Pazartesi, Ağustos 25, 2014

Ona mastürbasyon demeyelim de kendi içine yolculuk diyelim

  




    Mastürbasyon bir keşif mi yoksa bir içgüdü mü? İkisi de herhalde.  Şu bitmek bilmeyen dini kuralların yazıldığı bir kitapta erkeklerin ıslanmasından bahsediliyordu. Sonra erkeklerin menisinden, mezisinden,  tüm diğer akarından kokarından. Yazılabildiği ve okumamız için en muhafazakar evlerin en alelade kitaplıklarına yerleştiğine göre onların bütün insani arzuları, şehvetleri, kontrol edemedikleri içgüdüleri  normalleşmişti. Kadınların ıslanabildiğini  herhangi bir yerde okuduğumu ve kadın akrabalarımdan birisinin bile bunu itiraf ettiğini hatırlamıyorum. Utanma da vardı yasak da. Zaten yok öyle bir şey. Şişşşşş!! Peki niye? Aynı türün iki farklı cinsi arasında bu kadar devasa bir mahcubiyet ve suç farkı nasıl oluşmuştu? İnsani ihtiyaçlar yazılırken erkeğe düşen birim miktarı kadınınkinden neden kat ve kat fazla çıkıyordu? Ve acaba neden erkeğin zafiyetlerinin tam karşısına  kadının dikkat etmesi gereken kurallar bütünü konuyordu? Mesela erkeğin kolayca tahrik olmasının karşısına önlem olarak kadının tahrik etmemesi gerektiğinin düşmesi gibi.  


      Günlük hayatımız son birkaç yıldır değişmeksizin aynıydı. Annem şafakla birlikte evden ayrılıyor,  güneş batarken binlerce havadisle geri dönüyordu. Abim dere kenarındaki bir kaportacı dükkanında çalışıyor, erkek kardeşim ve ablam Zehra ise okula gidiyordu. Babam zaten eve gelmiyordu ki gitsin. Bir kahvehanede kim bilir kaçıncı okey doktorasını vermekteydi. Bense başıboş bir ergen irisi olarak evde, orda burda sıkıntıdan türlü keşifler yapıyordum. İlk zamanlar telefon sapıklığını denedim. Bilirsiniz rastgele numara çevirip nefes dinletmek,  takırtu tukurtu çıkarmak, cesaret toplanmışsa  “bu akşam seni öldürmeye geleceğim” demek vs.  Genellikle telefonu yaşlı bir kadın açınca bunu yaptım. Belki bir zamanlar elinde telefonla kalp krizi geçirerek ölmüş yaşlı kadınların faili ben olabilirim.  Erkek sesi duyarsam da şuh işlere bulaşıyordum.  Geri zekalıların hepsi işletilmeye dünden razıydı.  Şimdiki aklım olsaydı “Ben Bulgaristan da yaşıyorum ve sizinle evlenmek istiyorum yanınıza gelmek için pasaport ve yol parasına ihtiyacım var” yalanı ile toplayacağım paralarla Miami’den ev almıştım. Düşünemedik işte.  Bir ara ipin ucunu kaçırıp Çinli esnafı, Norveçli balıkçıları bile aradım. Telefon faturası diye bir şey olduğunu ve bunun top yapılıp ağzıma sokulabileceğini bilmediğim günlerde aradım Chan Hu Hio yu.  Zaten anlaşamadık. Ayrıldık.  Onunla başka hikayem yok.

