Perşembe, Ekim 30, 2014

Gel hele az soluklan


       Doğum günümü usulca savuşturmak için yanıma bir poşet üzüm alarak yolun kenarında kalan yamaca oturdum. Hafif bir rüzgar esiyor, hava yağacak gibi ama değil gibi de, soğuk gibi de sıcak gibi de, şekil şükül senden benden kararsız.  Saçlarım artık kısacık olduğu için yüzüme savrulmuyorlar. Kim bilir yukarda ne haltlar karıştırıyorlar. Üzümler bu sene kendini ceviz sanmış, kocaman kocamanlar. Ağzıma atıp damağımda patlatınca kendimden geçiyorum. Laf aramızda bu mevsime dair sevdiğim birkaç şeyden biri bu allahsız.  Hem doğumgünü üzümümü yiyor hem de aşağıdan geçen araçlara bakıyorum. Açık konuşmak gerekir ki arabalarımız hep çirkin. Şu yoldan bir tek güzel araba geçse dişimi kıracağım. Arkamda ormanlar olmasını isterdim ama üstünüze afiyet ancak yarrak ormanları diyebileceğim bir apartmanlar kümesinden başka bir manzara yok.. Önüm arkam çirkinlik. Telefonumda lale belkıs çalıyor. Esasen ne anlattığına çok da kulak kabartmıyorum yalnızca sesindeki o eski zaman tınıları ve kayıttaki cızırtılar çekiyor beni. Ruhuma ılık ılık bir rüzgar üfürüyor, notalardaki basitlik tenimin üstünde bal gibi süt gibi yumuşacık izler bırakıyor. 

    Ekim'in son demlerinde kavruk kavruk savrulan kırmızı yapraklar arasında doğmuşum. Sıradan, basit, sinekler gibi üreyen ve telef olan insanoğlunun larvalarından biri daha şeref vermiş yeryüzünüze. Hayatımı gözümün önünden geçirmek, bir geçmiş muhasebesi yapmak isterdim lakin kafam karışık. Aklımda sabah yaptığım kötü bir telefon görüşmesi, öğlen altını yaktığım börek, kavga ettiğim yönetici, akşam üstü benden para isteyen mülteci çocuk var... Sonra dün akşam cüzdanımda gördüğüm ama sabah minibüste bulamadığım 50 liram, acaba nereye koydum? Ve piyasadan kalkmış ilacım. İnsan bir ilacı piyasadan neden kaldırır? Şimdi sen onu kaldırınca biz iyileşmiş mi olduk? Hastalık da mı kalktı piyasadan? Zaten balkondaki çiçeğim de solmuş. Ütülenecek bir dünya kıyafet eski kırığım gibi bir haftadır aklımda. Yatıyorum kalkıyorum onları düşünüyorum. Rüyalarımda buharlı gömleklerle dövüşüyor, pantolon kırışıklıklarında kayboluyorum. İnsan neden ütü yapar? Bilhassa şu mühim, ütü ney? Canımı yarın buluşacağım arkadaşımın bitmek bilmeyen ilişki dertleri değil ona vereceğim "sana erkek mi yok, amaaan canını sıktığına değmez, bırak gitsin pezevenk" gibi teselli cümleleri sıkıyor. Bu klişelerden gerçekten bıktım. İlişkilerinizi de alın siktirin gidin etrafımdan. Umarım kendi kendinizi sikerek öldürürsünüz. Eve gelirken her gün aşmak zorunda olduğum yokuş iki kişinin kıçı kırık birlikteliği ve yahut ayrılığından daha büyük dert bana. Sonra şu ütü.  Bir yerde stop demek istiyorum, kendi enseme arkadan yeter diyerek asılmak. Durup sessizce ve yine üzüm yiyerek ne desem misal gerçek aşkı düşünmek istiyorum. İnsanlar birbirini nasıl seviyordu eskiden? Nasıl gerçekten bakışıyor ve öpüşüyordu? Para, çıkar, alacak, verecek, o mekan, bu hediye, şu yemek hesabı yapmayan o güzel kalpler ne tür araçlara binip binip gittiler? At olamaz her halde. Herhangi bir şeyden nefret etmeden durabildiğimiz günler sanırım çok çoook eskilerde kaldı. Dünya’ya meteor çarpmasını dilemediğimiz, birbirimizi boğazlamayı arzuladığımız, ortadoğu’ya hidrojen bombası atılmasını, kıyametin kopmasını, sulara zehir karışıp insanların kıvrana kıvrana ölmesini istemediğimiz günler Lale Belkıs'ların, Humeyralar'ın, Ayten Alpmanlar'ın sesinin zamanlarında durdu ve bu yana gelmedi. 

