YKY etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
YKY etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Kasım 2019 Perşembe

Kurt Hofmann - Thomas Bernhard'la Konuşmalar

"Thomas Bernhard kendisiyle röportaj yapılmasına hemen hemen hiç izin vermemiştir. Kendisini ve işini, yaşamını ve yaşam koşullarını medyanın baskınından, kamuoyunun ele geçirmesinden korumuştur." (s. 9) Adamın camından içeri mektup, taş ve çeşit çeşit nesne atarlarmış, mektuplarda ölümünün dört gözle beklendiği bile yazılmış, tabii onca tantanadan sonra oluyor bunlar. Bernhard Avusturya'yı ve Avusturyalıları iyice gömdükten sonra hızla büyüyen nefret dalgasından kaçmak için köy evi almış üç tane, evleri genişletme ve tadil etme çabalarını ölümüne kadar sürdürmüş. Yazmaktan başka bir oyalanma biçimi bulmuş ama bu eylemi yazıdan ayırmak pek doğru değil, karakterlerinin çoğu bir eser üzerinde çalışıp işini tamamlamadan öldüklerine göre onca insanı kendi uğraşından yola çıkarak yarattığını söyleyebiliriz, gerçi bunun tersi de geçerli olabilir. Tamamlanamayacak bir metin, çalınamayacak bir konçerto, yarım kalmışlığa dair her şey ortada duruyor, Bernhard metinlerini her ne kadar teknik olarak sonlandırabiliyorsa da aslında devamın gelebileceğini sezeriz, sanki yarım bırakmak istiyormuş gibi. İnsanlarla ilişkilerini de bu bağlamda değerlendiriyor röportajlarından birinde, onların arasına karışıp iletişim çabasına girmeden yaşayıp gitmek istiyor ama yarımlık bu, yaşamının her anında bitimsiz uğraşlarla boğuşur, nokta koyabildiği bir şey olduğunu sanmam. Tamı arayış, Bernhard'ın gayesi bu olsa da ölüm her şeyi yarıda kesiyor, bu yüzden hiçbir şey eksik parçasına kavuşamıyor. Röportajlarında bile bu durum var, gerçi Hofmann soruları ortadan kaldırıp cevapları birleştirerek yarımlığı kendisi yaratıyor ama röportajlarını izlersek Bernhard'ın sorulan sorunun cevabını verirken bambaşka konulara kaydığını görürüz, sanki sayısız virgülü yan yana dizip noktaya ulaşmak istemediğini göstermek ister. İlginç bir yaşam. Bu yaşamdan parçaları rastgele alacağım, bölümlerin isimlerini vermeyeceğim. Arada birkaç alıntı yapacağım, biri şu: "İnsan her şeyi anlatamaz ki: Bir yaşam kolayca ortaya serilemez." (s. 11) Bernhard Viyana'da bir kahvede otururken insanlar geliyor, yirmi iki yıl önce yazdığı bir metin hakkında konuşurlarken saçmaladığını söylüyorlar, Bernhard konuşmak istemediğini söylediğinde hiç umursamıyorlar, arıza çıkarıp gidiyorlar kısacası. Kavga çıkıyor bir gün, yazar haftalar boyunca oraya gitmiyor ve garsonun arkasından konuştuğunu, ondan kurtulduklarını söylediğini işitiyor. İnsanlar huzur vermiyorlar adama, birileri her an yanında bitmek istiyor. "İlkin her yerde insana düşman oluyorlar, bunların hepsine dayanması gerekiyor insanın. Sonra beni küstah ve korkunç, korkunç biri olarak betimliyorlar, bunların hepsine dayanmak zorundasınız." (s. 11) Bütün bunlara rağmen kendini hapseden biri değil Bernhard, evinden sık sık dışarı çıkıp dolanıyor ve sayılı arkadaşlığını sürdürmeye çalışıyor ama ipleri kopardığı anlar da oluyor. Peter Hamm bir gün yanında bir kadınla Bernhard'ı ziyaret ediyor, içiliyor, sohbet ediliyor, konuşulanlar kayıt altına alınıyor ve bir gün Hamm tekrar çalıyor kapıyı, kayıtları bastırmak istediğini söylüyor. Bernhard reddediyor ve dostlukları bitiyor o gün, ilginç. Aslında farkında olmadan pek çok dost edinmiş olabilir, evine yollanan kitapları olduğu gibi çöp kutusuna atarmış. "İadeli taahhütlü gelen kitapların hepsini ben çöpe atarım, bunların hepsini benim çöpte bulabilirsiniz. Benim yapıtları sonradan dışardaki çöp bidonunda bulabilirler." (s. 14) Sadece yazmayı düşünüyor adam, birkaç bölüm yazma alışkanlıklarına ayrılmış. İlk olarak yüzde yüz gerçeği yazmanın delilik olduğunu söylüyor, böyle bir şey mümkün değil. Yaşamı olduğu gibi kağıda geçiremiyoruz, yazı karakteri bile gerçekliği çarpıtan bir öge olduğuna göre gerçeğe başka açılardan yaklaşılabilir, bu açıdan anlatım biçimi önemli bir görev üstlenir. Bernhard biçimi hiç düşünmediğini, kendiliğinden ortaya çıktığını söylüyor. Birtakım arayışları var en başta, Don ve ilk metinlerinden bazılarında bildiğimiz yazı külçelerine rastlamayız, bölümler bile vardır bunlarda. Asıl ses sonradan gelir, bölünmez bir akış. İki noktaya değiniyor Bernhard, Amerika kaynaklı anlatıyı kopyalamaya çalışan yazarların rezil işler ortaya koydukları bunlardan biri. İkinci nokta, bu tür yazından uzak durarak aradığı her şeyi kendi yaşamında bulması. Julien Gracq gibi yazarlardan etkilenen Bernhard kendi arayışına başlıyor, ilk romanından sonra uzunca bir süre hiçbir şey yazmıyor, şiirlerini önemsemiyor, sadece düşünüyor. Sonrasında delicesine yazmaya başlıyor, sanki uzun süredir akmayı bekleyen bir kaynağın duvarları yıkılmış gibi. "Düşünmüyorum, hiçbir şey bilmiyorum kitap yazarken, hiçbir kitabı anımsamıyorum, okuduklarımı da, hiçbir şey kalmış değil." (s. 22) Coltrane'in her şeyi unutmaya dair söylediği sözü Bernhard için de geçerli, metinlerinin içeriklerini hatırlamıyor, felç olan karakterinin hangi metinde olduğunu, berjer koltuğa oturup durmadan düşünen adamın kimlerle birlikte olduğunu, hiçbir şeyi hatırlamıyor. Kendisinin yazar olmak istemediğini, yazarlığa dair bir şeyler yaptığının sonradan ortaya çıktığını ekliyor üstüne, okumalar yapması karşılığında bir dünya para öneriliyor ama her teklifi geri çeviriyor. Onca parayı kaçırmasını aptallık olarak görse de aldığı zevkin büyük olduğunu söylüyor. Almanya'dan Nobel'e aday gösterilmiş iki kez, ödülü kazansaydı büyük bir keyifle reddedeceğini söyledikten sonra yaşamından memnun olduğunu, çocukluğundan beri intihar fikriyle yaşamasına rağmen yaşamın güzelliğinin kendisini öldürmesini engellediğini anlatıyor. Çocukluğuyla ilgili bölümler başka metinlerinde de var, geçiyorum. Konudan konuya atlandığı için aralara serpiştireceğim şeylerden biri gençlik zamanları. Bernhard bir gazetede yazmaya ve para kazanmaya başlıyor, yirmili yaşlarının başı. İyi bir para kazanıyor, hayatından memnun gibi gözüküyor ama gazetesinin hakim ideolojisine uymadığı için şutlanıyor. Bunun hikâyesi de ilginç, Bernhard'ı sosyalist bir partiye sokuyorlar, adam eve gider gitmez pişman oluyor ve ertesi gün parti bölge başkanına bir mektup yazıp partiden çıkmak istediğini söylüyor. Anında şutlanıyor gazeteden, sonrasında yazdığı oyunları da sahneletecek olan Becker'in bulduğu işlerde çalışıyor, süper. Bir yandan Mozarteum'da okuyor, müziğe yatkın olsa da çocukluğunda geçirdiği akciğer problemleri yüzünden tam performans gösteremiyor. Gerçi söylediğine göre başka bir niyeti var: "Mozarteum son buldu. Sınavı ve her şeyi yaptım, bitirdim, diplomayı aldığımda beni hiç ilgilendirmediği için bu işle ilişkimi keseceğime yemin ettim. Aslında Mozarteum'a yalnızlık içine gömülüp gebermemek için gittim, yaşıtlarımla birlikte olmaya zorlamıştım kendimi. Bir çeşit insana kaçıştı bu." (s. 41) Aynı bölümde eleştirmenlere de giydiriyor, eleştiriyi bir iş olarak görmeleri yüzünden metne gereken önemi vermediklerini söylüyor. Bernhard bir süre bu işi yapmış ama anlamsızlıktan bunalmış bir süre sonra, kamyon şoförlüğüne geri dönmüş. Kamyon şoförü Bernhard. Metinlerine mekan sağlarken kamyonculuk maceralarından ne kadar etkilenmiştir acaba?

Sonraki mevzulardan bazılarına değineyim, dinle ve intihar teşebbüsüyle ilgili bölüm ilginç. Otuz hap birden yutuyor çocukken, yedi yaşındaydı galiba. Beş de olabilir. Sonuçta otuz hap çok, çıkarıyor hepsini. Daha az yutsa ölecek. Akciğerleri öldürmüyor, baş ağrıları öldürmüyor, ikiyüzlülük öldürmüyor. Hastalıklarından hemen başka konuya geçiyor Bernhard, Odun Kesmek'in temellerini gösteriyor bir anlamda. "Durumların çoğu böyle: Asla dayanamadığınız, budala bulduğunuz kişilerle yemeğe gidiyor ve önlerinde ikiyüzlülük ediyorsunuz. Öte yandan yalnız kalınamıyor, gerçekten olmuyor." (s. 51) Mümkün olduğunca bir şeye ve birine bağlı olmamaya çalıştığını söylese de kendisini geçindiren işten ötürü bu isteği yerine gelmiyor çoğu zaman, kadınlarla geçici ilişkiler yaşadığını ve onlardan uzak durmak istediğini söylüyor, grafikerlerden uzak duruyor çünkü metinde yürüyen bir karakter varsa kitabın kapağına bir ayakkabı koyuyorlar, Bernhard bu tür işlerden nefret ediyor, grafikerlere de giydiriyor bir güzel. Aldığı ödülleri anlatıyor, ödül törenlerindeki insanlardan duyduğu tiksintiyi kazandığı paralarla hafifletiyor. Umberto Eco, Norman Mailer gibi yazarların onur konuğu olduğu etkinliklere gitmediğini söylüyor, en azından bu noktada yapmak istemediği bir şeyi yapmak zorunda değil. Şu da ilginç bir şey, işitmiş olsaydım kınardım ve Bernhard'ın umurunda olmazdı muhtemelen: "Bachmann'ı çok severdim, o akıllı bir kadındı. Ender rastlanır bir bileşim değil mi? Çoğunlukla kadınlar aptaldır, ama dayanılır onlara, belli koşullarda hoşturlar, akıllı da olabiliyorlar, ama ender olarak." (s.. 79) Bunlardan sonra Bernhard'la yapılan son röportaj var, Hofmann güzel bir nokta koyuyor metne. Dikkat çeken bir röportaj, Bernhard ölmek üzere olduğunu biliyor, normalde birkaç sorudan sonra yollayacağı adamın gitmesini istemiyor, yolundan iki kez döndürüyor Hofmann'ı. Ölüme hazır, üzerinde çalıştığı metni tamamlayamayacağını bilen bir adam artık Bernhard, son günlerinde kabullenmenin dinginliği gelmiş sanki, cevapları yırtıcı değil.

İyi bir metin, Bernhard'ı seven okurlar bunu da sevecektir.

Bir de şey, Dylan'ın yaklaşık 700 sayfalık bir biyografisini düzeltiyorum kaç gündür, düzeltirken Dylan dinliyorum ve bir şarkıyı üç yüz defa dinledikten sonra üç yüz birinci keze başlamak uzun zamandan sonra ilk kez garip gelmiyor. Bunun yanında adamın yaptıklarını gördükçe hayretten hayrete düşüyorum. Editör hiçbir paylaşım yapmamamı istedi ama dayanamıyorum, zibidi arkadaşınla bir olup Joan Baez'in üzerine gelmeyecek, kadını ağlatmayacaktın eşek sıpası seni. Bir de kadın senin kıçını kollamak için te Amerika'dan kalkıp İngiltere'ye geliyor, sen sahneye birlikte çıkma sözünü tutmanı geçtim, hastanede yatarken bile kadını görmek istemiyorsun. Ne biçim insansın bilmiyorum ama şarkıların çok güzel be piç. Sen kıvılcımsın, nereyi tutuşturup ortadan kaybolacağın, hangi şarkıları ansızın yazacağın, kimin hayatına girip kimin hayatından çıkacağın belli değil. Dehanı bu belirsizlikten ve mutsuzluklarının toplamından doğurma pahasına üzüntü saçtığını söyleyeceğim, bir şarkını daha dinleyip uyuyacağım sonra. Şarap içtim, seni dinledim, seni seviyorum. Piç.

3 Kasım 2019 Pazar

Philippe Sollers - Medyum

Anlatıcı Venedik'te yaşıyor, ara sıra Paris'teki evine gidip dönüyor. Yaklaşık üç saatte evler, ülkeler değişiyor. Gerçi evler değişmiyor, anlatıcı her yerde bir evin yalıtıcı huzurunu bulabiliyor ama bu huzurun Venedik'teki halini gösteriyor daha çok, sürekli gittiği restorandaki tanışlarından başlayarak. Kenti ev olarak hayal edebiliriz, anlatıcı şehirden şehre bir dünya anısını anlatsa da ayaklarının Venedik'e bastığını biliyoruz. Doğrulduğu noktadan gördükleri şunlar: vasatlık, Çinli restoran sahibi, dünya ahvali, Proust, Saint-Simon ve hepsinin karışımı, düşüncelerin akışında gündelik yaşamla yüzyıllar öncesinin sanatı bir araya geliyor, anlatımda bu iki katmanın iç içe geçtiğini görüyoruz. Proust'un an kayıtçılığı ve Saint-Simon'un karakterleri bir araya geliyor, sağlıksız bir topluma uyum sağlayamayan anlatıcının "karşı-delilik" adını verdiği kitabın içeriği oluşuyor. Metnin kendisi bir karşı-delilik tavrı olarak görülebilir. Ortalara kadar delirilecek bir şey yok ama anlatıcının yaşadıkları biriktikçe, çağı hakkında daha derinlikli düşünmeye başlayınca ani bir kopuşun sesini duymaya başlıyoruz bu sefer. En baştan alayım ben yine, kopmadan. Kısa bölümler halinde kurulmuş anlatının ilk bölümünde restoranı ve restoran ahalisini görüyoruz. Mekanın sahibi Çinli, "professore" diye seslenmiyor da sırıtkan bir laubalilik sergiliyor, bu sırada ülkenin yakın tarihi hakkında da malumat sahibi oluyoruz. 1970'li yılların başında İtalyan Komünist Partisi'nin karşıladığı gemiden inenlerden birine benziyormuş bu Çinli, yozlaşmış sol kanadın bir üyesiymiş, çağa hemen ayak uydurup finans güçlerinin etkisine girmiş, davayı anında satmış, daha iyi bir yaşam için diğer insanları sömürmeye başlamış. Tutunamıyor yine de, kültürel uçurumları açamayıp bir İtalyana bırakıyor mekanı, anlatıcı tekrar "professore" oluyor. Titrler başlarda anlatıcı için mühim, dolmakalemi ve Fransızlığı kadar. İtalyanların Fransızlar karşısındaki tutumlarını kendi kişiliğini göz önüne alarak değerlendiriyor, Devrim'den itibaren İtalya üzerindeki Fransız etkisi bariz. İnsanlarla ilişkilerinde de gösteriyor bunu anlatıcı, aslında düşüncesinde ve eyleminde aynı akışkanlıkla karşılaşıyoruz. Bir eylemin yer aldığı paragraftan düşünce akışıyla dolu başka bir paragrafa hemen geçiyor, İtalyanlardan Ada'ya geçişi de böyle. Haftada iki gün Ada geliyor, anlatıcıya masaj yapıyor, başka hizmetleri de var ama ticaret mahremiyeti gereği dillendirmemek gerek, zaten hemen ardından Loretta çıkıyor ortaya, restoranda çalışan bir kız. Notre-Dame-de-Lorette düşüyor akla, anlatıcı zihninde yolculuk yapıp Fransa'ya dönüyor ve Montaigne'in Alman bir rahibin, bir cizvitin önüne diz çöktüğünü hatırlıyor, büyük bir olay, Montaigne yorumcuları bu olayı hiç gerçekleşmemiş gibi unutmak istiyorlar ama tarihten parlak bir sayfa bu, gülünçlüğü ölçüsünde. Dini inanç mekanında adak adamak isteyen bir Montaigne, Fransızların aklı almıyor bunu. Şu da var: "Montaigne'in Roma'da özellikle Eski Yunan ve Latin klasiklerinin papa tarafından korunup korunmadıklarını araştırmak istediği biliniyor. Korunuyorlardı. 'Pagan bunlar' deyip Yunan ve Latin klasiklerini silmeye bir kalkın bakalım. Bu yüzyıllardır yapılan bir şey, şimdi yeniden başlıyor. Zararlarını göreceğiz." (s. 11)