        Yine böyle sıkıntıdan dörde katlandığım günlerde, annemle babamın yüksek rakımlı karyolasında uzanırken mastürbasyonu keşfettim. Mastürbasyon bir keşif mi yoksa bir içgüdü mü? İkisi de herhalde.  Şu bitmek bilmeyen dini kuralların yazıldığı bir kitapta erkeklerin ıslanmasından bahsediliyordu. Sonra erkeklerin menisinden, mezisinden,  tüm diğer akarından kokarından. Haklarında her şeyi biliyordum. Ve hiç biri mahrem değildi. Yazılabildiği ve okumamız için en muhafazakar evlerin en alelade kitaplıklarına yerleştiğine göre onların bütün insani arzuları, şehvetleri, kontrol edemedikleri içgüdüleri doğal, gerekli ve  normaldi. Ama kadınların hissettiklerinden tut akıntılarına kadar bahsi edilemeyecek kadar çirkin, mekruh ve sakıncalıydı. Bunları konuşabilecek hale geldiysen baş göz edilecek hale de gelmiş oluyordun. Kadınların ıslanabildiğini  herhangi bir yerde okuduğumu ve kadın akrabalarımdan birisinin bile bunu itiraf ettiğini hatırlamıyorum.  Zaten yok öyle bir şey. Şişşşşş!! Orospu musun? Peki niye? Aynı türün iki farklı cinsi arasında bu kadar devasa bir mahcubiyet ve suç farkı nasıl oluşmuştu? İnsani ihtiyaçlar yazılırken erkeğe düşen birim miktarı kadınınkinden neden kat ve kat fazla çıkıyordu? Ve acaba neden erkeğin zafiyetlerinin tam karşısına  kadının dikkat etmesi gereken kurallar bütünü konuyordu? Mesela erkeğin kolayca tahrik olmasının karşısına önlem olarak kadının tahrik etmemesi gerektiğinin düşmesi gibi.  Yaşıma göre cevabı günaha girdiğini düşünmeden bulunamayacak büyük sorular soruyordum. Tövbe çektim.

        Yatağın baş ucunda asılı hatıra eşyaların arasında saat kulesi şeklinde bir anahtarlık gözüme çarptı. Metal veya pirinç malzemedendi. Hatırlayamıyorum. Kısa bir süre bakıp onunla ne yapabileceğimi düşündüm. Sonra da onu asılı olduğu yerden alıp aklıma geldiğinden bile utandığım için sanki aklıma hiç gelmemiş gibi yaparak, bir nevi aklımı küçümseyerek vajinama götürdüm. Derine götürecek kadar cesaretim yoktu. Bakireliğin hemen çiş yaptığımız yerin yakınlarında bir çıban gibi patlamayı beklediğini biliyordum. Onu bozacak şey mustakbel kocamın helal sikinden başka bir şey olmamalıydı. Bunları düşünerek anahtarlığı kıpırdatmadan tuttum. Yaptığım şey hoşuma gitmişti ama tarif edilemez büyüklükte bir utanç duydum. Hem annemle babamın yatağında ve babamın en sevdiği eşyalardan biriyle bunu yapmıştım. Üstelik kadınlar bundan hoşlanmazdı. Bu sadece erkeklerin arzulayabileceği bir şeydi. Erkek olma ihtimalim var mıydı? Kıpkırmızı bir halde yerimden kalkıp evimizin giriş kapısının önünde, ellerimizi yıkadığımız lavabo vardı oraya gidip anahtarlığı yıkadım, kurulayıp yerine astım. Nasıl utanıyordum. Diğerlerinin yüzüne nasıl bakacaktım? İlk nereden başlayacaktım söze? Yüzümden, ses tonumdan kendime bunu yaptığımı anlayabilirler miydi? Bir kaç dakika utanç ve pişmanlık içinde kendimi bundan sonraki hayatıma hazırladım. Kendimi orospulukla, şerefsizlikle, kirlilikle suçladım. Sonra gidip evi süpürdüm. Üzüm yedim. Ağladım.

