Eduardo Galeano etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Eduardo Galeano etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Nisan 2019 Pazar

Eduardo Galeano - Ve Günler Yürümeye Başladı

Bazı günlerin gerçekleri Galeano'nun diğer metinlerinde de var, örneğin katliam yapan askerleri küfürlerle kovan hayat kadınlarının hikâyesi, diğer kadınların hikâyelerinin çoğu Kadınlar nam Galeano metninde vardı. Güldeste gibi bir şey bu, yeni metinlerle birlikte eskilere de yer verilmiş ve yılın her bir gününe gerçeklerden biçimlendirilenler yerleştirilmiş. Epigrafta Mayaların bir deyişi var, günlerin yürümeye başlamasıyla birlikte insanları "yapmasına", günlerin çocukları, sorgulayıcılar ve yaşamı arayanlar olarak insanların doğmasına dair güzel bir deyiş, Mayalara göre yaradılış. Yaratıldık ve yürüyoruz, günlerle birlikte. Nereye, önce İsa'ya. Vatikan Roması tarafından icat edilen bu gün dünya çapında yılın ilk günü olarak kabul edilmiş durumda. İsa bundan aşağı yukarı 2019 yıl önce doğdu ve onun doğumu günleri başlattı, din belirledi ve evrensellik kazandırdı. Paralel bir evrende Hicri takvimin kullanıldığına şahit olabilirdik ama frekansımız farklı, paralel evren başka bir evrendir, oraya ulaşamayız. Bilinen fizik kanunlarına göre en azından. Neyse, "January" adı bile Roma tanrısından geliyor, Janus'tan. Batı kültürü yükünü çoktan bıraktı ve yerleşti, Dune'daki hikâyelerin anlattığı büyük bir değişim lazım ki bu köklü değerler sistemi değişsin. Şimdilik zor gibi gözüküyor. İkinci günde Müslüman İspanya düştü, 1492'de, aynı tarihte Amerika'nın fethi başladı ve sonrasında Müslümanların, Yahudilerin ve Hristiyanların kutsal metinleri bir bir yakıldı. Ateş ayırt etmeksizin her bir dini -sözde- cezalandırdı, inananları cehenneme yolladı. Geçtiğimiz yıllarda kiliselerin önüne etten duvar örüldüğünü gördük, Mısır'da birkaç aklı başında insan katliamları engellemek için küçücük de olsa bir umut ışığı sağladı ama nefret dalgası yeterince büyüdü, politikacılar çıkıp başka milletleri, dinleri, insanları aşağılamayı sürdürüyor. Korkunç. Clash diye bir film var, izlemediyseniz mutlaka izleyin. Mısır'daki olayları anlatıyor. Karşıt grupların tek bir polis aracına sıkıştırılmaları, insanların insan olduklarını hatırlamaları ve muazzam bir son, şahane bir film. Kısacası şu, yeterince kışkırtılmış bir topluluk doğruyu yanlıştan ayırt edemez hale geldiğinde orada merhamet bulmak mümkün değil.

Bazı hikâyelerin günlerle ilgisi yok, bazılarıysa doğrudan ilgili. Örneğin Newton'ın doğduğu günde Newton anlatılmış derken hemen ardından Nazım Hikmet'le karşılaşıyoruz. 2009'da vatandaşlığının geri verilmesiyle ilgili bir şey, tabii o bunu görmek için elli yıl daha yaşayamadı. Giderayak'tan bir bölüm paylaşmış Galeano, cuk oturmuş. Bu arada dünyanın büyük bir şairinin dizelerini çevirisiz, dolaysız okumanın ne kadar kıvanç verdiğini anlatamam, çok güzel bir duygu. Var oldun, daha da var ol Nazım Hikmet. Evet, çağlar öncesinin hikâyeleriyle birlikte günümüzün hikâyeleri de paylaşılmış, örneğin şu. Joshua Bell'i izleyemedim ve dinleyemedim, Zonguldak'ta yaşıyordum o sırada, bir dahaki gelişinde iki elim kanda olsa giderim. Dredg ve Blonde Redhead de aynı sebepten kaçtı. Dredg dağıldı üstelik, şansıma tüküreyim ya. Neyse, Bell metroda çalıyor ve insanlar gitmeleri gereken yerlere gidiyorlar, çok azı durup dinliyor. Washington Post ayarlamış bu metro olayını. "Güzellik için bir dakikanız var mı?" Pek yok, Tanrı'yı kurşunlamak için mahkeme düzenleyecek şevke sahip insanlar var onun yerine. Lunaçarski 1918'de devrimci coşkunun etkisiyle sanık sandalyesine İncil'i oturtuyor, İncil suçlu bulunuyor ve şfak vakti beş mitralyöz mermilerini gökyüzüne doğru boşaltıyor. Güneşe sıkan Adanalılarla bu arkadaşlar arasında bir bağ var.