      Nefreti seviyordum yalan olmasın. Çünkü zaman zaman eşekliğimden çoğunlukla da cehaletimden düştüğüm tongalardan sonra yüreğimi soğuturdu. Birisi bana bir şey yapar ben de ondan nefret ederek intikam alırdım. Sözüm ona başına öreceğim çoraplar için yakıtım olurdu bu zımbırtı. Bileylenir de bileylenirdim. Matah bir şey sanıyordum, bana özel, paha biçilmez. Hala da bir yerlerde böyle düşünen taraflarımın varlığını hissediyorum ama artık yoruldum. Nefretten, bu artık hiçbir marjinalliği olmayan sokakta, toplu taşımada, bakkalın çakkalın ses tonunda, müşterinin ve patronun kenafir gözlerinde rastladığım hastalıklı duygudan bunaldım.  Herkese bol keseden dağıtılmış, elini sallasan nefretin türlü tenevir haline çarpıyor. Çirkiniz dostlar. İğrenciz ibneler. Hepimiz fırsatçı asalaklar sürüsü, sulak alanlar için birbirini tepeleyen toynaklı sürüler göçüyüz. Birbirimizin zayıflıklarının, hatalı kelimelerinin ve o kelimelerin birleşiminden çıkacak duble sorunlu cümlelerin peşindeyiz. Gözümüzün üstünde kaşımız var. Armutun sapı üzümün çöpüyüz. Üzüm de üzüm ha. Berikini düzeltmek bizim büyük sıkıntımız. Düzeltmeli, düzlemeli, dümdüzleştirmeliyiz. O kadar yanlış ki kendimiz hariç tüm ötekiler, o denli aptallar, haksızlar ve davarlar ki yapacak çok işimiz var. İşimiz başımızdan aşkın ve fazla zamanımız yok. 
Bazen konuşmalarımıza, sosyal şeysilere, eşelere ve köşelere bakayım diyorum- ki bunu düşünmek bile bir zamandır bende reflekse sebep oluyor- istisnasız nefretle karşılaşıyorum. Herkes ben de dahil hepimiz ölümcül bir zehir yemiş gibi kusuyoruz. Kan kusuyor, kanlı sıçıyoruz. Cümleten tırrık olmuşuz afedersin. Bu öfke bu amansız, afsız, özürsüz, anlayışsız öğütme beni ürkütüyor.  Hepimizin silüetleri beliriyor okuduğum cümlelerde. Karanlık, gözleri derinlerde sis tabakalarının ardında kaybolmuş, burun delikleri büyümüş, dudakları mor, tırnakları yenmiş bir çeşit ucubelere dönüşmüşüz. Nefret böyle değildi, benim tanıdığım nefret beni diri tutardı, intikamın alınacağı gün için yaşama sevinci aşılar, zehir gibi çalıştırırdı kafamı. Ama şimdi nefret için nefret ettiğimizi sanıyorum. Nefretin paşa gönlü için. Peydahlayıp bakmakla yükümlü olduğumuz biricik nefretimizin karnı tok sırtı pek olsun için. Desem ki bir noktada zehir yoğun, yayalım bunu dağılsın. Değil. Her tepeden, her oluktan, her ideoloji her fraksiyondan sapır sapır nefret yağıyor. Herkesin birbirine öğreteceği şeyler var, herkes daha önce gittiği yere ötekini sürükleyerek götürmek istiyor,  herkes mütemadiyen ve sonuna kadar kesinlikle haklı ve ötekiler elbette ölsün. lafı bile olmaz.

  Tamam biliyorum sevebilmek kolay değil. Zaten ben de sevelim sevilelim dünya kimseye kalmaz demiyorum. Eşşeğin başı da sanırsam benim. Hayat bizim için epeydir lale ablaların jön adamlara gerdan kırdığı zamanlar gibi naif değil. Duyduğumuz sesler eski plakların cızırtısını aştı. Kafamızı camdan çıkarsak yoksulluğun, savaşın, işsizliğin ve mutsuzluğun sesi yüzümüzü cırmalıyor. Bir yerlerde işçiler ya yukardan düşüyor, ya aşağıya gömülüyor. Çocuklar ya kapatılıyor ya evlendiriliyor ya tecavüze uğruyor. Kadınlar için belalar a dan z ye sıralı. Sınırlar savaş altında. Eceliyle, yaşlanarak ölmek bu ülke insanı için artık bir hayal. Büyük çoğunluğumuz depremle, birazımız savaşla, birazımız üst geçit altında, kimimiz alt geçit üstünde, hatırı sayılır miktarımız bir zamanlar sevdiklerimizin silahlarıyla ölecek. Belli ki bu katmerli hayat sabrımızı tüketti, sevecek yerlerimiz aşındı. Bütün bunları anlıyor ve artırıyorum. Ama işte bu demek değil ki soluklanmayacağız. İki çömüp serçelerden, yapraklardan, parlak taşlardan, ipliklerden, kedilerden ve yollardan bahsetmeyeceğiz. Çanakkale savaşında bile anzak ve türk askerleri savaşa ara verip maç yapar, birbirlerine bomba yerine ara sıra da hediye fırlatırlarmış. Savaş efsanesi değilse şayet.


