Jean Cocteau etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Jean Cocteau etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Temmuz 2018 Salı

Jean Cocteau - Sahteci Thomas

Gerçeğin kırılma noktası olarak savaştan daha büyük bir facia bilmiyorum. İlk dünya savaşının son savaş olacağı söylenirken bunu kimse düşünemiyordu sanırım, herkes bilimde atlanan çağın getirdiği ve getireceği zenginliği hayal ediyor ve sömürü düzenine dahil olarak saatlerce çalışmaya, onca yorgunluğa rağmen refahın uzağından yakınından geçmeyen bir fakirliğin içinde can çekişiyordu. Dünya öyle veya böyle ilerliyordu, Polinezya'da binlerce yıllık gelenekler sürüyor, herkes mülkiyetsiz çocuklara bakıp ağaçlardan yiyecek topluyordu, Japonya'da tapınağında oturan bir rahip sonsuzlukla bütünleşiyordu ve Fransa'da bir asker, birkaç metre ötedeki cephede konuşlanmış Alman askerleriyle sohbet ediyor, papara yememek için arada havaya kurşun sıkıyordu. Black Mirror'ın bir bölümünde deniyordu ya, I. Dünya Savaşı'nda askerlerin silahlarındaki kurşunların %15'i kullanılmış, genellikle havaya sıkılırmış kurşunlar, komutanlar düşmanlara ateş etsinler diye askerlerini sopayla döverlermiş, o hesap. Savaş her şeye rağmen insanlığın sürdüğünü gösteriyordu, farklı bir cephede. Bombalar ortaya çıktığı zaman bu insanlıktan da eser kalmadı, Vonnegut'a ve Remarque'a baktığımızda son noktayı görebiliyoruz. Hatta Cocteau'yla Remarque'ı karşı cephelerde birbirleriyle sohbet eden iki asker olarak da hayal ediyorum, savaşların ikincisinde Böll'le Vonnegut'u hayal ettiğim gibi. Remarque olanca gerçekliğiyle anlatıyordu her şeyi, kopan uzuvlar ve yanan ciğerler vardı. Cocteau'da durum biraz daha değişik. İçki şişelerine benzetilen askerler, eğlenceye benzetilen savaş ve sarhoşluk sırasında kırılan şişeler bir arada. Bu işte, bahsettiğim kopuş. Savaş gayet gerçek dışı bir olgu, insana dair ne varsa zıt kutbunda. Belki Spartalılar şikayet etmezlerdi ama biz savaş gerçeğinden çok uzaktayız, savaşı anlayamayız. "Baby Boomers" derler, son savaştan sonraki ilk nesil. Verdikleri eserlere bakınca sıkıntılarının şöyle sıkı bir savaş görmemek olduğunu söylüyorlar, ondan önce her şey son derece anlamlıymış, gerçekmiş gibi. Kendi savaşlarını kendi bunaltılarında yaratıyorlar. Coupland'ın çöle taşınan veya hava alanında terör estiren insanları, Ellis'in ne yapabiliyorsa onu yapan -dilencinin gözüne bıçak sokmak, dünyaca ünlü arkadaşları havaya uçurmak vs.- insanları, hepsi boşluğun ürünü. Dolulukta ne vardı, uğruna savaşmaya değer bir şey?

