Cuma, Kasım 28, 2014

ah şu bizdeki umut olmasa

       


     90 yaşındaki yatalak teyze "hep böyle kalacak değilim ya iyileşeceğim elbet" dediğinde önüme bakıp baş parmağımın tırnağını, yüzük parmağımın tırnağının arasına sokup içini temizleyerek umudu düşünüyorum. Şu bizim beyaz laneti. İleri ki bir zamanda iyi olacağımızı, zengin olacağımızı, baharın geleceğini, kilo vereceğimizi, aşık olacağımızı, o elbiseyi alacağımızı ve o ülkeye varacağımızı fısıldayıp duran  gamsız şeytanı. Ölüme beş kala hala yaşama tutunuyordu yaşlı kadın. Umut ona kendisinden çok daha yaşlı insanların hayatta olduğunu fısıldamış, ziyaretçilerine anlatması için 98 yaşında tüm dünyayı gezen bir adam olduğu yalanını peydahlattırmıştı. Öyle ki yalanı inandırıcı olsun diye detaylar bile verdirmişti. Adam Türkiye'den geçerken parkta oturan bizim teyzeye rastlamış birlikte çekirdek bile çitlemişti. Beyaz şapkası vardı ve hafif maviye çalan keten bir gömleği. Sürekli sory demişti, giderken de gudbay madam. Hatta demişti ki adam "sen de benimle gelir misin" demişti de teyze "ben Türkiye'yi seviyorum gelemem" diyerek bu daveti şimdilik reddetmişti. Belki bir kaç yıl sonra yeniden düşünecekti. Adam da Türkiye'den Kore'ye doğru yola düşerken gider ayak yaş çıtasını bir tık yükseltmiş 100 yaşında evlenen Çinli bir adamdan söz etmişti ve çocukları bile olduğundan. Çinli adamın annesi de hayattaydı ve o da 130 yaşındaydı. Yine de o bile dünyanın en yaşlı insanı sayılmazdı. Çünkü daha kim bilir nerelerde ne yaşlılar yaşıyordu. Yani etrafta gezinen bir çok yaşlı, çok yaşlı, bayaa yaşlı insan daha vardı. Ne ölmesi ayol? Sensin yaşlı!!! Kendinden daha yaşlılardan bahsederken çırpı gibi kalmış beyaz bacaklarını açıp hala ne kadar güçlü ve diri göründüğünü hem kendine hem odada olan bizlere kanıtlamaya çalışıyordu. Doktorlar en fazla üç ay yaşar dediklerinden bu yana 4 yıl geçmişti. Hatta ona bakan bakıcı bile yaşlanmıştı da o bi güzelleşmiş bi toparlanmıştı, görmüyor muyduk?

    40 kiloluk teyzenin kendinden daha ağır çeken yalanlar atmasına az kızdım ama umuda ihtiyacı olan herkes gibi abartılı hayaller kurmak zorunda olduğu için onu derinden anladım. Hem zaten yaşlı insanların, bol detaylı, uyduruk kahramanlı, uçmalı, kaçmalı yalanları büyülü bir masal gibi gelir. Ve onların iç dünyalarını, ölümden korkup korkmadıklarını, neleri kaybettikleri için hayıflandıklarını ancak söyledikleri yalanlarla çözersin. Babamın; gezmediği ülkelere gitmek için Mamak'tan Moskova'ya tren yolu döşemesi de bir umut yalanıydı. Çürük dişleri, kavruk anadolu benizi, lastikli donu ve köstekli saatiyle artık kadınların ilgisini çekmediğini bildiğinden peydahladığı uzaklarda bıraktığı sevgili hikayeleri de. Bir gün o sarışın, işveli, bıyığının ucundan tutkuyla öpen kadınlar sırayla tekrar ona gelecekti. Annem, babamın aşırı alkol alıp aksıra tıksıra duvar diplerinde öleceğini ve yeni gısgıcır bir herife varacağını ve herifin onu asla dövmeyeceğini umut etti senelerce.  Babam alkolü, aksırmayı, duvar diplerinde yürümeyi hatta yürümeyi bıraktı da daha ölecek. Annem hala umudu bırakmadı. Umut da onu.