         Birkaç gün annemle babamın odasına şu veya bu sebeple her girişimde yatağın baş ucu tarafına bakamadım. Baksam bile anahtarlıkla göz göze gelmemeye çalışıyordum. Minik iki gözü varmış da bana doğru bakıyormuş gibi hissediyordum. Sadece anahtarlık olsa iyi, evdeki herkesin yaptığım şeyi birbirlerine söylediklerini ve bana bir şey söylemeden her baktıklarında bunu ima ettiklerini düşünüyordum. Sonra o duvarlar? fısıldıyorlar mıydı yoksa? Ama utanç duygum azalıp, asayiş berkemal olunca bu kez sonrasında ne hissedeceğime daha hazırlıklı olarak yine yaptım. Sonra yine. Şeyime kadar günaha battım. Geceleri ablamla aynı yatağı paylaştığımız için gece yapmamaktan mümkün mertebe kaçtım ama gündüz evde kimse yokken tam bir seksi görlle dönüşüyordum. Türkçe popun en leş örneklerini açıp dudaklarıma almancı akrabamızın hans’ın çöpünden topladığı bayatlamış kırmızı rujlardan yalapşap boca ediyordum. Eteğimi diz üstüne kadar çekip yandan bağlıyor, uzun saçlarımı tokalardan kurtarıp evde bulunan tek koku limon kolonyasıyla sağını solunu ıslatıyordum. Bütün bu hazırlıkları saat kulesi bir anahtarlık için yapıyordum. Anahtarlığa aşık olmuştum. Ama aşk pişmanlıktı... Her defasında korkunç pişman oluyor, tam bir ruh hastası gibi oturup saçımı başımı yola yola salya sümük ağlıyordum. Adeta bir pişman mastırkeş olup çıkmıştım. Bir gün başıma çok fena bir şey geleceğini biliyordum. Çünkü yasak olan, günah olan bir eylemi yapıyor pişman oluyor ama sonra yine yapıyordum. Allah bunu yanıma komazdı ki. Benimle ilgili korkunç planlar hazırlamıştı bile. Geceleri kabuslar görmeye başladım. Karanlıkta gördüğüm her gölgenin mastürbasyon yaptığım için peşime düşen cinler, zebaniler olduğuna adım gibi emindim artık. Bu korkular yüzünden namaza başladım. Hacca gitmeyi düşünüp esnafa ihramın metresi kaça? diye sordum. Fakir fukara doyurdum. Yaş 14. Aşkımızın meyvesi Aytek.

     Bu günahkarlığa; kendi iyiliğim, kendi çarpılmama, cehennemde vajinasına kazıklar sokula sokula yakılmamam adına son verdiğim gün. Bir Cumartesi günü. Salona yayılmış televizyon izliyorduk. Odada ablam Zehra, ben ve küçük erkek kardeşim vardı. Annem dışarda çamaşır yıkıyordu. Artık ne kadar şeytanın oyuncağı olmuşsam oradan bir yerden elime geçirdiğim tükenmez kalemle pijamamın söküğünden yol aldım. Etraftakiler görmesin diye  kafam dışarda  bırakarak gövdemi odada bulunan oturduğumuz somyanın  altına soktum. Zeka!  Ablam Zehra bir terslik olduğunu yaptığım ters devekuşu hareketinden sezmiş. Ben; kafam dışarda, kolum gövdemin altında, gövdem somyanın altında tren olmuş tv seyrederken o yan tarafa geçip somyanın işlemeli etek örtüsünü kaldırıp ne  yaptığıma bakmış. Hele belime bir serinlik gelmişti.  Görmüş ki ben kızların asla yapmadığı o pis şeyi yapıyorum. Birden “ne yapıyorsun sen o kalemle oralarına” diye bağırdı. Sesini duyunca  acele acele elimi çekmeye çalışırken  tükenmez kalemin kapağı pijamamın söküğüne takıldı, çekiyorum çekiyorum ne kalem çıkıyor ne kapak. Dışardan bakan zanneder ki kalemi dibine kadar sokmuşum,  içime saplanmış. Yaptığı şeyden zaten utanan beni erkek kardeşimin önünde rezil etti.  Yetinmeyip koşarak balkona çıkıp anneme doğru avazı çıktığı kadar seslendi

-Anneeee koş siminya bıttığına kalem sokmuş, çıkaramıyooo!

