de çıkmam zaten, istemez istemez.  Allah kimseye kömür sobasını kıskanacak kadar büyük dert vermesin.

Tabii üstüme bir melankoli hali getirdi bu gibi mühüm meseleler.  Tee ebemizden kalan, hacı dede yeşili, üzerinde sittin senedir mekke’ye varmaya çalışan bir deve kervanının olduğu , günahım kadar sevmediğim bi battaniyemiz var.  Onu alıp sık sık evin arkasında hep çıktığım, aslında orda olmayan o tepeye çıkıyorum.   Lan ellerin battaniyelerine bakıyorum pötikareli, ekoseli,  hello kitili, elinde kahve kupası tutan duygusal kızıyla birlikte hazır gelmiş romantik nesneler.  Bizim meret  yıkanmaktan  karpuz kamyonu tentesine dönmüş. Çok değil üç yıkama sonra üstünde ki develer “zikiyim böyle desenin esaretini dee, kervanına daa, otantizmine dee” diye dillenecekler. Ama hala "al, battaniye!!”  İşte bizim böyle eskisi yırtılıp, zerrelere ayrılmadan yeni bir şey almama huyumuz var. Eskimesin diye yenileri poşetinden hiç çıkarmadığımızı da düşünürsek,  vay yavrum vay.

  İçki ve sigara içmediğim için "soğuk tepedeki çilekeş insan" görüntüme derbeder efekti verecek nesnelere ihtiyacım oluyor. Sigara yerine çubuk kraker falan yiyorum. Uzaktan anlaşılmıyor. Üstüne de gazete kağıdına sarıp getirdiğim (gazete kağıdı sarılı şeydeki o bitirim görüntüye bitirim) nar ekşisinden içiyorum.  Normalde nar ekşisini fazla kullanmam,  çok içince kafa yapıyor.  Sadece dilime damlatıyorum.  Maksat kafaya bir şey dikme enstantanesi oluşsun.  Dilimde de hep aşk şarkıları. Nicedir kendimi birine aşık gibi hissediyorum. En çok da bu yönüme hastayım. Hep böyle çok aşık, ölümüne sevdalı,  ya benimsin ya toprağın havalarında yaşıyorum ya gebermeyeyim imi.  Görenler benim aşk klibi çekiyormuş gibi kafamın köşelerini oyana buyana yaslayıp mıhı mıhılamamdan etkileniyor büyük bir aşkın pençesinde olduğumu düşünüyorlar. Bence de müthiş oynuyorum.  Geçen hafta Gülten abla “bende ferdi özbeğen kasetleri var, dinlersen veriyim” dedi.    Dinlerim deseydim oradan yakalayacak, taksici fikri ile yaşadığı aşkı bininci kez yeni bir şey anlatıyormuş gibi anlatacaktı. Kaseti nereme takıp çalıştıracağım kısmını tartışmadım bile. Fikri'den beri fikri değişmemiş. O da haklı; aşkın en büyük yan etkisi zamanı durdurması, ne zaman aşık olduysan o zamanda kalıyorsun.  Bence bende aşk acısı ile yanıyorum, aşk değilse bu içimde yanan ne? Turşuda yemiyorum ne zamandır.  Ama henüz bana bunları çektiren, aşık olduğum vicdansızla tanışmadım. Elbet bir gün tanışacağız. Şimdiden, şu geniş zamanlarda  ferah ferah aşk acımı çekeyim ki sonra önüme hazır gelsin.
Annem de geçen ablama “sağa da mı anlatmadı? bu gızın ağzından laf alana aşk olsun anam git git git” diyordu.  Kesin benden bahsediyorlardı. Ödleri kopuyor  bir gün evden gidip karnı burnumda döneceğim diye.  Lan ona korkacağınıza baba parası yememe gururum ve inadım yüzünden minibüscülerin gözdesi , pavyonların kraliçesi olmamdan korkun gebeşler.