       Hiç bir şey olamayacağımı anladığım gün bana da benzer bir oyun oynamıştı umut. Şrank diye bir sesle farketmiştim hiçliği. Yüzüme tokat gibi çarpan gerçekliğimle elimdeki kitapları nefretle fırlatıp bir makarna fabrikasına kaydoldum. Ait olduğum yere. O mendebur umut; şuradan şuraya gitmek için bile arkasından kişifleyen var mı diye bakan beni, bir gün Peru'ya, efendime söyleyim Yeni Zellanda'ya farzı misal Finlandiya'ya mutlak gideceğime inandırmıştı. Ya bir yıl para biriktirdin mi hoop Güney Amerika'dasın ne var ki bunda demeden uykuya yatırmadı beni. Okumadığım okullarda okuyabileceğimi, en az üç dil konuşacağımı, tatmadığım yemekleri bizzat yerinde yiyeceğimi ve giyemediğim o şıkırtılı ayakkabıları bir gün mutlaka giyeceğimi (hatta 40 numara ayağıma 36 numara giyecekmişim) annemin elini sıcak sudan soğuk suya değdirmeyeceğimi, arkamdan şu isimde biri vardı, şöyle harikaydı böyle amanda amandı denileceğini falan filan ne yalanlar ne yalanlar.
   Hala da "lan belki" hesabına inandığım oluyor bunlara. İnanmayı bırakınca dudağım uçukluyor korkudan. Öylesi esir alıyor umut.  Kanına, damarına, ciğerine siniyor. Planladıklarının, hayal ettiklerinin umudun küçük dalavereleri olduğunu fark etsen de böyle gitmesini istiyorsun. Sana zırnığı bile koklatılmayacak şeyleri umut etmek; akışkan çikolatalı, ıpıslak ve yumuşak bir keki ısırmak gibi bir şey. Gidemeyeceğin yerlere eninde sonunda varacağını hayal etmek sobanın üstünde kavrulan kestane gibi, patikada ilerlerken burnuna çalan kekik, su kenarlarında bitmiş yabani nane kokusu gibi. Yalan ama olsun, kalsın, dursun dizimizin dibinde.

      Çıkmayan candan umut kesilmez denen şey bu ya işte. Güzel günler göreceğiz lafına kanmasak kaç dakika daha şu kötü günlerde kalmak isterdik? Sevmediklerimizin geldiği gibi defolup gideceği günleri umut etmesek günler geçmek bilmezdi. Mecburen elimizi kana bulamak zorunda kalırdık. Kalbimiz bir daha sevebileceği umudu taşımasa ayrılığı nah kaldırırdı. "senden sonra başka birini sevebileceğimi sanmıyorum" lafı dil oyunu, umut bu oyunlara papuç bırakmaz.  Daha iyi bir iş bulacağımızı veya terfi alacağımızı ummasak o içine sıçtığımız işe bir dakkalığına bile gitmezdik. Bir gün kendi evimiz  olacağı umudu olmasa ev sahiplerini öldürür, ardından baharın geldiğini bilmesek kışa katlanamazdık. İneceğimiz umudu taşımasak koltuklarındaki yağları dillediğimiz minibüslere binmezdik heral. Hiç inilmeyen minibüs var mı ki?

    Teyze, biz ayağa kalkınca nisan ayına en olmadı yaza bize helva karıştıracağını söylüyor. Hatta şu parktaki gezgin de gelecekmiş o zamana. Çekirdek çitlediği yerden yeniden başlıyor anlatmaya. Odada dinleyen kimse yok. Genç akrabası başıyla "işte bu da böyle bir manyak" işareti yapıyor. İç organları götünden lime lime dökülmüş, kalanlar ise en fazla kışı geçirtir diye kırkıncı kere muştuluyor. Belli ki o da teyzenin öleceği anı umutla bekliyor.