   Özetle cancazım, öfkeli balkabağım, kan kusup kan kusuyom diyenim yoruldum.  Akıl verenler, emir yağdıranlar, o işi pek tabiî ki de benden daha iyi yapanlar, o konuda haklı olanlar, şu meselede de söyleyecekleri olanlar, anlayanlar, çözenler, bağıranlar, baylar, bayanlar. Haklılıklarınızdan, bildiklerinizden, bilmemelerinizden, yarışmalarınızdan, kapışmalarınızdan, ilişkilerinizden, sikişkilerinizden yoruldum. Tabii bundan size ne ama bence siz de yoruldunuz. Gelin hele iki soluklanın, biraz Lale Belkıs dinleyin ya da ne dinlerseniz ama az bi durun. Alın üzüm yiyin


Pazartesi, Ekim 20, 2014

Kendi kendine

   


      Geceleri yazma alışkanlığım pek yoktur ama bu gece evde yalnız başıma oturup mandalina yerken bloguma bir şeyler karalamamın iyi olacağını düşündüm. Öyle gündemle alakalı fikirlerimi de yazmak istemiyorum. Aslında şu intihar meselesinde kafamdan geçen bir dolu düşünce var ama kaç gündür o kadar çok şey yazıldı ve bunları intihar vakaları ilgimi çektiği için o kadar fazla okudum ki boğazıma kadar tıkandım. Konuyla alakalı rastladığım en ufak bir cümle bile gürültü gibi geliyor. Bu olumsuz algıyla, onu onaylayan bir yazı da döşesem Mehmet'in bu dünyadan tiksinme nedenlerinden biri olmaktan öteye geçemediğimi düşüneceğim.

    Ben belki defalarca tekrar ettiğim gibi çok konuşan biri değilim. Eskiden konuşkan olmayı isterdim ama kalabalık bir ortama girince elim ayağım birbirine dolaşır, dilim boğazıma dürülür yapamazdım. Mecburen kendi kendimle konuşmayı seçerdim. Sadece kendi kendine bir şeyler anlatmak olsa yine iyi. Kendime soru sorar, kendim cevabını verir ve kendimin verdiği o cevabı beğenmeyip kendim düzelttiğim olurdu. Şimdi ise artık ne kalabalıklarla ne de kendimle konuşmaya arzum kalmadı. Hayal de kurmuyorum. O hep bahsini ettiğim ve ufaktan böbürlendiğim hayalci yönümü farkında bile olmadığım zamanlarda kaybettim. İlk ne zaman kendimle muhabbeti kesip, düşler diyarına yolculuk etmeyi bıraktığımı tam kestiremiyorum. İş hayatının ve annemle babamın sağlık yönünden kötüye gitmelerinin tetiklemesi mümkün. Biz uzun zamandır mahallemiz tamamen yıkıldığı için bir apartmanda yaşıyorduk ama  maddi durumlar iyiden iyiye kötüye gidince yeniden 2 katlı bir evin ışık görmeyen alt katına taşındık. Evin arka duvarı yerin altında kalıyor, ön cephesi ise maalesef hiç güneş görmüyor. Kara kapkaranlık bir ev olmasının üstüne ev sobalı. Annemle babam bu güneş görmeyen, rutubetli ve sobalı evde hali hazırda zaten var olan küflü alt yapıları da eklenince kısa zamanda kötürüm kaldılar. Annem ameliyat oldu ama hala yürümekte zorlanıyor babam ise çoklu organ yetmezliği yüzünden neredeyse her ay acile kaldırılıyor. Ev bir baştan bir başa antibiyotik, rutubet, sigara ve sidik kokusu içinde. Babam ezelden beri pis bir hergele ve sağlığını kaybedince iyice zıvanadan çıktı. Zavallı annemin hijyen mücadelesi olmasa bokunu ortaya bırakacak afedersin. Ve annemin yürümekte zorlanması da sefil hayatlarının üstüne tüy dikiyor. Garibim, engelli haliyle bu ihtiyar huysuzu zorla yıkamak, giydirmek, yedirmek, yatırmak, işettirmek zorunda kalıyor. Hayat annem ve babam için sürünmekle eşdeğer artık. Buna rağmen yaşama tutunma çabaları umut verici.

