Yüz Kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yüz Kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Eylül 2019 Pazartesi

Cristina Rivera Garza - Tayga Sendromu

Dilin yarattığı belirsizlik coğrafyanın farklı ögeleri -dağ, tepe, bayır, çayır, hortum, Kraken vs.- içermeyen değişmezliğiyle temelleniyor. Tayga: Binlerce kilometre süren aynılık. Hiçbir uyaranın olmadığı odalarda on dakika geçirdikten sonra kendi uyaranlarını yaratan bilincin bu süreğen kısırlıkta yaratacaklarını geçmişten çekip alacağını düşünebiliriz, eldeki verilerden yararlanılacak. Masallardan örneğin, en gerilerden gelen anlatı parçalarından, insanlığın ilk zamanlarındaki korkularından temellenip gelen söylencelerden. Kurt veya genel anlamıyla yırtıcılar, ateşlerin gece boyu beslenme sebebi. Hansel ve Gretel, elde kalana sarılma isteği, yitenin yası sürerken çıkar bir yol bulma çabası. Anlatı boyunca karşımıza çıkacak izlekler bunlar, Propp'un topraklarında geçen bir arayışa yakışıyor. Mevzu basit, dedektif romanları yazan bir kadın dedektifin anlatıcılığında ilerleyeceğiz, kocasını ardında bırakıp adamın biriyle taygaya kaçan, gittiği yerlerden kocasına telgraflar yollayan bir kadının peşinden. Anlatıcı işi kabul edecek, miadı dolmuş olan iletişim biçimleriyle -mektup, telgraf, artık ne varsa- haşır neşir olan kadının izinden gitmek isteyecek çünkü, kendi yazarlığını ve kurmacaya varan kişiliğini -aynı belirsizliği kendi eylemlerinde de görebiliyoruz, anlatımındaki benlik algısı tayganın etkisiyle çarpık- besleyecek bir vaka bu. İkinci eşi bitmek bilmeyen ormanların ve düzlüklerin içinde yitip giden adamın -ilk eşinin işlevi?- iş teklifi sırasında gösterdiği telgrafta yazan: "HOŞÇA KAL DEDİĞİMİZ ZAMAN İÇERİ NEYİ BUYUR EDERİZ?" (s. 10) Kadının aradığı şey buysa dedektifin bulması gereken şey de bu, kadının kendisi değil. Adam uyarıyor en başta, tayga sendromuna tutulmamak gerekiyor. Korkunç kaygı ataklarına yakalanıyor insan, taygadan kurtulmak için yürünmesi gereken bitimsiz yolların ortasında insan çıldırabilir. As Far As My Feet Will Carry Me'yi hatırlıyorum, Sibirya'daki kamplardan kaçan bir Alman askerinin İran'a yürüyüşü. Bembeyaz bir uzam. Ağaçların varlığı perspektifteki lekelerden öteye gitmiyor, hiçlik tükenmediği için. Farklı zaman katmanları böyle bir mekanda iç içe geçebilir, anlatının düzlüğü ironik bir şekilde ortadan kalkabilir. En başta arayışın sonunu görüyoruz örneğin, ardından adamla dedektifin konuşmalarına şahit oluyoruz, araya dedektifin arayışla ilgili düşünceleri giriyor, sonra adamın dedektifi bulma anına dönüyoruz, durmadan atlayıp zıplıyoruz, tayganın dışındaki olaylarla taygadakiler arasında dilin farklılaşmasına şahit oluyoruz ki önemli bir şey bu, her şey olup bittikten sonra tayga sendromundan kısmen kurtulmuş olmayı imliyor. Bir de şu var, serbest dolaylı anlatıcının karakterle yer yer aynı çizgiye denk düşmesi bilinen bir teknik olsa da bunun tersini ilk kez görüyorum ya da gördüğümü düşünüyorum, gerçi anlatıcı serbest değil ama neyse, mesele şu ki kaçak çiftin davranışlarını öngören dedektifin yaşananları aktarma biçiminde varsayımlardan yola çıkılarak -elde belirli bir bilgi olmadan- yaratılan bir gerçeklik var ve dedektifle birlikte hareket eden çevirmen bu gerçekliğin içinde yer alıyor. Muğlaklıkla bezeli atmosferin bir kaynağı da burada, hangi gerçekliğe inanmamız gerekiyor? Anlatı doğrusal bir çizgide sürmüyor, gerçeklik akışkan, tek bir adımın bütün bir zeminde iz bıraktığını söyleyebiliriz. Kısacası bu metin tekinlik sunmuyor, zaten daha baştan uyarılıyoruz: "Bir vakanın ne zaman başladığını, soruşturmayı ne zaman kabul ettiğinizi bilmek zordur." (s. 12)