Montaigne ve Loretta üzerinden ateizm mevzusu. Anlatıcının zıplayışlarına bir örnek: "Loretta, Lotta, Laure, Laurette... ve işte bir başka hayalet: Lotte, Hölderlin kulede kaldığı sürece ve ölümünden önce ona eşlik eden, marangoz Zimmer'in kızı." (s. 12) Gündeliğe dönüş, Hölderlin'in ölümü üzerinden yaşamın geçiciliği. Sakin sakin yok olmayı düşünen anlatıcı için geride dijital ormanda kalacak birkaç veriden başka anımsatıcı yok, hiçliği seviyor anlatıcı, Ada'nın gelişiyle birlikte yok oluş düşüncesi hatırlanacak zevklere, hatıralara geliyor, dini eğitim bahsi buradan açılıyor. Yahuda'nın solculuğu, sadece otuz dolara bedenini işleten kadınlar, her şey ansızın birbirine bağlanıyor. Sollers birden fazla dalı tek bir gövdede birleştirebiliyor, anlattığı şeyler ne kadar dağınıksa en sonda toplanıyor, ucu açık bir anlatı parçası kalmıyor. Ada'nın yoğurduğu şeyin gelecekteki kadavrası olduğunu düşünüyor anlatıcı, Mecdelli Meryem'in otuz dolar karşısında da değişmeyeceğini düşünüyor. Otuz bin dolar, milyon dolar, hiçbir şey fark etmez, kadınların zevk aldıkları eylemlere paha biçilemez. Fransız kadınlarıyla İtalyan kadınları kıyaslanıyor, Fransızlar daha sorgulayıcı ve tedirgin. İtalyanlar "yaşıyorlar", o andan ötesini düşünmeden sadece var oldukları zamanı yaşıyorlar ve ertesi günün bir başka gün olduğunu biliyorlar. Venedik'in medyumvâri büyüsünün bununla bir ilgisi var, hatta suyun üzerine kurulmuş şehrin akarlığı da insanların suya benzemeleri bağlamında düşünülebilir. Loretta'yla anne kucağı huzurunu yaşıyor anlatıcı, aynı duyguyu yaşadığı diğer kadınları hatırlıyor. Yanında fotoğrafları var, sıkıştırılmış zamana şahitlik ediyor ve kendini tekrar yakalanmış bir duygu olarak benimsiyor. Proust'a bağlantı noktası bu fotoğraflar olabilir, takip eden bölümde adı geçmese de Proust'u anıştıran anlatı parçaları var. Kadınların resmi geçidi sürüyor, kalabalığın içinde rollerini kusursuzca oynuyorlar. Kamusal insanın sahnedeki davranışları, Sennet çıkıyor bir yerden ama yazar bunun farkında değil, belki de farkında ama düşünürün adını geçirmiyor hiç. Tanrı'yla Şeytan arasında bir oyun: İnsan. "Dünya ne kadar da deli, insan kendisi için etkin bir karşı-delilik icat etmeli ve böylece olabildiğince kararlı bir karşı deli haline gelmeli." (s. 26) Saint-Simon'a bir ölçüde dayandırılan, daha çok anlatıcının bulduğu bir duruş. Karşı-delilik. Delilikle zıtlığına buradan başlayabiliriz. Deliliği biliyoruz, şikayetçi olduğumuz ve bir ölçüde iştirak ettiğimiz yaşam. Her şeyi kuşatmış durumda. Açık havada içimizde hissettiğimiz ağırlık, yük. Huzursuzluk. Uyumsuzluk. Uyamadığınız noktada karşı-delisiniz. Talepleri yerine getirmek derinde bir noktanıza ters düşüyorsa, topluma ve toplumun küçük bir örneklemi olan insana uyumla yaklaşamıyorsanız, bir şeylerin ters gittiğini düşünüp tepkisel bir eylem geliştiriyorsanız, bunu da yapamayıp sessiz kalıyorsanız bir karşı-deliliğe sahipsiniz demektir. "Siz kendinizi deliliğinizle ne kadar rahat hissederseniz, genel delilik de sizin varlığınız karşısında o kadar yönünü şaşırır. Karşı-deliliğinizin yarımıyla, kendini normal sanan delilerin düşüncelerini okursunuz. Onlar hep aynı şeyleri tekrarlar durur, siz de saçma sapan şeylerden bahsedersiniz. Israr ederler, siz konuyu değiştirirsiniz. Basmakalıp şeylerle içinizi bayıltırlar, siz onlara şiirler okursunuz." (s. 30) Onlar da size şiirler okurlar ama anlamanız için değil, anlatabilmeleri için. Dinlemekten başka bir rolünüz yoktur, sizin yerinize bir başkası da olabilirdi ama ağa yakalanan siz oldunuz, tebrikler. Artık gözlem altındasınız. Ortak payda, uyum, bu tür sözcükler sürekli kulağınıza çalınacak ama bir ortaklık veya uyumdan bahsediliyorsa kişisel bir ortaklığı anlayacaksınız, bir yere çekilmek isteniyorsunuz ve çekilmek istemiyorsunuz. Reddedileceksiniz. Anlatıcı için reddedilmek bir onur, gitmek için de iyi bir sebep. Gidebilirseniz.

 Deliliğin bir boyutu, günümüzde hızla değişen bilgilerin çoğu insan için sabitliklerini sürdürmesi. Voltaire örneğini veriyor anlatıcı, bu özgürlük neferinin antisemit, eşcinsellik ve kadın düşmanı olarak görüldüğünü söylüyor. Bu ilginç bir mesele aslında, geçen haftalarda Mısır'da yeni lahitler, mumyalar bulundu örneğin, kalplerinden alınan parçalara bakarak ağır kalp rahatsızlıkları yaşadıkları ortaya çıkarılmış. Günümüzün pencerelerinden bakınca geçmişin bambaşka görünümleri ortaya çıkıyor, daha kaç çeşit pencerenin açılacağı da belirsiz. Voltaire günümüzde nasıl değerlendirildiğini görseydi şaşkınlıktan ne söyleyeceğini bilemezdi gibi geliyor bana, o zamanlar dört yaşından sonra çocuklara yetişkin muamelesi yapılıyordu, kadınlar yaşamı kolaylaştıran eşyalar olarak görülüyordu, dünya hakkında hemen her şeyi bildiğini düşünen insanlar aslında bildiklerinin çok daha ötesinin olduğunu bilmiyorlardı. Garip değil mi, yine çok az şey biliyoruz ve bu delirtmiyor insanı. Yıldızları gözlemleyen insanların gördüklerine şahit olmak istemezdim açıkçası, bir yıldıza bakıyorsunuz ama yandaki kara boşluktan daha ötelere bakabilirsiniz. Başka bir kozmik nesneye bakarsınız, daha da ötesi vardır. Teleskobun gücü yettiğince uzaklara gidebilirsiniz, en ufak bir odak değişimi sayısız yeni cismi ortaya çıkarır. Aklım almıyor, delilik bütün bunların bilinirmiş gibi hareket edilmesi işte. "Hammaddelerin akışı hakkındaki bilgileriniz kısıtlı. Genel olarak petrolün, gazın, uyuşturucunun, fuhuşun nerelerden geçtiğinden haberini yok. Siz küçük arabanızla yetiniyorsunuz. Onu kırda bir yola park ediyorsunuz, bir kuş size bakıyor, mest oluyorsunuz." (s. 36) Bunda yanlış bir şey yok ama her şey tümüyle, baştan yanlışmış gibi hissetmekten kurtulamıyorum ben, bilinç bütün bunlarla baş edemediği için mi kuşun ötüşünde, suyun akışında huzur bulabiliyoruz, bilinç bu huzur yansımasını sunarak kendini mi koruyor? Hiç var olmaması gereken bir şey varlığ(ın)a sımsıkı sarılmış gibi geliyor bana, yırtıp atılacak bir sayfaymış gibi atmak istiyorum bilinci. Tabii. Bu da kendimi savunma mekanizması sanırım, karşı-delilik saçmalığa karşı dik durmayı savunuyor. Duralım.

Devamında yazarların deliliğe uymaları, kadınların ve erkeklerin delilik halleri, Proust'un bütün bunları kayıt altına alması, Saint-Simon'un yüzlerce karakteriyle deliliğe farklı açılardan bakması, bu tür şeyler var. Keyifli, öfkelendirici. Karşı-delilik davranışlarından birkaç örnekle bitiriyorum, bu metnin okunmasını öneriyorum.

Üç otobüsün geçip gitmesini bekleyin, hiçbirine binmeyin. Bir ay boyunca hep aynı tweeti atın: "Dük sizi köşe başında bekliyor." Buna benzer şeyler yapan birkaç hesap var aslında, bir tanesi saat kulesi. Her saat başında, "ding" sesi çıkarıyor. Saat altıysa altı defa. Dairenin içinde bisikletle dolaşın. Bunu Kramer yapıyordu ki kendisi her şeyiyle bir karşı-delidir. Hiç açıklama yapmadan randevuları iptal edin. Herkes çalışırken uyuyun, herkes uyurken yazın. Hiç binmediğiniz bir otobüse binip son durağa gidin, sonra geri dönün. Ben bunu yanlışlıkla Sultanbeyli otobüsüyle yapmıştım, korku dışında oldukça eğlenceliydi. En iyisi şu: "Kötü" bir roman okuyun. Atölyeden, diğerleriyle aynı tornadan çıkmamış. Kusurlarının üsluba dönüşebileceği. "Şimdi kendinize Proust'un niçin durmadan Saint-Simon'u hayal ettiğini sorun. Cevap basit: Aynı şeyi dâhice ama tersinden yapmak için." (s. 81)

Son bir şey. Arada Proust'un yaşadığı 102 numaralı bina çıkabilir karşınıza, ben o olduğundan emin olamadım ama Paris'te bir bina işte, Sollers başka neyi anacaktı ki?

2 Kasım 2019 Cumartesi

Marcel Proust - Üst Kat Komşusuna Mektuplar

Plaket çakmışlar, "Marcel Proust 1909'dan 1917'ye kadar bu binada yaşadı". Haussmann Bulvarı 102 numaradaki dairenin planına bakınca Proust'un kocaman bir evi hastalığıyla dolduramayacağını seziyoruz, mektuplarında komşularından sessizlikten başka bir şey istemediğini görünce geniş tuttuğu yaşam alanını anı-kurmaca karışımıyla doldurmaya çalıştığını düşünebiliriz. Banyo, çalışma odası, mutfak, sahanlık, yemek odası, oda, tuvalet, büyük salon, küçük salon, Proust'un odası, avlular, kocaman bir alan. Yalnızlığını yazarak dindirmeye çalışıyor, yedi ciltlik metninden başka dostlarına mektuplar yazıyor durmadan, bu metinde üst kat komşusuna yazdığı mektuplar var. Madam Williams çaldığı harpıyla Proust'un eve kapandığı günleri renklendiriyor, istekleri çalıp çalmadığını bilmiyoruz ama Proust mektuplarında müziği çok sevdiğini söyleyerek dinlemek istediği parçaları iliştiriyor araya dereye, operaya veya müzikli etkinliklere gidemediği zamanlarda üst kattan gelecek müziği bekliyor. Gürültüleri beklemiyor, gürültü fobisinden ötürü işkence çektiğini görüyoruz, odasının tam üzerindeki asma katta Madam Williams'ın dişçi eşinin muayenehanesi var. Proust şikayetlerini arka arkaya sıralasa da Madam Williams'ın naif, incelikli hallerini pek beğeniyor ve sık sık çiçek yolluyor mektubun yanında, Madam Williams da çiçek yolluyor, güzel bir mektup arkadaşlığı. "Sessizliğin anahtarlarını elinde tutan bir komşunun gözüne girme arzusunun ötesinde, bu diğer münzevi için gerçek bir sempati, bir dostluk, bir tür sevgi duyuyor; görünmez ama mevcut bir kadın, öbür hastanın, Madam Straus'un annelik rolünü oynuyor adeta." (s. 8) Ne yazık ki Madam Williams'ın mektupları yok, Proust'un yazdıklarıyla yetiniyoruz. Neler yazıyor, kadının hassas ruhundan hemen her mektupta bahsediyor, yedi ciltten ilk ikisini hediye olarak yolladığını öğreniyoruz arada derede. Diğer ciltleri yazdığı zamanlar, savaş çıkınca metinlerin basımı ertelenecek ama Proust yazmaya devam edecek. Büyük yapıtının gizlerine dair pek çok bilgi veriyor, mektupların en dikkat çeken kısımlarını oluşturuyor bu. Örneğin Madam Williams'ın kardeşi savaşta ölünce Proust ne kadar üzgün olduğunu söyleyip yine cephede ölen yakın arkadaşı Bertrand de Fénelon'dan bahsediyor ki romanlarda Robert de Saint-Loup olarak biliyoruz kendisini. Bunun yanında ikinci ciltten birkaç bölüm gönderdikten sonra o cildin pek bir şey anlatmadığını, planları aydınlatan asıl cildin üçüncü olduğunu belirtiyor. Charlus, Odette, Swann gibi karakterlerin gerçek yaşamdaki izdüşümlerine rastlıyoruz, romanda nasıl gerçekten daha gerçek oluyorlar, bunun sırrına rastlamıyoruz ama Proust'un yaşamında karşılaştığı hemen her insanı bir karakter olarak metinlerine yerleştirdiğini öğreniyoruz, örneğin Madam Williams'ın dişçi eşi Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde'de karşımıza çıkıyor, hoş bir adam olarak. Bir başka örnek, Proust'un eski dostu, Madam Williams'ın arkadaşı Clary zamanla kör olur, romanda Charlus'ün kör olmasının kaynağıdır bu. Gerçeği olduğu gibi kurmacaya çevirmek, hastalığından ötürü yıllar boyunca münzevi gibi yaşayan bir adamın ölümle başa çıkabilmesi için iyi bir yol gibi görünüyor. Proust empati kurarak karşısındaki insanın aklından geçenleri anlayabilecek kadar zeki, sosyal zekası gelişkin olduğu için karakterlerini kolaylıkla kurabiliyor ve metne aktarabiliyor. Bu arkadaşlığın önemi romanlara dair ipuçları vermesiyle sınırlı değil, Proust'un sosyal ilişkilerinde gösterdiği özene dair çok şey öğreniyoruz. Adam gürültünün tasvirini yaparken Verlaine'in bir şiirinden alıntı yapıyor örneğin, buna benzer pek çok anıştırma ve alıntı var. Hoş.

