Hüseyin Peker etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hüseyin Peker etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Ağustos 2017 Perşembe

Hüseyin Peker - Yazıcı ya da Bir Yol Romanı

Aylar önce okuduğum kitapların birikintisinden bir tane çekiyorum. Duygusu uyanıyor. Hatırlayabildiğim kadarıdır.

Peker'in yol romanında masalar değişmiyor. Biraların köpükleri, rakıların mermer yüzeyi, olasılıklardan çekip çıkarılmış insanlar ve hikâyeler hep aynı coşkunun izini taşıyor. Epigrafta Nihat Behram'ın tezcan tarafından ayartılmakla ilgili güzel bir sözü var, yolculuklar ve olağanın inceliklerle ortaya çıkarılmış görülmez renkleri bu yeni özleminin adımlarıdır. Bir şeyler olabilir, yeter ki olabilirliğe açık yaşansın. Rendelenmiş havuçların, kereviz yemeğinin, oral hadiselerin akarlığı bu devinimin yansımaları, şehirler de öyle.

Üç bölümdür, ilk ikisinin adları şehirlerden gelir, üçüncüsü 2020'yle bağlantılıdır. İlki yaykın.

Sofranın üzerinden atlama dalında gümüş madalya sahibi anlatıcı, eşini ve çoluk çocuğu masada bırakarak, masaya döktüğü birayı başka her şeyden daha çok anarak bir meyhaneye mi girer, artık nereye girer o kendi bileceği iş. Öyküden çok şiire ilişmesi de kendi bileceği iş, muhasebesini yapıyor ve masadan atlama olayını üçüncüde anlatabiliyor, buradan kendini anlatma/kurma ihtiyacı duyduğunu çıkarırsam kabahat benimdir. Sonrasında anlatıcıya bir kimlik gerekli olduğunu söylüyor ve neden düzyazıya ihtiyacı olduğunu da. Şiire sığmayacak meseleler. Bir biranın yere yaklaşım sesi, masa örtüsünde dağılış sesi, sesler az. Görülebilir coşku; kendi kendine bir haklılık kurma çabası bu heyecanda mevcut. Ayrıntılar neyse, apartmanlar ve aile ve iş ve tekrar, tekrar, tekrar edenler nesnelerin yansılarını biçimler. Şeyler -değişmesiz- öyleyse eğer, yaşamı kuşatan her şeye bir kulp, imgelerle dolu. Okur anlayabilir, yalnızlık paylaşmaya kapalı olsa da vitrindedir. Anlatıcı da okurla buluştuğunu düşünür, sever de okurunu. Penceresinde bir çiçek yetiştiriyordur, görülmek ister.

Oğul, kız, eş, Hasta, boşluklar dolar. Şablonları sıkıdır, iteklemeyle değişecek gibi değildir. Sabit ilişkiler. Kaya gibi. Kayanın yanından geçilir, otobüs ilerler. İnsanlar yeni. Anlatıcı sormak ister, Barthes veya Batur? İzmir? Yeni bir şey? Polat yenidir, yoksul bir genç. Kendi kendini yetiştirmiş, iki de çocuğu var ve sıkıntısı yaşamın sürmesiyle bir. Mezarlıkta alemler, sinemalar, sonra Polat yeni arkadaşlar edinir, anlatıcı edinemez. Dışarıda kalır. Yüksünmez, Polat'a iş bulur ama Polat anlatıcının yanından ayrılmak bilmez. Kasabalılar duruma illet olur, bizimki izni aldığı gibi doğruca Ankara'ya. Kasabalıların bu tedirginliği Camus, Sartre, Bukowski okumamalarına bağlanır. Kendileri çok okumuşlardır, diyalogları kendi görünüşlerinden ve gördüklerinden fazlasını söylemez, bir tek kasabalılara değer.

