Aslı Tohumcu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Aslı Tohumcu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Eylül 2014 Pazar

Aslı Tohumcu - Şeytan Geçti

Aslında insan geçti, başka bir şey değil.

Tohumcu, kitaptaki hikâyelerin hepsini lanetlediğini söylemesinin ardından okura sıkıntıdan başka bir şey vermemelerini diliyor. Biz de Allah'ın kendisini bildiği gibi yapmasını dileyip okumaya başlıyoruz.

Geyik bir yana, toplum baskısını ve insanı ailesine karşı bile yabancılaştıran olayları okurken sahiden de sıkıntıyla doluyoruz. Kuşak çatışması, metropolde hızla farklılaşan hayatların nafile uyum çabaları derken bildiğimiz, duyduğumuz hikâyelerin yansımaları bu karşılaştıklarımız.

Şeytan Tırnağı: Aklına yengesinin taciz edici sözlerinin dalga gibi gidip geldiği, kuaförde çalışan bir bacımız, dedikoducu müşterisine takıverir törpüyü. Her şeyin çözümleneceği nokta orasıdır; onca psikolojik baskıdan kurtuluş yolu küçüle küçüle bir törpüye sığmıştır. Kadın için bir çıkış yolu, özgürlük elde olmadığı için kaybedilen bir şey de yok. "Bunu bir güzel dezenfekte etmem gerek," deyişinde Kabil Canlandı'nın yurt odasından tüfeğiyle kafa uçuran Garrish'inin yansıması var: "Hadi tanrım, yemek yiyelim." Yiyin efendiler, toplum sizi hasta ediyorsa, toplumla aranızdaki mesafe giderek açılıyorsa aksırana, tıksırana kadar yiyin. O cinnete doğru sürükleniyoruz ve bu güzel bir şey. Sartre'ın, Camus'nün, Zweig'ın silahlı adamlarının özgürlüğü lazımdır belki bize.

İki Kişinin Bildiği: Sevgilisi tarafından kandırılıp tecavüze uğrayan kız, dünyasının yıkılması bir yana, bir de ailesinin tecavüzcüsüyle evlenmesini istediğini öğrenmesiyle... Söyleyecek bir şey yok.

Ecel Beşiği: İki sayfalık bir bunaltı. Ablamız yanağındaki morluklara, baba evinin vefasızlığına dayanamaz ve camdan atar kendini, o sırada uyanır. Bunların üzerinden çok zaman geçmiştir, geride kalmıştır her şey. Gençlik, heyecanlar, istekler de geçen o günlerde kalmıştır. Ablanın yapabileceği tek şey, elini sağ memesine götürmektir. Kaybolan bir şeylere ağıt ama çok sessiz, milyonlarca insanın arasında milyonlarca ağıt var ama kim duyuyor?

Fit: Acılar geçidi. Kadıköy Çarşısı'nda, yol ortasında bağıran bir kadın, okuldan alınıp evlendirilmek istenen bir kız, annesi daha fazla dayanamayıp intihar eden bir kadın daha, biraz daha kişi, karşılaşırlar yolda. Şöyle bir bakıp geçerler birbirlerine, en yakın oldukları noktada en uzaktırlar. Topluma olan bağlılıklarını hatırlayıp birbirlerini garipserler, uzaktan geçiverirler. Kurtuluş yoktur artık, toplum iliklerine kadar işlemiştir. En sonunda kafede çalışan kadın, yol ortasında haykıran kadını davet eder, bu olur bari.

Kurt Gözler: Döne ve Fatma'nın buluştuğu cenazede hikâyelerine şöyle bir dokunup kadının bir kez olsun hakkını aldığını görürüz. Fatma, anasının cenazesi kılınırken erkeklerin arkasında olmayı yediremez, karısına kızına eziyet eden adamların duasına ihtiyaç olmadığını, erkeklerin önünde namaz kılmak istediğini haykırır. Hocadan izin çıkar -ki bu noktada bile din görevlisi olması bir yana, bir erkekten izin çıkması da boğucudur açıkçası- ve kadınlar sessizce öne gelirler, erkekler arkada kalır.

Üç dört hikâye daha var, Karadeniz'in havası zaten kasvetli, içim daraldığı için bırakıyorum. O acıları duymak yetmediyse, okumak da istiyorsanız kaçırmayın. Böyle bir şeyi kim, neden isterse. Tohumcu'nun penceresinden lanetlenme hikâyeleri.