Yola çıkmadan önce kendi yazarlığından bahsediyor anlatıcı, bir polisiye yazarının gizli yaşamını yaşamaya başladığını söylüyor ve metnin biçemine ulaşan bir açıklamada bulunuyor: "Olayları oldukları, olabilecekleri ya da olmuş olabilecekleri gibi anlatmak değildi bu yöntem; hayalimizde hâlâ nasıl titreşiyorlarsa öyle yazmaktı." (s. 17) "Aşkın sona ermesi gibi sona ermesinin sonu" da araya sıkışıveriyor, sona varmanın nihai hedefi bir yolculuğa dönüşmüş gibi duruyor giden kadın için. Adam eşinin geri getirilmesini istiyor, sanki hiçbir şey değişmemiş gibi. Dedektif, adamın sakalını okşuyor, sol yanağını da okşuyor. Gece karanlık. Bu noktada bir belirsizlik, benzerlerini sıklıkla göreceğiz. Metin kısa bölümlere ayrılmış, bölümler de kendi içlerinde anlatıcının düşüncelerinden arayış edimine ve masallar dahil olmak üzere paragraflarla pek çok bölümcüğe ayrılıyor, parçalı yapı sıkı bir okuma istiyor kısaca. Yeni bölüm, zıplama, taygayla tundra arasında kalan köyün sakinleri bir zaman çifte acıdıkları için kol kanat gerdiklerini söylüyorlar. "Tayganın etkisinin bulaştığı deli bir çiftti bunlar." (s. 22) Masallar burada devreye giriyor; Grimm Biraderler'in yazdığı orijinal halleriyle modernitenin yenilediği biçimleri karşılaştırılıyor ve Hansel'le Gretel'in aslında kendi kendilerinin cadıları oldukları fikrine ulaşılıyor. Hepsi başkalaşmış kısaca, yolculukları sürerken değişim geçirmişler, Kurt aslında bir güzel yemiş insanları, kıssadan hisseye ulaşmak için kana bulandırılmış her yer. Çiftin kaldığı kulübede gezinen dedektif, kadının günlüklerinde okuduklarından ipuçları çıkarmaya çalışıyor ve çevirmeniyle birlikte arayışını sürdürmeye devam ediyor. Elde telgraflar. "UZAK, HİÇ BU KADAR YAKIN OLMAMIŞTI." (s. 26) Çevirmenle dedektifi deli çiftle aynı kefeye koyuyor köylüler, iki delinin peşinden iki deli gidiyor, masalların dönüşümü sürerken köylüler bir kurttan bahsediyorlar. Ulumaya başlamış bir zaman, önemli olmasa söylemezlerdi diye düşünüyor çevirmen, ne anlam çıkaracağını bilemiyor. Dedektif de bilemiyor, yaşadıklarını raporlayıp işverenine teslim etmek için hazırda tutuyor. Leş kokan bir kulübe, çiftin geride bıraktığı gizemin artıkları. "Gerçekten burada mıydılar diye sormaya başlamıştım, yoksa onları biz mi icat ediyorduk zihnimizde?" (s. 36) Geri dönemeyeceklerini fark edip etmedikleri de bilinmiyor, anlatıcının söylediğinin aksine. İzlendiğini düşünüyor, bölgenin ekonomik açıdan en güçlü adamıyla karşılaştığı zaman bu düşüncesinin temelini buluyor sonunda, arayışının sorgulanması gerekiyor ki sadece kendi kurgusu olan bir izin peşinden gitmediğinden emin olsun. Adam biliyor çifti, gördüğünü söylüyor, tayganın içinde silinip giden iki beden. Komik geliyor bu, kahkaha atıyor, çevirmenle dedektife bakıp gülüyor. Diğer delilerden farkları yok. Karşılaştıkları bir çocuk da çifti gördüğünü söylüyor, bölge halkının kutlama yemeğine katılan adamla kadın gerçekliklerini sabitliyorlar böylece. Dedektifin kendi gerçekliği dışında da varlar, tayga oyun oynamıyor. En azından bu açıdan.

Çocukla kurt ikili oluyorlar, biri gözlemlerken diğeri parçalıyor. Gözlem: Bir kulübede birbirlerinin üzerine çıkan iki insan. Üçüncü bir bacak, on beş veya on sekiz santimetre uzunluğunda, güdük. Kadın güdük bacağa sarılıyor, ısırıyor, emiyor. Adam bacağını kadın değdiriyor, içeride bir şey arıyor. Çevirmenin sözcükleri deli çiftin cinselliğini garip bir biçime sokuyor, çocuğun sözcükleri de olabilir bu, dedektif emin olamıyor. Kurt beliriyor ansızın, bedenleri salyayla, dışkıyla, kanla ve meniyle sıvıyor. Bunu dedektif yaratıyor, kurmacanın bu bölümünden emin olabiliriz. Belki. Taygayı yirmilik dişlerinde hisseden ve yutan dedektifin de kurtlaştığını söyleyebiliriz üstelik. Devinim durmadan devam ediyor, birbirine dönüşen insanlar, taygaya dönüşen insanlar, anlatının ögeleri birbirine girmeden sürmeye devam edecek kadar bir düzlük kalıyor elimizde, her seferinde.

Kadın bulunuyor, geride kalana iyi olduğunun haberini vermesini istiyor dedektiften, sonra yolculuğunu sürdürüyor. Kadının dönüşünden sonrasını anlatmıyorum, kalsın.

En sonda bir şarkı listesi var, dileyen okurken dinlesin diye. Bakılabilir.

Yüz Kitap'tan yine sıkı bir metin. Bu sefer bekleyemedim, Kıraathane'den kendim aldım. Ne diyeyim, tez okuna.