Hımm derbederleşme zamanım 3 saat yaklaşmış. Saat 10 gibi başlıyor mesaim sabah 4 e kadar vur çatlasın, çal ağlasın. Evde bir damla nar ekşisi de kalmamış. Neyse bu akşamda ketçapla kafa buluruz. Efkar fonu olarak da kaç gündür şunu kullanıyorum.

Salı, Mayıs 25, 2010

Rammstein dinleyen minibüscü ile bilinmeyene yolculuk

Rammstein derki: Eğer birine hem göbek attırıp hem çin işkencesi yapmak istiyorsan ona "kınayı getir aney parnağın batır aney" ilahimsi türküsünü mayıs ayından eylül ayına kadar söyletmeyi dene, yüzde yüz çalışan bir yöntem, memnun kalacaksın.

Ankara'nın sırf ankaralı turgut, ankaralı yasemin, gülbahar, fikriye, hayriye türküleriyle kutlanan geleneksel misket düğünleri start aldı. Hergün bir kızı evinden alıp dağa yani balayına kaldırıyorlar. Zaten artık kızlar kız kalmıyo, salıyorlar kızlıklarını yokuş aşşağa. İç döşemelerinin formu değişiyor bozuk bozuk cılk cılk oluyorlar (!) Kızlar kız olmayı beceremediği için kadın diyebiliriz, bayan diyebiliriz, teyze hatta mundar bile diyebiliriz çünkü neydi ülke gerçeği? Zarı deşilmiş kıza artık kız diyemezsin adınada derler gadın diyebilirsin. Erkeğin etinden parça alınınca erkek oluyor, kızın etine parça girince kadın oluyor. Atalarımız matematiksel ve geometriksel açıklamalarla bizi "ne diye seslencez şimdi buna? napcaz netcez osman?" sıkıntısından kurtarmışlar, dualarla yadediyoruz kendilerini.

ankaralı fantezileri, du hast, düğün ve cenaze, kaynana, kaynpeder, kızlıktamiri.com, kuru pasta, limonata, minibüs, rammsteinDüğünlerin en çok; düğünün en güzel kızına asılanlar arasında çıkan çatışmada 15 adet papatya markalı plastik sandalyenin yerle bir olması kısmını severim. Sonraki top listim ise hısımların hasımlaşma evresidir. Kaynanalar; bıyıklı dudak üstlerine oturttukları tuhaf bir ifadeyle pistte "koççum benim koççum al yanaklı koççum benim" türküsünde göbek titretip, az sonra başlayacak sidik yarışlarına ısınma turu atarlar. Kayınpederler ise hep otururlar, düğünün godfadırı damattan sonraki jönü olma etkinliklerini oturdukları en baba köşeden sürdürürler.
Sırf böyle sahneler görme ve uğruna kavga edilen kız olma heyecanıyla pazar günü düğüne gittim. Siyah bir elbisem vardı istanbul'dan almıştım onu giydim. Orada "burası istanbul taammı" diye neslihan yargıcı imzalı kostümlerle salı pazarını turlayan seda sayan gibi her ortamda giyiyordum ama burada ancak başka semtlerde, köprü altlarında veya kötü yola düşünce giyebiliyorum.

Kuaföre gittim, saçım iki küstüm yastığını dolduracak uzunlukta ve zeka bulmacaları gibi karışık. Adamlar saatlerce dolaşığını açacaklar diye kim 500 milyar ister yarışmasına katılacak ayküye ulaştılar, ben çıkarken kenan ışık gibi elleri çenelerinde "eminmisin" dercesine baktılar. Haliyle eve geç kaldım ve tek başıma düğün yerine ulaşmam gerekti. Süsümle, püsümle, ayağımda topukluyla, alakargaların ayna sanacağı pırıltılarımla bir minibüse bindim. 7-8 yolcu var hemen şöförün arkasındaki koltuğa oturdum, aynadan bakıştık diğer yolcularla da bakıştık adet böyledir bi şöyle bakışılınır, güzel insan var mı diye incelenilir. Durdurup durdurup biri indi, ikisi indi derken minibüste şöför ve ben başbaşa kaldık.