Genellikle büyük insanların hemen ardından küçük ama dev insanlar geliyor, sırayla. Peygamberlerin ardından ismini hiç bilmediğimiz, adalet duygusuyla hareket edip katledilen insanların hikâyeleri anlatılıyor. James Watt'ın geliştirdiği buhar makinesinin dünyayı makineleştirmesi, köylüleri işçiye çevirmesinden hemen önce kutsal su meselesi var, Kutsal Engizisyon İspanya'da yıkanan insanlara Müslümanlık günahı işlemiş gözüyle bakarmış, kir Tanrı'dan geldiği için sökülüp atılmamalıymış falan, öyle bir hikâye var. Sonrasında Güegüence geliyor, Nikaragua'da sokak tiyatrosunun babası. "Kazanamayacaksan berabere bitir. Berabere bitiremiyorsan karışıklık çıkar" sözü ona aitmiş, iş yapıyor açıkçası. En son KHK felaketzedelerini insandan saymayacaklar diye korkuyorum, bizden yakın bir örnek. Bu saçma sapanlık içinde gerçek diye bellediğimiz şeye nafile tutunmaya çalışıyoruz ya, ironinin büyük bir parçası gibi geliyor bana. Ne aptallık. Kendiliğinden güzele sarılıyorum, başka hiçbir şeye inanamıyorum. Yeşim'i seviyorum, müzik mesela. Atahualpa Yupanqui'yi tanıştırdı Galeano, 31 Ocak'ta. "Hayatta üç kişi oldular: gitarı, atı ve o. Ya da, rüzgârı da sayarsak, dört." (s. 41) Şu şarkının güzelliği, bundan başka ne tür bir gerçek var, bilmiyorum. Şubat'a yeni gelebildik bu arada, atladığım sayısız hikâyenin önünde de sayısız hikâye var ama sadece işaretlediklerimi anlatıyorum. Violeta Parra'nın yaşamı. Yeni Şarkı'nın arkasındaki isimlerden biri, aşk acısı yüzünden gitarındaki deliğin bir eşini kendi vücudunda açıyor. Gitarla birbirlerini çağırıyorlar, yıllar boyunca ama gitarın son çağrısına cevap vermiyor Parra, başka bir gitara dönüşüyor. Çok hüzünlü.

Son bir şey, benim ben olduğuma dair. Karl ve Gudrun Lenkersdorf Almanya doğumlu iki profesör. 1973'te Meksika'ya gidiyorlar, Maya dünyasında bir Tojolabal kabilesine kendilerini takdim edip "öğrenmeye geldiklerini" söylüyorlar. Yerliler susuyorlar, sessizliğin sebebini içlerinden biri açıklıyor: "Biri bize bunu ilk kez söylüyor." İki adam orada yıllarca kalıyorlar, öğreniyorlar. Selamlaşmayı öğreniyorlar önce: "Ben diğer bir senim." "Sen diğer bir bensin." Sonlarda bir hikâye daha var, Attâr'dan alıntı. Kapı çalıyor, kimin geldiği soruluyor, gelen, "Benim," diyor, kapı açılmıyor. "Senin kim olduğunu tanımıyorum." Aynı şey tekrarlanıyor, kapı kapalı. Üçüncü kez, gelen, "Ben senim," diyor ve kapı açılıyor. Dün pek bir şey okumadım, özellikle bu iki hikâyeyi düşündüm.

İnsanlığın binlerce yılından, Lucy'den Bell'e 365 hikâye. Galeano'nun şahane bir konuşmasıyla bitiriyorum.