18 Temmuz 2019 Perşembe

William Trevor - Yağmurdan Sonra

Öykülerin başlıklarına baktığımda insanları ve zamanları görüyorum. Piyano Akortçusunun Karıları, Dullar, Gilbert'in Annesi, Patates Tüccarı. Timothy'nin Yaşgünü ve Damian'la Evlenmek de ilişir bunlara. Trevor'ın öyküleri karakter odaklı, genellikle dışarıdan anlatımlı. Son öykü ilk elden anlatılıyor, karakterin sesini duyuyoruz ama anlatım biçimi değiştiğine göre anlatımın "sesinin", üslubun da değişmesi güzel bir teknik fark yaratırdı, şu durumda elimizde yekten bir ses var. Zamanlara bakayım, anlatım tekniği olarak zamanda yolculuk sıklıkla, hemen her öyküde kullanılıyor, onun dışında hikâyenin güncel zamanından pek de uzaklaşılmıyor, genellikle kısıtlı ve belirli bir zaman aralığı mevzu bahis. Yitirilen Toprak'ta olaylar bir yıla yayılmış olsa da sona doğru zaman hiç geçmemişçesine ilerleniyor, Trevor kilit olaylara odaklanıp geçen zamanın detaylarına pek yer vermiyor. Karakterlerin süreğen dönüşümleri olmasa göze batmayabilirdi ama plan, kurmaca dünya öyle dolu ki hızlı akış, ileri sarmaca baş döndürebiliyor. Bunların dışında zamanlar, mesela öyküler nokta atışı bir zamandan itibaren kurulmaya başlanıyor. İki öykünün başlangıcı tam tarih, sallıyorum 20 Kasım 1989 ve 14 Eylül 1989. Başka bir öyküde ekimin başı. Başka bir öyküde akşam vakti. Biraz, nasıl diyeyim, makine tadı alıyorum ister istemez bütün bunları düşününce. Formüle edilmiş bir çatkı. Anlatım teknikleri çok benzer, karakterlerin derinleştirilme biçimleri benzer. Eh, belki Trevor'ın sadece bu öyküleri için geçerli bir şeydir, bilemiyorum, başka hiçbir metnini okumadım. Can Yayınları'nın bastığı bir metni daha varmış, denk gelirsem... Yüz Kitap sağ olsun, bu öyküleri okuyabildik. Onur Çalı'nın çevirdiği bir Trevor röportajı var, şurada, dileyen göz atabilir. Timaş veya başka bir yayınevi de röportaj serisini basmaya devam ederken bu çeviriyi kullansa bir şekilde, şükela olur. Neyse, Trevor'a gelecektim ama Maile Meloy'u da anmam lazım, öykülerini Tek İstediğim Her İkisi Birden adıyla Yüz Kitap bastı yine, Trevor'la çok yakınlar. İkisinde de İrlanda kanı var, bu bir dursun. Karakterlerinin benzerlikleri bir yana, anlatım biçimlerinin -mekanikliğin demek istemiyorum- benzerliği de dikkat çekici. Meloy'un öyküleri ABD'deki kasabaların ve kentlerin insanlarını konu alıyor, Trevor'ınkiler İrlanda'nın kırsalında ve kentlerinde yaşanan, ince ince kırgınlıklara ve çarpık ilişkilerin yarattığı burukluklara odaklanıyor, iki farklı coğrafyanın insanlarının yerlerini değiştirsek yeni yerlerine hemen uyum sağlarlar, hatta muhtemelen hikâyeler benzer biçimlerde sürüp sonlanır. Belirli olayların etrafında yaşamlarını düzenlemeye çalışan insanların denklikleri düşünüldüğünde Meloy'un Trevor'dan esinlendiğini söylemek, eh, çok zorlama bir çıkarım olmaz gibi geliyor bana. İnternette şöyle bir arandım ama pek bir şey bulamadım bu konuda, şunun dışında: "They almost always begin with a scene or a situation, often very small, always involving at least two people." Öykülerine nasıl başladığına, daha doğrusu nasıl yazdığına dair bir soruya verdiği cevabın ilk cümlesi. Bir sahne veya durum, en az iki kişi. Trevor da aynı işte. Bir de alakasız olacak ama Maile Meloy'un kardeşi Colin Meloy, The Decemberist'in esas oğlanı. Buram buram İrlanda koktu ortalık.

Piyano Akortçusunun Karıları ilk öykü, iki eşten ikincisinin adamdaki birinci eşin izleri karşısındaki tavrı ele alınıyor. Piyano akortçusu kör, bu bilgi önemli. Mevzu küçük bir mahallede geçiyor, bu da önemli. Körlük konusunda söyleyeceğim bir iki şeyi bıkıp usanmadan okuduğum, okumaya devam ettiğim beyinle alakalı metinlerden tutup çıkarıyorum, bir duyunun yokluğunda diğer duyuların eksik duyunun yerini doldurmasının yanında bu sürecin kolayca gerçekleşebilmesi için yardımcı olan insanların bıraktıkları izler de ayrı bir duyuya dönüşebiliyor. Yakınlarının sesi olmadan yönlerini bulamayan insanlar var örneğin, akortçunun ilk eşine ne ölçüde bağlandığını buradan çıkarabiliriz. Violet ilk eş, Belle ikinci. Belle adamla evlenmek isteyen ilk kadın ama akortçunun tercihi Violet oluyor. Belle otuz yıl bekliyor, davet edilmiş olmasına rağmen katılmadığı düğünden tam otuz yıl sonra adamla evlendiği zaman çok heyecanlı, parti vermeyi düşünüyor, öylesi mutlu. Adamı piyanoların bulunduğu evlere getirip götürüyor, Violet'ın işi. Ev de Violet'ın, babasından miras kalınca eşiyle birlikte taşınıyorlar oraya. Kısacası etraftaki hemen her şeyde Violet'ın izi varken, Belle belki de adam görmediği için bu izlerden kolayca kurtulabileceğini düşünürken daha derin bir mesele çıkıyor ortaya: alışkanlıklar ve birbirine benzeyen çiftlerde görülen, ötekine "ait" davranışlar. Belli belirsiz ama zamanla Belle'i rahatsız edecek kadar büyüyor. Arada kadının geçmişi de anlatılıyor, evlenmek istediği adamla evlenemeyip ailesinin durumu iyice bozulunca evlenmiyor onca yıl, aile işini sürdürmeye çalışıyor, öteberi satıyor. Detaylı bir şekilde anlatılıyor bu tür bölümler, karakterlerin köklerinden davranışlarına veya düşüncelerine dair anlamlar çıkarabiliriz. Belle'in ödeyeceği bedeli göze aldığını söyleyebiliriz, akortçuyla açık açık konuşuyor eski eş mevzusunu ve Violet'tan kalan ne varsa yüklenmeyi kabul ediyor. "Sonunda Belle kazanacaktı, çünkü hayatta olan daima kazanır. Bu da âdildi, zira Violet başta kazanmış, daha güzel yılların tadını çıkarmıştı." (s. 24) Kıyas yapmadan iki kadının da en güzel zamanlarını yaşadığı söylenebilir ama Belle bu açıdan bakamıyor, yine de yeterince mutlu.