    Gel de ölme. Gel de kendini intihar etme.  Ağlayarak ben de balkona koştum. Kalemi çıkarıp bir yere savurmuştum ama kapağını bulamadım. Annem elleri köpüklü eve doğru geliyordu. Belli ki çocuklarından birine elektrik çarptığını, bacaklarının veya kafalarının koptuğunu sanmış beti benzi bembeyaz olmuştu. “Ne oldu yavrum kim neyi çıkaramıyor” Diye telaşla sorunca ağzına sıçtığım ablam Kırıkkale’den dahi duyulacak biçimde daha yüksek sesle tekrar etti. Annem olduğu yerde durup gülmeye başladı. Hayatım boyunca annemin en aklımda kalan gülümsemelerinden biri budur. Çünkü gerçekten dünyanın başıma yıkıldığı ve annemin de aynı aşağılayıcı sözlerle üstüme gelip beni azarlayacağını düşündüğüm anda o, olayı hafifleten bir yüz ifadesi takınmıştı. Belki de annem sandığım kadar bilinçsiz bir ebeveyn değildi. Çocuklarının bir gün birer birer kendilerini keşfedeceğini,  onları bu nedenle suçlamaması gerektiğini biliyordu. Ona ne kadar teşekkür etsem azdır.  Ablam bu sırada bir çok detay daha vermişti galiba. Annem “kalem değildir o yanlış görmüşsündür  sus da eve gir çabuk” dedi. Çamaşırlarının yanına döndü. Ablamla ben balkonda baş başa kaldık. Dönüp beni sessizce süzdü süzdü süzdü. O kadar ağlıyordum ki kendimi savunacak tek bir yalan dahi aklıma gelmiyordu. Kardeşim de kapıdan şöyle bir kafasını uzatıp ikimize bakmış yeniden televizyon izlemeye dönmüştü. Hava çok sıcaktı. Dut ağacının meyveleri balkona dökülmüş ayaklarımızın altında patlıyordu. Utancımdan ablama bakamıyor hemen kafasının arkasına düşen apartman dairesinin pencerelerinin arkasında daima bizi izlediğini tahmin ettiğim komşunun oğlunu arıyordum.  Görmemiş, duymamış olmasını umuyordum. İhtimal yoktu ama…

-Kalem soktuğunu gördüm, seyrettim ben dedi
-Yok kalem falan… dedim, daha fazla konuşamadım. Ablam gördüğü şeyi büyüklere ispatlayamamanın verdiği öfkeyle eve girdi.
 Ben de balkonda bulunan minderlere oturup şoku atlatmayı istiyordum. Minderlere doğru adım atınca tıpır tıpır bir ses duyuldu. Ablam evin koridorundan balkona doğru baktı. Hemen kapının eşiğine pijamamın paçalarından tükenmez kalemin kapağı düşmüştü. 

Maviydi. 




Salı, Ağustos 19, 2014

Toz, kir, sefalet, roket, bomba ve allah!



  Ablam telefonda ağlıyor; 
-gördün mü izledin mi ışid yine bir sürü kafa kesmiş, hayatımda böyle vahşet görmedim ne olacak ne yapacağız siminya bir şey söyle bir şey yapalım BİRİLERİ BİR ŞEY YAPSIN!!! 
Her iki günde bir arayıp gazze'de, çin'de, suriye'de, ırak'ta ölenleri anlatıyor. Özel olarak ilgilendiği iki suriyeli aile var. Onlara kalacak yer ayarlayıp, yiyecek giyecek taşıyor. Haftada bir yetkili biriyle görüşmeye gidiyor, suriyeliler için bir şeyler yapılmasını talep ediyor. Çoğunlukla da kapı dışarı ediliyor. Başka her hangi bir konuya girmeyi şımarıklık bulduğu için yanında akşama ne yesek veya sıcak neyse de nem fena nem diyemiyoruz. Üzüntüden koltuk altlarında yumrular oluştu, 7 kilo verdi. Doktor yaşadığı bir üzüntüden lenf bezlerinin şiştiğini, stresten uzak durmasını salık verdi. Böyle bir dünya'da dalga geçmek gibi geliyor stresten uzak durun öğüdü. Omuz omuza büyüdüğümüz, aynı buluta bakıp, aynı nehrin suyunu içtiğimiz komşu ülkelerin insanları neden öldürüldüklerini anlamadan ölümün en vahşi biçimleriyle ölüyorlar. Daha olanları anlamaya çalışırken başını gövdesinden ayrı bir yere yuvarlanırken görüyor. Yaşadığı toprak, içinde bulunduğu topluluk, içine doğduğu inanç öldürülmesi için yetiyor da artıyor bile. Vahşet bile bu durumu yeterince karşılamaz oldu.