19 Mart 2018 Pazartesi

Eduardo Galeano - Hikâye Avcısı

John Berger, Galeano'nun "dünyanın vicdanı" olduğunu söylemiş. İnsanların sıklıkla ortadan kaybolduğu, faili meçhul cinayetlerin ata sporu haline geldiği bir kıtada doğup büyümenin etkisi olsa gerek, bir de pırıl pırıl bir vicdanın tabii. Sürgün edildiği ülkesine on iki yıl sonra döndüğünde yapılacak çok iş olduğunu görmüştür. Sadece ülkesi için de değil, bütün dünya için. Vicdan defterleri diyeceğim Galeano'nun kitapları için. Kürenin her yerinden ortak hikâyeleri taşır bu defterler, özgürlük ve adalet arayışını taşır, arayış sırasında yenen kurşunları taşır, bu yüzden bütün kurşunların toplamı kadar ağırdır, ruhta korkunç bir yüke dönüşür. Dünya bu kadar acıya rağmen yine iyi dönüyor.

Galeano'nun son kitabı bu. Yayıncının Notu bölümünde birkaç açıklama var. Kitap 2014 yazında tamamlanmış, sonrasında Galeano yeni metinler yazarken hayatını kaybetmiş. O metinlerden birkaçını buraya almışlar, ölümle alakalıymış onlar, buraya cuk oturmuşlar.

Zaman Değirmenleri'nden birkaç başlık alayım. İlkinde rüzgârın izini sildiği martı, yağmurun izini sildiği ayak izi ve güneşin izini sildiği zaman var. Entropik bir yok oluş, her şey birbirini belirsizleştirir. Belirsizliğin içinde: "Öykü anlatıcıları yitik hatıranın, aşkın ve acının görünmeyen ama hiç silinmeyen izini ararlar." (s. 11) Mite dönüşen hikâyeler insanların arketipik kodlarına işleniyor ve varlığını sürdürüyor, hikâye yayıldıkça insanlığın duygu mirası da korunmuş oluyor. Kolektif hafızamızı hikâye anlatıcılarına borçluyuz, yazıdan önce.

Yolculuğa Övgü nam başlık. Binbir Gece Masalları'ndan bir alıntı. Çekip gitmeye, her şeyi terk edip çekip gitmeye dair. Hemen üzerime vazife, Cendrars'ı anımsadım. O da benzer bir şey söylüyordu:

"Seviyorsan gitmek gerek / Karını terk et çocuğunu terk et / Kadın erkek dostunu terk et / Kadın erkek yârini terk et / Seviyorsan gitmek gerek"

Kuşluk. Kuşlar pasaportsuz, gümrüksüz göçmenler. Yola düşme konusunda Galeano'ya model olmuşlar. Kuşlardan diğer hayvanlara ve tanrılara, pek çok hikâye. Meksikalı gece tanrısı Tezcatlipoca'nın Güneş'e meydan okuması ve ikisinin buluşmasıyla doğan güzelliği her gün görüyoruz. Pek çok kozmogoniden biri bu, en güzellerinden. Mitoloji karışıyor işin içine tabii, Odisseas okyanusu gören ilk Yunan ve öteleri merak eden ilk insan olması da muhtemel. Rüzgârların ve denizin ötesinde çok büyük bir gizem vardı, iki bin yıldan çok daha uzun bir süre sonra Batı dünyası bu gizemin farkına varacak ve onu mahvedecekti. Bu noktadan sonra kaşiflerin rezilliklerine geliyor Galeano; yerlilerin cahil olduklarını söylemeleri ve Şeytan'ın onlara musallat olduğunu iddia etmeleri başlangıç. Eşitlikçi toplumlarında kadın ve erkek ayrımı yoktu, Batılılar kendi kadınlarına da aynı eşitlik bulaşır diye korktular. Yerli tanrılara karşı açtıkları savaşa "putperestliğin kökünü kazıma" dediler. Sanatçılarının eserlerinde yerliler kel ucubeler olarak gösterildi ama Amerika'da tek bir kel bile yoktu. Hayali canavarlar çizildi ve Amerika'nın bu canavarların istilası altında olduğu söylendi. Amerika'yı yaratırken Tanrı'nın elinin titrediği söylendi. Kıta yozlaştı, birkaç yüzyıl sonra özgürlük yanılsaması altında insanların ulu orta öldürüldüğü bir yer haline geldi.