25 Eylül 2013 Çarşamba

Aslı Tohumcu - Taş Uykusu

Toplu taşıma araçlarındaki tiplerden yola çıkarak bir şeyler yazmaya bizde Halid Ziya başlamış olabilir. Onun zamanında tramvay vardı. Hayat-ı Şikeste hikâyesinde yanlış yöne giden bir tramvaya binen kızla bu kıza yardımcı olan adamı anlatır. Başka bir hikâyede tipten tipe atlayarak kişilerin ruh hallerini, hayatlarını yüzlerinden okur adeta. Bu konuları muhtemelen bir tramvay yolculuğunda, onca yüzü inceleyip nasıl bir mevzu çıkaracağını düşünürken buluyordu. Tam hatırlamıyorum, kaynak da İstanbul'da kaldığı için bakamıyorum ama kendisinin şuna benzer bir sözü vardı: "Bana bir tramvay dolusu insan verin, size bir roman yazayım." Eh, böyle bir şeydi. Aristo söylemiş gibi oldu ama anlayın işte. Aynı sıralarda Hüseyin Rahmi de yazıyordu, Şık'ın girişindeki tramvay sahnesi efsanedir. Vapurlu bir hikâyesi de var, Ada Vapurunda, o da oldukça komikti. Yani o zamanlardan toplu taşımadaki tiplerden yararlanarak üretilen metinler mevcuttu ve gayet başarılıydı bunlar, günümüze kadar daha kaç metin vardır böyle.

Aslı Tohumcu'nun toplu taşıma deneyinde bütün karakterler sırayla anlatıcı oluyor. Her birinin iç dünyasına odaklanabiliyoruz, böylece Türkiye'nin kişisel ve sosyal çöküntüsünü falanını filanını görebiliyoruz. Otobüste vs. insanlara bakıp "bunların hayatları nasıl lan acaba" diye düşünmüşünüzdür illa. Şimdi aynı taşıttayız, aynı manzaraya bakıyoruz ama düşündüklerimiz, düşüneceklerimiz çok farklı. Nereye gidiyorsunuz, ne derdiniz var, kimsiniz? Beş dakika sonra birbirimizi bir daha görmemecesine, görürsek de hatırlamamacasına ayrılacağız. Hayat akıp gidecek. Bu kitapta, yolculuklarda hayatlarını merak ettiğiniz kişilerin bir bölümü, birtakım düşünceleriyle birlikte dondurulmuş, muhafaza edilmiş. Bu açıdan, yani anlatıcının kişi kişi gezmesinden ve karakterler ele alınırken ortaya çıkan üslup değişiminden bahsediyorum, başarılı bir metin bence. Farklı sıkıntıların bir süre sonra birmiş gibi algılanmasını sağlıyor bu anlatıcı değişimi. Korkutucu bir şey; onca farklı yaşamın aynı noktada birleşmesi, bunlardan kurtuluş yokmuş gibi hissettiriyor. Kurtuluşun olmadığı yerde de şiddet doğuyor haliyle. Arka kapakta "Türkiye'nin şiddet yüklü yüzü" deniyor bu çıkmaz için. Şiddet, şartlar uygun olduğunda kolaylıkla ortaya çıkan bir şey. Savaş gibi. El bombasının pimini çekeriz, karşı tarafa sallarız. Elimizdeyken bir nesnedir sadece, bütün olağanlığıyla basit bir eşya gibi. Attığımız zaman sadece sesi gelir bize, öbür tarafıyla karşıdakiler ilgilensin. Şiddet de böyle. Sinirleniyoruz ve olağan hareket ediyoruz. Bize göre. Bu olağanlık tekme olur, yumruk olur. Bunu da bunları yiyen düşünsün. Çok basit. Şunu vermesem olmaz:


Bu insanlar eve ekmek götürmeyi, kocadan yenecek dayakları düşünürken erdemli bir insan olmak bunun neresinde kalacak? Kalmayacak bile.

Şoförle başlıyoruz. Şoför, metni de yolculuğa çıkartan dayımız. Yaşadığı bildiğimiz bir bunaltı: Aynı duraklar, aynı insanlar, her şeyin tekrar etmesi. Üstüne akbil basmadan geçenler, beleşçiler vs. derken kayışı koparmamaya çalışıyor.

Kişilere ayrı ayrı değinsem bu yazı destan olur. Bir iki anlatayım. Polis olmak isteyen, polis olunca istediği kızı elleyebileceğini düşünen bir genç. Karısının sertliğinden bezmiş, evden ayrılmış, oğlunu görmek isteyen bir adam. Kendi çocuğunu öldüren, olaya şahit olan kızını da öldürmeyi düşünen başka bir adam. Kocasının tecavüzüne uğrayan bir kadın. K. adında gizemli bir adam. Beş on kişi daha ekleyin böyle. Kadro sağlam yani, dertler şelale.

Şiddet, Aslı Tohumcu'nun özellikle üzerinde durduğu, başarıyla normalleştirdiği bir olgu. Bütün kişisel facialar için. Trajik değil, yıkıcı değil, su içmek gibi bir şey, basit. Korkunç tabii ama bu normalleşmenin sonu daha da korkunç, belki de bir sonu olmadığı için. İlerleyen bölümlerde şiddetle ilgili bir bölüm var, küçük bir kısmını alıyorum: "Ara sıra karşımızdakini yok etme arzusu duymamız tamamıyla normaldir. Ama bunu eyleme dökmemiz başka faktörlere bağlıdır; sosyal ve ekonomik şartlara." (s. 76)

Final tam bir kaos, malumu ilam. On numara.

Küçükyalı'da halk ekmekçiden almıştım bunu, 3 TL. Bulursanız alın, 500T'ye binip okuyun hatta.