Cocteau'nun karakterleri savaşın öyle pek de özlenmeyecek bir şey olduğunu gösteriyor, savaş da yaşamın bir parçası ve oyuna dahil. Bu yüzden herhangi yüce bir amaç uğruna değil, varoluşlarını sürdürmek için oyunlar yaratmak uğruna savaşa katılıyorlar. Çevirmen Özel Aydın'ın sunuş yazısına bakarak Cocteau ve yazdığı metin hakkında çok şey anlaşılabilir. 26 yaşında bir kaçak olarak gidiyor savaşa Cocteau, kendisinde uyanan coşku, düş, tedirginlik ve tehlikelerin yansıması metinde ortaya çıkıyor. Eleştirmenlerin Sahteci Thomas hakkında yazdıkları olumsuz eleştirilere verdiği cevapta hiç gitmediği, uydurma bir savaşı anlattığını söylediklerini, oysa bulunmadığı ve yaşamadığı hiçbir sahneyi metne almadığını söylüyor. Lispector'ın "kendini kurma"yla alakalı sözlerini, G.H.'nin bitmez çilesini bilirsek Cocteau'nun acıyı bal eylediğini, kendini olmayan bir şey olarak değil de olabilecek bir şey olarak anlattığını söyleyebiliriz. Adamın şöyle bir sözü var: "Ben her zaman gerçeği söyleyen bir yalanım." Yalanı yalan olarak değil, kurma edimi olarak göresim var. Savaşta -askerlikte de böyledir bu, örneklerini gördüm- kimlikler baştan yaratılabilir, herkes istediği kişiye dönüşebilir, o kaosun ortasında insanın kendi yaşamını kurmacaya çevirmesi çok kolay. Dolayısıyla Cocteau'nun oyunları için savaştan daha elverişli bir eylem yok. Thomas biraderimizi Cocteau'nun bir ölçüde yansıması olarak görmek çok kolay, kendisi bir nevi Chauncey. Kosinski'nin Bir Yerde'yi yazarken Thomas'ı bir anlığına da olsa aklından geçirdiğini hayal ediyorum. Anlatıcı da çanak tutuyor buna: "Savaş tam bir karışıklık içinde başladı. Bu karışıklık hiç durmadı bir uçtan ötekine. Kısa bir savaşta düzen sağlanabilirdi ağaçtan düşer gibi. Oysa garip çıkarlar yüzünden daha zorla tutturulmuşçasına uzatılan bir savaş sürüyle başlangıç ve akıma yol açan düzeltmeler sunuyordu hep." (s. 7)

Birkaç insanın garip çıkarlar, belki garip huylar peşinde yaptıkları, metnin kabaca özeti bu. Sadece Thomas üzerinden yürümüyor, belki farklı bir isim, daha kapsayıcı olanı kullanılsaymış daha anlamlı olabilirmiş ama Cocteau kitabın diğer adının Tarih olduğunu söylüyor zaten. Evet, tarih de tepedeki insanların garip huylarından başka bir şey değil, bir açıdan. Neyse ki tek açıdan değil. Diğer insanlara da bakınca her birini bir araya getiren özelliklerini görebiliriz, mesela Prenses Clémence Bormes ve kızı Henriette. Bormes, yoksulları sevmediğini ve hastalardan tiksindiğini söyler, savaşa katılması uçarı ruh halinden kaynaklanır. Sonradan oyuna dahil olup prensese tutulan bir doktor, kadının çok hafif olduğunu düşünür ve onu etkilemek için elinden geleni yapar. Clémence gerçekten de kafasına estiği gibi yaşar, bir süre önce ölen soylu eşi vasıtasıyla girdiği ortamlarda istenmeyen kadın damgası yemesine rağmen gerçekleri söylemenin cesaret istediğini ve bunun ödüllendirilmesi gereken bir erdem olduğunu düşünen birkaç kodaman Clémence'in arkadaşı olur. Savaşta da bu ilişkilerini kullanacak, yaralıların taşınması konusunda çok insanın yardımını görecektir.

Notlardan birine denk geldim, Clémence'in düşünceleri: "Savaş ona hemen bir savaş oyunu gibi geldi. Erkeklere ayrılmış bir oyun." (s. 12) Kendinden daha büyük bir şeyi yıkamayacağını anlayan kadın, onun bir parçası olmak ister ve kadroyu toparlamaya başlar. Kendisini binbaşı-hemşire olarak tanıtan Bayan Valiche, çıkarcı ve entrikacı bir kadındır, çıkarcılığı haricinde entrikacılığı Clémence'le yakınlaşmalarını sağlar. Guillaume Thomas de Fontenoy da bu sırada sahneye çıkar. On altı yaşında bir çocuk. Soyadı, meşhur bir generalin soyadıyla aynıdır, dolayısıyla herkes onu generalin akrabası sanır, o da aksi bir şey söylemez, kendisine verilen kişiliği sorgulamadan giyer. "Herhangi bir çocuk gibi kendini olmadığı şeyler sanıyordu, at ya da arabacı." (s. 19) Kemik kadro tamam, macera başlayabilir, absürt olaylar yaşanabilir, deli halayı çekilebilir, mantık bir süreliğine rafa kaldırılabilir, zira bombaların altında sayısız parçaya ayrılma tehlikesi var. "Bir Guillaume'u, Bir Bayan Valiche'i, Bir Bormes Prensesi'ni hangi gizem dolu yasa dipdiri bir araya getiriyor? Serüven anlayışları onları dünyanın sonuyla buluşturmaya götürüyor." (s. 22)