Bir Dostluk, çocukluk arkadaşı olan iki kadının çocuklarının televizyon izledikleri, oyun oynadıkları, atlayıp zıpladıkları bir sahneyle açılır. Veletler iyi anlaşırlar, Trevor öykünün sonunun vuruculuğunu artırmak için evlatların mutluluk dolu anlarını detaylandırmıştır, iyi de yapmıştır. Çocuklardan kadınlara geçeriz, Margy biraz delişmen bir kadındır, Francesca daha sakindir, Philip'le evlidir, birlikte sıkıcı bir hayatı sürdürmeye çalışırlar. Margy'ye göre Francesca bu sıkıcı adamla evlenme kararının bedelini ödeyecektir bir gün, fevriliğinin sonucu yıkıcı olacaktır. Sebastian adlı yakışıklı bir tanıdıklarıyla evlenmediği için içten içe Francesca'yı suçlar. Dostunun yaşamının hareketlenmesini ister, böylece kendi yaşamı da heyecan içinde geçecektir. Sonuçta Francesca kocasını aldatır, Philip eşini tek bir şartla affetmeye yanaşır: Margy'yle selam sabah kesilecektir. Sonuçta dostluk sona erer, ikisi de son defa buluşup farklı yönlere yürürler, öykü biter. Evet.

Timothy'nin Yaşgünü'ünde yaşlı bir çift, oğulları ve oğullarının arkadaşı -arkadaş, partner, hizmetçi, artık her neyse- arasında geçen, yaşlı çiftin mutluluklarını sürdürmek pahasına oğullarından uzaklaşmalarını -veya tam tersi, oğullarının uzaklaşmasını- konu alan bir durum var. Her yıl Timothy geliyor ve doğum gününü kutluyorlar, üçü birlikte. Son doğum gününün hazırlıkları sürüyor. Yemekler, süsler, pasta, her şey tamam ama Timothy gitmek istemiyor bu kez, o eskiliği ve küflenmeyi görmek istemiyor bir daha, o yüzden Eddie'yi yolluyor. Son bir iyilik diye düşünüyor Eddie, normalde pılısını pırtısını toplayıp Timothy'nin yanından ayrılmaya niyetliydi, Timothy ailesinin evine doğru yola çıktığında bir daha dönmemek üzere evi terk edecekti ama tırtıkladıklarına saydı ve yaşlı çiftin evine gitti, Timothy'nin hasta olduğunu, gelemeyeceğini söyledi. Sessiz bir anlaşma, herkes durumu biliyordu. Yemekler yendi, Eddie yola çıktı ve evdeki para edecek bir eşyayı çantasına atmayı unutmadı. Çift bunu da kabullendi, böyle şeyler olurdu. Birlikte yaşlanmış iki insanın aşkları sürerken yaşamın getirdiklerini, her şeyi kabulleneceklerdi. Timothy bir kulamparanın evine yerleştiğinde, adam öldüğü zaman Timothy'ye bıraktığı evde yaşayacaktı ve eşcinselliğinin hiçbir zaman sorun edilmediğini -babası biraz arıza çıkarır gibi olmuştu ama sorun değildi- hatırlamayacaktı. Şehirden ayrılmak, ailesini görmek, yoksulluğa şahit olmak istemiyordu. Olmadı da.

Çocuk Oyunu, erkenden büyümek zorunda kalanların öyküsüdür. İki skandal, iki boşanma, bir evlilik ve aynı evde yaşamaya başlayan iki çocuk. Gerard ve Rebecca iyi anlaştılar, anneleriyle babalarının evliliklerinden öncesinin sarsıntılarını hissetmişlerdi, sonrasını da hissettiler. Biri annesini, diğeri babasını görmek için hafta sonları başka evlere gittiler, döndükleri zaman yaşadıklarını anlattılar ve oyunlar kurdular. Aldatma oyunları, sevgi oyunları, tartışma oyunları, yetişkinlerden gördükleri her şey çocuk oyununa dönüştü. Yetişkinlerin de çocuk olduklarına dair basit bir çıkarım yok, iki çocuğumuzun kurdukları ilişki ve sonrasında gelen ayrılığın kanıksanması, açılan yaralara rağmen kabul edilmesi üzerinde duruluyor. Beni sarstı, hatta en çok sarsan öykü bu oldu. Hafta sonları başka evlere gitmenin ne demek olduğunu bilirim, kardeş olmayan ama kardeş olan çocuklarla neyi paylaşıp paylaşamayacağımı acı şekilde öğrenmenin ne olduğunu bilirim, onları bir daha görmemek üzere geride bırakmanın ne olduğunu bilirim, aileye duyulan öfkeyi ve sonrasında gelen kayıtsızlığı çok iyi bilirim, yaşamın tamamına yayılır bunlar. Travmalar büyüyebilseydi ben de biraz daha büyüyecektim ama olmadı, o zamanların duygusundan kurtulamadım bir türlü.

Neyse, Trevor iyi bir öykücü ve mutlaka okunmalı. Toplamda on iki öykü var kitapta, bütün öyküler gayet iyi. Evet.

Ek: Oren Lavie'ye ulaştım, şarkılarının canlı kayıtlarını istedim. Çok tembel olduğunu, canlı kayıt yapmaktan imtina ettiğini ama çokça ısrar edildiği için bir sonraki konserlerinden birinin kaydedileceğini söyledi. Sevindim, canlı kayıt lütfen. Ben bu adamın iki şarkısı yüzünden geçen sene çok zor zamanlar geçirdim. Şarkıları kendi kendime çalıp söylemek sıkıntıyı dindirmeyince, bir yandan da o acayip duygu -mu diyeyim artık, ne diyeyim bilmiyorum- bir anda bastırınca yeni bir öyküye başladım. 2000 sözcük yazmışım, aynı şevkle devam edebileceğim bir noktada bıraktım. Sabahtan beri döndürüp duruyorum albümü. Öyküyü sözlerinin bir bölümünün üzerine kurduğum şarkıyı paylaşıyorum, geceye nokta.