 Annemin ameliyatından bu yana bir araya gelmemiştik. Bir haftalığına dahi olsa yüz yüze bakışalım, kurumuş yabani otlar, kırık dökük beton zemin ve meyve vermemiş kurtlu ağaçlar altında bir demlik çayı bölüşelim diye toplandığımız anne evinde acı ve gözyaşları içinde ortadoğu'yu konuşup durduk. İlk defa ailemin bütün fertlerini toplumsal ve siyasi konularda bu kadar duyarlı ve ateşli gördüm. Genelde ortak paydalar etrafında birbirimizi onaylayarak devam eden sohbetler yapardık. "Aynen kardeşim dış güçler hep ülkemizin peşinde aynen, kesinlikle bor madenlerimizi çıkarttırmak istemiyorlar geçen ben de okudum o yazıyı, evet elbette türklük çok güzel ve bütün dünya müslüman olmalı ona ne şüphe, ben de kürtlere o konuda çok kızgınım..." 
bu tarz bir muhabbeti közlenmiş mısırlar ve patatesleri kemirirken sürdürür, yatağa girerken anlaşabilmenin huzurunu taşırdık. Aile olmak, kardeşlik ve ateş közü ne güzel şeylerdi. Ortak fikirlerde anlaşabilmek ne kolaydı- ki zaten pek fazla noktada ayrılmıyorduk ki anlaşamayalım.  Ama bu kez başkaydı. Ortadoğu gerçeği ilk defa inançlarımızı derinden sorgulamamıza sebep olacak kadar kanlı görünüyordu. Zaten bin yıldır kan gövdeyi götürüyordu oralarda ama bu kez kan kokusu burnumuza burnumuza gelir gibiydi. Hayatımızın hiç bir günü; içinde allafakbar geçmeyen, savaş kelimesi kullanılmayan bir ortadoğu bülteni görmedi. Toz, kir, sefalet, roket, bomba ve allah. Ama sanırım bu defa biz büyümüştük ve kirler gırtlağımıza dayanmıştı. Soruyorduk; lan yoksa gerçek islam bu muydu? 


 Abim çocukluğumun en belli belirsiz zamanlarından beri cihattan bahsetti. Filistin'e gidecek tıpkı cüneyt arkın'ın bir düzine bizanslı'yı bir tepikte savurduğu gibi bir tetikte tonla israil askeri öldürecekti. Filistin'i kurtarmadan da şurdan şuraya gitmeyecekti. Sonra Afganistan'a varacak kıraç dağlarda onurlu bir mucahid olup ağaç kabuğu yiyecekti. Hayattaki amacı islamın tehdit altında olduğu tüm savaşlara gidip eninde sonunda allah yolunun şanlı şehitlerinden biri olmaktı. Her gayrete gelişinde karısı gebe kalıp aşerdi, canı kış ortasında karpuz çekti, yaz ortasında portakal. Böyle böyle yattı planları. Şimdi, kucağında tuttuğu 5 kiloluk küçük oğlunun mama masrafları için yaşamak zorundaydı. Geçen yıl doğan oğlunun bez masrafları ve bir önceki yıl doğan oğlunun oyuncak masrafları. Hayat zordu.  Evet elbette insanların ölmesi hoş bir şey değildi ama ölenler de zaten müslüman olmayanlardı. Cihad'ı biz ne sanıyorduk ki? İslamın yayılımının nasıl olduğunu hayal etmiştik mesela? Gidip "canım çok güzel bir din getirdik size, böyle çok değişik etkinlikler, aksiyonlar falan var içinde. sizinkiler biraz nasıl desek mmm demode yani. ne dersiniz bir dal alır mısınız?" dendiğini mi?  Çeşitli promosyonlar, misvak, hurma gibi eşantiyonlar dağıtarak mı ikna edildiklerini düşünüyorduk? Yerleşik adetleri, inançları, ritüelleri olan insanları iki nezaket üç tatlı dille ikna ettiğimizi düşünecek kadar cahil miydik? Osmanlının genişlemek için kullandığı yöntemi kabartma tozu mu sanıyorduk? Bizim islam'ın yayılışıyla ilgili bildiğimiz tek şey samanyolu tv nin "beyaz adam buraları mafetmiş, hep misyonerlik yapmış köleleştirmiş sömürmüş pislikler. oysa muhteşem ecdadımız buralara aşırı huzur ve dev mutluluk getirmiş çiçek < 3" diyen ayna belgeseliydi.


arka planda yatan zorla müslümanlaştırma gerçeği son paragrafta nasıl da hissediliyor