1908'den savaş sonlarına kadarki süreçte yollanan birkaç mektup, haliyle metin kısa ama her bir mektupta dikkat edilecek birkaç detay var. Bazılarına değineyim. Proust, Madam Williams'ı görmek istediğini hemen her mektupta dile getiriyor, hatta bir kezinde eşin işlerinden ötürü seyahate çıkmış olmasından, oğlun da savaşa katılmasından ötürü yalnızlıklarını dindirmek için görüşebileceklerini söylüyor. Görüştüklerine dair ipuçları var, tabii kadının mektuplarının eksikliğini çekiyoruz yine. Dişçiye gönderilmiş mektuplar da var, biri şöyle sonlanıyor: "İşçilerin çalışma saatlerini kaydırarak çıkardığım masraflar için size olan borcumun tutarını mutlaka bildirmenizi rica ediyorum." (s. 24) Proust'un uykuları düzensiz, dört saatlik uykudan sonra güne başlayıp çalışabildiği kadar çalışıyor, dinlenebildiği kadar dinleniyor ve ıstırabının dizginlenmesi için elinden geleni yapıyor. Üst kattaki tadilat sürerken çalışma saatlerinin değiştirilmesini rica etmiş belli ki, saatler kaydırılmış ve Proust rahata ermiş biraz. Biraz, sonraları yine gürültü bahsi açılıyor ve Proust yapacağı işlere göre ertesi gün hangi saatlerde gürültü yapılmaması gerektiğini söylüyor. Psikolojisinin pek yerinde olmadığı malum. "Hem zaten, bütün hastalar gibi, ben ömrümü çirkinlik içinde geçirmeyi öğrendim, kaderin cilvesi bu ya, o çirkinlikte kendimi genellikle daha iyi hissediyorum." (s. 29) Bunu yazma edimiyle denkleyebiliriz, Proust uzunca bir süre yaşamayacağını biliyor ve aslında üç cilt olarak tasarladığı anlatısının daha da genişlediğini, uzadığını görünce acısını belli bir düzeyde tutarak yaşamayı sürdürüyor, yazmayı da. Guermantes Tarafı'ndaki bazı tasvirlerin kendisini pek tatmin etmediğini söylediği an sinirlenmemek elde değil, dalga geçer gibi de söylemiyor bunu, gayet ciddi. Derin nefes alıp ilerliyoruz ve Gide'in Proust'u ziyarete geldiğini öğreniyoruz, Gide'in günlüklerinde de geçiyor bu bahis. 1916'ya ulaşıyoruz, son mektupta birtakım arkadaşlıklardan, savaşın yıkıcılığından bahsediliyor ve birkaç fotoğrafla metin sona eriyor.

20. yüzyılın en iyi sanatçılarından birinin mektupları da başlı başına sanat eseri, Proust'un hiçbir şeyini bilmeyen biri bu mektupları okusa bir novella okuyormuş duygusuna kapılabilir. Arkadaşlıklarının nasıl sona erdiği bu novellada yer almaz, ben anlatayım, 1919'da evlerinden ayrılıyorlar. Son mektuplar kayıp, Proust'un vedasını okuyamıyoruz bu yüzden. Madam Williams eşinden ayrılıyor, üçüncü bir evlilik yapıyor ve o da hüsranla sonuçlanınca 1931'de intihar ediyor. Proust 1922'de hayatını kaybettiği için kadına moral verecek kimse yok, Proust yaşıyor olsaydı belki her şey daha farklı olurdu. Aralarındaki derin dostluğu şuradan da anlayabiliriz, Proust hiçbir tanıdığına Madam'dan bahsetmiyor, sanki kendisine ait bir parçayı korumak istermiş gibi.

Kısacık ama uzuncuk bir metin, okunmalıdır. Evet.

20 Ağustos 2019 Salı

Özen Yula - Öbür Dünya Bilgisi

Dört yıl aradan sonra Özen Yula'ya döndüğümde olup biteni hemen hatırladım: Anlatıda biçimi görmeye çalışmayı bırakmayacaktım. Deprem olduğu zaman satırları kayan ve kaykılan harflerin aşikarlığı dışında arıza kalplerin herzelerinin depremlerle bölündüğünü didikleyerek çıkarmak gerekiyordu, bunları ve çok daha fazlasını hatırladım. Arıza Kalpler taslaklarda duruyor, dört yıldan sonra pek bir şey hatırlamıyorum ama o da iyiydi. İki yıl önce YKY'den çıkan bütün Yula metinlerini toplamıştım, yavaştan okumaya giriştim, sevdiğim sokaklarda yıllar sonra yürüyormuşum gibi.

İş ilk öykü. Diyaloglarla ilerliyor. Ortada bir iş var, sözlerden ibaret bir adam işe girmeye çalışıyor ve diğeri de işi anlatıyor. Unutmak ve kanıksamak hakkında birçok şey söyleniyor, yüzlerin anlamdan temizlenmesi için üst üste gelmeleri ve çizgilerinin silinmeleri gerekiyor. Kevorkyan'ın bir mikro öyküsünde benzer bir mesele vardı, etkileyiciydi. Cüzdanda fotoğrafları üst üste gelen insanların birbirlerinden ayırt edilemeyecek noktaya gelmelerine dair. Neyse, yüzlerin kimliksizleşmesi meselesi bir süre devam ediyor ve işi anlatan ses tek bir sözle işin ne olduğunu çaktırıyor: Öne kim gelirse temizlenecek, cinayete kurban gidenden intihar edene kadar herkes. İş isteyen ertesi gün erkenden geleceğini söylüyor ama diğeri iş isteyenin bilinçli olarak bir daha oraya gelmeyeceğini, bir başka zaman kaçarsız geleceğini söylüyor. Son. Konuşmalarla kurulan bir çatı, belli bir noktaya kadar süren gizem, çözülüş, iyi dilek ve temenniler, kapanış.

Ölecek Bir Konsomatrisin Evrak-ı Metrukesi: Fetret adlı öykü ad itibariyle Cumhuriyet'in ilk yılları kokuyor buram buram, günümüzdeki versiyonda Adana'daki bir pavyonun ahvalini görüyoruz. Şen Pavyon namlı bir yer, girişindeki uzun koridorun duvarlarından birinde çuval bezi asılı, diğerinde Adana'nın ışıltılı bir yağlıboya sureti var. Hikâyesini anlatıyor orada çalışanlardan biri, mekanın sahibi zamanında iki ressam tutmuş, koridor uzun olduğu için ziyaretçiler sıkılmasın diye resim yaptırmış. Biri yapmamış gerçi, içbükey, dışbükey, çeşitli bükeylerde bir ayna asmış ve karşısındaki resmi eciş bücüş bir hale sokmuş. "Pir malı" çalmış böylece, tabii resme kendi yorumunu getirdiği de söylenebilir. Her neyse, bu çok güzel: "Bu öyküden geçilince girilirdi pavyona." (s. 14) Mekana girmek için öykü geçmek/dinlemek. Girdik, konsomatrislerle tanıştık. Biri Lacan biliyor falan, hatta tashihe de girmiş ki öyküde iki sözcüğün üstü çarpılı. Biri argo, diğeri hatalı yazılmış. Bizi ilgilendiren Şengül. İstanbul'daki bir pavyon sahibi Şen Pavyon'un sahibinden bir konsomatris istiyor, içlerinden biri gidecek. Şengül günlüğüne "Buradayım" yazıyor, her gün. Bazı günler bazı harfler büyüyüp küçülüyor, aslında her gün birbirinin aynı ama adamların organları yüzünden mi o farklılıklar, belki. Patronla Şengül konuşuyorlar, yazdığı gibi konuşuyor Şengül, yazıyı yaşama döküyor: Büyük harfleri kullanarak. En sonda bir takla daha var, Şengül İstanbul'a gitmeye hak kazandıktan sonra son kez pavyona geliyor ve aynayı örten bezi indiriveriyor, indirdikten hemen sonra fiiller, fiillerden sonra bazı sözcükler ikileniyor. Aynaya bağladım bunu, gerçekliğin iki görüntüsü şeyleri/nesneleri/sözcükleri de tekrarlatıyor. Bu aşırı yorumu ele alarak bu olayın süper bir teknik olduğunu düşünüyorum.

Iskatçı bir yasla mücadele öyküsü. Taklası çok olan metinlerin konularına bakıyorum, yasa dair bir şey yoksa kuru oyun sınıfına sokarak, "İyiymiş," deyip geçiyorum ister istemez. İki metin var şimdi aklıma gelen, ikisi de üslubun/oyunun hakkını veren yasları anlatıyor. Orçun Türkay'ın Tunç Bey'i ve Birgül Oğuz'un Hah'ı. Yitimin paramparça ettiği, cümlelerini tekrarlattığı, özellikle Oğuz'un metninde sözcüklerinin anlamlarını genişlettiği anlatılara sahip iki metin, kaybedilen babaya odaklanıyor. Buradaysa yiten bir aşkın öyküyle oynaması, anlatıcıya hayali karakterler yarattırması olayı var. Dirahşan Hanım, Mücap, Nisan ve anlatıcı arasında görev dağılımı yapılıyor. Nisan ve anlatıcı arasındaki aşk bitiyor, diğerleri yası kısaltmaya çalışıyor.

Bir Güz Kırıklığı Benimki en beğendiğim iki öyküden biri, bir iki aksaklığıyla birlikte. Nevvare kendini boşluğa bırakıyor, sonra şöyle bir bölüm geliyor: "Yemen savaşında gökten atılı atılıveren sırtlarına paraşüt bağlı yardım torbaları gibiydi. Zorlanarak yapılan başarısız eğretilemeler gibiydi." (s. 27) Gerçi şöyle, birçok öyküde anlatının farkında olan bir anlatıcı var zaten, bazen yer aldığı öykünün yazılmaması gerektiğini söylüyor, bazen de Ahmet Mithat Efendi'nin adının geçmesiyle, "Ey kâri'!" diye ünleyeceği geliyor, üslup taklidi. Dolayısıyla kendinin farkında olan -bunu karşılayan bir terim vardı, neydi o?- metinler bunlar, aksaklığı geri alıyorum. İşte, Nevvare düşüyor, kendisini biçimleyen bir yemek, bir metin, bir radyo istasyonu sayılıyor, yedinci kata kadar geliyor kadın. Katlarda yaşayanların hayatlarına göz atıyoruz arada, metin yoldan çıkacak gibi gözükürken düşüşe geri dönüyoruz, toparlanıyoruz. Düşüş şiir formuna bürünüyor bazı bazı, dikey bir düşüş söz konusu, yatay düşüş olsaydı satırın sonuna kadar uzanan cümleler düşüşü imleyebilirdi. Gerçi yere varmıyor Nevvare, yazar bir tümcede de olsa kimseyi öldüremeyeceğini söylüyor.

Kıyısındakiler'i de anlatıp bitiriyorum, diğer öyküler okurun ellerinden öper. Mektuplar üzerinden ilişkilerini inşa eden bir evlatlıkla ciciannenin kendilerini de inşa ettiklerini görüyoruz, travmalarını atlatamıyorlar ve birbirlerine farklı isimlerle hitap etmeye başlıyorlar. Evlatlık tiyatro öğrencisi olduğu için farklı kişiliklere bürünmesi daha kolay oluyor ama bu kabuk değiştirme olayı ansızın başladığı için nasıl bir katakulliyle karşı karşıya olduğumuzu anlayamayıp farklı kişiliklerin nereye bağlanacağını merak ediyoruz. Yula güzel bağlıyor açıkçası, iki kadının suskunluklarını aşamadıkları için farklı kimliklere büründüklerini söyletiyor evlatlığa, sonrasında farklı isimleri tek bir bedene toplayıp karanlığa karıştırıyor. Bir yere varamadıklarını düşündükleri için mektuplar kesiliyor. Acıyı inceltemiyorlar. Son.

Kısacık öyküler ama aslında kısa değiller, tekrar tekrar okunabilirler. Şiir gibi.

11 Ağustos 2019 Pazar

Geoffrey Chaucer - Canterbury Hikâyeleri

Batı'nın en kanonik metinlerinden biri, Chaucer iftiharla sunar. Bazı açılardan bizdeki Dede Korkut Hikâyeleri'ne benzetilebilir, ortaçağın İngiliz dünyasının geniş bir panoramasını sunuyor. Çevirmen Nazmi Ağıl'ın gayet doyurucu giriş yazısından çarpmaya başlıyorum: Avrupa şiir geleneğini yansıtan en büyük eserlerin İngiliz kanadını temsil ediyor. Chaucer'ın A Knight's Tale'da canlandırılmış halini düşününce anlatılan hikâyeler ve Chaucer'ın metindeki halleri göz önüne geliyor hemen, metni okumadan önce filmi izlemek iyi bir hazırlık olur ki filmin senaryosu da bu metinden esinle yazıldığı için sanki hikâyelerden birini izliyormuşsunuz gibi oluyor, süper. Ağıl öncelikle Chaucer'ın yaşamını anlatıyor, soyluların himayesinde bir silahtarken savaşmak için Fransa'ya gidiyor, esir düşüyor ve bizzat kralın ödediği fidyeyle serbest bırakılıyor. Fransa'ya ikinci gidişinden sonraki yedi yıl karanlık, bu sırada İtalya'ya geçip Petrarca'yla tanıştığı sanılıyor, 1372'de. Petrarca'dan dinlediği bir hikâyeyi bu metne yerleştiriyor bir güzel. O zamanlar telif hakkı vs. olmadığı için isteyen istediğinden bir şeyler alıp kullanabiliyor veya başkasının metinlerini tekrar yazabiliyor, kendi üslubuyla. Neyse, yokluk içinde ölüyor Chaucer ama geride mirasını bırakıyor. Dryden bu metin için, "Burada Tanrı'nın bütün kulları var" demiş örneğin, ne kadar geniş bir insan örnekleminin yer aldığını düşünün. Alegorik tipler değil, kütür kütür karakterler üstelik, o çağ için süper olay. O çağın ortamına geçiyor Ağıl, diyor ki Norman istilası sonrasında mekanın yüksek tabakasında Fransızca konuşuluyor, orta ve alt tabaka İngilizce konuşsa da Fransızcayı anlıyor. Eğitim dili Fransızca ve Latince, bilim ve din alanlarında Latince kullanılıyor. Sonrasında Fransa'nın Normandiya'yı işgal etmesiyle Normanların Fransa'yla bağı kopuyor, adadaki İngiliz çoğunluğun arasında eriyorlar ve İngilizce egemen dil haline geliyor. Chaucer'ın kullandığı dil bu ortaçağ İngilizcesi olduğu için günümüzün İngilizcesinden biraz uzak ama biraz. Bunun yanında anlatılarda geçen toplumsal olaylara da değiniyor Ağıl, örneğin din alanındaki reformdan sonra "Frer" denen, yoksul halkı avutmak için durmadan gezip vaaz veren bir tayfa ortaya çıkıyor ve elemanlar asıl maksatlarını unutup vatandaşı din kisvesi altında dolandırıyorlar, toprak sahibi oluyorlar, aileleri yıkıyorlar falan, bir iki hikâyede Chaucer bu arkadaşlara bir güzel giydiriyor. Şövalyelik de eleştiriliyor bir güzel, adamlar paladin ruhunu bir kenara bırakıp dünya işlerinin peşinde koşmaya başladıktan sonra şamar oğlanına dönüyorlar, Chaucer için fırsat bu fırsat. Evlilik kurumu, kadınların toplum içindeki konumu gibi derinlemesine incelenen iki konu var, Cadı Avı arifesinde kadınların çektikleri zorluklara değinilmesi açısından önemli. Bu metnin feminist okumaları bizim üniversitelerimizde revaçtaymış, iki üç arkadaştan duymuştum. Şöyle özetlenebilir, birkaç hikâyede kadınlar şeytanlaştırılıyorlar, bazılarında da erkeklere yol gösteren erdemli ve bilge insanlar olarak anlatılıyorlar. Tamamen kadın düşmanı bir bakış açısı yok, Chaucer tebriği hak ediyor. Helal Chaucer. O karanlık, kokuşmuş ortamın bütün renklerini verebildiğin için. İnsanı o kadar gerçekçi ve doğru bir şekilde anlatabildiğin için de.