Çarşamba, Kasım 05, 2014

Mülteciler ve ablam

 

   Ablam kırıcı, agresif ve patavatsız olmasıyla beraber şaşılacak derecede de duygusaldır. Bütün parasını dilencilere verip eve yürüyerek döndüğü olmuştur. Elindeki dürümü olduğu gibi yolda gördüğü fakire verip de yanındakinin kendini kalpsiz hissetmesine sebep olan o duyarlı şebeklerden.  İlk küfrümü ondan öğrendim. Ruju nasıl süreceğimi, babam üstüme yürüyünce kollarını bileklerinden tutmam gerektiğini ve yere çöp atmamayı. Ablamla hayatımız boyunca sürtüştük, saçlarımız birbirimizin elinde kaldı ama çaktırmadan da ondan bir şeyler öğrendim. Saç daha gür nasıl yolunuru bile. Bu günlerde de bana öğrettiği şey yardımseverlik. 

    Suriyeli mülteciler ülkemize sığındığından beri herkes kendi penceresinin aralığından baktı bu insanlara. Maalesef çoğunluğumuz, ülkelerinde kalsalardı kah ali kıran, kah baş kesenler tarafından öldürüleceği kesin olan bu garipleri dışlamayı tercih etti. Onlara göre engellisiyle, yaşlısıyla, hastasıyla, kundaktaki bebeğiyle kalıp ne biliyim IŞİD'le falan savaşmaları lazımdı. Kelle kesen caniler ordusuna direnmeyen 5 yaşındaki çocuktan nefret ediyorduk. Ezberlenmiş ilkokul argümanlarımızı yine savurduk. Biz ki kurtuluş savaşında hiç bir yere kaçmamış ülkemizi ne biçim de savunmuştuk, kalıp ölmek kaçmaktan daha errrkekçeydi, hatunlarımız sırtında cepheye mermi taşımıştı heyt heyt heyt! Ortadoğu uzmanlarıyla, stratejik dehalarla dolu  Facebook'larda, sözlüklerde "SURİYELİLER DEFOLSUN" isimli onlarca sayfada yüzlerce ırkçı yorum okudum. Erkeklerimize göre korkak, kadınlarımıza göre iyrenç kokuyorlardı. Kocalarını ellerinden alacaklardı, üstelik Suriyeli erkekler yiyyycak gibi bakıyorlardı. Kadınları valse davet eden centilmen Türk erkeğine alışmış nazenin kadınımız haklı olarak Suriye'nin kenafir gözlü adamlarından çekiniyordu. Kamplarından kim çıkarıyordu bunları ayol?

 Tıkıldıkları mülteci kümeslerine dayanamayıp şehirlere dağılıp; ev, iş ve ekmek arayan insanların çaresizliğini anlamadığımız gibi suistimal de ettik.  Haftalığı 20 liraya it gibi çalıştırıp parasını dahi vermeyip dilenmeye mahkum ettik ama dilendikleri için daha çok nefret ettik. Dilenmeyip kendi işini kuranların dükkanlarını taşladık. Orospularımız bile vizitesi 20 lira olan Suriyeli fahişelere "piyasayı aşağıya çekiyorlar" diye saldırdı. El kadar kız çocuklarını Türk erkeklerine eş, Türk kadınlarına kuma olarak vermek zorunda kaldılar. Bu çaresizliği basınımız Suriyeli kadınların yuva yıkıcı aşüfteliği olarak üç noktalı imalarla yazdı.  Ev vermedik, iş vermedik, aş vermedik düştükleri çaresizlikten suça yöneldiler ve lafı yapıştırdık "GÖRDÜN MÜ BAK BİZ HAKLI ÇIKTIK"

  
      İnsanlar hep haklı olduklarını iddia ederken kendilerinden tiksinmeliler. Bir insan her zaman haklı olamaz, bazen yanılır, bencilce düşünür, o kadarını hesap edememiştir, empati yapmak aklına gelmemiştir. Suriyeliler konusunda bu kadar öfkeyle köpüren "gel de Gaziantep'de söyle bunları :D" yazan insanların hesap etmediği şey bir gün savaş çıkar ve mülteciliğe sürüklenirsek bizi hangi ülke kabul eder? Bizi, yani şu Dünya'nın en belalı halklarından olan, başka düşüncelere, ırklara, farklılıklara tahammülsüz, noel baba bıçaklayan, barış gelini öldüren sapık manyakları. "Savaş çıkarsa gitmek biz çümkü türk gibin güçlü" diyenlerin savaşın daha ilk günlerinde Yunanistan'a yüzeceğini görür gibiyim. Kurtuluş savaşı zamanları ve o insanlar yok artık. Can tatlı, kuşlar uçuyor.