    Erkek kardeşim oldum olası arapları sevmedi, filistin için üzülebilmesi için senelerce elleriyle bozkurt işareti yapmalarını bekledi. Bu sene de işaret gelmeyince mısırından bir ısırık alıp "osmanlı'ya ihanet eden araplar ölümden daha iyi bir şeye layık değil" dedi. Türklüğün tehlike altında olduğu şu günlerde araplardan bahsetmek vatan hainliğiydi. Uygur türkleri için neden hiç konuşmuyorduk. Peki ya kürtlerin şımarıklıkları? Bu aralar sıklıkla duyduğu "Türkiyeli" terimi?? Başından beri ağzını bıçak açmayan ve şengal'de çocuklar açlıktan ölürken siz burada mangal yaktınız diyerek yemeği boykot eden ablam, duydukları karşısında sıçrayarak bahçenin bir köşesinde yığılı, kış için biriktirilmiş çalı çırpının üstüne oturup ağlamaya başladı. Amcamın oğlu tarafından "Şengal mi? Yezidilere mi ağlıyorsun yani? Onlar şeytana tapıyor gerizekalı, ağlayacaksan türkmenlere ağla" diye uyarıldı bu arada. Ablam haklıydı ama elimizden gelen çok da bir şey yoktu. Ağlayarak yardım ulaştırmak mümkün olsaydı keşke. Yanına gidip "doktor strese girme dedi abla, lütfen çıkar mısın şu stresten" demek istedim ama gerçekten bu ahmakça ve duyarsızca bir düşünceydi. Kendimden utandım. Bırakalım şişsin lenfleri. Hem insanlar şişen lenf bezlerinden ölmez, sanırım, bilmiyorum. Uzun zamandır ateşe küçük odunlar atan kuzenim sessizliğini bozup "Gerçek islam buymuş, ekşi'de okudum" deyince ortam biraz daha gerildi. Gezi olaylarından beri kimse bu ailede ekşi demedi. Limona bile ekşi demedik. Nasıl bir algı yönetimi yaptıysa havuz kardeşliği, ekşi sözlük bütün kötülüklerin anası gibi yerleşti bizim eve. Hem ekşi hem de gerçek islam buymuş dediği için gezici bir ateist olduğu fikri oluşunca konu değiştirip "yarın da bayındır barajına mı gitsek naapsak" dedi.
 Facebook'a her girişte uçan güvercin, dalgalanan su ve gül backgroundu üstüne "YaRatıLanı seVERim YaraTanDan ÖtüRü" gibi sözler paylaşan büyük ablam islam'da insan öldürmenin olmadığı söyleyip onu tersledi. İslam çiçekti ve çiçekler cennetteydi, cennet de annelerin ayakları altında. Hepsi güzel şeylerdi bunların. İslamı kötü göstermek isteyenlerin oyunlarını islam'a mal ediyorduk. Oysa peygamberimiz hanımı hz. Ayşe ile çölde koşu yapardı. Kedileri sever, torunlarına bayılırdı. Tatlış tatlış hikayeler vardı. Elinde biberonla oğlunu besleyen abim ablama imalı bir gülüş attı. "Özlü sözle islam'ı yayamazsın" abla dedi. "Bu smsi 7 kişiye daha yollarsan peygamberimiz ahrette sana şefaatçi olurla da olmuyor o işler" diye devam etti. İslam'da tebliğ esastır, tebliğ edersin olmuyorsa cihad ilan edersin. Bu kadar kati bir emiri bile bilmeden müslümanlık taslıyorsunuz diye suçladı. 


   Ablam kabullenmek istemiyordu. Öteki ablam da. Yıllarca gülsuyu serpeleyerek, parmakla mukabele süre süre romantikleşen dinin kesik kellelerle ilişkisini reddetme aşamasındaydılar. Ablam gencecik bir erkeğin kesik başının üstüne hikmetli söz yazıp facebook'da nasıl paylaşacaktı? Müslümanım diyebilen hiç kimse islam'ın bu gerçekliği ile yüzleşmek isteyemezdi. Eğer gerçek buysa kimse müslümanım demekte eskisi kadar istekli olamazdı. İnsan meydana getirmenin, büyütmenin, yetiştirmenin zorluklarını bilen hiç kimse inanılan her hangi bir fikir için bir insanın hayatını elinden alma hakkını kendinde bulamazdı. İnsana doğruyu anlatmak için var olduğu söylenen dinlerin öldürmek gibi bir yanlışlık üstünde yükseldiğini, bir insana bir dini kabul ettirmek için onu, ailesini, köyünü topyekün öldürmekteki çelişkiyi aklı başında herkes görebilirdi. İslam'ın gerçek olup olmaması da bu noktadan sonra zaten anlamsızlaşıyordu. Eğer içinde öldürerek kabul ettirmek varsa ne yapılırdı ki o gerçekle? Soyunun, köyünün, inancının tüm erkekleri katledildikten sonra kalanların oo islam şahane oldum gitti denmesinin beklenmesi gerçeği hangi şarta güzel bir hikaye olabilirdi ki  (reyhane bint-i zeyd