   Onların bu sefaleti benim iş hayatındaki çekilmez döngüme karışıyor. Annemle babamın muhtaçlığının sonucu benim bu işte çalışmam. Onlara bakabilmek, her ay bir medikal ihtiyaçlarını temin etmek uğruna işi bırakamıyorum.  Nerden bulaştığımı bilmediğim izbe bir dükkanda nerden türediklerini anlayamadığım manyaklıkta insanlarla uğraşıyorum. Sabahın köründe ayak ve ter kokuları sanki geçen yüzyıldan kalmış bir grup insanla minibüse binip çalıştığım semte geliyorum. Fırından bir simit alıp dükkanı açıyorum. Esnafa selam vermeyi, çay koyup kapının önünü sulamayı da unutmuyorum. Esnaf raconu bu, uymayanın parasını bozmazlar. Birbiriyle alakasız çeşitlilikte eciş bücüş şeyleri, yine aynı eciş bücüşlükte tiplere satmaya çalışmak bir yandan enteresan ve keyifli gelirken bir yandan da bulunduğum hayatı sorgulamama sebep oluyor. Ben kimim? Neden burdayım? Neden bu haldeyim? Bunlar kim? Bu şeyler ne? Önünde ve makatında delik olan bir külotu bir eşcinsele beğendirmek için deliklere parmaklarımı sokup işlevini tarif ettiğim bile oldu. 80 yaşındaki bir teyzenin diz kapağına inmiş memelerini toparlayıp bikini içine doldurduğumda. Erkeğiyle kadınıyla soyunmalarına ve giyinmelerine yardım ettim. Ellerime tenlerinden kir bulaştı.Yer yer çıplak gördüğüm ve giysi satma flörtleşmesi uyguladığım oldu. Bir müşteriden tokat yedim ötekinden küfür. Beriki mememi sıktı, buyanki götümü. Sarhoş bir adam üstüme devrildi, bir başkası bıçak çekti gece 11 di ve dükkanda yalnızdım. Üç kere dükkan soyuldu. Telefonlarımız çalındı.  Dükkanda barkod ve kamera sistemi olmadığından giyen kaçtı giyen kaçtı. Vitrin mankeni giydirirken orgazm oldum bir keresinde. Manken epeyce yakışıklı bak yalan değil.

  Yani hayatım bir anda hiç beklemediğim bir düzleme girdi. Böyle dümdüz gidiyorum. Fazla konuşmadığım, hayal kurmadığım, dert paylaşmadığım, annemin ilaçlarını almanın dünyanın en değerli amacı olduğu bir hayat. Babamın bağırsaklarını boşaltmasını telefonla birbirimize bildirdiğimiz, çişinden kan gelmemesini alkışladığımız, osuruklarını yazdığımız absürd, kokuşuk bir evrende dolaşıyorum. Kötü diyemem. Kendince küçük çok küçük mutluluklar barındırıyor. Bir yandan da kenarda ölümün sessiz bekleyişini de görebiliyoruz. Büyük korkular içinde ister istemez küçük şeyler aranabiliyor. Evvelden diyordum ki Peru'ya gitsem, Yeni Zellanda ya varsam onu giysem bunu yesem şunu sevsem falan filan. Şimdi ah diyorum annem ve babam merkezi ısıtmalı bir evde uyusa, annemin güneş gören bir bahçesi olsa, ipler alsam renk renk de pencerenin önünde bağdaş kurup atkılar, kazaklar ve şu eski moda paspaslardan örse. Huzur bulsa. Huzur bulsam. Hayal kurmuyorum da kurarsam da işte bunlar geliyor artık aklıma. Kendimle alakalı hayalleri ve kendimle konuşmayı bırakmak beni biraz ürkütüyor ve üzüyor doğrusu. Kendimi iyice umursamaz oldum. İhtiyaçlarımı isteklerimi iteleyebildiğim kadar iteledim. Geçen saçlarımın kırıklarını görünce tuttum bu saçları tutam tutam kestim. Kısacık yaptım. Görenler asi olmuşsun diyorlar. O asilikten değil yav umursamamazlıktan. Umursasam kuaföre giderdim. Bir gün kendimi toparlayacağım, hiç kimsenin aklına gelmeyecek hayallerime döneceğim ve uzun zamandır sohbeti kestiğim kendimin halini hatrını yeniden soracağım. Saçlar da uzar zaten bilirsin kökü bende.

Gece gece öyle bi döküneyim dedim. Ne anlattım doğru mu yaptım bilmiyorum.  Keşke ara sıra gelip kısa kısa yazsam şuraya. İyi gelmiyor gelmesine de şey olur belki ilerde, okurum gülerim, aaa bak o zaman şu bu olmuş derim. Uyuyayım madem.

ayrıca: blogumu sakıncalı içerik diye şikayet etmişsiniz? neden ispiyonculuk canım? anlatsana biraz? allah büyük dert vermesin kardeşim, senin hayatın da zor tabii


Bi arkadaşa bakıp çıkıyorum

     Uzun zaman ara verince nasıl başlanır bilirsin "bloguma uzun zamandır yazmıyordum bir uğrayayım dedim, özlemişim..." f...