Günümüzde acılar kimlik değiştirmiş dahi değil, asırlar boyunca süren katliam sürüyor. Jorge, mafyanın maşası olan yirmi yaşındaki adam onca insanı öldürdükten sonra günah çıkardı, birkaç yıl sonra ölüm listesine giren kendisiydi, çok şey biliyordu. Ölüm listeleri uzundu, grev yapan işçilere ateş açılabiliyordu ve oradan geçmekte olan bir adam kurşunlanarak öldürülebiliyor, gömülürken bir binbaşı adamın cesedine üç kurşun daha sıkabiliyordu, ölünün ölülüğünden emin olmak için.

Galeano'nun kurduğu mekân-tarih ilişkileri de hoş; Tarihle Dolu Kafeler'de Zola'nın, Troçki'nin, Lenin'in, Pessoa'nın, Picasso'nun ve pek çok ünlünün kafelerde başlayan hikâyeleri çok iyi. Bir de kahve olayını anayım, Waka'nın gözyaşlarından doğan kahve Etiyopya'dan Amerika'ya getirildi ve köle Afrikalıların acıları için üretildi, onların gözyaşları oldu. İncelikli bağlantılar konusunda Galeano çok başarılı. İnsanların hafızasından doğan bir şehri de anıp bahsi kapıyorum: Hitler tarafından yerle bir edilen Leningrad, fotoğraflardan, çizimlerden, sakinlerinin hatıralarından tekrar dünyaya gelir, hemen hemen aynı biçimde inşa edilir. Müthiş bir hikâye bu.

Yüzden fazla hikâye var, hepsi çok etkileyici. Notlar da almışım ama benden bu kadar, mutlaka edinin ve okuyun isterim.

5 Şubat 2018 Pazartesi

Eduardo Galeano - Kadınlar

Havva'nın hikâyesinde Galeano iyi özetlemiş, konuyu Havva'dan dinleseydik bambaşka bir dünyada yaşıyor olabilirdik. Adem'in dezenformasyonu yüzünden böylesi bir dünyada yaşıyor olabiliriz. Kutsal metinlerin kutunu bir kenara koyduğumuzda -koymasak yine aynı gerçi- son derece eril bir dille karşılaşıyoruz, bu dilin yarattığı insanların arasında yaşamaya çalışmak kadar yorucu bir şey yok. Erkeklerin dünyası korkunç ölçüde boğucu, baskıcı ve dehşet verici. Daha da dehşet verici bir şey; bu dünyaya uyum sağlamış ve imgelerini, ruhlarını ataerkilliğin geleneğinden aldıkları eril kodlarla biçimlendirmiş kadınlar. Tüketimlerinden söylemlerine kadar her şey öylesi batıktır ki kurtlarla koşamaz hale gelirler, kendilerini zincire vururlar. Ben bu bozgundan etkilenmeyen iki tanesini tanıdım; biri kurtlarla koştuğunun farkında değildi, başka bir ülkeye gitti. Diğeri son derece farkındaydı, burada ve gerçekten yaşıyor. Ailesi de farkında, çok mutlular. Kimlikler birbirine karışmamış. Denizler altından el ele tutuşmuş adalar gibiler.

Adalar, Galeano'nun anlattığı kadınların her biri bir ada, bazen yan yana gelip devrimlerin kıvılcımını çakıyorlar, bazen kurşunların hedefi olup sönüyorlar ama ateşleri durmuyor, sürekli yanıyorlar. Kendi çıkmazlarından kurtulmak için özgürlük bağımlılığına -kaçış bu bağımlılık; kesinlikle özgürlükle ilgili değil, özgürlüğün fantezisiyle ilgili ve dolayısıyla ulaşılmaz bir şey- kendilerini bıraktıklarından değil, gerçekten özgürlük uğruna, bir şeyleri değiştirmek için durmadan çabalıyorlar, ölüyorlar ve yaşıyorlar. Biçimsel olarak da müstakiller, her birinin ayrı bir bölümü var. Galeano, kadınları anlatı zenginliklerinden birey olma mücadelelerine kadar pek çok yönden ele alıyor. İyi bir seçki, haksızlığın cinsiyetinin olmayacağını gözler önüne seriyor. Le Guin'in bir röportajı vardı, erdemleri savunmanın feminizmi de içerdiğini düşündüğünü ve sonradan problemin çok daha derin olmasından ötürü feminizme ayrı bir önem verdiğini söylüyordu. Kadınların mücadeleleri başlı başına bir inceleme konusudur, çok derinlere dayanır, kutsal metinlerin de öncesine ulaşır. Adem ve Havva örneğinin de öncesi, bakılması gereken yer burası. Kaynak.