Dönemin edebiyatına geçiyor Ağıl, o çağ Dante, Boccacio ve Petrarca gibi büyük şairler yetiştirmiş ve İngiltere'de Chaucer'a kadar büyük bir şair yok. Metin de yok pek, birkaç didaktik metin ve Sir Gawain'in maceralarının metni var bir tek. Chaucer güneş gibi doğuyor, bahsettiğim metinlerden de faydalanarak hikâyelerini yazıyor. Antik Yunan medeniyetinden Kelt inanışlarına kadar pek çok mitik öğeye de dokunuyor bir yandan, "çerçeveleme" denilen teknikle onca hikâyeyi birbirine bağlıyor. Burçin Erol'a göre bu tür anlatımlar Mısır'a ve Hindistan'a kadar uzanıyor, Binbir Gece Masalları'nda idamın ertelenmesi için anlatılan hikâyeler bu teknikle birleştiriliyor. Kaynaklara değinmeye devam ediyor Ağıl, Ovidius'un Metamorphoses'inden Decameron'a kadar pek çok metnin Chaucer'ı etkilediğini söylüyor. Özellikle Decameron biçimsel olarak da Chaucer'ı oldukça etkilemiş, şair uğrak bir hac mekanı olan Canterbury yolunda, Kent'te oturduğu için bir dünya insanla tanışmış, hikâyelerini dinlemiş, en sonunda da kalemi eline almış gibi gözüküyor. Hikâyelerin özetlerinde olay örgülerinden ve anlatılan konuların o zamanın toplumsal meselelerinin yansımalarından bahsediliyor, bence metnin tamamının okunduktan sonra bu özetlere bakılsa daha iyi olur. Özetleri okuduktan sonra hikâyelere girilse de olur, keyfe göre. Hikâyelerden başlanırsa genel bir giriş karşılayacak okuru, nisan ayının tatlı yağmurları altında seyahate hazırlanan hacıları tanıyacağız. "Bir kafile geldi hana, değişik / İnsanlardı her biri ve tesadüfen / Birliktelerdi Canterbury'ye gitmek isteyen" (s. 34) Chaucer her bir karakteri allayıp pullayarak tanıtıyor, örneğin Şövalye'nin Türkiye'de bir kafiri yenmek için Balat Beyinin yanında yer aldığını öğreniyoruz, bu tür şeyler. Tabard adlı bir handalar, yola birlikte çıkıyorlar, Chaucer da bu tayfaya katılıyor ve hancının yarışmasına dahil oluyor. Şu: Yol boyunca herkes iki hikâye anlatacak, böylece yol şıp diye aşılacak. En güzel hikâyeyi anlatana bir ödül vardı, ne olduğunu hatırlamıyorum. Hancı da hacı olarak yola çıkıyor bu arada, süper olay. Kısa çöpü şövalye çektiği için ilk anlatıcı olarak hikâyesini anlatmaya başlıyor. Aynı kadına aşık olan iki şövalyenin hikâyesi bu, Antik Yunan dönemine yerleştirilmiş ama Ağıl'a göre 14. yüzyılın İngiliz dünyasından da pek çok özellik taşıyor. Prensler Arkita ve Palamon esir edildikleri Theseus'un zindanlarında hükümdarın kızına aşık oluyorlar. İkisinden biri salınıveriyor -kaçıyordu veya-, diğeri tutsaklığını sürdürüyor ve kader onları karşı karşıya getiriyor, Theseus ölümcül bir savaş tertipleyip kazananın kızıyla evleneceğini söylüyor. İki prens farklı tanrıların yardımlarını isteyerek Yunan panteonunu karıştırıyor bir güzel, biri Mars'tan yardım istiyor, diğeri Venüs'ten medet umuyor. Savaşın sonunda biri prensese kavuşuyor, diğeri de onurlandırılmış bir halde öte tarafa geçiyor. Sonrasında değirmencinin hikâyesi başlıyor, kahyanın ve aşçının hikâyeleri de ara vermeksizin anlatılıyor. Genellikle kadınların katakullileri veya kurnaz olanın masumları tokatlaması anlatılıyor bu hikâyelerde, karakterler anlatılanlardan yola çıkarak alınabiliyorlar ve değirmencinin gömdüğü aşçı hemen değirmenciyi gömen bir hikâye anlatmaya başlıyor. Bu üçünün hikâyeleri tipik halk hikâyesi formunda, güldürü ve kıssadan hisse odaklı. Avukat'ın hikâyesinde egzotik Doğu medeniyetiyle Batı medeniyeti arasındaki çatışmalar, kız alıp verme sonucu kurulan ilişkilerin yıkılması ve çeşitli kandırmacalarla devletler arasında çıkan savaşlar anlatılıyor. Avukat anlatıya arada sırada dahil olarak anlattığı şeyleri derleyip toparlayıcı yorumlarda bulunuyor falan. Daha çok sabretmeyle, metanetle ilgili bir hikâye bu. Bu arada dipnotlarda Ağıl'ın başka kaynaklardan veya kendi çıkarımlarından düştüğü bilgiler var, bu hikâyedeki bir dipnotta Avukat'ın nesir dilini kullanacağını söylemesine rağmen nazımla anlatmasının Chaucer'ın karar değişikliği olduğu söyleniyor, yazar sonradan düzeltmemiş bu yanlışı. Belki de Avukat öyle söylemesine rağmen sözünde durmamıştır, olabilir.

Bir dünya hikâye sıralanıyor böyle, birkaç tanesi gerçekten sinir bozucu. Örneğin eşini sınamak için akla gelmeyecek sayısız gaddarlığa başvuran bir hükümdarın hikâyesi var, tam lanet okumalık. Kadıncağız zaten yoksul, aşırı yoksul, bir de sarayda yaşamaya başladıktan sonra çocuklarının elinden alınması, üstelik eşinin başka bir kadınla evleneceğini söyleyip kendisini baba evine göndermesi derken en sonunda kafayı kıracağını düşündüm ama kadın boyun eğmekten başka hiçbir şey yapmadı, hiç. İsyan etmemesinin yanında eşinin her şeyin en iyisini bildiğini düşünerek söylediklerini bir bir yaptı. En sonunda hükümdar her şeyin bir oyun olduğunu söyledi ve kadın rahatladı, mutlu mesut yaşadılar! Neyse ki Chaucer içimizi soğutuyor ve kadınlara bu şekilde davranılmaması gerektiğini söylüyor hikâyenin sonunda, uzun uzun. Başka bir hikâyede de hükümdar eşini bilgeliğiyle doğruya ve iyiye yönlendiren, kadınların şeytan olmadığını kanıtlamak isteyen kadına yer veriliyor, bu da süper. Bathlı Kadının Hikâyesi feminist okumaların göz nuru, baş tacı. Başka değinmeye değer ne var, şey, iki hikâye nesir. Gerçi ikincisi, metnin son parçasının hikâye olduğu şüpheli, daha çok tefsir gibi duruyor.

Okunsun, ne diyeyim. Dünya kültür mirası resmen.

10 Temmuz 2019 Çarşamba

Christopher Dell - Okült, Cadılık ve Büyü

Tarihi didiklerken canavarlarla yetinmiyor Dell, her çeşit inancın ve söylencenin peşinden giderek ezoterik gruplardan kitlesel çılgınlıklara kadar pek çok olayın ve oluşumun izini sürüyor. Av büyüleriyle başlayan büyücülük zaman içinde dinlerin ve mitolojinin de mevzuya dahil olmasıyla öyle bir çatallanıyor ki her birini takip etmek mümkün değil, bu yüzden Batı'nın ve Doğu'nun belli başlı meselelerinden pek uzaklaşamıyoruz, söz gelişi Eskimo büyüleri veya inançları yer almıyor bu incelemede. Yer alanlar da yeterli gerçi, elimizin altında oldukça zengin bir kaynak var. Bol resimli. Dell ele aldığı büyü âlemini ilk bölümde örnekliyor biraz, mesela Çin'in Batı'ya Yolculuk adlı destanından Sun Wukong var, kendisi bir maymun, sihirli asasıyla mucizeler yaratıyor. Kral Arthur hikâyeleri var, haliyle Merlin ve Druidler, Keltler, Stonehenge falan, böyle gidiyor olay. Kara büyü, ak büyü, çeşit çeşit. Ben yine madde madde gideceğim, metnin yapısına uyuyorum. Bölümler kısa ve çok sayıda başlık var, ilgimi çekenleri alayım buraya.

* Büyünün kaynağının tıp olduğuna inanılıyor.

* Büyü, tanrıya dua etmeden veya ona sığınmadan doğaüstü yollarla dünyayı anlama ve etki etme yolu olarak tanımlanıyor. Tabii tanrının buna ses çıkarmayacağını düşünmemeliyiz, kimi dinlerde büyü yapmak yasak. Gücün tanrıdan geldiğine inanılmış, eh, büyü yapmak tanrının cebinden bir şey aşırmak olarak görülebilir. Yunan mitolojisinde büyü o kadar baskılanmamış, aynı zamanda inanç işlevi de gören Roma mitolojisinde büyüye ve ilahi güce yer verilmiş. Kadim Mısır'daysa ibadet ve büyü birmiş, kafalarına göreymiş.

* Dilin gücü. "Ad bahşetmek" diye bir şey var, isimlerin büyülü özellikler taşıdığına inanıldığı için ad öyle herkese söylenmezmiş bir zamanlar. Daha da ilginç bir şey, "gramer" sözcüğü büyü kitaplarını tanımlamak için kullanılan "grimoir" sözcüğünden türetilmiş, etimolojik olarak akraba bu sözcükler, öyle bir bağ var yani. Okumak ve yazmak geçmiş zamanların nadir yeteneklerinden olduğu için herkesin büyü yapamayacağı düşünülürmüş, matbaayla birlikte bu durum ortadan kalkmış. Cadı avlarını düşünün. Sözcük bilgisi, mecaz anlamlar, şifreli mesajlar 15. yüzyılda okült merakında patlamaya yol açmış ve Rönesans'la birlikte Hürmasonluk ve Gülhaççılık çıkmış ortaya, öncesinde MS ikinci ve dördüncü yüzyıla tarihlenen Hermetica varmış. Hermes Trimegistus'un başrolde olduğu bir dizi diyalogdan ibaret olan bu metin, Batı'da büyücülüğü başlatan metin olarak görülüyor. Hermes Trimegistus da dikkat çeken bir karakter, Hermes normalde Mısır tanrısıyken Romalıların Mısır'ı işgaliyle birlikte mitolojilerin eklemlenmesi sonucu yarı tarihi yarı mitolojik bir karaktere dönüşmüş. Rönesans'la birlikte mevzu bahis metin büyücülüğün el kitabı haline gelmiş, Aydınlanma Çağı'nda büyünün okült tarafından çok gözbağı ve el çabukluğu dikkat çekmeye başlayınca da yavaş yavaş etkisini yitirmiş ama büyü hiçbir zaman ortadan kaybolmamış. Biçim değiştirerek bilinmeyene doğru yayılmaya devam eden bir gelenek bu, bilimin ilerlemesiyle birlikte bilinmeyen çok küçük bir alana hapsolmuşsa da her çağ yeni büyüsünü yaratıyor, yaratmaya devam ediyor. Bu arada birkaç bilim insanının ilginç yanları ele alınıyor, Isaac Newton sıkı bir okültistmiş ve "uzaktan etki"nin sihirli bir şey olduğunu varsaymış. Arthur C. Clarke'ın meşhur sözünü biliyoruz, anlamlandıramayacağımız kadar gelişmiş bir teknolojinin veya bilimsel olgunun büyüden hiçbir farkı yok. James George Frazer büyünün hiçbir zaman bilim olmadığını, sanat olduğunu söylemiş. Asıl lafı Freud söylemiş gerçi, kelimelerle büyünün başlangıçta bir olduğunu ve kendi zamanında bile kelimelerin büyü gücünü kaybetmediğini dile getirmiş. Yaşlı Plinius büyünün İran'da icat edildiğini iddia etmiş. Bereketli Hilal civarındaki icatların haddi hesabı yok gerçi, temeli sağlam bir iddia bu ama bir "icat" olarak yaklaşırsak. Av resimleri ilk medeniyetlerden binlerce yıl öncesine dayanıyor yoksa. Tabii eldeki verilere göre konuşmak lazım. Bu kısım biraz karanlık.

* Sümer kültüründe ak ve kara büyü var. Babillilerin astroloji ve astronomi bilgisini Mısırlılar miras alıyor, bilginin kökenini Thot'a dayandırıyorlar. Kutsal kitaplarda Mısırlıların büyüyle olan münasebetleri varmış, kanıt orada. Bir de şey, bu cadı avları sırasında yakalanan insanların suya atılma olayı Babillilerden geliyormuş. Gerçi zina yapan kadınlara da aynı muameleyi yaptıklarını hatırlıyorum, nereden hatırlıyorum, sanırım Seks ve Ceza'dan. Batmayanlar cadı oldukları gerekçesiyle yakılıyormuş, batanlar da, eh, batıyormuş. İki türlü de ölüm var işin ucunda. Süper bir yargılama biçimi gerçekten. Zerdüştlük ele alınmış, Eski Mısır büyüsü anlatılmış. Ka tanrıların ruhlarının etkinleştirilmesiymiş, büyünün temeli. Stephen King'i anıyoruz hemen. Eski Ahit'te büyü anlatılıyor, bablar üzerinden. Kral Süleyman, kadim Çin büyüleri, muskalar ve tılsımlar, asalar, otuz iki kısım tekmili birden.

* Yunan ve Roma büyüleri. Eski Yunan, büyü kavramını Mısır'dan, Mezopotamya'dan ve Doğu Akdeniz kültürlerinden çarpmış bir güzel. Büyü ve din arasında ayrım yapmak kolay değilmiş o zamanlar, Platon'dan alıntılarla anlatılıyor. Roma'da ars magica daha bir gizemli. İç organlardan fal bakma gibi olayları var adamların. Büyü kanunlarla yasaklanmış dönem dönem, en sonunda MS dördüncü yüzyılda tamamen yasaklanmış. Hıristiyanlık varken büyü ne ola zaten. Yahudi gizemciliğinin ve Kabala'nın ortaya çıkışı da bu dönemlerde. Golem kültü çok daha geç bir zamanda, 12. yüzyılda ortaya çıkıyor. En bilinen yansıması Frankenstein'ın Canavarı olabilir.

* Kuzey büyüleri, en sevdiğim. Ben bu İrlanda'dır, İskandinavya'dır, oraları çok sevdiğimden oranın mitolojiyle ve büyüyle ilgili meseleleri ilgimi çekti. Druidlerden ilk olarak Julius Caesar'ın Britanya'yı fethetmesinden sonra bahsedilmiş, Romalılar bu arkadaşların kökünü kazımasalardı iyiymiş. Plinius özellikle bahsediyor bu insanlardan, ökse otundan, bir çok şeyden. Büyücülük Galler-Kelt geleneklerinde önemli bir yere sahipmiş, Kral Arthur efsaneleri bu büyücülük işlerinden doğmuş. Merlin'e ayrılmış bir bölüm var, söylencenin kaynağı ve etkileriyle ilgili heyecan verici bilgiler var.

Günümüze kadar geliyor mevzu. Japon diyarlarının büyüleri, Arapların hokus pokus işleri, Crowley, Houdini, pek çok adam, kadın, inanç, folklorik iş. İlgililer göreve, bu metin okunsun. Resimlere bakılsın, günümüzde Stonehenge civarında yapılan ritüel anmaların fotoğrafları incelensin. Güzel bir kaynak.