Yolculuk boyunca kendi oyunlarını oynarlar. Sırlar açığa çıkar, kapatılır, aşklar doğar, yıkılır. Bu yıkılma olaylarında Dehşet Çocuklar'daki katakullinin bir benzeri görülür, bu metin Cocteau'nun ilk metinlerinden biri olduğu için temeli burada bulabiliriz. Cocteau güzel yıkıyor, seviyoruz ama asıl anlatımını seviyoruz. Savaş atmosferini kurma biçimi müthiş, insanların deneyimledikleri duyguları kısa ve yalın bir biçimde aktarıyor. Mesele burada; anlatı bizimkilerin dünyasına geçtiği zaman her şey eğretilemelere, garip özdeşimlere dönüşüveriyor. Akıl alan bir zıtlık ve o kadar doğal bir şekilde beliriyor ki geçişin nerede olduğu anlaşılmıyor. Eleştirmenlerin Cocteau'yu gömmelerinin bir sebebi de bu benzetmelermiş, Özel Aydın öyle söylüyor. Savaşı bütün dehşetiyle aktaran yazarların yanında Cocteau çok laubali kalıyormuş, askerleri kırılmak için hazır bekleyen şişelere benzetmesi, insanın kafatasını patlamış mısıra dönüşebilecek bir nesneymiş gibi ele alması, bunun gibi şeyler bayağı bir kişiyi kızdırmış, böyle şey mi olurmuş, savaş bu kadar dalgaya alınmazmış, bilmem ne.

Cocteau harikası canım bu, kitapçılarda bulunmasa da sahaflarda bulunur. Ve bu kadar korkunç bir kapak hiçbir yerde bulunmaz, o yüzden türünün en kötü örneğini mutlaka görmenizi isterim.

15 Temmuz 2018 Pazar

Jean Cocteau - Dehşet Çocuklar

"Cap ou pas cap?"

Oyundan ne zaman çıkıldığı görülmeyen kırıklar yoluyla anlaşılabilir ama iş zaten kırığın görülmemesindedir, kırığı olan dışında kim bilir? Karşı taraf bilmez, sürdürmek istiyorsa muhataba acı vererek kendi acısını bastırmak ister, her şey bunun bir çeşitlemesidir. Kendi acısına kim boğulmuşsa yalnız kalsın, bir başkasını da kendiyle birlikte mahvediyor yoksa. Aslında kolay, hepimizde soyut düşünme yeteneği var, kendimizin olmayan duyguları hissedebiliriz, bir ölçüde bir başkasını anlayabiliriz de, o zaman oyunun ciddileştiği noktada neden durulmaz, bilmiyorum. Ben hiç o konumda bulunmadım, ne zaman oyundan çıkılır gibi olduysa kestim ama genelde karşı taraftaydım. Oyundan çıkıldığını her düşündüğümde aslında devam ettiğini gördüm. Bir keresinde şu tepkiyi vermiştim, Zonguldak'ın bütün köpekleri başıma üşüşmüştü, site güvenliği güvenli bir mesafeden beni izlemişti. Çok tuhaf, şimdi orada bir boşluk var. Neler olduğunu hatırlamıyorum, yükü hissetmiyorum. Dünyadaki tek mucize, bence, insanın taşıdığı acılarla yaşayabilmesi. Savunma mekanizmaları ne kadar ağırlık taşıyabilir, insan hangi noktada tam olarak onmasız kırılır, bunu merak ediyorum. Bunu irdeleyen filmleri izlemeden duramıyorum, en son 10 timer til Paradis'i izledim. Vücut geliştirmeci otuz sekizlik adamla annesinin hastalıklı ilişkisi korkunçtu, mutluya benzer bir sonla bitmeseydi kusursuz olurmuş sanırım. Bunu anlattım çünkü Cocteau'nun çocuklarında da sağlıksız bağlardan doğan, yaşamları mahveden bir ilişki var. Adamın filmlerinde de bu ilişkinin örneklerini görebiliriz, faciaları anlatır Cocteau. Sadece kendisi de anlatmaz, kendisinden sonra gelenlere esin vermiştir. Metnin 1950'de Jean-Pierre Melville'in yönetmenliğinde sinemaya uyarlandığını da sıkıştırayım şuraya.