Birkaç hikâyeyi alacağım, beni en çok etkileyenleri.

Şehrazat'la ilgili olan. Şehrazat öldürülmemek için daha iyi anlatmaya çalıştı ve anlatı üstatlığını doğurdu. Sultan boynunu incelemeye başlamasa eminim yine aynı ustalığı sergileyebilirdi, ruhani bir güç bu.

Modern romanın ortaya çıkışında Borges ve Yourcenar'nın söyledikleri. Başka kaynaklarda da rastladım ve ölesiye merak ediyorum: Murasaki Shikibu'dan Genji'nin Hikâyeleri ve Sei Shônagon'dan Yastıkname. Bin yıl öncesinden iki kadın ve iki eser, asırların ötesine uzanmayı başarabildiler ve modern anlatının zamansız öncülleri oldular.

Magda Lemonnier'nin sözcük falı. Hüzünlü, sevinçli, öfkeli, sihirli olanları aynı kutuya koyuyor ve kutuyu bazen masanın üzerine boşaltıyor. Olan biten her şey masanın üzerinde, masa da masa olduğu için bana mısın demiyor, kime olduğunu da söylemiyor. Belki de masadaki kelimelerden bu seçkideki hikâyeler doğmuştur, kim bilir? Hepimizin yaşamları, geleceğimiz doğmuştur. Ah, bir kurtulabilsek zincirler misali kırılacak travmalarımız doğmuştur. Doğmuşuzdur, sözcüklerden başka bir şey değiliz.

Calpurnia'nın hikâyesi. İsa'dan önce 44 yılında ağlayarak uyandı ve düşünü kocası Pontifex Maximus'a anlattı. Dışarı çıkarsa kocası ölecekti ama bir kadındı, sözü dinlenmedi. Jül Sezar karısını eliyle kenara iterek Roma Senatosu'na doğru yürüdü.

Violeta Parra, müziği doğuran bir anne. Şili'den dünyaya yayıldı, gitarının tınıları günümüzde, doğumundan yüz yıl sonra bile duyulabilir. Aşık oldu, aşkından oldu, Şili'ye döndü ve baskıcı rejimle uğraştı. Gitarına benzemek istedi, kendine bir kurşun sıktı. Saçlarından uzanan teller vücudundaki deliğin üzerinden geçti, melodileri şimdi bile duyulabilir.

Televizyonda izlediği meşhur kadına mektup yazan, köyde yaşayan bir kadın. Acaba meşhur kadın da köylü kadını seyrediyor mu? Evet, Zeki Müren de seni görecek tatlı kadın.

Fahişeler, saygıdeğerler. Bu hikâyeye pek çok ortamda rastlamıştım. 1922'de, Arjantin'de muhalifleri öldürmekten yorulan askerler geneleve giderler ve beş kadın onları çığlık çığlığa kovar, katil olduklarını haykırırlar. Gözlerim doldu bu hikâyede.

Plaza de Mayo Anneleri, burada onları anlatmaya çalışarak kutsallıklarını rezil rüsva edemem. Araştırın, öğrenin.

Onlarca hikâye, erkeklerin koyduğu kanunlarla örselenen arzular, yaşama sevinçleri. Kaçışlar, ölümler, icatlar, Curie, Monroe, Gilman, Evita, sayısız. Bir yerlerden bulup okumalısınız bu seçkiyi.