Adam herkes gidip bir ben kalınca, benim korunmasız ve zayıf olduğumu anlayıp kapıları kilitledi ve gaddarca kahkahalar atarak üstüme saldırdı...Tabiki fantaziyem bu, öyle bişi olmadı.. Büyük ihtimalle böyle güzel kokulu, şıngır mıngır bir kızın üstüne atlayacak cesareti yoktu!!! (ay yetişin komşular ırzıma geçiyorlar diye bağıran ama bir yandanda üstünü çıkaran dul ateşlilere selam olsun, sizi anlıyorum) Aniden gaza mı bastı başka bişeye mi bilmiyorum, bişeye bastı ama. Arkadan "007James Bond; Türk mafyasıyla hesaplaşma, sahne 666" diye bir ses duydum. Şöför ve minibüsü birbirlerine baktılar, el ele tutuştular yollar doç'un bastır koçum dediler ve uçmaya başladık. Yolcu yoktu normal olarak ben tek başıma şöför ve ailesinin ekmek parası etmiyordum. Bütün engelleri aşıp yolcuları duraklardan toplaması lazımdı, bu uğurda canımızı verecektik. Kazaya belaya karışmadan ineyimde ne toplarsa toplasın dedim adamla göz göze gelmek için aynaları kestim, yalvaran küçük kız suratımı takınıp kesik cümleler kurdum..
-Şey müsait bi ....
-Acaba şurda şu köprüyü geçince şeyapsak...
-Ben inseydim siz sonra film çekseydini..
-İnecem ben inerimki ben
-İndimezsen atarım kendimi!!
-:(((((
Arkasından dürteyim diyorum ama şöför arada öteki minibüscülerin ebesinin nikahını, anasının avradının namusunu aldığı için tırsıyorum. Burnundan soluyor, nefesi ve kalp atışlarını kendiminmiş gibi içimde hissediyorum, o terleyip üşütmesin diye ben terliyorum rehine psikolojisi yavaş yavaş başlıyo. Yolcu bulmasını o kadar istiyorumki durakları kesiyorum "hadi lan mübarekler hiç biriniz mi evden çıkmadınız? nereye gittiniz mınsktm ankaralılar? melih'in tembel uşakları! bi tane ya ilaç niyetine bi tane lazım hadi bea" yok yok yok herkes gene pikniğe gitmiş ne bitmez pikniğiniz varmış ne doymazmışınız tavuk kanadına! sizin kanat sevdanıza kanetlerim kırılacak az sonra..Arabeskte dinlemiyor düdük! İnsan bi müslüm koyar, bi orhan babayla cezbe gelir müzik ruhun gıdasıdır dimi ama? Adamın ruhunu bozuk para bürümüş! Telefonu rammstein melodisi çalıyor? Bence bu türk diil baksana ineyim diyorum anlamıyor. Film bu ya valla billa film, hız tuzağı gibi zor ölüm gibi bişey çekiyolar haha çok iyii.. Bak az sonra yönetmen stop der herşey biter ineriz iş ki yukardaki yönetmen stop demesin.
Bir taraftan ayetel kürsü okudum arada inmekle ilgili şöföre seslendim, üç kulfü, telefon mesajıyla vasiyet olur dimi, felak ve nas iyidir cennete götürür, bloguma veda yazısı yazabilseydim keşke, düğün berbat olacak, ölsemde güzel ölecem lan oh mis, innatayna kel kevser, allah cezanı versin seni şöför diyende, elemtere fiş fiş fiş...

Düşünme baloncuklarımın içinde debelenirken nihayet ulus'a geldikte brus vils kılıklı herifin minibüsünden yuvarlanarak indim, plakasını aldım bir daha gördüğüm yerde arkama bakmadan kaçmak üzere kaçtım.

Cumartesi, Temmuz 19, 2008

Seni meclisteki yakınımla döverim !