Cocteau'nun kendi çizimleri aralara serpiştirilmiştir. Basit, gerçeküstüne göz kırpan çizimler. Karakterlerin kişiliklerinin birkaç çizgiyle aktarılmış olması aklımı aldı; hizmetçi Mariette'in kardeşlerin kaotik dünyasının dışında yer alması, hatlarını daha biçimsiz kılmış. İki kardeş Elisabeth ve Paul, yalın çekicilikleriyle oradalar. Mekân onlar kadar detaylı, olayların gerçekleştiği ev ve oda kapalı bir alanın yalıtılmışlığını yansıtıyor, iki kardeş arasındaki ilişkiye dışarıdan dahil olanların bozguna uğrayacağı, hatta ölümle yüz yüze gelebilecekleri birkaç çizimden çıkarılabiliyor, bir de Cocteau'nun serbest dolaylı anlatımı sayesinde karakterlerin seslerini odanın sesine karışmış olarak bulabiliriz. Hızını alamayan Cocteau, kendi sesini de zaman zaman anlatıya katmıştır ama pek göze batmaz bu, kararındadır. Karakterlerin anlatımındaki detaylar, duygu durumlarının çeşitlemeleri vs. metaforlarla kuvvetlenir, dahi renklenir diyeyim. Basit bir kerevit, karakterlerin birbirlerinin üzerinde iktidar kurma eyleminin nesnesi haline gelir. Ayrıntılar ne kadar küçülürse anlatım o kadar detaylanır, farklı anlamlar kazanır.

İki bölüm. İlk bölüm, Paul'ün eğitim hayatının bitmesiyle açılır. Önce mekân kurulur, kardeşlerin yaşadıkları mahal anlatılır. Sokaklar, binalar, lise binası. Binanın önünde çocuklar kar topu oynarlarken Paul'ün göğsüne atılan kar topu, çocuğun bilincini yitirmesine sebep olur. Anlatıcı bu noktada çocukların kapalı dünyalarına bodoslamadan dalar; çocuklar yetişkinlerle konuşmaz, kendi dünyalarında oyun-yaşamlarını sürdürürler. Din gibidir bu, anlatıcıya göre bu dinin karanlık ayinleri asla açığa vurulmaz. "Tek bildiğimiz bu dinde kurnazlığın, kurbanların, üstünkörü yargıların, korkunun, işkencenin, insan kurban etmenin yerinin olduğudur." (s. 8)  King'in öykülerinde bu çocukların, daha doğrusu çocukların potansiyel kötülüklerinin yansımalarının kusursuz örneklerini görürüz. Çocukların dünyasının bu karanlık yönü önemlidir, yıllar geçse de Paul'le Elisabeth arasındaki ilişkinin bu dünyadan kurtulamadığını göreceğiz çünkü. Neyse, Paul'e içine taş konmuş kar topunu atan eleman, Dargelos, serseri ruhlu bir heriftir, inceliksiz haytadır, yakışıklı bir gebeştir. Bu yüzden Paul ona tutkundur, hatta şöyle: "Bulanık, yoğun, devasız bir acıydı bu, cinsiyetsiz, amaçsız, iffetli bir arzu." (s. 13) Bu arzu, okul yönetiminin Paul'ü sorgulamasında Dargelos'u suçlamamasına sebep olur, yaşananların tanığı olan Gérard en iyi arkadaşının neden Dargelos'u suçlamadığını merak eder. Anlayacaktır ama yıllar sonra, her şey için çok gecikilmişken.