5 Temmuz 2019 Cuma

Christopher Dell - Canavarlar - Garip Yaratıklar Kitabı

Öcüler ve ecinniler, umacılar ve çarşamba karıları, alkarısı ve Esikhulu, her türlü canavarın başımızın üzerinde yeri vardır. Bilinmeyene duyulan korkudan doğmuşlardır, biraz da ihtiyaç sonucu icat edilmişlerdir, hikâyelerin temelini oluşturmaları bakımından insanoğlunun gereksindiği boşluk doldurma eylemini mükemmel bir şekilde yerine getirirler. Aziz George'un ejderhayı öldürmesini ele alalım. Adam mızrağı saplıyor, iki seksen uzatıyor mahluku. Öncesinde Mikail'in böyle bir girişimi var, Aziz George'un önceli. Ne yapıyor bunlar, kötülüğü alt ediyorlar. Kötülüğün somut bir biçimde tezahür edebileceğini imliyorlar. Tanrı'nın gücüyle her zorluğun üstesinden gelinebileceğini gösteriyorlar. Cesur olunması gerektiğini işaret ediyorlar. Bir sürü çıkarım yapılabilir, ejderhanın tarihi gelişimini, mitlerden dinî meşguliyete kadar aldığı yolu bilirsek oradan da başka hikâyeler çıkarırız, o da başka. Sonuçta bunlar lazım olmuş, ötekiyle mücadelenin nesneleri durumuna gelmişler. Plinius'a göre Hindistan'da ve Etiyopya'da çok acayip yaratıklar dolaşırmış, barbarların diyarlarının ötelerinde çok acayip varlıklar cirit atarmış, böyle yazmış adam. Bin beş yüz yıl boyunca onca neslin gerçekliğini oluşturmuş adam, coğrafi keşiflerden sonra salladığı ortaya çıkmış ama bir "öteki kültürü" oluşturmuş sonuçta. Günümüzde dünyanın keşfedilmemiş hiçbir yeri kalmadı, Amazon ormanlarının derinliklerinde henüz gidilmemiş yerler olduğu söyleniyor ama, işte, Dünya bu kadar yani, haritalarda gördüğümüz kadar. Uzaya bakıyoruz artık, bilinmeyen bilinene dönüşünce hemen başka bir bilinmeyen uyduruyoruz. Bilimkurgunun yükselişini buna bağlayabilir miyiz, bilinmeyenin -kozmik ve bilimsel bilinmeyen- hayali keşfi çok cezbedici, tam kurmacalık.

Borges'in Düşsel Varlıklar Kitabı'yla birlikte okunabilir, iki metin birbirini besler. Borges'in varlıkları Dell'inkileri hacamat edecek kadar çok ama Japon diyarlarındaki varlıklar işin içine girince eşitlik sağlanabilir. Japonların sayısız canavarı var, adamlar tapınaklarını bu canavarlar için dikip esenlik diliyorlar, canavarlara ve kendilerine. Çin'de ölülerin dünyasıyla yaşayanların dünyasının sınırlarının pek belirsiz olduğunu okumuştum bir yerde, Japonya'da da canavarlarla insanlar aynı dünyada yaşıyorlar sanki. Çok acayip kültürler. Dell kısa kısa vermiş bilgileri, canavarların tasvirlerine daha çok yer ayırmış. Bazı resimler, gravürler vs. tanıdık gelecek, korku ve gerilim kitaplarının kapaklarında karşılaştık çoğuyla. Bazılarını hiç bilmiyordum, korkuttu açıkçası. Bir iki tanesini sallarım buraya. Ben de Dell gibi kısa kısa geçeyim, hatta maddeleyeyim ama önce kaynaklar. Mitoloji tabii. Ekhidna hamile kalıp Orthros'u, Kerberos'u, Hydra'yı ve Khimaira'yı doğuruyor. Hesiodos'un Theogonia'sından bu. Yazıldığı tarihten yüz yıl önce de Homeros'un metinleri derleniyor, orada da bir dünya yaratık var. Batı'nın ilk kaynakları bunlar, Doğu'da işler biraz daha önce başlıyor, Behemot'u ve Livyatan'ı ele alalım, Eski Ahit'ten başlatabileceğimiz kültürde doğaüstü yaratıklar var. Sonrasında Yeni Ahit'in etrafında oluşan hikâyeleri de düşünürsek elde bir dünya yaratık olur, pek güzel. İşe yarıyorlar demiştim, şöyle: "Düzen ve kaos arasındaki, iyi ve kötü arasındaki kavga tanrılar ve canavarlar aracılığıyla somutlaştırıldı." (s. 7) Söylenceler elle tutulur bilgiler vermese de o zamanın insanlarının böyle bir şeye ihtiyaçları yok zaten. Aslında günümüzde de pek bir şeyin değişmediğini söyleyebilir miyiz, insanların nelere inandıklarını düşünürsek pek garip gelmez bu. Uçan Spagetti Canavarı'ndan yerel öcülere kadar gelen güncel bir canavar popülasyonu var, bunlar insanları bir arada tutan hikâyeleri oluşturuyorlar. Edebi yansımalarına da bakabiliriz, Frankenstein'ın icadı bize tanrıların seviyesine ulaşamayacağımızı söylüyordu, binlerce yıllık hikâye aslında bu, Babil Kulesi'ni de ucube bir yaratık olarak göremez miyiz? Dr. Moreau'nun ucubelerini de buraya koyuyorum.

* En başa dönelim, İÖ 14000'de Fransa'nın güneybatısındaki mağaralara çizilen şekiller. Büyü için kullanıldıkları söyleniyor, hayvanların kolaylıkla ele geçirilebilmesi için. Pek detaylı değiller, Mısır'da ortaya çıkıyor detaylı olanları. Anubis mesela, korkutucudur. Hindu tanrıçası Kali korkutucudur, amacını yerine getirir. Bu canavarların çoğu korkutucu aslında, "iyi bir öteki" pek işlevsel olmayacağı için dehşet verici varlıklar olarak düşünülmüşler. Aztekler Quetzalcoatl'ı yaratmışlar, yılan tanrı. Tlaloc'tan deli gibi korkulurmuş, coşmasın diye insanlar kendi çocuklarını boğarlarmış. Kaostan doğan yaratıklar bu taraflara daha yakın. Hesiodos'a göre düzenin sağlanmasından önce Erebos ve Nyks'in ürünü olan Khaos terör estirmiş, güçler dengelenene kadar. Babil tanrıçası Tiamat kaosun ilk tanrılarından biri olabilir, Marduk tarafından öldürüldükten sonra bedeni ikiye ayrılıyor, gökyüzü ve yeryüzü oluşuyor. Süper denge.

* Şeytanlar ve iblisler. Cin ve şeytan uzmanları, psikoposlar, dinle meşgul kim varsa kötülüğü biçimlendirmeye çalışmışlar. Meleklerinkine denk bir hiyerarşi oluşturulmuş, Gaiman'ın Sandman'indeki ortamı bilenler hemen canlandırabilir ortamı. Cin ve şeytan tümenleri varmış, sayıları milyonlardan yüz milyonlara kadar çıkabiliyormuş. Hıristiyan ikonografisinde örnekleri görülebilir. Kıyamet tablosu siparişi alan bir sanatçı işe kesinlikle canavarlarla başlıyormuş. Canavar çiziminin ustasının Hieronymus Bosch olduğunu söylüyor Dell, gerçekten de Bosch'un eserlerine bir bakarsanız, bakmayın ama. Ben çok korkan biriyim, şu vakitte hayatta bakmam. Yani şimdi, çok affedersiniz, şu yandaki nedir ya. Bu Bosch'un değil tabii ama en az onun yaratıkları kadar korkunç bir şey var, Japon diyarlarından bir sanatçının eseri. Binlerce öcüden biri, sanki bir ürünün reklamını yaparmış gibi. "Öcülüğümü çocuk kafasına borçluyum. Çocuk kafası, vazgeçilmeziniz." Neyse, Şeytan'ın birçok yüzü geliyor sonra. Beelzebub "sineklerin efendisi" anlamına geliyormuş, Golding'in romanından biliyoruz gerçi. Deccal ismi Kitabı Mukaddes'in Vahiy Kitabı'ndan geliyormuş. Şeytan adı çok eski, "davacı" veya "hasım" anlamlarını karşılıyormuş. Kuyruğu, keçi bacağı, elinde tuttuğu zamazingo falan zaman içinde ortaya çıkıyor, aşama aşama. Dileyenler Jeffrey Burton Russell'ın metinlerine bakabilirler, orada Şeytan'ın tarihi uzun uzun anlatılmış. Burayı açtığım zaman üfürmeye onlarla başlamıştım galiba, hatırlamıyorum şimdi. On yıl olacak ben buraya düşeli, az kaldı.

* Büyülü canavarlar. Bazıları direkt büyü sonucu ortaya çıkıyor, bazıları kendiliğinden büyülü. Simyacılar minyatür insan yapmaya çalışmış, sonrasında golem vakası ortaya çıkmış, Yahudi üretimi. Android asker üretseler adını kesin Golem koyarlar. Bunların koruyucu oldukları da düşünülmüş bir zaman ama denize düşen yılana sarılır misali. Mesela Pazuzu şeklinde yapılmış muskalar takarlarmış eskiden, Huwawa'dan korunmak için. Daha kötü bir kötüden korunmak için daha az kötü bir kötüden medet umulmuş. Medusa'nın başı tapınaklara falan asılmış, bunun dışında pek çok öcüye atfedilen nesneler sağa sola yerleştirilmiş, asılmış.

* Ejderhalara geliyoruz. Doğu'da dört ayaklılar, Batı'da iki. İsviçre'nin bir zamanlar bu yaratıkların yurdu olduğuna inanılmış, 17. yüzyıla kadar. Alman muadili Lindwurm. Rusya'daki Sirin nam varlığın sirenlerle bir bağlantısının olduğu düşünülüyor, mantıklı. Özellikleri çok benzer. Doğu ejderhalarının genellikle yardımsever yaratıklar oldukları söyleniyor, kanatları olmamasına rağmen büyülü bir güçle uçabiliyorlar. Kore'de ve Japonya'da da misalleri var, geniş bir coğrafyaya yayılmış ejderha inancı. Batı ejderhalarının en ünlülerinden ikisini anayım, Midgard yılanı birincisi. Thor tarafından tokatlanıyor. Diğeri Aziz George'un hacamat ettiği.

* Su canavarları. Livyatan (Leviathan) en meşhuru tabii. Perseus'ın kılıcıyla kesip biçtikleri var, biri Ceto. Skylla ve Kharybdis de Perseus'un hışmına uğruyor. Günümüzde Less Gölü Canavarı tarzı örnekleri var. Ama yok tabii. "Kappa" denen Japon su cininden bahsetmek lazım, bu arkadaş birçok biçime bürünebiliyor. Aşırıya varacak ölçüde kibar, Japonca okuyup konuşabiliyor, bunun yanında insan eti yemekten büyük keyif alıyor. Bunlardan biriyle konuşurken çok yakınında durmayacaksınız  yani.

Bunlardan başka sirenler var, melez varlıklar var, yarı koala yarı zürafa falan. Çoğunun kökeni Yakındoğu'ya dayanıyormuş. Tilkiler ve kurt adamlar bu sınıftan. Hortlaklar, gulyabaniler derken liste uzayıp gidiyor böyle.

Fantastik fantastik işlerin peşinde koşanlar için süper kaynak, kesin edinilmeli.

22 Mayıs 2019 Çarşamba

Roy Jacobsen - Görülmeyenler

Zamanın bu kadar sezgisel olduğu, aslında ortada olmadığı ama varlığını öylesine ağır bir şekilde dayattığı başka bir metin bilmiyorum, henüz. Bulutlar, dalgalar, fırtınalar, mevsimler, her şey akıp gidiyor ve her bir doğa olayı kadranın yavaş yavaş ilerlediğini gösteriyor sanki, yıldan yıla yapılan işlerin vakti geldiğinde saate bakmış olduğunuzu düşünün. Kazakların çıkarılması, hayvanların otlatılması, ağaçların budanması, rahibin adaya gelişleri derken şimdiki zamanın -akış için daha uygun bir anlatım yok, şimdiki zaman her zamandır, zamanları kapsar- süreğenliğinde yılların nasıl geçtiğini anlamıyoruz. Muazzam ölçüde doğallık katıyor bu olay, kurmaca dünya zaten doğanın kalbinde yer aldığı için müthiş bir uyum. Norveç'in küçük adalarında yaşayan ailelerden birine odaklı merceğin gösterdikleri hep aynı döngünün sıkıcılığına bulaşmıyor hiç, sanki hep aynı manzarayı izliyormuşuz da oluşları fark etmekten geri kalmıyormuşuz gibi. Jacobsen'e hayranlık duydum, farklı kültüre mensup ve farklı coğrafyada yaşayan okuruna İskandinav eyyamını olabildiğince doğrudan aktarabiliyor. En büyük takdir çevirmen Deniz Canefe'ye, bu anlatımı aktarabilmek güç olsa gerek.

Barrøy gerçekten var, bir ada. Bir ailenin evreni diyebiliriz. Bir ucundan diğerine koşması on dakika falan alıyor olsa gerek. Jacobsen rahibi adaya çıkarıyor ve hikâye başlamamış, orta yerinden devam ediyormuş gibi sürdürüyor işi. Ailenin soyadı adanın adıyla aynı. Hans Barrøy ailenin reisi, adanın mutlak sahibi, ellilerinde bir adam. Kendisinden epeyce küçük kız kardeşi Barbro henüz evlenmemiş, birlikte yaşıyorlar. Ingrid üç yaşında, Maria'yla Hans'ın gözbebeği. İlk bölümde -bölümler başlıksız, zamanın geçtiği sadece sezilecek- temel karakterlerle karşılaşıyoruz ve rahibin düşüncelerini okuyoruz: "Okyanusun ortasındaki bir mücevher olduğu ortaya çıkan küçük adada, Tanrı'nın sessiz çocukları." (s. 9) Gündelik dertleri var, rahip Barbro'nun vaftiz töreninde şarkı söylemesini istiyor ama Hans rahibi kenara çekip Barbro'nun ilahi söyleyemediğini hatırlatıyor. Yaşamları küçük detaylarla biçimlendirmek, her an bir başka işle bir başka kişisel niteliğin belirmesi, mikro ölçülerde kurulan koca dünya, vay be. Vayy be hatta. Babayla kızın, anneyle oğlunun muhabbetlerinden bir başka açıdan inşa, doğa karşısında başka başka açılardan inşa, abartma butonuna bastıktan sonra söyleyebilirim ki Oulipo işi bir oyunun sonucunda da ortaya çıkabilirmiş bu metin. "Görev: Bir adada yaşayan ailenin yıllarını olabildiğince olaysız bir şekilde anlatınız." Tamam, o zaman mevzu budur. Adaya vuranlardan başka dışarıdan pek bir şey sahiplenilmiyor, tüketim toplumunun dışında yaşayan insanlar için tüketim temel ihtiyaçların karşılanmasından öteye geçmiyor. Okurlar için de sadece temel izlekler üzerinden dönen bir anlatı sunuluyor, mantık aynı, bu yüzden karşılaştığım birtakım eleştiriler güldürdü beni. Çok güzel bir konu inanılmaz bir şekilde berbat edilmiş, pek bir şey olmuyormuş, olmalıymış. Oluyor efendiler, sizin istediğiniz türden şeyler olmuyor, şeyler birbirlerini tüketmiyor ama bu bir şey olmadığı anlamına gelmiyor, kendi dünyanızdan çıkıp yazarınkine girmelisiniz, yazarla boğuşmamalısınız. Evet. Neyse, kıyıda bulunanlar, dış dünyanın kırık dökük yaşamlarından geriye kalanlar. Gemi enkazından kalan parçalar, çöpe atılan ve denizlere karışan eşyalar, işe yarayan ve yaramayan onca şey akıntılarla kıyıya vuruyor ve bizimkiler biraz arandıktan sonra işlerine yarayan parçaları ayırıyorlar. Hans bütün bir ağaç buluyor bir gün, kökleriyle birlikte koca ağaç. Serüvenini okuyoruz, Yenisey Irmağı boyunca ilerleyen, nehirlere ve denizlere ilerleyen, dünyanın etrafında dolandıktan sonra Hans'ın adasına vuran bir ağaç. Döngü. Yerleşikliğin geçiciliğini imliyor, ironik. Yerleşiklik yaşamın kendisiyse karşılaşılacak ölümleri hatırlatmış da olabilir, sonuçta kökünden sökülmüş bir ağaç nadiren görülen bir şey, yaşamdaki döngülerin dışında kalan olaylar gibi.

