
Sonrasını bilmiyoruz, anlatıcının bunları çok daha sonrasında yazdığını öğreniyoruz ve bitiyor öykü. Nereye yüründüğü, yürünüp yürünmediği, her şey yoruma bırakılıyor. Bir alıntı daha yapacağım bundan, öykünün ruhunu taşıyor belki: "'Başkalarını bundan rahatsız etmeksizin, bir başarısızın hayatını sürdürebileceğim noktaya dek yürümek, geriye doğru.'" (s. 20) Buzzati'nin çölünü beyaza boyarsak aynı ruhu duyabiliriz.
Dorothea, etrafta patlayan tüfekler ve bombalar olduğu zaman bireysel gerçekliğin paramparça olabileceğine dair müthiş bir öykü. Üç farklı başlangıçla ilerleyebileceğini söylüyor anlatıcı ama onca yok oluşun arasında kalan tek ögeyi anarak başlıyor, Dorothea'yı. Sonra 1946-1947 kışını anlatmaya başlıyor. Korkunç bir kış, atlatanlar için bir ölüm kalım savaşı, başlı başına. Yiyecek ve barınak yoksunluğu yüzünden insanların birer birer öldüğü, Hamburg'un bombalanmasından sonraki en sert günler. Anlatıcı yiyecek alabilmek için saatini satmaya karar veriyor ve kendisine salık verildiği üzere neredeyse temellerine kadar yanmış bir eve gidiyor, kapıyı Dorothea açıyor, kocasının orada olmadığını ama geldiğinde saatle mutlaka ilgileneceğini söylüyor. Bir tanışlık duygusu doğuyor aralarında, sanki birbirlerini geçmişin kırık aynasında seçer gibi oluyorlar ama tam da çıkaramıyorlar nerede, ne zaman karşılaştıklarını. Dorothea'nın eşi gelmiyor, adam o eve bir kez daha gidiyor sonra, Dorothea'nın hikâyesini dinliyor. Savaşın dehşeti içinde Dorothea'ya yardım eden bir asker, ailesi kısa süre önce öldürülmüş olmasına rağmen kadını bir başına bırakmıyor ve ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyor. Anlatıcının kendi hikâyesinde de benzer bir durum var, bir kadına yardım etmesine dair. Sonuçta aslında birbirlerini tanımadıkları ortaya çıkıyor ama acılar yüzleri birörnek hale getirdiği için, hikâyeler neredeyse aynı olduğu için, aynı savaşın içinde aynı korku yaşandığı için pek de uzak düşemiyorlar isteseler de. Yaşananların irdelendiği, Tanrı'yla konuşulacağı günün beklendiğine dair müthiş bir sonu var öykünün. Yine bir alıntıyla bitireyim: "Acaba büyük sarsıntılar sırasında hepimiz birbirimize mi benziyoruz? Yoksa böyle anlarda düşüncelerimiz kırık dökük sınırları aşıyor da kendiliklerinden evrene mi saçılıyor? Ve bugün ya da yarın, orada bir yerde, belki yine sarsılmış birinin düşünceleriyle karşılaşıp bizim de katılabileceğimiz bir alın yazısını birlikte yaşıyorlar." (s. 78)
Kıyıda. Ailenin çürütücü etkisi üzerine. Gümrük memurluğundan nasibini alması istenen bir adam, ailesinin örümcek ağı gibi ördüğü yaşamından kurtulmak ister ama gümrük memuru olan eniştesi, annesi, babası onu istemediği bir yaşamın ortasına çekerler. Anlatıcı, Nellie'yle muhabbet ederken bağlarını birer birer gözler önüne serer, çocukluğundan itibaren içine düştüğü çıkmazları anlatır ve en sonunda bir sabah karşı kıyıya geçeceğini, geriye dönüp baktığında her şeyin çok daha iyi olacağını söyler. Karşıya geçme hayali sürer, eyleme dönüşüp dönüşmemesi önemli değildir, çıkış yolunun varlığı bilinmektedir. Yeterli.
Nossack'ın insanları meseleleriyle var olan insanlar, kendilerini açmakta son derece cömertler. Genellikle bir başlarına da değiller, içlerindekinin dengini bir başkasında buldukları zaman sanki bir umuda kapılıyorlar ve anlatmaya başlıyorlar, kendileri için iyi bir sonuca varamasalar bile anlatmanın saadeti var, onunla yetiniyorlar. Güzel bir şey. Nossack iyi bir yazar, çevrilmeli. Çevirir misiniz?