İçkiyi, sigarayı ve esrarı değil tabiki
Bayramlarda şeker toplamanın, düğünleri eğlenceli bulmanın ve hamamda annenin dizleri arasına çömüp keselenmenin ayrı ayrı biyolojik mühleti vardır. Çocuklukta birer birer bırakırsın bu işleri. Bayram şekeri toplamayı boyumun züreyfa gibi olması yüzünden 5 yaşında bıraktım. Belki 6, baya erkendi işte. Elimde hışırdayan pazar poşeti gezdirmeyi boyuma yediremiyordum. Kapıyı açan büyüklerin bana attıkları “koca kız utanmıyor da” bakışı gün gibi aklımda. Bunların bayram günleri edalarına tavırlarına öyle pis bir “Şeker dağıtan yüce insan” sirayet ederdi ki, erken yaşta bıraktığım için üzüldüğümü söyleyemem. Ucuz, erimiş şekerlerinize ve öpülecek ellerinize muhtaç mıydık sanki? Belki de bunu hazmedememişimdir. ( daha o yaşta o ne anarşiklik o)
Hamam müptelası değildim zaten. Her seferinde nasıl bir masumiyetse annemin gel kızım sana terlik papuç alacağım vaadlerine kanıp gittim. Yaldır yaldır devrilen gövdelere sahip oğlan analarının daha 12 yaşında gelinlik kız gözüyle gördüğü yaşıma kadar da direndim. Artık nasıl bir yalan uydurduysam annem beni götürmek için kırk dereden su getirmeyi bıraktı, kurtuldum o çıplak yığınlıktan. Şekersiz çay içmeye “şeker torbasında fare bokları gördüm, öldürseniz çayıma şeker atmam” diye başlamıştım, inanmışlardı. İnanmasalar ne olacak deme, ben görmeden çayıma şeker atıp karıştırıyor, şeker atmazsam zafiyet geçirip öleceğime inanıyorlardı.
Düğünlere gitmeyi bırakmam ise lokum arası bisküvi dağıtmayı bıraktıkları yıllara denk düşer. Yoksul insanların tek eğlendiği bahaneydi düğünler. Sadece düğünlerde şakalaşırlardı. Hani gelinin kapısı içerden kilitlenir de gelin yüklü miktar bahşiş alınmadan verilmez, sonra küstüm yastığı çalınır damada fahiş fiyata satılır, damat kaçırılır bir arabanın bagajına kilitlenir düğün ağasından para almadan serbest bırakılmaz böyle şakalar, komiklikler işte. Keşke derdim keşke normal rutin hayatımızda da iki kişinin yasal sevişmesinin kutlandığı günleri beklemeden de böyle eğlenebilseydik. Türk halkının eğlenmek için kalabalığa ihtiyaç duyması, davetiye beklemesi beni öldürebilir. Her neyse işte o lokumlar için giderdim bizzat. Sini içinde gezdirilen lokum ve bisküvilerin altında dolanır her zaman hakkım olandan daha fazlasını kapıp aksırana tıksırana kadar yerdim. O nasıl bir dünya güzelleridir, nasıl muhteşem bir nostaljik tatlıdır bilen bilir bilmeyen hiç bilmesin, sevmeyebilir.
Düğünleri sevmemem için başka bir çok sebep çıktı sonraları. Çakma feministliğime, kendine kadın hakları savunuculuğuma dokunan her hangi bir yerinden kıllandıkça palazlandım, gıcıklandım düğünlerden. Her kız gibi illa bin beş yüz kere “ben evlenmem” dedim. Bekarlık değil asıl evlenmek “evde kalmak” tır, adı da üstünde işte dedim. Dedim de dedim. Derim ben böyle. Bekarlığın sultanlığını da yaşamadık hoş. Ee malum sultanlık yaşamak için bir sarayın olması gerek. Saray burada içinde pek çok özgürlük, hovardalık, oh anam of amman sabahlar olmasın barındıran bir metafor. Nikahta olan o meçhul kerametinde anasınski.
Ben mi göremiyorum yoksa iyi yere mi saklamışlar bilmiyorum şu yaşıma kadar bir kerametiyle karşılaşmış değilim. Hiç bir evli çift de aha bu da bizim kerametimiz diye ayı ortadan bölmüş değil. Evliliğin içine kazara düşmüşlerin ve diğer pek çoklarının evliliğinin dışarı yansıttıkları gibi olmadığını avucumun içinden bile daha iyi biliyordum. Sanki gizli bir anlaşma gibi bütün evlenenler gerdek gecesi başlayan bir tiyatro oyununu sergiliyor, dışarı sağlıklı tek bir bilgi sızdırmıyorlardı. Akşam kocasının dayak attığı kadın sabah yıkılan gururunu “kocam çok iyi içkisi yok kumarı yok daha ne olsun” yalanlarıyla onarmaya debeleniyordu. Haklıydı ki. Sadece bizlere karşı debelenmesi saçmaydı. Bizi kandırabilirsin ama ya kendini? Şakaklarımda ki damarlar güp güp atmaya başladı gene. Esasında ben bambaşka bir şey anlatacaktım ama içimden gelmedi, daha bambaşka bir şey çıktı. Dertleşmeye ihtiyacım var.