24 Mayıs 2015 Pazar

Eduardo Galeano - Söz Mezbahası

Geçtiğimiz ay hayatını kaybeden Eduardo Galeano'dan 1960'ların kaynayan dünyasına kısa bakışlar. Siyasi gerilimlerin, sömürünün ve zorbalığın hüküm sürdüğü Güney Amerika'nın halleri. Bize pek uzak memleketler olsa da yaşananları çok iyi biliyoruz, insanın insana ettiği her yerde aynı.

Önsözde kaçırılan, işkence edilen ve öldürülen sanatçıların arasında konuşmanın susmaktan daha değerli olmadığı zamanları sorguluyor Galeano. Bu durumda susmak, sessizliğe gömülmek iyi ama kimin için? Sesini yükseltenlerin, suskun kalabalığı uyandırmaya çalışanların ölüm listelerinde yer almalarına rağmen sözcüklere sarılmaları insanlık onurundan başka ne olabilir? "(...) Böylesine hareketli dönemlerde yazarlık mesleği çok tehlikelidir: Kişi ya sözden kaynaklanan gurur ve sevinci yeniden hisseder ya da söze saygısını sonsuza dek yitirir." (s. 8) Söze saygıyı yitirmek aslında insanlığa saygıyı yitirmektir, açık. Sözcükleri duyması gerekenler bir sonraki bölümde inceleniyor.

Sözün Savunusu: Paulo Freire'ye göre okuma-yazma demokratik bir toplumun doğrudan anahtarı olmasa bile demokrasiye giden yolda doğru kararların verilmesi yönünden en önemli araç. Okuma-yazma bireye belirli bir sorgulama yetisi kazandırabilecek güzel bir başlangıç noktası. Galeano, Freire'ye saygı duyar ve sözcüklerle iktidarın savaşında sözcüklerin tarafında yer alırken Freire'yle aynı çizgide yer alır. "Gerçekte insan mutluluklarını ve felaketlerini yüreğinde duyduğu tüm kişiler için, yetersiz beslenenler, kenar mahalle sakinleri, gerillalar, bu dünyanın tüm ezilenleri için yazmakta, bunların çoğu ise okuma bilmemektedir." (s. 11) Darbelerin durmak bilmediği, eğitim düzeyinin insanların analiz-sentez-değerlendirme yapamamaları için oldukça yetersiz bir noktada sabit tutulduğu topraklarda kültür ve iktidarla mücadelenin bir arada yürütülmesi oldukça zor. Söyledikleri zor anlaşılan, çoğunlukla anlaşılmayan bir avuç insanın bir yandan da iktidara karşı yürüttükleri mücadele Prometheus'unkine çok benzer.

Sistemin tepkisi oldukça akılcıdır; yapay bir toplum üretmek. İnsanlar Tanrı buyruğu bir düzenin yıkılamayacağına inandırılır, böylece düzenin destekçisi haline gelirler. Sömürülmelerinde kültür emperyalizmi en önemli silahlardan biridir. Bunun yanında sisteme karşı bütün girişimler bir metaya dönüştürülür, bağlamlarından ayrıştırılır ve tüketim için insanların huzuruna sunulur. "Birleşik Devletler'de ve Avrupa'da altmışlı yıllarda gençliğin protestosunun davranış örnekleri ve simgeleri, tüketim budalalığına bir tepkiydi, bugün ise seri üretim nesnesidir." (s. 15)

Edward Said'in entelijansiya için düşündükleri bir yönden bütün bu yıldırma politikalarına karşın mücadelelerini sürdüren yazarları kapsıyor. "Yazmamızın kaynağında okurun elbette bize ondan gelmiş ve şimdi de yüreklendirme ve kehanet olarak ona dönmekte olan sözlerde kendini yeniden bulabilmesi için bir buluşma çabası yatmaktadır. (...) Sistemin farklı düşünenleri altına aldığı ablukaya karşı koymaya yaramayacaksa bir edebiyata ne gerek var ki?" (s. 18)

Bir adet Che incelemesi bulunuyor, Galeano'nun Che'yle yaptığı görüşmeden kesitler ve Che'nin devrimciliği, Çin-Rusya gerginliği ve birçok mevzu hakkındaki görüşleri var. Galeano'nun kaleminden pek doğal bir Che manzarası. İdeolojik katman olmadan, Galeano'nun kaleminden.