Yetmedi, iki şarkıdan biri:

29 Mayıs 2019 Çarşamba

Maile Meloy - Tek İstediğim Her İkisi Birden

Yüz Kitap güzel eylemlerini sürdürüyor ama bu kez nazar değmiş sanırım, çok sayıda yazım hatası var metinde. Olsun diyoruz, on puan on puan on puanla uğurluyoruz, Meloy'u Türkçeye kazandırdılar, ne güzel oldu. Maile Meloy öykülerini Montana civarından geçiriyor, doğanın içinden. Karakterler belki de bunun sıkıntısını yaşıyorlardır; aile kurumunun normlarını kentleşmeyle birlikte beliren yerleşikliğin yan ürünü olarak görüyorum. İnsanların yerdi yurdu belli olsun, kimlerin birlikte oldukları belli olsun, arzularını ketlesinler, arıza çıkarmasınlar durduk yere. Mekan nere, doğa. O zaman kitabın adındaki durum ortaya çıkıyor, her ikisini birden istemek. Neden olmasın? Genazino Aşk Aptallığı'nda anlattı bunu, Forrest Gander Şairin Vedası'nda anlattı, olabilecek bir şey. Olamamasının sebebi bunun tek kişilik bir karar haline gelememesi. İlişki, evlilik falan, en aşağı iki kişilik durumlardır ve taraflardan birinin diğerine karşı tamamen dürüst olmaması yüzünden işlemez bu alet, işleme şansı vardır ve pek çok işleme biçimi de kurmacada incelenmiştir ama, işte, her ikisi birden olmaz muhtemelen dürüst olunursa. Her ikisi birden ağır bir şeydir, yukarıda adını andığım metinlerden birinde ikisini birden elde eden adam duygudan muaf bir şekilde dolanır, diğerindeyse mevzu açığa çıkınca intihar eder. Meloy'un öykülerinde yakayı ele veren adamın gözünden bakmayız hiç, anlatıcı genellikle kadındır ve içine düştüğü çıkmazı öyle veya böyle kabullense de öykü karakterlerin nihai eylemlerini göremediğimiz noktada sonlanır. Erkeklerin hiçbir şey olmamışçasına yaşamaya devam etmeleri, kadınların pasif ve zaman zaman panik etkisindeki halleri ortaya konan durumu açmaktan başka bir noktaya yönelmez. Meloy bir "hal" yazarıdır, öykülerinde kırılmalar pek azdır, genellikle karakterlerin iç dünyalarını dinleriz. Biraz da şabloncudur Meloy, öykülerinin başlangıçları ve anlatım biçimleri birbirine çok benzer. Aslında hemen bir Meloy öyküsüne başlayabiliriz. Elimizde ne olsun, ııhm, bıçak, perde, tango kursu, iyi dans eden bir partner ve evde oturan bir eş. Başlıyoruz:

"Mike Kaplan çalıştığı kasaptan elinde bıçağıyla çıktığında yetişmesi gereken kursu bir anlığına unuttu, arkasındaki dev binanın duvarlarından yankılanan seslerini duyduğu hayvanların kendisini hiçbir zaman rahat bırakmayacaklarını düşündü. Kesileceğini anlayan koyunların can havliyle çitlere saldırmaları gözünün önünde canlandı, önünde eyalet sınırına kadar uzanan ormanın içlerine kaçtıklarını hayal etti. Bıçakla peşlerinden koşmaya niyetlendi ama gün düşü hemen sona erdi, elindeki bıçağın varlığı onu keskin gerçekliğine döndürdü. Laura onu bekliyordu, geçen hafta çalıştıkları son figürü tekrar edeceklerdi."

Falan filan. Tekilliği ve çoğulluğu sallamadım, böyle bir şey. Böyle üfürükten değil, zenginlikle kuruyor karakterlerini Meloy ama belirli bir algoritmanın etkisindeymiş gibi. Karakterin adı ve soyadı, yaşamından küçük detaylar, olay akışı, detaylar, olay akışı, detaylar, son. Sanki uzun süredir izleniyormuş gibi hissettirilen karakterler. Aslında iyi bir şey, ortadan bir yerden başladığımız ve tipik bir anlatıya çekilmediğimiz için öykünün dünyasına girmiyoruz bile, zaten orada olduğumuzu varsayıyor Melloy ama dediğim gibi, aynı başlangıçlar bir süre sonra bunaltıcı olabiliyor. Bunun dışında Amerikan Rüyası'nın gerçeğe dönüştüğü topraklarda ters giden şeyler nelerdir, onlara bakıyoruz. Aslında dünyanın her yerinde ne ters gidiyorsa o ters gidiyor, farklı bir durum yok. İstemek, her şeyi istemek, yaşamı ıskalama duygusunun verdiği huzursuzluk yüzünden eldeki bütün seçenekleri değerlendirmek, seçeneklerin sorumluluğundan bağımsız bir halde. Bir şeyi seçtiğimizde diğer seçenekleri dışladığımıza dair anlayış öldü, artık her şey bizim. Ve hiçbir şey bizim değil.

B. Travis nam öyküye bakıyorum. Chet Morgan çocuk felcinin son demlerini yaşadığı bir dönemde doğuyor ama şanssızlık; hastalığa son yakalananlardan biri. Sağ kalçası yüzünden aksayarak yürüyor ve vahşi atlara biniyor, annesinin korkularının aksine kolay kolay ölmeyeceğini göstermek için. Atlarla ilgili teorilerinden birini babasına anlatıyor, aslanlara yem olmaktan ürktükleri için tepiyor ve ürküyorlarmış atlar, vahşilikten ötürü değil. Chet, şeyleri kendince, normalden başka türlü değerlendiriyor, bu bakış açısı anlatının devamını anlaşılır kılacak. Chet yanlışlıkla hukukla ilgili bir kursun yapıldığı mekana giriyor ve Beth'le tanışıyor. Beth her hafta sekiz saat araba kullanıyor, yaşadığı yerle çalıştığı yer arasında -gerçek anlamda- dağlar var. Chet ve Beth tanışıyorlar, birlikte yürümeye başlıyorlar falan, Chet kaptırıyor. Kendinden üç yaş büyük olan bu kıza nasıl kur yapacağını düşünüyor, bir gün ayrılırlarken öpüyor kızı. Beth karşılık vermiyor, Chet ne bok yediğini düşünmekten uyuyamıyor. Sonra Beth'in işten ayrıldığını öğreniyor ve kızı son bir kez görmek için sekiz saatlik yolculuğu göze alıyor. Görüşüyorlar, her şey nasıl olacaksa öyle oluyor ve Chet kabulleniyor durumu, evine dönüyor. Kızları tanıma, insanları tanıma öyküsü. Yeşilden Kırmızıyı da bir nevi insanları tanıma öyküsü ama cinselliği yeni yeni keşfeden bir kızın hissettikleri üzerinde yoğunlaşıyoruz. Kitabın arka kapağında tacize uğradığı söyleniyor ama aynı fikirde değilim, Sam her ne kadar korkuyor olsa da erkekleri keşfetmek istiyor, adamın kendisinden yaşça epey büyük olması problem. Sam on beş yaşında, bölge yargıcı olan babası, avukat olan amcası ve babasının müvekkiliyle birlikte kamp yapıyor. Yatılı okula gitmeden önceki son yaz, bu yüzden özel bir tatil bu. Layton da yakışıklı bir adam açıkçası, birlikte silahla atış talimleri yapıyorlar, dolanıyorlar falan. Sonra bir gece çadırda eli kolu rahat durmuyor Layton'ın, kızı korkutup heyecanlandırıyor. Sam daha fazlasını istemiyor, Layton da Sam'in istemediğini görünce kızı rahat bırakıyor. Bu.