    Ablam bu mültecilere ölüüüm! hengamesinde çok şükür ki empati yapabilenlerden yana oldu. Tuzluçayır-Kızılay otobüsünde karşılaştığı 4 çocuklu Suriyeli kadına yapılan muamele onun kendini Suriyelilere adamasına yol açtı. Üst dudağı kopuk, soğuğa rağmen ayağında parmak arası terlik bulunan mülteci kadın otobüse binince insanlarda hafiften bir uğuldama olmuş. Buraya kadar geldiler uğuldaması o. Gelemeyecek ne varsa. Sanki bana jupiter de uzay gemisi lazım gelmek için. Çocuklardan 3 yaşlarında olan otobüse biner binmez yere kapaklanmış ama kimse düşen şeyin ne olduğunu görmek için bile dönüp bakmamış. Ablam arka taraflardan gelip çocuğu yerden alırken bir kadının "çocuk bana değme dedim! çocuk sana diyorum!!" sesini duymuş. Çocukları montlu kendisi paltolu bir kadın Suriyeli çocukları ayağıyla iteliyormuş. O anda ablamın şarteller atmış işte. Ne oldu bilmiyorum kendimi paltolu kadının boğazını sıkarken buldum diye anlattı. Suriyeli aileyi ve ablamı yaka paça otobüsten indirmişler. Ablam aileyi bizim eve getirip karınlarını doyurmuş. Mahalleden üst baş toplayıp yatacak yer ayarladıktan sonra ağlaya uğuna, burnunu çeke çeke beni aradı ve bir derneğe üye olup mültecilere yardım edeceğini söyledi. Hayatımda ilk defa ablamın sonuna kadar arkasında oldum. Genelde arkasından ABV gerizekalı kemçük falan derdim.  Meğer işin en kolay kısmı bu kararı verebilmekmiş. Bir kere ülkede mültecilere yardım eden dernek yok gibi bir şey. Yardım dernekleri Afrika'ya su kuyusu, kızılderililere toki, Myanmar'a kurban eti, Gazze'ye 4444 tefriciye yolluyor ama mültecilere değinmiyor bile. Sanırım onlar da mültecilerden pek hoşlanmıyor. Bir kaç dernek yardım edecek gibi olur gibi olmuş ama dikkatli bakınca el kaide, hizbullah, ışid gibi bağlantıları var. Buralara üye olanın domuz bağıyla ölü bulunması olası (canım konca kuriş)