Ankara'daki arkadaşlar... Eleştirmen Eser'in antikacı dükkanında yeni isimler sayılır. Eleştirmen Eser, acaba kim? Yaşar Miraç ve Mehmet Taner'le kahvede oturulan zaman peştedir, hatırlanır. Ankara dar gelir, gitme vakti de gelir, sıkıntı zaten gelir.

karkın, ikinci bölüm. Eve dönüş. Evde yeni bir şey yok, sürdürülebilir olmaktan çıkmış. "Evimize bir yenilik getiremezdik. Bunun olanağı yoktu. Geç kalmıştık." (s. 49) Eş ayrı bir dünyayı büyüyor. Anlatıcıya benzemeye hiç çalışmamış, paylaşılanlar ortada kalmış, kendilerine bir pay almamışlar. Her şey yerine oturmuş, kıpırdamaya dirençli. Yaşam bir nokta, zaman akıp gidiyor ama noktanın ötesinde aralarındaki hiçbir şey ilerlemiyor. Çakılı kazık. Sözcükler ilerliyor. "Dünyayı benim dünyam değilmiş gibi anlattım hep. Bir uzak perdeden gün batımına karışan çizgi-bulut muyum ben? Hayır. İğreti bir su kuşu mu? Konuşmayı sevmeyen. Dünya bana ters mi geliyor? Alışamadığım bir şey var dünyanın kuruluş düzeninde. Uyum sağlayamadığım bir şey." (s. 49) Her şey oluruna varır ama olur kabul edilecek gibi değil. Evlilik anlatılır, 18-23 arası o kutsal saatler ve yorgunluklar ve anlaşmazlıklar ve akrabalar ve bir kadını/erkeği özlemenin sessizliği ve... "Evleniniz... Evleniniz insanlar. Bir ağaç kabuğu gibi sertleşebilmek için. Bir akarsu halinde dünyaya akmanın, her türlü yolunu tıkayıp; baraj örneği dolarak, sonra birikmiş içinizi yavaş yavaş harcayabilmek adına." (s. 51) Tam da bundan korkuyorum. Kundera'nın Ölümsüzlük'ünü okudum da yazamadım, elim bir türlü gidememişti, bir katl olacaktı. Anlatıcı kısaca değiniyor, sanatçıların yaşamları da bir sanat eseri olduğuna göre evliliğinin, sevgisinin çürümesini anlatsa eserin yorumlanışıdır. Anlatır.

Ali ve Hasta, üçüncü bölüm, bunlara nefesim yetmedi. Aldığım onca notun yarısı sayfalarda kalsın, siz Peker'i mutlaka okuyun.

15 Mart 2017 Çarşamba

Hüseyin Peker - Rüzgârlı Ceket

Peker'in öykülerinde iki şeyi çok seviyorum, biri doğalarının ötesindeki, berisindeki, tam ortasındaki imgelere açık nesneler. Arkadan parlayarak bakan bozuk paralar, dünyanın en gereksiz saat kuleleri olarak insanlar, göğün ıslak yarasından başlayan sabah, bir çok şey. İkincisi şiirle öykü arasına sıkışmış anlatılar. Son öyküde şu: "Kimseye benzemeyen imgeler parlattığını fark ettiğin gün, hayat seni daha fazla gün almaya taşıdı." (s. 137) Hayat, biçimini çoğaltanları kolay kolay yollamıyormuş gibi. Türevleri içinde Peker'in duyarlılığı pek erken patlamış, toparlaması sonraya kalmış bir volkanı andırıyor. Gök kapanmış, şiir olmuş da yamaçlardan öyküler derlenmiş sanki. Nasıl anlatsam... Sahaftan şiirlerini bulup aldım, sonra öykülerini ve romanlarını okudum. Almaşık bir ağaçtır herhalde Peker, yere/göğe dallarla kökler birbirine dolaşık büyür. Bilen görür, Seferis'in yaşadığı evi araya dereye sıkıştırması kadar güzel bir inceliği kim nereden bulacak yoksa?

Pek röportajı yok Peker'in, Facebook'tan takip ediyorum ara sıra. Dergilere şiirler yazıyor, başkaca da... Yaşıyordur herhalde istediğince. Büyük uğraş. Uğraşı karakterlerine de yansıyor, sürgit sıkıntıların tam orta yerinde yakalıyor onları Peker. Kriz anları, doruk anları, üç beş sayfaya sıkıştırılmış durumda, sihirleri cabası. Kesik, parçalı anlatı sağ olsun.

Dört bölüm.

Deprem Artıkları: Aynı adlı öyküde Ender. Parçalı ailenin yırtan tek ferdi, askerliğinin yanına hukuk eğitimini sıkıştırır, Kocaeli'de içtihatların arasında ölür. Halasıyla annesi otobüse atlayıp Kocaeli'ye giderler, yolda ayrı ayrı Ender'i hatırlarlar. Biri acısının koruna gömülür, diğeri yıkıntılar arasında pahada ağır ne varsa torbasına koyup götürmek ister. Geçmişinden geriye ne kaldıysa yanına almak için son fırsat. Sonu da kalmamış ya.