Meclis Ankara’nın Holywood’ıdır. Orada ufacık bir rol kapsan bile kendini Robert De Niro kadar karizmatik ve havalı hissedebilirsin. Sadece sen değil yakınlarında; senin orada çalışıyor olmanın engin ve ulu hazzını damarlarında hissederler. Çevrelerindeki herkesin bu ayrıcalığı bilmesini ve ürkmesini beklerler.
 Ankara’da yaşayıp ta, kendine mecliste en az bir yakın yapmayan yoktur.  Cemil Çiçek amcanın torunudur, o olmazsa, Binali Yıldırım teyzenin kocasının kardeşidir yok milletvekili olamıyorsa meclisin aşcısı, bahçıvanı, uşağı bir kuşaktan akraban olur. Yetkilileri bıraktık mecliste teknisyen akrabası olana bile bulaşsan gözü meclis yönüne bakar, konuyu döndürüp dolaştırıp “leb dediğinde leblebi kavuran” yakınına getirir. Bu kataküllilere o kadar aşinasınızdır ki artık o getirmeden sen gidersin. Başkentte işler biraz meclisteki yakınına orantılıdır.

Amcamın en yaşlı oğlu Yusuf yıllardır mecliste çalışıyor. Mecliste nerede ikamet ettiği konusunda hiçbir fikrimiz yok,  çünkü bilmemizi istemiyor. Eskiden meclis lojmanları vekillere hizmet ederken, bizimki kendisini; onların evinden hiç çıkmayan, Tansu Çiller’le verandada oturup çekirdek çitleyen biri olarak tanıtırmış. Bunu öyle yüksek sesle yaparmış ki sadece akrabaları değil tüm Ankara ahalisi onun olduğu belediye otobüsüne binmek istemiyormuş. Otobüse biner binmez telefonundan bir kaç kurban seçip arar 
Selam gız ben Yusuf. Eve dönüyom da iki dakika önce Tansu, şu bizim Tansu Çiller leydim çok matrak hatun yav gebertti beni gülmekten. Siz daha ne gaflarını gördünüz ki. Hatun tam bir gaf üreteci, bugün bana mutfaktan gave getiriyodu dedi ki “Yusufcum, gankicim, Rize’de çok kahve yetişiyor orayı Dünya’nın kahve başkenti yapalım ne dersin ? Aha aha aha. Yav iyi ki tanışıyoz biz bu gızla. İstediğiniz bir iş varsa konuşayım, çekinmeyin isteyin, bende
Diyerek telefon ettiği kişiyi hiç ilgilendirmeyen konulara girip çıkar, bu şekilde kendisiyle aynı otobüse binen, aynı lokantada yemek yeme hatasını yapan insancıklara cakasını satarmış.

O, telefon ettiğinde biliriz ki kesinlikle yalnız değil. Halkın toplu halde bulunduğu yerlerden birine pusu kurdu. Genelde aile efradı onun adını görünce telefonu birbirine fırlatır;
-Sen bak benim elimde kramp başladı telefonu tutamıyorum auu
-Aman allahım bu Yusuf abi! Siz bakın benim gidip tüpçüde kaç tane tüp kalmış ona bakmam lazım
Benim telefonumda da adına layık olarak Yusuf Yusuf diye kayıtlı.

Bu kadar yalan sıkmanın başına iş açtığı da çok olmuştur. Birkaç kişi “madem bir sürü vekil tanıyorsun şu işimizi hallet” diye istekte bulunduğunda; “Yarın varayım Bülent Arınç’ın yanına konuşurum sen merak etme” der. Sonrada günlerce kira isteyen ev sahibinden kaçar gibi işini yapacağı adamdan saklanır. Telefonda “oluyo oluyo az kaldı” diye oyalar. Hava atmanın ceremesini akrabalarıyla köşe kapmaca oynayarak çeker, yinede hiç vazgeçmez. 

Bi arkadaşa bakıp çıkıyorum

     Uzun zaman ara verince nasıl başlanır bilirsin "bloguma uzun zamandır yazmıyordum bir uğrayayım dedim, özlemişim..." f...