Tatlı Rita'da ilginç bir ikilem var, kitaptaki öykülerden atmosferi en sıkı öykü bence bu. 1975'te geçiyor olay. Steven'ın ailesi ölüyor, adam tek başına kalıyor. Yeni kurulan santralde işçi, o bölgede yaşayan hemen herkes gibi. İş çıkışı takıldığı barda Rita'yla tanışıyor ama zaten önceden tanışmışlar, ilkokul arkadaşları. Rita Steven'dan etkileniyor ama genç adam kızı en yakın arkadaşına, Acey'ye bırakıyor. Acey, Rita ve Steven, iki sevgili ve bir arkadaş. İyi. Sonrası kötü. Deli gibi içtikleri bir gece Acey ezilerek ölüyor, Rita ve Steven için hayat korkunç bir hale geliyor. Rita'ya uzaklara gitmek için para lazım, artık Acey de olmadığına göre başının çaresine bakmalı. Piyango düzenliyor, santralde ve şehirde kim varsa bilet alıyor. Ödül kendisi; kazananla seks yapacak. Herkes üçer beşer alıyor biletlerden, bilet fiyatı yüksek olmasına rağmen. Steven'ı ve Rita'yı seven santraldeki amir de alıyor, büyük ikramiye kendisine çıkınca bileti Steven'a verip ondan Rita'ya selam söylemesini, artık rahatlıkla gidebileceğini söylüyor. İkilem tam bu noktada; Steven Rita'dan hoşlanıyor ve piyango meselesini duyurmamak için elinden geleni yapıyor ama Rita ısrar edince yapacak bir şey kalmıyor, duyuruyor olayı. Bunun üzerine elinde kazanan bilet de var, ikramiyenin kendisine çıktığını söyleyip kadınla birlikte olabilir. Olmuyor ama, Rita'ya durumu anlatıyor ve Rita babasının kendisini aramadığını, o zamana kadar beklemesine rağmen aramadığını ağlayarak anlatıyor, gitmesini babasızlığına bağlayıp uzuyor mekandan. Steven da gidiyor bir süre sonra, geçmişe dair hiçbir şey istemiyor ve doğup büyüdüğü yerden uzaklaştıkça özgürleştiğini hissediyor.

Diğer öyküler de son derece başarılı. Annesinin sevgilisi Carlos ve Carlos'un oğluyla birlikte ilginç bir yaşamı deneyimleyen kızın kıyametlerin koptuğu ayrılıktan sonra annesinin üzüntüsünden başka giden çocuk için duyduğu kendi üzüntüsüyle de baş etmesi, kızının ölümünü araştıran bir babanın kendisini durmadan kışkırtan bir kızı davet ettiği otel odasında sorguladığı sırada yaşadığı sıkıntılı anlar, abi-kardeş çatışmasının dibine vurup ölümüne kavga eden iki koca adamın aile kavramını ve şahsiyeti sorgulatan ömürlük mücadeleleri falan, konular müthiş aslında. Bazıları gerçekten orijinal, benzerlerini gördüklerimizse iyi bir şekilde kurgulandıkları için iyi. Meloy iyi bir öykücü, evet. Yüz Kitap iyi bir yayınevi. Hayat süper.

22 Aralık 2018 Cumartesi

Domenico Starnone - Bağlar

Aldo'nun geçmişiyle ilgili bir şeyler biliyoruz, Vanda'nın geçmişiyle ilgili pek bir şey bilmiyoruz ve Anna'yla Sandro'nun neler yaşadıklarını son bölüme kadar anlayamıyoruz. İlk bölümde Vanda'nın Aldo'ya yazdığı mektuplardan hikâye çıkıyor: Aldo gitmiş, ailesini terk etmiş, Lidia'ya duyduğu sevgi her şeyi arkada bırakmasına neden olmuş. Otuz beşinci yaşta büyük değişim. Lidia o sırada on dokuz yaşında, gelecek vadeden bir öğrenci ve güzel, çok güzel. Enerjisi ve güzelliği Aldo'nun aklını başından alıyor, birlikte yaşamaya başlıyorlar ama dört yılın sonunda Aldo terk edileceğini düşünmeye başlar başlamaz -annesiyle babasının kavgaları, Vanda'nın kendisine aşık olduğunu anlamasıyla Vanda'ya aşık olması müthiş bir kendine güvensizlik, kaygı, huzursuzluk bulamacı oluşturuyor, okuması pek zor olmayan bir adam Aldo- hayatı Lidia için daha zor bir hale getiriyor, tedirginliği mutluluklarını baltalıyor ve Lidia evleri ayırıyor, yaşamına müdahale edilmemesi gerektiğini söylüyor, sonuçta ailesine dönüyor Aldo ama hiçbir şey eskisi gibi olmayacak artık.