Yine torba. Peker'in çoğu öyküsünde torbaya denk gelirsiniz. Eli Torbalı Adam başka bir şey.

İki Sarsıntı'da Gölcük'ün yıkıntıları arasında kalmaktan son anda kurtulan adam, kendisini terk eden eşiyle çocuğunu ararken alımlı bir kadına rastlar. Her yeri deniz kokusunun kapladığı bir geceden sağ kurtulduğunda güdülenir, çoğalmaya. Kaç sarsıntı ama; kadından tat alamayacağını anlaması bir, eşi falan iki, sarsıntının kendisi üç, kendisi dört?

Yılancı Gerilla. Kayıp askerli öykü, hani şu babasının aradığı, Telos'tan çıkan başka bir kitapta da vardı. Geçtim. Cabir. Yakılan köyünden kurtulduğunda eş dost yardımıyla yaşama başka bir yerinden taktı kancayı, üç de çocuk yaptı. Evlendirdi birini, yakılan evinininki gibi bir anahtarı oğluna verdi. Evler barınmak için ama alevlerin döşeği başka.

Diğer öykülerde düşen gölgenin bırakmadığı bereket var, dağ ve askerler arasına sıkışmış insanların hikâyelerinde zulüm kısık sesli, orada bir yerde. Cudi'nin eteklerinden akan sulara ahlar karışmıştır.

Geri kalanlara ne diyeceğim, geçinmenin yirmi farklı yüzünden hiçbiri gülmüyor desem yetmez, bayram sabahlarının birahane hikâyeleri buruktur desem yetmez, toplumun ayrı kutuplara attığı kadınla erkeğin birbirini bulamaması derttir desem yine yetmez.

Peker çok, çok kendine has. Siz görmezseniz kimse söylemez, ben söyleyeyim. Ucundan yakalamaya bakın, okuyun bence.

28 Ekim 2016 Cuma

Hüseyin Peker - İzmirli

Eli Torbalı Adam'ın prototipi diyebiliyorum. Anlatıcı anı toplar gibi topluyordu boş kutuları, sokağın rengini alıyordu. Bence kahverengi.

Hüseyin Peker bence edebiyatımızın değeri en az bilinen -underrated yazmaya elim gitmedi, derken gitti- sanatçılarından. İnsan Arkadaşınındır diye bir şiir kitabı var, onu da edindim. Anlatılarına eklemlenebilecek dizelerini alıyorum:

"Son günlerde eve dönsem mi?
Diye bir inilti bir uçurum içimde
Eve dönsem mi?
Bu kılıksız fakirliğin bir köşesinden

Son günlerden derin bir gök
Dokunan mavi bir iz gibi içimde
O yaralı sokaklar, sabahla doğan
Akşamla kapanan kendi ateşine
Sokaklar bana da benziyor
Ne bileyim her şey biraz

Sonra koşarak vuruyorum yokuşlara
Ama çok kısa, çıkmaz bu yokuşlar
Gümüş çenekli çiçekler doğuyor bir boşluğa açılınca"

İzmir'in fuarı, semtleri, çatırdayan evliliği, arkadaşlar filan, hepsi bir araya geliyor ve Dost nam anlatıcının anılarına dönüşüyor. Dost bir kitap yazmak için hayatını delik deşik ediyor, bileysiz bıçak elde. Eşi, küflü evliliği, evin tozuyla yalın duvarlarının diyalektinde iz bırakmış. Duvarlar konuşuyor. Dost mu konuşuyor? Farkına varılmıyor.

"Anıları korur dururuz. Anıları kırar doğrarız." (s. 8)

Semin Hanım'ın yazığı romanı Dost daktiloya çekiyor. Semin Hanım, eşinin arkadaşı. Ortada arka çıkılacak başka bir şey kalmadığında bir başlarına kalıyorlar. Cinsellikleri sevgisizliğin koyu tadını taşıyor: Katran. Dost'un erdenliği sorgulayışında bu sevgisizlik var desem yattığı kadınlara nispeten hakaret olur, asıl Dost'un sürüklenişine bakmak lazım. Semin'den tiksiniyor, kadının soyduğu elmaları teri değmiştir diye tekrar soyuyor. İğdiş edilme korkusu daha derinlerde. İstence dönüşmemesi, anlatıcının umudunun tükenmemesindendir diye seviniyorum.