Gérard arkadaşını evine götürür ve tutkunu olduğu Elisabeth'in korkunç şirretine maruz kalır. Elisabeth, Paul'den iki yaş büyüktür ve kardeşiyle birlikte etrafındaki insanlara eziyet etmekten, onları kukla gibi oynatmaktan keyif alır. Bir noktaya kadar Paul'le birlikte oynadığı oyunlarda kardeşiyle uyumludur, insanların şaşkınlıklarına birlikte gülerler ama Paul'ün büyümesiyle birlikte yakışıklı bir adam olmaya doğru evrilmesi, Elisabeth'in aklını iyice karıştırır ve kızı kaotik bir ruh haline sokar. Paul'ü kaybetmemek için elinden geleni yapacaktır. Biraz yavaşlayayım, arada bir sürü olay var. Anneyle baba, anlatılmaları lazım. Baba siroza tutuldukça eve gelen bir adam, ölene kadar. Anne yatalak, yaşamanın neye yaradığını düşünüyor. Çocukların zaten bozuk olan psikolojisini iyice haşat ediyor, aile dostları olan doktoru olmasa daha en başta faciaya yol açabilirdi ama doktor her şeyi geciktiriyor, yıkımı da. Şöyle: "Annelerini severlerdi, itip kaktılarsa bu onu ölümsüz zannetmelerindendi." (s. 40) Bir yerde geçiyordu, insanlar sonsuza kadar yaşacayacaklarını sandıkları için böylesi hoyratlar diyen her kimse, selam. Neyse, annenin ölümünden sonra Gérard'la birlikte üçü tatile gidiyorlar, insanlarla oynadıkları oyunları sürdürüp dönüyorlar, bu sırada Elisabeth kardeşine iyice tutuluyor. Paul kar topunun da etkisiyle uzunca bir süre hasta yatıyor, Elisabeth'in eline düşüyor bir anlamda. Kız kardeşin erkek üzerindeki egemenliğinin yansılarını çok daha sonra, Agathe ortaya çıkınca göreceğiz. Paul'ün mücadeleci olmasına rağmen kabullenen bir yapıda olması, aralarındaki şefkatsiz, gerçeklikten çıkıp oyuna dönüşen ilişkiyi de çarpıtıyor. Bir başyapıt bu ilişki, özel bir şey, sadece kendilerine ait bir dünya. Olumsuz yan, başka bir dünya tanıyamıyor olmaları. Dargelos'a duyduğu sevgiyi ona çok benzediği için Agathe'ye de duymaya başlayan -bunda Elisabeth'in parmağı var- Paul, dünyanın yıkılma tehlikesi olarak ortaya çıkınca Elisabeth tarafından durduruluyor.

Agathe ve Paul birbirlerini gizliden seviyorlar ama konuşamıyorlar bir türlü, bunun farkına varan Elisabeth kardeşini kaybetmemek için hemen bir plan yapıyor. Bundan sonrası tam Servetifünun. Paul'ün Agathe için yazdığı mektubu gören Lise, Paul'e kızın kendisini sevmediğini, Gérard'la evlenmek istediğini söylüyor. Gérard'ın da ağzından girip burnundan çıkıyor ve ikisini evlendiriyor, korkunç bir evlilik, çözülmez bir ilişkiler yumağı. Çözülecek, sonlara doğru Paul'ün intihara kalkışmasıyla düğümleri çözen bir yüzleşme yaşanıyor ve Lise silahını çıkartıyor. Lise, yarattığı kaosu en kaotik, debdebeli biçimde sona erdiriyor. Tam bir sanat eseri; silahın patlamasından öncesi ve sonrasının anlatımı o odanın karanlığını müthiş bir şekilde yansıtıyor, Cocteau'nun atmosfer yaratımı mükemmel.

Çok özel bir yaratıcı Cocteau. Cocteau Twins şarkısı paylaşmak isterdim ama bugünün şarkısı başka.