Bir aile anlatısı, üç bölüm. İlk bölümde mektuplar. İkinci bölüm ilk bölümün neredeyse kırk yıl sonrasını anlatıyor, üçüncü bölüm ikincinin zamanında geçiyor ama çocukların geçmişlerini deşmeleri zamanda geriye gitmelerine yol açıyor. Anlatıcılar da değişiyor; ilk bölümde annenin, ikincide babanın, üçüncüde çocukların sesleri var, farklı bakış açılarından bir tarihe göz atıyoruz. Vanda'nın mektuplarıyla başlıyorum, bir kadının öylece bırakılmasının yol açtığı yıkımın etkileriyle dolu. Öfkeden kapkara. İki sebepten; Aldo'nun gidişinin yol açtığı öfkeyle birlikte adamın hiçbir şey anlatmamasından yola çıkarak bir şey anlatılmayacak kadar değersiz olduğunun farkına varıyor Vanda, yok sayılıyor, görmezden geliniyor hatta. Adamın savunuları tipik; aile kurumunun anlamsızlığı, özgürlük kaygısı, modern dünyanın herhangi bir bağa meydan bırakmaması, monogaminin insan doğasına uygun olmayan bir mevzu olması, bir sürü şey. Vanda belki de bu söylenenlerin üzerine aşkla evlendiğini söylüyor, insanın "kendine ait" doğasının bir parçası bu. Derin mevzu ama şöyle, birini sevmiyorken monogami saçma, seviyorken üzerinde düşünmeye gerek duyulmuyor. Mutluluk kapasitesini belirleyen bir hormon mu ne varmış, bir olaydan 10 birim mutlu olabilen birinin yanında kapasitesi 20'lik biri 20 birim kadar mutlu olabiliyormuş. Sanırım sevgide de böyle bir şey var, herkes sevginin ve aşkın geçiciliğinden bahsederken tersini iddia etmek komik duruma düşmeye yol açabiliyor. Sevginin sürekliliğinin düşüncede olabilirliğinin bile ütopik bir hale gelmesi korkunç bir yalnızlığa yol açıyor, insanların gerçekten sevip sevmediklerinden, duygusal olarak sakatlanıp sakatlanmadıklarından emin olunamaz bir hale gelinebiliyor, Vanda'nın yaşadığı biraz andırıyor bunu. Neyse, 1962'de evlenmişler, Sandro 1965'te, Anna 1969'da doğmuş, sonra Vanda'ya göre biri Aldo'yu öpmüş, Aldo öpemezmiş, çünkü şu: "Sen girişimde bulunabilecek biri değilsin, biliyorum, seni ya bir şeyin içine çekerler ya da olduğun yerde kalırsın." (s. 12) Aldo küçükken ailesinde çıkan kavgalar yüzünden karar verme yetisini yitirmiş, karar verebildiği zaman da bir patlamayla birlikte gelirmiş bu karar, "anlamsız bir makinenin her zaman aynı hareketleri yinelemeye mahkum çarkları" arasından kurtulması da böyle bir sürecin ürünü. Vanda'ya gelelim, yüzeysel olmayan insanların sevgiyi sürekli diri tutabileceklerini düşündüğü için, Aldo'yu derinlikli bir insan olarak gördüğü için -kendi idealinin yansıması, Aldoluk bir durum yok ki Aldo'nun delik deşik psikolojisi buna pek de imkan vermiyor- için ilişkilerini sürdürebileceklerini düşünmüş.

Mektuplar dört yıla yayılıyor, bir kadının adım adım kayışı kopardığını görüyoruz. Vanda'nın işi yok, çocuklara bakamıyor, Aldo da pek sallamıyor açıkçası. Bir yerde şöyle diyor Vanda: "Senin gözünde biz kendi gençliğini nasıl da yaktığının kanıtıyız." (s. 18) Devam ediyor: "Her zaman böyle devam edeceksin, asla istediğin adam olmayacaksın, önüne ne gelirse o olacaksın." (s. 24) Suçlamalar ve güncellemeler sürüyor. Vanda işe giriyor, çocuklara iyi kötü bakabilmeye başlıyor ve intihara kalkışıyor, Aldo'nun kendi annesinin intihar girişimini anımsatıyor, çaresizlikten.

İkinci bölüm, kırk yıl sonrası. Tatile gidilmiş, eve dönülüyor. Çocuklar büyümüş, Anna sürekli sevgili değiştiriyor ve Sandro'nun dört farklı kadından dört çocuğu var, zıt kutuplarda aynı şeyi arıyorlar gibi gözüküyor. Neyse, Aldo'nun anlatıcılığında mevzunun başka bir açıdan aydınlanmasını izliyoruz. Aralarındaki uyumsuzluk rahatsız edici düzeyde; kişiliklerine dair küçük detaylarla bir ailenin yok oluşunun -bir arada olmaları pek de bir şey ifade etmiyor- izini sürebiliyoruz. Bir meseleyi alayım; Vanda çok tutumlu, cimrilik derecesinde tutumlu ve Aldo'nun insanlar tarafından kandırılıp para kaybetmesinden çok rahatsız. Bir kadın, bir de adam kandırıyor Aldo'yu ve bu kandırma vakaları adamın hayatındaki bütün yenilgilerle birleşiyor, her şey huzursuzluğu besliyor. Korkunç bir yaşam bu. Eve döndüklerinde her şeyi darmadağın bulmaları, evi toparlamaya çalışırken Aldo'nun ilk bölümü oluşturan mektupları bulması ve Lidia'nın onca yıl sakladığı fotoğraflarıyla karşılaşması geçmişe dönmesine yol açıyor, olayları bir de Aldo'nun perspektifinden görüyoruz. Tek bir şeyi alacağım buraya, başka bir şeye dokunmayacağım: "Babamın otoritesini üzerimden attığımı ve nihayet kendi hayatıma başladığımı hissetmiştim." (s. 63) Vanda'yla neden evlendiğini sorgularken bu sonuca ulaşıyor. Belki de bir insanın yapabileceği en yanlış bağdaştırmalardan biri. Evlilik önce bir kişiden, sonrasında iki kişiden oluşur ve başka insanları olmamaları gereken yerlere taşıdığınız zaman da biter, klasik son. Bitmesi gerekir ama bitirememiş bunlar, Aldo eve geri döndüğü zaman asıl felaket başlıyor. Çocuklar üzerindeki etkisine bakarak pek de sağlıklı bir şey yapmadıklarını söyleyebiliriz.