Dost'un babası duygusu kırık bir adam, çocuğu kalfa olarak sağa sola veriyor ve erken yetişkinlik başlıyor, zamansız büyüme. Alınan haftalığın çoğu anneye, geriye kalanıyla bir haftalık keyifler yaşanacak ve bu durum ölene kadar devam edecek. Okullar okundu, ziyade olsun, işlere girildi, evlenildi. Çocuk? İki tane; kız ve erkek. Mutluluk çerçevelenip duvara asılmamış hiç, her yere dağılmış ve Dost'un avcı-toplayıcı kültürüne yolladığı selamda izler var.

Avcı: Mutsuzluk için özel olarak evrim geçirmiş, kokuyu çok uzaklardan alıp avının peşine düşebiliyor. Yakaladığı solmuş bir menekşe, en iyi zamanlarını hiç görmemiş. Görmediği zamanların, mutluluğun omzundaki çukurunu eşeliyor.

Toplayıcı: Kutular dedim, yazmaya çalıştığı roman, yazımına yardım ettiği roman derken metinler altüst, birini diğerine ekleyebilirsiniz ki Peker'in yaptığı da bu.

Borges'e rastlamak da mümkün bu anlatıda; şiirle alakalı bir paragraf: "İnsanlar şiire benzetilmeyi hak etmiyor. Bazı örnek davranışlar şiiri anımsatabiliyor. Ama insanların tümüyle şiir gibi düşünülmesi bence doğru olmuyor. Ayağının tozuyla şiir. Pazarda pazarlık: Şiir. Arkadan birinin gözünü oyması: Neresi şiir bunların!" (s. 26) Sonrasında her insanın gözünde şiirin ışıldadığı da söyleniyor, çoğu zaman kötüye kullanılan bir şiir. Borges'in yanında Süreya da var sanırım; Süreya baktığı her şeyde şiir gördüğünü söylemiş. İş insana gelince -bence- tanrı kelamına en yakın tür olan şiir de yozlaşıyor. Borges de bu bozulmayı söylüyor röportajlarında; şairlerin şiire bürünüp yaşamamaları, yeterince saf olmamalarından kaynaklanıyor.

Enis Batur, Yusuf Atılgan, Oğuz Atay, Camus, Sartre ve Kafka bahsi geçiyor, alakayı okur kursun derim. Bende bütün huzursuzluğu dışta doğurabilen anne/adamlar çağrışıyor. Pardon, Peker'in dediği bir şey bu. Kadın doğurur, erkek yazar.

Sözcükler iyi derli bir şiirden koparılıp serpiştirilmiş. Gece, "uykusu uzatılmış, uyanması ufaltılmış bir biçime"sokulmaya çalışılırken fiilin karşıladığı iş, anlamla kuşatılmış bir yalnız imge duygusunu çağırıyor. Şudur yani; çağrışım oldukça uzak, alınması gereken bir mesafe var ve yazar, okurun bu mesafeyi alabileceğine güveniyor. Peker'in anlattığı kendi meselesi ama insan kendini insana anlatırken yine kendini ölçüt alıyor. Dost'ta bunun tam tersi var; kendini başkalarında tartamadığı için hep kendiyle kalıyor. Bulantıları bundan.

Demeden edemeyeceğim, referanslar çok sıkı. Anlatıcı, öykünün bir nefeslik, romanın birden çok ömürlük olduğunu söylerken Barnes'ı, Kosinski'yi, Kundera'yı ve Calvino'yu anıyor. Sadece karakter yaratımı değil, romanın kendi, yazarın birçok karakteriyle oluştuğu için sıkı.

Peker'in dünyasını seviyorum, tavsiye ederim.


30 Temmuz 2016 Cumartesi

Hüseyin Peker - Eli Torbalı Adam

Peker'in bu adamı, çevresindekilerin de el atmasıyla varlığı gereksizleştirilmiş insanlardan biri. Çocuklar için babalık vazifesinden muafiyet alan sıfır bir eş. İmgenin çatkısıyla kurulu dünyasında toplumsal kimliklerinden tasfiye edilen, bunu da Süreya'nın dünyayı şiir gibi gören gözlerinin ödüncüyle anlatan emekli Naci Sevgen, torbasında Yıldırım Keskin'in Yoldan Geçen Adam'ının tekilliğini taşıyor. İki karakter de bir parça gizem taşır, yoldan geçeninin ağzından tek bir kelime bile alamayız ama eğer konuşsaydı Naci Bey'e olan benzerliğini görebilirdik sanıyorum.