Balık tutuyorlar, karadaki kooperatife satıyorlar. Buradan bir gelir. Hayvanlardan elde edilen ürünler, buradan da para geliyor. Hans abisinin gemisine atlayıp çalışmaya gidiyor her yıl, kazandığı parayı da ekleyelim. Beslenmesi gereken boğazlar sıkıntısız bir şekilde beslenebiliyor ama ucu ucuna. Maria başka bir adadan gelmiş, ailesi de aynı şekilde yaşıyor, binlerce adada benzer yaşamlar. Küçük ve o dünyaya göre büyük tartışmalar ekseninde biçimlenen yaşam görüşleri birlikteliğin monotonlaşmasını engelleyici ölçüde hoşgörü taşıyor. Evin çeşitli yerlerine ek yerleri inşa ediyor Hans, babasıyla birlikte. Odalar, salonlar, her biri için paraya ihtiyaç var ve hesap kitap yaparak, kredi alarak, birçok yolla parayı denkleştiriyor. Kuzeye bakan oda, mutfağın yanındaki oda, birçok oda ama hangisinde uyunacak, bunun tartışması yapılıyor ve herkes kendine uygun mekanı buluyor, kararsızlık için ayrılacak çok bir zaman yok çünkü her şeyin olabildiğince durgun gözüktüğü dünya çok hızlı ilerliyor, insanlar yetişmeye çalışıyorlar.

Hayvanlar, eşyalar, karadaki insanlar, her biri için paragraflar dolusu anlatı kurulabilir, karakterlerin duyarlılığı şeyleri derinlemesine görmemizi sağlıyor. Bir atın sırf görünüşünden yola çıkarak kurmacayı zenginleştirmek, yasa dışı işler yapmış bir "işgalcinin" ansızın adaya çıkıp yaşattığı korku dolu anlar karşısında teskinliği bozmamak, Haneke atmosferi bile var anlatıda kısaca, metnin özgünlüğünün sadece bir parçası. 1913'ten 1940'lara uzanan bir zaman dilimini içeriyor ama aslında küçük bir sonsuz gizli. Ada yaşamı konusunda ilk ve son alıntım şu olsun:

"Hans Barrøy üç şey düşlemişti: motorlu bir tekne, daha büyük bir ada ve başka bir yaşam. İlk iki düşünü sık sık anlatırdı tanıdığı tanımadığı herkese, sonuncusundan hiç söz etmemişti, kendine bile.

Maria da üç şey düşlemişti: Daha çok çocuk, daha küçük bir ada ve başka bir yaşam. Kocasının tersine sık sık sonuncusunu düşünürdü ve ilk ikisi zamanla giderek silinip yittikçe üçüncü büyümüş, ağırlaşmıştı." (s. 174)

17 Mayıs 2019 Cuma

Kolektif - Yaşanmış Ağır Bir Ezgi

Onat Kutlar İçin Bir Harita olduğu da söyleniyor, bu derlemede köşeleri sivri bir çerçeve içinde yer aldığı malum ama Kutlar'ın metinlerini Fatih Altuğ gibi Deleuze'ün kavramlarıyla okumak veya Kafka'nın boğuntulu dünyasına eklemek, Kutlar'ı başka insanlarla ve metinlerini başka metinlerle ölçmek en fazla köşeleri sivriltiyor. Faydalı bir çaba olmadığını söylemiyorum, özellikle Altuğ'un ve Burcu Şahin'in tespitleri oldukça aydınlatıcı ama esas soru şu, bu öykülerin aydınlığına şahit olmayı istiyor muyum? Şimdi Kutlar'ın öykülerini tekrar okumalıyım ki sevdiğim loşluklarına dönsünler. Çok öznel bir mesele; başka çözümlemeleri heybeye atıp kendi çıkarımlarımı tekrar kurmalıyım. Unutulmuş Kent'i baştan okumalıyım, Gaziantep'ten Paris'e bir ömürlük yolculuğun izlerini kendi başıma aramalıyım, buna benzer şeyler. Anlamı yakalamak ve kendimce açmak. Bir güneşin pencere kadar vurması, ışığının duvarda yer değiştirmesi gibi görsel iletileri çözmek, canlandırmak. Beyindeki bölgeler uyarılıyormuş ya, mesela bir manzaranın tasvirini okurken görmeyle ilgili kısımlarda akım hızlanıyormuş falan, hızlandırmalıyım. Ben hemen görselleştiririm okuduğum şeyi, bazı arkadaşlar içlerinden veya dışlarından sözcük sözcük okuduklarını söyledikleri zaman şaşırmıştım. Sözcüklere bir görüntüye bakar gibi bakıyorum ve aslında sözcüklere bakmıyorum, anlamı biçimlendiriyorum hemen. Kelimeleri birer birer okumaya çalıştığım zaman mevzunun müthiş bir zaman kaybına yol açtığını anladım sonradan, çok yavaş ilerliyordum, bana göre değildi. Kutlar'ın öyküleri hemen bir filme dönüşüyor benim için, Jodorowsky filmi izlemeye başlıyorum sanki. Bu meseleye de birkaç makalede değiniliyor, Kutlar büyük bir tutkuyla sinemaya sarıldığı için öykülerini de bu uğraşının cevheri olarak görmek mümkün ama değil aslında, Paris'e gittikten sonra sinemaya tam anlamıyla bağlanıyor, oysa İshak'ı yirmilerinin başında yazdı, gizli ve henüz kendisinin de farkına varmadığı bir bağlılığı başka bir türe aktarmıştı belki. Denebilir ki sinemayı tutkuya çevirmeden önce de, "sinema sezgisi" diyeceğim, bir tür sezgiye sahipti Kutlar, içinde gömülü ve akmayı bekleyen bir kaynaktan beslenmeye başlamıştı. İmgelerinin bolluğunu, öykülerindeki dünyanın özgünlüğünü o zamana kadar okuduğu kitaplara, izlediği filmlere bağladığım kadar bu pırıl pırıl, biricik kaynağa da bağlıyorum, hatta en çok buna bağlıyorum.

Aslan Erdem'in sunuş yazısı. Leylâ Erbil'in ve Füsun Akatlı'nın övgüleri. Katlanan yaşam, altlı üstlü şehirler, öykülerde beliren şiirler, yansımalar, Kutlar'ın yaratılarında bulunabilen izlekler. Adnan Özyalçıner, Onat Kutlar'ın hep bir "Han" öyküsü yazmak istediğini söylemiş, han değil de ev ve avlu öyküsü yazmıştır Kutlar, çok sayıda hem de. Kuşlar dolanır, çatılar çöker, kapılar açılır ve kapanır, bu nesneye niye sadece kapamayı çağrıştıran bir isim konmuştur ki? Neyse, Füruzan'ın iki yazısı geliyor ardından. İlki bir acıya yeniden dönmeye dair. "Seçkin bir yazarı yılda bir gündeme getirmek yeter mi? Trajik bir sonun bağışlanmaz gaddarlığını içimizde neyle bağdaştırabiliriz?" (s. 15) Vasıfsız bir devletin eleştirilmesinden sonra Kutlar'ın yaşamını kaybetmesine neden olan olayın yaşandığı gün anlatılıyor, The Marmara'da Onat Kutlar, Ergin Ertem ve Füruzan. Füruzan Kutlar'dan yazılarına dönmesini istiyor, Kutlar yazılarının o andan sonraki hayatının ana amacı olacağını söylüyor, bir müddet oturuyorlar ve bomba patlıyor. Füruzan ve Ertem etrafa şaşkınlıkla bakıyorlar, Kutlar'ı yerde görüyorlar. Füruzan seviniyor, Kutlar'ın kanaması yok, dolayısıyla ciddi bir şeyi de yok, böyle düşünüyor. Sonrasını biliyoruz. İkinci yazıda Füruzan'ın Almanya yılları var. Doğu Almanya'nın başkenti Berlin'deki sanat insanlarıyla görüşmeler yapıyor, bir yayınevinin Türk öykücülerinin metinlerini basmak istemesiyle tek kişilik seçici kurul haline geliyor. Seçki için öykü(cü) düşünüyor ve ilk sıraya Onat Kutlar'ı koyuyor, Sait Faik'i veya bir başkasını değil. Kutlar'la tanışlığının henüz derinleşmediği yıllar, objektif bir beğeninin oluşabileceği kadar uzaklar, Füruzan çok beğeniyor Kutlar'ın öykülerini. Yazının geri kalanında bu beğeninin içi dolduruluyor. Sevdiğim bir sanatçı, sevdiğim başka bir sanatçıyı övüyor ve bunu şişirmeden yapıyor, ne hoş. Demir Özlü çıkıyor sahneye, Paris'teki yoldaşlıkları sırasında yakınlıklarının yaşamını nasıl renklendirdiğinden bahsediyor ve ekliyor: "Onunki kadar dolu bir hayat yaşamak ancak insanın iç zenginliğiyle mümkündür." (s. 25) Cevat Çapan'la karşılaşıyoruz sonra, İshak'ın şiirle olan ilgisini vurguluyor, lirizmin yumuşaklığıyla bozkırın sertliğini yan yana getiren Kutlar'ı -biraz da hayranlıkla- anıyor. Sonrasında Nedim Gürsel'le John Berger'ın dahil olduğu bir Paris maceraları var, keyifle okunuyor.

Tanıklıkların ardından Kutlar'ın metinlerine yoğunlaşılan ikinci bölüm başlıyor, Burcu Şahin'in Lévinas'ın il y a dediği "varolansız varoluş" kavramı üzerinden öyküleri incelemeye girişiyor. Melih Cevdet'ten de güç alarak -Melih Cevdet Anday, Kutlar'ın öykülerinde bir belirip bir kaybolan canlılara ve cansızlara dikkat çekiyor- yokluğun mevcudiyetiyle varlığın yokluğu arasında bağlantı kuruyor. "Dil, olmayanı var kılmaksa, Onat Kutlar'ın dili kendine has imgeselliğiyle var olanı yokluğa iterek yeni bir varlık alanı oluşturur." (s. 33) Loşluktan bahsederken varlıkların biçimlerini bozan bir koyuluğu kastetmiştim, Kutlar'ın öykülerinde varlıkların nitelikleri herhangi bir özneye değil, görüngünün kendisine bağlı ve dil bu görüngüyü ortaya çıkarabilir, yokluğuyla -anlatmadığıyla, göstermediğiyle, eksilttiğiyle- da ortaya çıkarabilir, anlatının niteliği -elbette- dile bağlıdır. Şahin, Kutlar'ın dili işletme biçimiyle ilgileniyor ve Blanchot'dan Barthes'a pek çok anlatı düşünüründen beslenerek incelemesini çatıyor. Hilmi Tezgör'ün Horozlanamamak başlıklı makalesine bakıyorum, sözcüğün anlamlarından yola çıkarak hayvan ve davranış arasında bir bağ kuruyor, öykülerdeki horozlarla karakterlerin eylemlerini cepte tutarak bu eylemlerin yayıldığı zaman katmanını niteliyor. Eylemler ya çok erken ya da çok geç ortaya çıkıyor, karakterlerin horozlanmaları uygunsuz davranışlar olarak beliriyor. Diğer makalelere nispeten kısa fakat diğerleri kadar önemli bir makale bu da, açtığı yol üzerinde düşünmeli. Murat Narcı dışarısı-içerisi ikiliğine, açılıp kapanmanın öykülerdeki yansımalarına odaklanıyor. Haritayı belirginleştiren bir makale, fikrimce ikinci bölümün ilk makalesi bu olmalıydı, diğerleri bunun üzerinde daha rahat bir şekilde yükselebilirdi. Narcı taşra sıkıntısına yoğunlaşıyor başta, Nurdan Gürbilek'in yazısından mülhem kapanma-daralma olgusunu dile getiriyor. Kutlar'ın iç ve dış mekanları arasındaki yumuşak geçişler, hatta mekanlar arasındaki yer değişimleri alıntılarla, hatta diğer pek çok makaleye göre yoğun bir şekilde yapılan alıntılarla inceleniyor. Dönemin siyasi olayları, sosyal ortamı bu tür bir estetik görünüşü ortaya çıkarıyor Narcı'ya göre, bir nevi şahitlik estetiği, hassaslığın kendisine yer araması, hızlı ve vurucu bir şekilde imgelere, sözcüklere dönüşmesi. Bu hızda aksayan yanları da ortaya koyuyor Narcı, Turgut Uyar'la Ona Kutlar arasında paralel çizgiler bulunduğunu söylüyor. Buradan iki sanatçının acemiliğinin ustalık kaynaklı olduğu fikrine varıyorum kendimce.

Geriye kalan makalelerde Kutlar'ın metinleri farklı noktalardan yola çıkılarak değerlendiriliyor, iyi. Derlemede sinemayı temel alan bir makalenin yer almadığını düşünerek üzülürken Devrim Dirlikyapan'ın sona konmuş makalesiyle karşılaşmak da iyi. Kutlar'a biraz olsun ilgi duyan kim varsa derlemeyi okuyup Kutlar'ın metinlerini baştan bir gözden geçirmeli. İnceliğine imrendiğim bir sanatçının dünyasını daha yakından bildim, süper.