 İslam bundan önce de defalarca gerçekliğini bütün o hoşgörü, gül, menkibe ve ibretler arkasında saklayamaz hale geldi. Bünyesinde barındırdığı şiddeti, nefreti, cinneti yüzlerce kez kadifeden kutsal örtüsünden fışkırıp insanlığı dehşete sürükledi. İnsanlar; islamın öldürme emrine gelinceye kadar kaç kez; korkma, susma, örtme, örtünme halleriyle sınandı. Sözüm ona kadınlara en çok değer veren din, kadını yalnızca evinde kocasına itaat edip islam nesli türetirken değerli buldu. Ne okurken, ne çalışırken, ne sokakta, ne konuşurken ve hatta ne de gülerken değer verilmeyen  kadının değerli olduğunu iddia etti ve enteresan ki kabul de gördü. Kadını kendi malı, ganimeti, bedeninin eye kemiği gören erkeği şöyle dursun islam kadını da kendine reva görülen "hiç"liği varlık sanıp deli gibi sahiplendi. Bir erkeğin buyruğu altında, kendi hayalleri ve arzularını piç ederek sadece erkeğin ayarladığı, tasarladığı dünyaya tabii olarak yaşamaktan en ufak bir zul görmedi. Dışardan, içerden, gerçekliğinden veya sanallığından neresinden bakarsan bak islam en yalın haliyle; insandan bekledikleri, kabir, kıyamet ve ahiret tasviri (aka sır kapısı, kalp gözü, beşinci boyut) cezalandırma yöntemleri ve kadın erkek arasındaki eşitsizliği ile de korkutucuydu zaten. Ama ilk defa böyle yakından, içimizde yükselen muhafazakarlığın da olan biteni daha berrak yansıtması sayesinde islam'ın en sahici hali ile karşılaştık. Arapçasından okuduğumuz için dikkatimizi bile çekmeyen ayetlerin farkına vardık 


TEVBE suresi, 5. ayeti

BAKARA suresi, 191. ayeti

Çalıların üstünde oturan ablam "cihat böyle olmaz! nası olur bilmiyorum ama bence öldürmek kast edilmemiştir cihattan :(" dediği sıralarda biz ışid, boko haram vs. vs. yüzünden ateist olduğunu itiraf eden diğer kuzenden bahsetmeye dek gelmiştik. Hollanda'da yaşayan kuzen, herkes, bütün aile onu arkadaşlıktan çıkarmadan önce facebook'a; islam'ın kendi kendisini bitirmeye başladığı düzlüğe girdiğini yazmıştı. Bugüne kadar islam'ı yanlış yaşayanlar sayesinde bu kadar varlığını sürdürdüğünü, kuranı arapça okumamız sayesinde öldürme emirlerinden toplumun genelinin haberi olmadığını, islamın "sakız çiğnersem orucum bozulur mu" cehaletinde kalmasının aslında islam'a fayda bile sağladığını yazmıştı. İslamın en doğru halini işte şimdi yaşıyorduk. İliklerimize kadar hissetmekte özgürdük artık. 

Gece yarısına dek kimimiz araplar ölsün türkler kalsın fikrini savunurken, kimimiz türk arap farketmez önemli olan müslümanlıktırı savundu. Bir kısmımız din ve ırk önemsiz hiç kimse ölmesin derken, diğerlerimiz ölmeden ve öldürmeden fikirlerin yayılmayacağını iddia etti. Sonuç olarak gerçek islam'ın içinde öldürmenin olduğu gerçeğiyle yatağımıza uzandığımızda inanmak eskisinden daha da ağır gelmeye başlamıştı. 


Bi arkadaşa bakıp çıkıyorum

     Uzun zaman ara verince nasıl başlanır bilirsin "bloguma uzun zamandır yazmıyordum bir uğrayayım dedim, özlemişim..." f...