Tezli bir roman; önsözde yazarın kadınlar, erkekler ve çöküşten başka incelenecek bir şey kalmadığını ve Eli Torbalı Adam'ın çöküşü ele aldığını söylemesi okura bir okuma rehberi sunuyor. Bu güzel bir şey, eğer rehbere ihtiyacınız varsa. Bir diğer mevzu, Peker çoğu romanı ve yazarı gözden geçirdiğini, büyük olaylardan ve sürprizlerden başka bir şeye pek rastlamadığını, büyük duranın, doğal akanın ta kendisi olduğunu söylüyor. Katılıp katılmamak okurun elinde, benim için o büyük olaylar kadar büyük sözler bunlar. "Sanat yapıtının o yapmacık, hep olağan üstü olma edasından sıyrıldım bir türlü." (s. 8) Yapıtı nasıl ele aldığınızla alakalı bir olay bu; büyük bir sanat olayıyla karşılaşmayı umuyorsanız veya öyle bir iddiası varsa yapıtın/sanatçının, aşırı yorumlama ve ön kabullere açık hale gelirsiniz. Oysa sanata bir ağaca, denize, insana yaklaşırmış gibi yaklaşmak lazım, sanatın nefes almaktan farklı bir şey olduğunu söylerseniz size inanmam. Peker'e de inanmamayı seçiyorum ve burayı dağıtıyorum. Son olarak, Peker bunları Fante ve muadillerini okuduktan sonra yazdıysa büyük ayıp etmiş demektir.

Naci Bey, gerek kışkışlanmasının, gerek bir işe yaramayı özlemesinin etkisiyle eline torbasını alır, sokaklarda teneke kutuların peşine düşer. Çocuklar bu yaşlı adamdan kaçar, otobüs durağındakiler etraftaki hedefleri belirler ve adamı oradan oraya sürüklemenin mutluluğuyla güne başlarlar. Beyefendinin çocukları git demez, demeye getirir. Etrafındakiler bir iş tutmasının iyi olacağını söylemez, düşündürür. İpi herkesin elinde bir adam, herkes de kendi elinde oysa. Anne hastalandığında babalarının şefkatini anımsamaya çalışan çocuklar, hayatları yolunda gitmeyince bildikleri insanlara sığınmaya çalışırlar. Naci Bey bunlardan biri, ne ki tasfiye edildiğini söylemiştim. Çok uzaklardan, o iyi tanıdığı adamı geri çağıramaz. Anılarındaki, kişiliğindeki her bir boşluk sıkıntıyla dolmuştur. "Her gün üzülürüz biz insanlar. Üzülmeyi severiz. Günün yarısını üzülmeye ayırırız. En ünlü komedyenler bile sıkılıp durmadan edemezler. Sıkıntı günün hasatıdır." (s. 22) Birkaç gediğini sokakta tanıştığı insanlarla doldurmaya çalışır, torbasının dolmasıyla benzer bir ferahlığın peşindedir. Herkesten öte bir yerleri taramak, kendi başına çalışmak, bilinmeyenin doğurduğu merakı gidermek...

Evdeki soğukluk, bir zamanlar tanıdığı yabancıların sıkıntısı ve alışkanlıkların tozu duman boğuntusu yetirir, İstanbul'a gittiğini bildiren bir mektup bırakır ve tamamen sokaklara ait olmak ister. Huzursuz bir ruhun çıkmazlarını yaşayıp geri döner, işe girer ve yazdıklarını yayımlatabileceği bağlantılar kurar. Bir şeyler yaratmanın yeniliğini arar kısaca; yeni bağlantılar renk çeşitliliği yaratabilir. Dener, ötesine ben karışmıyorum. Okuyun.

Sonda romandan koparılmış iki öykü var, beyefendinin sıkıntılarına iki güzel örnektir.

Peker'in romanı Vüs'at O. Bener'inkilerle benzer karalıktadır. İlkinin siyah tonlarının çeşitliliği fark yaratır, bu romanın okunmasında fayda vardır. Sıkılan bir siz değilsiniz, onu görmüş olursunuz.