17 Nisan 2019 Çarşamba

Rodrigo Fresán - Kensington Bahçeleri

Yeşim'le pazartesileri dersimiz biter bitmez İstiklal'deki YKY'ye gidiyoruz, ikimizin de okumadığı bir kitabı seçiyoruz, okuyup altınız çizdiğimiz, yıldızladığımız bölümleri karşılaştırıyoruz. Bu kitabı seçene kadar iki kez baştan sona dolaştık mekanı, kapakları birbirimize gösterirken birkaç kitabı raflardan düşürdük, bir kez de çarpıştık, bilanço Kensington Bahçeleri. İkimiz de sakarız, birbirimizi yaralıyoruz ve gülüyoruz. Gerçi bu metni tartışırken pek gülmedik, büyümeme hikâyeleri hep hüzünlü oluyor, Peter Pan bile daha ilk cümlesiyle fantastik bir dünyayı müjdelerken insanın ulaşamayacağı bir noktaya parmak basar; sonsuz bir çocukluk. İmkansız. Eskisi kadar üzülmüyorum, Bernhard'ın çocuklukla ilgili söylediklerini hatırlıyorum, yetişkinlerin çocuklukla ilgili düşünceleri hakkında söylediklerini hatırlıyorum, çocukluğun da kendine ait bir mutsuzluğu olduğunu da hatırlıyorum, böylece tam bir tablo çıkıyor ortaya. Köşede imzamız, geri kalanında iç içe geçmiş duygular ve olaylar bir şeyleri açığa çıkarıyor, gizliyor, sadece sihri gösteriyor. Keşfedilecek bir dünya vardı ve keşfettik, bu kadar. Büyütülecek çocuk zamanın kendisi için bir şey ifade etmediğini anladığı zaman kendisinin aynı kaldığını da görüyor. Büyümek, küçülmek, yaşlanmak, zamanı biçimlemekten öteye gitmiyor, anlamsız biçimler. Şimdiden öteye nasıl gidilir? Bilmiyorum, bu yüzden geleceği merak etmiyorum bir süredir, geçmişi yıkılan bir tabu, put gibi görüyorum. Geçmiş tamamen inşa edilen bir şey, gerçekle uzaktan yakından ilgisi yok. Gerçeğin gerçekle de ilgisi yok, kurma biçimlerine yeterince maruz kaldıktan sonra hazır paketlerden olabildiğince kurtulmak için mücadele etmek gerekiyor, yılların yerleşik inançlarından bir bir kurtulmalıyız. Neyse, bu metnin hikâyesinde de bir kurma biçimi mevcut, son derece afili, sayısız teknikten yararlanıyor ve kayıpların temelinde yükseliyor, kişisel kayıplar. Kaybolan bir insanın yerini dolduramamakla ilgili, travmayla daha çok ilgili. Travmaların yaşı gerçek yaşımız, doğum tarihlerimiz travmalarımızın tarihleri. "Her şey asla büyümemiş bir çocukla başlayıp asla çocuk olmamış bir yetişkinle bitiyor." (s. 13) İki farklı hikâye birbirine paralel ilerliyor, her ikisinde de ölü bir kardeş ve iki yazarın -biri anlatıcı- kaleme aldıkları metinler var. Anlatıcı kendi acılarını J. M. Barrie'nin, Peter Pan'ın yazarının hayatındaki burukluklarla eşliyor. Sadece benzer duygular üzerinden değil, paylaşılan mekanların doğurduğu ortaklık üzerinden de ilerliyoruz. Nereye, hiçbir yere. Yüz yıl boyunca ileri geri giden bir anlatının ulaştığı bir nokta yok, anıların çıkardığı yolculuklar aynı yerde, aynı zamanda bitmeye mahkum. İlk bölümün adı aynı zamanda: Mahkûm. Peter Pan'ın intihar ettiğini söylüyor anlatıcı, metroda raylara atmış kendini. Kadınlar bağırmış, başka kadınlar bağırmış, olayı görmeyenler de bağırmaya başlamış. Calvino'nun Sen "Alo" Demeden Önce'sindeki ilk öykü, bağıran insanlar. Sihirli bir an, tarihe tanıklık eden insanlar, Neverland'e yolculuk. Fresán "iddialı" ve saygıya hayli hayli değer bir dünya kuruyor, metnin herhangi bir noktasında vecizleşmeyen cümlelerle anlatıyı sürdürüyor. Neyse, başlarda yine derleyip toparlamamız gereken bir dünya insan ve olay çıkıyor ortaya, örneğin hakkında "Peter Pan Yayıncılığa Soyunuyor" haberleri çıkan Peter Llewelyn Davies'in intihar ettiğine dair bir haber görüyoruz, Peter Pan'ın ta kendisi, Barrie için. Peter raylara düşerken II. Dünya Savaşı yıllarını hatırlıyor, derin yerlere hayatı kurtulsun diye iniyordu ama şimdi hayatını geride bırakmak için iniyor, kardeşleri gibi, her biri Peter Pan'ın bir parçasını oluşturan kardeşleri gibi. Not defterlerine düştüğü notlara bakarsak ölülerin her şeyden farksız olduğunu düşünmeye başladığını görürüz. Ölüm su içmek gibi, nefes almak gibi bir şey, korkulacak bir durumu yok. Başka notlar, Barrie'nin beş kardeş için anlamı, yaşadıkları çatışmalar, mutluluk zamanları, geçmişin uzak topraklarında ayakların yere değmediği bir yürüyüş. "Peter Llewelyn Davies unutmanın ona ebediyen yasak olduğunu ve olacağını asla unutamıyordu." (s. 18) Kardeşi George'un cephedeki ölümünü ve başka bir manşeti hatırlıyor: "Peter Pan Cephede Öldü" başlığı gözlerinin önünde, bütün yaşamı ve ailesi gözlerinin önünde, raylara düşerken. Annesiyle babası, Arthur ve Sylvia yanında, kardeşleri yanında, ölülerle birlikte alçalıyor, yüzü yere dik hale gelene kadar.

Asıl hikâye değil bu, anlatı zamanının sonlarından bir parça. Barrie'nin hikâyesini anlatmaya başlıyor anlatıcı, Peter Hook. Keiko Kai'ye anlatıyor, okurlar olarak dinliyoruz, Kai'nin kim olduğunaa dair uzzunca bir süre fikrimiz olmayacak.

Epigraftaki bölümlerden birinde yaşam hikâyesini anlatana sonsuz lanet diliyordu Barrie, Hook zaten lanetlendiğini düşündüğü için pek korkmuyor açıkçası, yaşamındaki yükleri bırakabileceği kadar yaşamış durumda, anlatıyor. J. M. Barrie'nin sporcu kardeşi David Barrie ölüyor, gömülüyor. Anne Margaret Ogilvy, en sevdiği evladının ölümünden sonra toparlanamıyor, diğer çocuklarıyla zaten pek ilgilenmiyordu, artık tamamen sisler içinde yaşıyor. Anlamaya fırsat bulamadığını özlemeyeceğini düşünüyor, David'in yer aldığı ne varsa -yaşam, ev, ne olursa- işlenmeyen kodlar haline geliyor Margaret için. Bu sırada J. M. Barrie'ye odaklanıyoruz, sahne onun. 1860'ta İskoçya'da doğuyor ve altı yaşına geliyor, abisinin ölümünden sonra altı yaşında kalıyor. Kitap okumaya, geceleri düşlerinde yolculuğa çıkmaya başlıyor. Kurmacayla gerçeklik arasındaki ilişkiyi irdelemeye başlıyor, büyümekle ilgili takıntılı düşüncelerini de bu dönemde geliştiriyor. Tek bir emri var Margaret'ın, Davudi sesle söylüyor: Büyümeyeceksin. On defa. Annesi tarafından büyümeyen bir çocuk haline getirilen adamımız bir gece okuduğu kitabı kapatıp büyümeyeceğini söylüyor, penceresini açıyor ve gecenin kokusunu içine çekiyor. Peter Pan çoktan doğmuş aslında, kendisine gereken tek şey bütünleşebileceği bir vücut. Yıllar sonra gelecek o da. Kendi çocukluğuna dönüyor bu noktada Hook, iki hikâyeyi birbirine bağlama biçimleri öylesine yaratıcı ki sanki tek bir yaşam sürüyormuş gibi, farklı zamanlardaki tek yaşam. Margaret ve Lady Alexandra Swinton-Menzies arasında büyük bir benzerlik var, ikisi de çocuklarını kaybetmiş ve buğulu bir dünyaya çekilmiş. Tabii Hook'un ailesi çok daha ilginç; The Beatles'ın zamanında müzik yapan, ünlü müzisyenlerle takılan bir anneye ve babaya sahip Hook. Bu aile üzerinden 60'lı yılların müziği ve bu müziğin bayağılaşması meselesi üzerinde çok duruluyor. Hook'un annesiyle babasının grubu zamanında çok ses getirmiş birkaç albüm yapmış ve sonrasında yükselen benzer bir dalganın gerisinde kalarak unutulmuş. The Kinks'le benzerlikler kurabileceğimizi söylüyor Fresán, yanlış olmazmış. The Beatles, geç yıllarında Bob Dylan ve diğerleri davayı satmış, Hook'un babasının düşüncesi. Kardeş Baco öldükten sonra anne puslu bir dünyaya çekiliyor, baba da geçmişi iyice eşelemeye başlıyor ve küçük Hook'la, çocuk sanki bir yetişkinmiş gibi konuşmaya başlıyor. Dönemin siyasi ortamı, müzik endüstrisi, aile, sanat dünyası, hemen her şey hakkında. Travma üzerine bir de babanın ağırlığı çöküyor Hook'un omzuna, o da bir ödünleme yöntemi olarak çocuk kitapları yazmaya başlıyor. Kendi büyümeme yöntemi, Peter Pan'dan esinlenerek. Hook'un kahramanının adı Jim Yang, tarihteki kötü adamların isimlerinden uydurulmuş bir ada sahip kötü adamla kapışıyor, zamanda yolculuk ediyor, biraz Doctor Who havasında. Metin hacimli olduğu için bu çocuk kitaplarına genişçe bir yer ayrılmış, Hook kitaplarında değindiği meseleleri açıp Peter Pan'a ve Barrie'nin yaşamına kusursuz geçişler yapıyor. Gerçekten on numara bir anlatım yöntemi var Fresán'ın, bazı noktalarda "Oha" diye not düştüğüm oldu.

Alwaysland'e yapılan bir yolculukla bitiyor metin, sonu da önceki bölümler gibi oldukça görkemli. Ben aralardan seçtiğim birkaç şeyle bitireyim; Bob Dylan'ın yatağına kustuğunu hatırlıyor Hook, adam çocuktan özür dileyerek çıkmış odadan ama yatak berbat olmuş. Halikarnas Balıkçısı'nın kızı İsmet Hanım'ın bir sabah yatağında çırılçıplak uyuyan Neyzen Tevfik'i bulması gibi, çok gülmüştüm buna, evi ayağa kaldırmış, "Odamda çıplak bir adam var!" diye. Neyse, ortalarda bir yerlerde Hook herkesi bir noktaya topluyor, aslında şimdinin bir metaforu; tek bir mekan ve tek bir zamanda bir yaşamlık veri. Tanıdığı bütün ünlüleri o mekanda görüyor ve hepsini sayıyor, yakından tanıklık ettiği özellikleriyle birlikte. Eric Clapton'ın izlediği kadın ve George Harrison'ın dansı, Jimi Hendrix'in mor sisi, bir dünya şey. Ailelerin mutsuzluklarının da birbirine benzeyebildiğini görüyoruz, hatırlamanın lanetini görüyoruz, en sonunda da unutuşun huzurunu görüyoruz, unutuş ölüm olarak beliriyor.

Müthiş bir metin, ciddi bir şekilde ıskalandığını düşünüyorum, hakkında tek bir haber çıkmamış gibi gözüküyor. Saadet Özen çevirisi. Çok çok iyi.

20 Mart 2019 Çarşamba

Forrest Gander - Şairin Vedası

Orijinal adı As a Friend, metnin son cümlesi aynı zamanda. Hayat arkadaşlığı tam anlamıyla vücut bulmuş durumda, Les'in yaşamında durmadan geçiş yaptığı her bir katman için farklı insanlar var, Les insan biriktiriyor ve hepsiyle dost oluyor, hepsine yakınlık duyuyor ve sevilmek istiyor, istediği belki de tek şey. Toplum kendi istediği biçime sahip olsaydı her şey daha kolay olabilirdi, örneğin çok eşlilik -bu tabir de özünde hatalı gibi geliyor bana, bağlamından kopuk, "eşlik" mevzusu baştan sıkıntılı- genel geçer olsaydı Les'in serseriliği onu dünyanın en şeker insanlarından biri haline getirirdi ama kodlar çok katı, kırabilenler mutlu bir şekilde yaşıyor, kırmaya çalışıp kıramayanlar sevenlerinin yaşamlarını cehenneme çeviriyor, karışık olay. Sonuçta Les'in edeceği bir veda var ama öncesinde annesinin yaşadıklarına odaklanıyoruz. Toplamda dört bölüm var, ilk bölüm doğum yapan bir anneye odaklanıyor. Rahatlık doğuran bir dil, öylece okuyoruz. Çocuğun biyolojik babası gemide çalışıyor, uzaklarda, anneyi yalanlarıyla kandırıp kirişi kırmış. Anne -kadın diyeyim- elinde kutsal kitapla doğurmayı bekliyor, annesi yanında, hemşireler tatlı sert. Kadın annesini yargılamak istemiyor ama istiyor da, doğum sancıları gelene kadar. Aralarındaki ilişkinin pek de sıkı olmadığını anlıyoruz, kadın serserilik, itlik ve hergelelik peşine düşmüş bir süre önce. Annesi neyi yanlış yaptığını düşünüyor, sonra babanın yokluğunda kızını düşündüğü kadar iyi eğitemediğini anlıyor, bulundukları yer bu çıkarımı yapması için yeterli. Çığlıklar, küfürler, sıkıntılı bir doğum. Ikınmalar, kasılmalar, erkek bir çocuk dışarı çıkana kadar sürüyor. Kadın ağlıyor, annesi çökkün. İkisinde de derin izler kalıyor, yaşamları boyunca bakıp bakıp anımsayacaklar. Kadın oğlunu evlatlık veriyor ve her yaş aldığında çocuğu özlemediğini söylüyor, hiç özlemiyor, yirmi sekiz ve otuz yaşında, otuz iki yaşında özlemiyor. Evleniyor, başka çocukları oluyor ve düzene giren yaşamının rahatlığını hissedince düşünüyor, çocuk ne yapıyor acaba?

Kopuk, bilmiyoruz, Clay'in anlatıcılığında ikinci bölümden devam ediyoruz. Clay kardeş Les'le ve diğerleriyle sürdürdüğü ilişkilerini anlatıyor, patlama anına kadar. Les'in ortaya çıktığı dünyaya geçiveriyoruz, yetişkinlerin her olasılığa açık dünyaları anlatıyı kaplayıveriyor. Les arabasıyla gelip şiirini bırakıyor ve gidiyor, Clay için Les'in özeti. Fırtına gibi bir adam. İki defa evlenmiş, aralarındaki tek evli adam. Geçmişi sır. "Muhtemelen evlatlık olmasından, aile hakkındaki belirsizlikten ve sevilmeye karşı duyduğu açlıktan kaynaklanıyor olmalıydı." (s. 26) Les'in karakterini çiziyor Clay ve kendini fırtınaya bırakıyor; biraz kıskançlığın ve çokça hayranlığın kefeleri arasında salınıp duruyor. Arada sırada Les'ten inciler üfürüyor, hatta o incileri kendininmiş gibi söylediği de oluyor. Aslında Les'in etrafındaki herkes ondan bir şeyler kapıyor, adam sıkı bir şair, sözcüklerle yaşamın doğrudan sunamadığını dolaylı olarak yaratıyor. Mesela şu: "Hayat bir erkeğin bütün olasılıklarını yaşamasına imkân vermiyor. Sanki onun sahip olduğundan çok daha azına razı oluyordum." (s. 26) Korkunç bir açlık çekiyor adam, bu yüzden düzüşüyor, içiyor, yaşamı kırıntı bırakmamasıya yemeye çalışıyor. Daha çok, daha çok ve daha çok. Şenlik ateşi gibi bir hayat Les'inki, erken sönmeye mahkum. Yakışıklılığı, birikimi, her şeyi tamam. Clay dahil herkes seviyor onu ki Clay de göreceğimiz gibi itin, uğursuzun teki, Les'le birlikte mutluyken bir süre sonra kıskançlığın ağır basmasıyla arkadaşını satıyor. Les Sarah'yla birlikte yaşıyor, Cora'yla evli. Cora uzaklarda bir çiftlikte, sanat sepet işleriyle ilgileniyor. Les, eşini haftada en az üç kez ziyaret ediyor, sonra şehre dönüp Sarah'yla birlikte yaşıyor. Denk getirdiği kadınlar cabası. Neyse, satış noktasına geleceğim ama Clay'in düşüncelerinden kırpayım azıcık. Clay hem Les'e, hem de Sarah'ya aşık ve ikisini birbirinden ayıramıyor. Bazen Les'in ortadan kaybolmasını istiyor, böylece imrendiği yaşam kendisinin olabilir. Dünyada farklı bir şekilde var olmanın tasavvurunu yaratıyor Les, Clay'in ulaşamadığı yaşam ıstırap verir hale geliyor ve tayfanın takıldığı mekanın çalışanlarından birine yüklüce bir para veriyor, Les'in ankesörlü telefonda çevirdiği numarayı öğrenmesi için. Kadın öğreniyor, Clay'e fişekliyor hemen. Clay numarayı çeviriyor, uzunca bir konuşma yapıyor ve beklemeye başlıyor. O sırada bir sürü yaşantı, detay, araba gezintileri, birlikte geçirilen zaman, bilmem ne. Cora çıkıp geldiği zaman ipler kopuyor, iki kadın ve bir adam saatlerce konuşuyorlar, kavga ediyorlar, bağırıyorlar ve ağlıyorlar. Les dayanamıyor, üç kurşun sıkıyor kendine. Son. Yaşam yaşanırken biriken suçluluk ve acı kesin olarak ortadan kalkıyor. "Bir zamanlar seçimlerim vardı. Sonra sanki hayatım vücudumdan çıkıp gitmişti." (s. 61) Genazino'da da benzer bir mevzu var; sanki seçimlerin sorumluluklarının biriktirilip bir anda alınması gibi. O ağırlık çöküşe neden oluyor ve intihar kalıcı sorunlar için kalıcı bir çözüm haline geliyor. Böyle bir yaşam için ideal son. Toplumsal kodlar kabul edilmiş aslında, Les neyin içinde var olduğunu bilse de sevdiği insanlarla hiçbir şey paylaşmayarak, kodlardan muaf olduğunu söylemeyerek, başkalarını umursadığından değil de kendisini gerçekleştirebilmek için herhangi bir çabada bulunmayarak her şeyi kabulleniyor.