Neler var başka, Brezilya'nın yayılmacı politikası ve Uruguay'ın sistemli bir şekilde ilerleyen toprak kayıpları, insanların yoksullaştırılması. Mao'nun Çin'ine açılan iki pencere, Bolivya, Peru, Venezuela, Kolombiya, peşkeş çekilen yeraltı kaynakları, yoksul insanlar, ortalama yaşam süresinin giderek kısaldığı bir dünya. Acıların coğrafyasından müthiş bir kitap. Şunu da izlerseniz mevzuya vakıf olursunuz, Galeano'nun incelemeleri tadında bir film:

Even the Rain - También la lluvia

Son olarak... Direnin ulan!

5 Ekim 2013 Cumartesi

Eduardo Galeano - Gölgede ve Güneşte Futbol

Futbol savaş çıkardı, futbol bir ülkenin başka bir ülkeden intikam almasını sağladı, futbol yüzünden insanlar öldü, öldürüldü. Bunların hepsini futbol gibi keyifli bir oyun mu yaptı, yoksa insanlar bu sporu yıkım, şiddet gibi doğal davranışlarında araç olarak mı kullandılar. Soru işareti yok, ikincisi. İnsanın doğasında şiddet vardır demiyorum, şiddete ulaşmanın çok kolay olduğunu söylüyorum ve futbol da insanla şiddet arasında ideal bir köprü vazifesi görüyor ne yazık ki. Bu vazife gördürülüyor daha doğrusu.

Galeano, Uruguaylı bir futbol aşığı. Deneme kitapları varmış, Can'dan çıkmış onlar da. Bende bunun ilk baskısı var ama onun kapağını bulamadım, yeni baskılardan birininkini koydum. Bu biraz tırto bir kapak. Ve hatta bu ney lan.

The Devil's Dictionary var Ambrose Bierce'ın. İnsanoğluna giydirmeli bir kitaptır. Mesela şöyle: "Elbise: İnsanların çirkinliklerini gizlemek için giydikleri hede." Tam böyle odunlamasına değil, ince ayarlar da mevcut. Bu sözlüğü alın, giydirmeleri çıkarın, maddelerin yerine dünya kupalarını, futbolcuları ve olayları koyun, bunu da kronolojik bir şekilde yapın. İşte bu kitabın olayı bu. Galeano, doğumundan önceki futbol olaylarını araştırıp incelemiş, ya da belki yaşlılardan dinlemiştir falan, kitabın ilk bölümlerini bunlarla oluşturmuş.

Taraftar, kaleci, oyuncu, top, bu maddelerle başlıyor kitap. Sonra futbolun tarihçesi. Brezilya'ya futbolun gelmesi var, İngilizler getirmiş. Futbolun kurallarının şekillenmesi, Güney Amerika'nın futbolla yatıp kalkmaya başlaması, sefaletten bir çıkış yolu olarak futbolu gören kavruk gençler, Falkland Adaları ve Maradona, Pele ve o dönemlerin bütün yıldızları, Kolombiyalı Escobar'a kadar giden bir yolculuk. Escobar'ın öldürülmesi çok çok üzücü. Bir küçük şanssızlık ve kurşun yağmuruna tutuluyorsunuz. Kalede eski Beşiktaşlı Cordoba var:


Futbolun mucidi İngilizler ve dünyanın geri kalanı arasındaki durum da ilginç. Sınıflar çok farklı olduğu için İngilizlerin şikayeti büyük: Kendileri gayet soylu, kont gibi, dük gibi adamlar ama futbolu başka ülkelerde fakirler, kokmuş adamlar oynuyor. Ühü. Hıyarlığı kes.

Goller, efsane hareketler, bir sürü ayrıntının yanında geniş bir endüstriyel futbol giydirmesi var, bir de faşizmin futbola yansıması elbette. Mussolini ve Franco dönemleri, göğüs reklamları, televizyon gelirleri ve daha fazla para kazanmak için uğraşan sömürücü bir FIFA. Ne pis oyunların döndüğünü görüyorsunuz.

Sadece futbol yok bu kitapta, geçtiğimiz yüzyılın kısa bir tarihçesi mevcut. Galeano'nun esprili üslubu keyif verici. Futbol sevmeyenler bile çok şey bulacak bu kitapta.