      Ablam bir yandan yorgan, battaniye, kıyafet, erzak ve odun toplarken bir taraftan da bunları ulaştırabileceği ihtiyaç sahiplerini aramaya koyuldu. İlk iş olarak belediyeye gidip yardım için yardıma ihtiyacı olduğunu belirtmiş. Belediyenin tek söylediği "kömür verdik biz hep" Facebook hesabından yardım çağrısı yapmış ama yorumların yüzde 90'ı TAYYİP BAKSIN ve BİZİM KENDİ YOKSULUMUZ DURURKEN" Kendi yoksulumuz var diyenler de sanırsın kendi yoksuluna yardım eden tipler. Bir tanesinin yaşlı babası bakımsızlıktan evinde ölü bulundu. Ablam yollarda tanımadığı insanlara mültecilere yardım etmek istediğini ama onlara ulaşamadığını söylerken bir minibüs şoförü ablamı alıp Ankara'nın dışında elektriğin daha gitmediği mahallelere götürüp bırakmış. Kimseleri bulamayınca tanımadığı bir adamın arabasıyla geri dönmüş. Yardım edeceğim derken sikmeseler bari diye anlattı. Acı acı güldük buna. Çaresiz kalınca Facebook'da bulduğu rastgele bir derneğe üye oldu. Dernek bir hafta sonra ablamı ve diğer gönüllüleri bu ailelerin yaşadığı barakalara harabelere götürmüş. Delikleri poşetlerle tıkanmış kömürlükleri on kişilik ailelere 500 liraya kiraya vermişler. Dükkan depoları, merdiven altları, krişler, köşeler her yer bu garip insanlara ödeyemeyecekleri veya ödemek için çok acılar çekecekleri belli fiyatlarla kiralanmış. 8 çocuğu olan hafsa, ablama sarılıp hüngür hüngür ağlayarak kızkardeşlerinin ışid tarafından kaçırıldığını, sigara içen erkek kardeşinin kellesinin kesildiğini anlatmış. Kızları götürüp günlerce tecavüz ediyor daha sonra da tarumar edilmiş bedenlerini evlerinin önünde arabadan fırlatıyorlarmış. Kadınların meme uçlarını dişleriyle koparmışlar. Hafsa bu ülkeden ve insanlarından çok korktuğunu, orada kalıp ölmenin şimdi daha iyi bile geldiğini söylemiş. Bizi böyle bilmiyorlarmış. Büyük hayalkırıklığı yaşatmışız bu insanlara. Çok yaşlı bir adam orada tüccar olduğunu, çok güzel bahçeli bir evde oturduğunu anlatmış. Buraya gelince iş kurmak istemiş. Cebindeki son parasıyla süs eşyaları alıp işportada satmaya çalışmasının ikinci günü zabıta tezgahını devirip bütün mallarını kırmış. "Ömrüm boyunca pek ağlamamıştım, savaşta ağlamamıştım, sınırdan buraya gelene kadar ağlamamıştım o gün kahrımdan çocuklar gibi ağladım. ben dilenemem ben iş bilmez değilim, buraya gitmek için geldim vakti gelince vatanıma döneceğim" demiş. Ablam her hikayede biraz daha yıkılıyor. Psikolojisi hastaneye yatırılacak kadar bitik. Bu insanların içinde, aralarında gezip hikayelerine ve hep bir köşede yaşattıkları geri dönme umutlarına şahit oluyor. Çaresizlik türkçe bilmeyen bu insanlara dertlerini anlatabilme lisanı öğretmiş.


    Ben yoğun çalıştığım için ablama ancak ayni yardım yapabiliyorum. Bazen dükkana gelen Suriyeliler'e patrona çaktırmadan bir şeyler verdiğim oluyor. Bu konuda günahım neyse başımla beraber. Patronum hanfendi giyilmiş kıyafetlerini temizleyip dükkanda satacak kadar pinti biri ve o da diğerleri gibi mültecilerin bu ülkenin başına bela olduğuna inanıyor. Ha o konuda haksız değiliz. Bu hakaretlere, aşağılamalara, tacize, tecavüze, alınıp satılmaya maruz kalan insanların ve özellikle şimdi ufak olan o çocukların bir gün bizden fena intikam alma ihtimalleri var. Eğer ben ölümden kaçıp bir ülkeye sığınır ve orada ölüme rahmet okutacak davranışlara maruz kalırsam onların  ülkesini bir baştan bir başa yakmazsam siminya değilim. Bunu şimdiden yazayım da yarın iç savaş çıktığında bir dakka bile düşünmeden basıp gideceğim Bulgaristan'da ayağını denk alsın herkes.

edit: muhteşem grup madrugada'nın solisti sivert hoyem mülteciler için yapmış bu şarkıyı. aşığım sesine



Zamanı geldiğinde, tek başıma gidiyorum
Beni bekleyen kimse olmadı
Sadece güneş, kendi zayıf gölgem
Ve ağaçlar arasında esen rüzgar

*****

Evim, kayıp ufukların çok ötesinde.
Bir daha asla göremeyeceğim evim
Yolun esiri olacağım için.
Ve beni özgür bırakacak bir anahtarım yok.

*****

En alçakgönüllü halimle dizlerimin üstüne çöktüm
Bana yardım etmen içi yalvarıyorum sana, lütfen
Yolların esiri olduğum için.
Ve anahtarım yok, beni özgür bırakacak bir anahtarım yok.

Bi arkadaşa bakıp çıkıyorum

     Uzun zaman ara verince nasıl başlanır bilirsin "bloguma uzun zamandır yazmıyordum bir uğrayayım dedim, özlemişim..." f...