Sarah. Les kadar şair belki, sonraları tek dizeye düşürdüğü anlatısına Les'in intiharını ve ötesini sıkıştırıyor. Oral seks yaptığı ilk adam, kuyu suyu gibi tadı var. Direkt Les'e sesleniyor. Les kadını sıklıkla güldürüyor, kadının tutulmasını sağlayan bir şey. Uydurulan pozisyonlar gerçekten komik, "Sıkışmış Kütük Pozisyonu" diye bir şey üfürmüş Les. Gözde canlanan şeyse basmakalıplıktan kurtardığı için takdir edilesi bir uydurma. Meme rujuna karşılık çük yüzüğü hediye etmiş Sarah, Clay bir yerde görüyordu bu yüzüğü. Sesleri kaydeden kulaklar, yerin altında bile, Les'e ait. "Gözle görünmeyen ağır bir yarayla, aynaya doğru yürüyorum." (s. 69) Sarah'ya ait. Blues, Miles Davis, satılamayan plaklar, onlarca anı. Bütün sorumluluğu Sarah'ya yıkıp giden Les'in ardından ağıt.

"Kendine nasıl böyle ihanet edebildin?

Böyle." (s. 83)

Ağırlığını yere vermeden yürümeye çalışıyor Sarah, başaramıyor. Hayaletten kurtulamıyor, evli olmadığını söyleyen hayaletten, fotoğraflardaki hayaletten, sonsuza kadar yirmi beş yaşını yaşayacak hayaletten.

"Tatlım benim.

Yani öyleydin, hâlâ hayattayken." (s. 85)

Son bölüm, Les'in bir röportaj kaydından çekim hataları. Les'i ilk kez kendi sesinden dinliyoruz. Uyum arıyor, dostluk da. Kendi uyumunu kimseye uyduramadığı için sonunun kendi ellerinin marifeti olması doğal. Pişmanlıkları var, şiirin yaptıklarıyla ve yapmadıklarıyla ilgili fikirleri var, yaşamının bir özeti var. Hızla yanıp sönen bir yaşam.

Gander şairmiş, şairin romanı. İyi.

9 Şubat 2019 Cumartesi

Dag Solstad - Mahcubiyet ve Haysiyet

Aklımda Marillion'ın The Invisible Man'i dönüp durdu.

"The world's gone mad / And I have lost touch / I shouldn't admit it / But I have / It slipped away while I was distracted / I haven't changed / I swear I haven't changed / How did this happen?"

Patlama anının doğallığına bakınca dayanabileceği kadar dayandığını görüyorum adamın. Ibsen'in bir oyununu anlatıyor, öğrenciler dinlemiyor, öğrenciler koca bir kültürü umursamıyor, yirmi beş yılın ardından öğretmenliğini kaldırıp atası geliyor adamın ama bunu da yapamıyor, en sonunda dersi biter bitmez evine gitmek için hareketleniyor, dışarıda yağmur var, adamın şemsiyesi açılmıyor, adam şemsiyesini taşlara vura vura açmaya çalışırken ellerini yaralıyor, şemsiyesini parçalıyor, kendisini izleyen öğrencilerden birine amcık olduğuna dair enformatik bir nida salıyor, kıza söylemediğini bırakmıyor ve yürümeye başlıyor. Norveç'in sokakları, yağmuru, karanlığı. Kendini tutmaya çalıştığı için geçmişine yöneliyor. Anılardan ulaştığı şimdide koca bir yıkıntı duruyor. İşinden olacak, kariyeri mahvolacak, saygınlığı yitecek ama daha kötüsünü çoktan yaşadığını görüyor. Yaşamını ilk kez düşünmüyor ama o aydınlanmayı ilk kez yaşıyor, görüşünde ilk defa bir berraklık var. Bunu anlatımın biçim değiştirmesinden anlayabiliyoruz.

Başa dönmem lazım. Elias Rukla ellilerinin sonuna gelmiş bir edebiyat öğretmeni. Ağır ağır kurulan, detaylarına anlatının ilerleyişiyle kavuşan bir kurmaca olduğu için bu, en başta kahvaltıyla açılan bir sahneyle karşılaşıyoruz. Hafif tombul karısıyla kahvaltı ediyor adam, birkaç kitabını ve şemsiyesini çantasına yerleştiriyor ve zorlama bir şekilde vedalaşıyor karısıyla. Evliliklerinde aksayan yanların yıllanmışlığını seziyoruz ama henüz hiçbir şey bilmiyoruz tabii, adam evden çıkıyor, okula gidiyor ve dersini anlatmaya başlıyor. Ibsen'den Yaban Ördekleri. Her sene veya dönem dört metin işliyor yıllardır, biri bu. Sorulduğu zaman favori yazarları arasında Ibsen'i söylemeyecek, daha modern isimlerden bahsedecek ve öğrencilerini etkileyecek. Konuşması bile hazır, aklında kurmuş. Norveç kültürünün en önemli temsilcisi Elias, okulda durum bu. "Gerçek şuydu, çok iyi eğitim almış yetişkin bir adam, yirmi beş yıldır masrafları kamu tarafından karşılanmak suretiyle bu sınıfta oturuyor ve öğrenilerin sıkılıp sıkılmadıklarını dikkate almaksızın ortak kültür mirasımıza ait edebi eserlerin bir bölümünü ders olarak işliyordu." (s. 18) Yirmi beş yıl durmadan anlatmış, kültürün aktarımı için uğraşmış ama bir şeylerin değiştiğinin farkına varmamış. Serbest dolaylı anlatım vasıtasıyla anlatıcı ve Elias'ın düşünceleri birleştiğinde, Elias karikatürleştirildiğinde -önem verdiği meseleler tekrarlanır, birkaç defa, Murtaza'nın aşırı tekrarları gibi değil de aralara sıkıştırılmış tekrarlar, Elias okulda bu tekrarlardan ibaret- karakterden çok tip niteliği kazanır adam; anlattığı oyundaki karakterleri irdeleyişinde, öğrencilere bakış açısı kazandırmaya çalıştığında eskidiğini fark etmesi gerekirken fark etmez, örneğin Ibsen'in bazı oyunlarında polisiye ögelerin bulunduğunu anlatabilir, başka şeyler anlatabilir, yenilikçi bir bakış açısıyla eğitim verebilir ama yaşamında saplanıp kaldığı bir nokta var, oradan öteye geçemeyen Elias için saplandığı yer sadece yaş almasına, zihinsel olarak değişememesine neden olmuş. Dersi anlatırken soruları, mimikleri, her şeyi yıllardır aynı. Öğrenciler hakarete uğramış gibi hissediyorlar, metni okumak dışında hiç dahil olmuyorlar derse, kendi fikirlerinin önemsenmediğini, hatta sorulmadığını görünce umudu kesmiş bir şekilde zilin çalmasını bekliyorlar. Elias düştüğü durumu iğrenç buluyor, ruhsuzluklarıyla oturan öğrencileri bir tehdit olarak görmeye başlıyor, özellikle iç çeken bir öğrenciye kızmak isteyip kızamadığında.

Kayışı kopardıktan sonra gelen işsizlik, geçinme problemleriyle birlikte Elias'ı karakter olarak buluyoruz, tipliği ortadan kalkıyor. Anlatım biçim değiştiriyor, serbest dolaylı anlatımdan tipik anlatıma dönüyor ve Elias'ın geçmişine odaklanıyoruz. Johan Corneliussen ilk kez ve Elias'ın eşi Eva Linde -bu anlatımda- daha detaylı olarak karşımıza çıkıyor. Elias'ın ellili yaşlarına finale kadar bir daha dönmeyeceğiz, 1960'lı yılların sonuna gidiyoruz. Elias'ın Johan'ın karısı olarak tanıştığı Eva'yla nasıl evlendiğini bilmiyoruz, sadece bahsi geçiyor ve evliliğe kadarki dostluk süreci metnin önemli bir bölümü boyunca anlatının odak noktası oluyor.

1966'da Johan ve Elias tanışıyor. Oslo Üniversitesi Felsefe Enstitüsünde birkaç seçmeli derse giren Elias filoloji okuyor, Johan'sa çok parlak bir felsefe öğrencisi. Bir Wittgenstein dersinden sonra tanışıyorlar, Johan Elias'ı partilere götürüyor, sabahlıyorlar, oturup bir şeyler yiyorlar, dedikodu yapıyorlar, felsefe ve edebiyat konuşuyorlar, buz hokeyi maçlarına gidiyorlar, futbolla buz hokeyini karşılaştırıyorlar, kadınlarla birlikte oluyorlar, öğrenciliğin hızlı yaşamını paylaşıyorlar. Johan'ın kendisinde ne bulduğunu bilmiyor Elias, kızların hayranı olduğu, konuştuğu zaman herkesin pür dikkat dinlediği Johan'ın ilgisini bir şekilde çekmiş ama kendisinde dikkat çekici bir şey bulamıyor, bulamadıkça rahatsızlık hissediyor ve Johan'a duyduğu hayranlıkla karışık sevgiye dayanarak dostluğu sürdürüyor. Elias pek anlamıyor Johan'ı, adamın hayata karşı duyduğu heyecan ve iştah kendisinde yok, belki de bu iştaha sahip olanların kendilerini felsefe okumaya verdiklerini düşünüyor. Kant üzerine bir tez yazarak doktorayı bitirmeyi tasarlıyor Johan, bu konuda Elias'la konuşuyorlar ama derinlikli bir konuşma değil onlarınki. Arkadaşlıkları da anları paylaşmaktan öteye geçmiyor gibi gözükürken Johan Elias'ı sevgilisiyle tanıştıracağını söylüyor. Eva'yı ilk kez Johan'ın evinde görüyor Elias, kıza hayran oluyor, hatta aşık da oluyor sonradan anladığı kadarıyla. Kız birkaç yaş küçük ikisinden de. Çok güzel, sessiz. Sekiz yıl üçünün arkadaşlığı sürüyor, bir süre sonra Johan ve Eva evleniyorlar, bir çocukları oluyor, sonra Johan ortadan kayboluyor. ABD'ye gittiğini söylüyor telefonla. Her şeyi geride bırakıyor, Eva'yla kızını da Elias'a emanet ediyor.

Johan'a odaklanıyorum. Öğrenci kulüpleri başkanlığı yapıyor, çok popüler, akıllı, aktif bir adam. Kant'ın metinlerine çalışıyor ve kültür birikimine, Kant hakkında yazılmış onca sayfaya kendi yazacağı metni de ekleme fikri heyecanlandırıyor onu. Marx'ın Kant felsefesinde temellendirdiği görüşleriyle Kant'ın görüşlerinin kıyaslandığı tez bitiyor, Johan yarı zamanlı olarak üniversitede ders vermeye başlıyor ama yokluktan kurtulamıyor bir türlü, Eva'yla kızı da var bir yandan, evlendikten sonra her şey daha da zorlaşıyor. Diğer üniversitelerin burslarına başvurmuyor, başvursa tek başına gidecek ki bunu istemiyor, ailesiyle birlikte gitse yine yoksulluktan kurtulamayacak ki bunu da istemiyor. Tüketim toplumunun kodlarını çözdükten sonra elindeki bilgiyi kullanamadığını, bütün problemin bu olduğunu fark ediyor Meksika'da katıldığı bir konferans sırasında, böylece kapitalist sistemde rahatça yaşayabileceği, bilgisini paraya çevirebileceği ABD'ye gitmeye karar veriyor. Sıkışmışlık duygusundan kurtulmak istiyor, bir reklam şirketinde iş bularak kaçıyor Elias'tan, Eva'dan ve kızından, tanıdığı herkesi geride bırakıyor. Kandırılmış hissediyorlar, Johan'ın böyle bir şey yapabileceğini hiç düşünmedikleri ve adama hayranlık duydukları için açık açık suçlayamıyorlar da Johan'ı. Sonuçta geride kalanlar birbirine tutunuyorlar, Eva ve Elias evleniyor.

Kurdukları aile Johan'dan sonra ikinci bir çürük dayanak olarak beliriyor. Seviştikleri sırada Eva başını çeviriyor sürekli. Elias sevgisini dile getirdiğinde kadın hiçbir şey söylemiyor. Bazen dalgın dalgın bakakalıyor Eva, Elias'ı gördüğü anda dalgınlığından kurtulup gülümsemeye başlıyor. Kendi durumları da iyi değil, Elias bir süredir öğretmen olarak çalışıyor ama zar zor geçiniyorlar. Bir gün mutfağı yenilemek isteyen Eva, Elias'tan olumsuz yanıt alınca adamın cimri ve aşağılık bir herif olduğunu söylüyor. Söyler söylemez pişman oluyor, gülümseyerek özür diliyor ve adama sarılıyor. Şöyle bir durum; Elias bunları "gerçekten" ilk kez düşünüyor. Öğrencisine küfredip şemsiyesini parçaladıktan sonra, elindeki kanamayı durdurmaya çalışırken aydınlanma anı yaşıyor. "Eva ona gelmişti." (s. 70) Bu kez tipleştirilmiyor Elias, kendini bir tip olarak göremiyor, yaşananları yavaş yavaş anlarken tekrarlar da azalmaya başlıyor. Eva ona geldi, Eva geldi, Eva onu istedi, öyleyse Eva sevdiğini niye hiç söylemiyor, Eva niye özveride bulunmuyor, Eva neden her şeyin en iyisini hak eden bir kadın olarak görülüyor? Eva'yla evlenmenin bedeli var, aslında yok ama var, öncelikle Johan'ın hayaleti aralarında beliriyor sürekli; ABD'den yollanan hediyeler, mektuplar... Johan hep orada. Elias, Johan'ın yükünü taşıyor bir yandan ve yeni bir başlangıç istiyor ama kendisinde de bu başlangıç için güç yok, Eva'da zaten yok, bir yıkıntının üzerinde yaşıyorlar. Eva aslında kendisini sevmiyor, hiç sevmedi, Johan'ın karşısında hiç şansı yok Elias'ın. Eva'nın kendisine gelmesinin sebebi sevgi değildi zaten, bunu anlıyor.

Hemen bir bağlantı. Sınıfta anlattığı oyundaki karakterin, aslında gereksiz olarak gördüğü karakterin, hatta Ibsen'i bu gereksizlik yüzünden eleştirmesine yol açan karakterin tek bir sözü: "'Bir insanın elinden hayatı boyunca kendisini kandırdığı şeyi aldığınız anda mutluluğunu da bitirirsiniz.'" (s. 9) Sırf bu replik, adamın gerekliliğini, en azından bu metinde ortaya koyuyor. Yalanı elinden alınan Elias için mutluluğu yakalamak pek mümkün değil, yağmur altında tek başına yürürken. Her şeyin bittiğini düşünüyor ve metin de sonlanıyor böylece.

Gerçeği kurguluyoruz ve umduklarımız gerçekleşmeyince kendimize dönüp bakıyoruz. Görmek istemediğimiz için körüz. Her şeyin apaçık ortada olması bir önem taşımıyor, istediğimiz gibi yorumlayıp devam ediyoruz, çöküşle birlikte yeni bir gerçekliğe girişiyoruz ve bunun bir döngüye dönüşmemesini umuyoruz. Bu döngünün farkına varış anı işte, Elias'ın yaşadığı şey tam olarak bu.