Üçüncü bölüm, çocuklar. Evin altı üstüne geldikten sonra polise gidiliyor, soruşturma falan derken bir sonuca ulaşılamıyor ama biz biliyoruz; evdeki kediyi beslemek için buluşan çocuklar geçmişleri üzerinden birbirlerine, ailelerine ve kendilerine dair nefretlerini kusarken ailelerin çocuklar için mezara dönüşmelerinin etkisinden kurtulamadıklarını görüyoruz. Çocuklar da bir şey yapmalılar, annelerle babalar yaptıkları şeylerin karşılığının olacağını bilmeliler. Evi dağıtıyor çocuklar, intikamlarını alıyorlar, kırklı yaşların sonunda.

Aile bir kıyım, hayatta kalan çocuklar ruhen sakat, annelerle babalar zaten delirmişler. Bazen ciddi ciddi umutsuzluğa düşüyorum, hikâyesini kuramayan insanlardan ne umulabilir? Hiç. Cevapları bulunamayan sorularla dolu insanlar, umutsuzca çabalıyorlar ve yıkıyorlar. Bülent Ortaçgil'den çarpıyorum: Yudum yudum biriktiriyoruz, biri(leri) çarpıp döküyor, artık dolmuyor ve bu çok acıtıyor. Canı yanan dört insan, dolduramayan tüm insanlar, bu roman sizin. Bizim.

Bir albüm var, birkaç aydır dinliyorum, inanılmaz güzel. Bugün albümdeki iki şarkıya taktım, sözlerini falan ezberledim. Öldürdü bu iki şarkı.


25 Kasım 2018 Pazar

Carys Davies - Kuytu

Ishiguro'nun yeni bir metni yayımlanana kadar Davies'le özlem giderilebilir. Ishiguro'nun gizemi Davies'te var; karakterlerdeki boşlukların nereye kadar uzandığını görebilmek için öykülerin oldukça dikkatli bir şekilde, belki tekrar tekrar okunması gerekiyor. Özellikle nispeten uzun olanların. Davies'in özgünlüğü, kısa öykülerinde de bu bilinmezi yaratabilmesinden doğuyor. Benimkinden Farklı Bir Kâbus'a bakarsak anlatıcının giden birinin başına gelebilecek felaketleri sıraladığını görürüz. Anlatıcı için önemli bir insan için duyulan kaygı önce kıvılcım halinde görülür, sonrasında büyük bir yangına dönüşür ve daha da kötüsü, gerçek bir yangındır bu. Gidenin pasaportu kaybolabilir, ıslak mendilleri tükenebilir, başına pek çok talihsizlik gelebilir; uçağının dağlara çakılıp ateş topuna dönüşmesi de dahil. Sıraladığı felaketlerden sonra olayın pek de öyle gerçekleşmediğini anlarız, olasılık bir anda gerçeğe dönüşür; olaya şahit olan bir adam uçağın başına geleni farklı bir kâbus haline dönüştürür. Beklenmeyen bir son, anlatıdan yola çıkarak öngörülebilmesi zor. Davies bu "beklenmeyen" üzerinden kuruyor öykülerini ama sadece merak unsurunu ön planda tutarak yapmıyor bunu; karakterleri biçimlendirişi, doğanın kalbinde yaşayan karakterlerinin yalıtılmışlıkla birlikte edinebilecekleri kişiliklerini imlemesi ve benzeri pek çok teknik, tipik bir anlatıdan uzaklaştırıyor öyküyü. Kötülük Perisi'ni de azıcık anlatmak isterim. Lenny, gözünün ucuyla hemen yanındaki kıza doğru bakıyor ve kızın yaşamını hayal ediyor. Hostel. Kızın pek uğraşmadan hazırladığı bir yemek. Yemeğin ortak alandaki pis buzdolabına konması. Duş. Kızın bir türlü ısınamaması. Bir anda ortaya çıkan bu kızın yaşamı yediği yemekten giydiği elbiseye kadar kuruldu, siyahlar içindeki kız böylesi bir dikkatle kurgulandığına göre öykü için önemli bir parça. Neden? Bir düğünde bulunulduğunu, Don'un evlendiğini ve Lenny'le siyahlı kızın orada olduğunu öğreniyoruz. Sonrasında Lenny düşünüyor, siyahlı kız Don'un kırıklarından biri olabilir, bir ruh hastası olabilir, iş arkadaşı olabilir. Eline geçirdiği pastayı Don'a doğru fırlatan siyahlı kızı durdurmuyor Lenny, içinden gelen dürtüye engel oluyor ve otuz beş yaşındaki oğlunu kurtarmıyor. Yaşı ve akrabalığı araya sıkıştırıyor Davies, havada uçmakta olan pastanın imajını gözden kaybettirmeden. O sırada düşünüyor Lenny, bu kıza dikkat etmesiyle başlayan süreç, hayatının ne kadar boş olduğunu anlamasıyla sonuçlanıyor. Hayalinde kızı elinden tutuyor, kaçırırcasına taksiye bindiriyor ve şoför, "Nereye hanımlar?" diye soruyor. Bu öykü rahatlıkla atölyelerde falan okutulabilir; bir insanın bir diğerini gözlemlemesi üstünden adım adım kurulan bir öykü dünyası var, iki buçuk sayfalık. Taşıdığı yoğunlukla roman okumuşa döndürüyor insanı. Muazzam bir iş.

Yüz Kitap bir süre sessiz kaldıktan sonra yeni sezonu -doğru bir tabir mi bilmiyorum, sezon denir herhalde- şimdilik iki kitapla açtı. Biri Kuytu, diğeri Tabiata Giden Bütün Yollar. Bu ikincisini de en kısa zamanda okumayı düşünüyorum ama bir süre daha bekleyecek sanırım. Bu ay kitaplara 1000 TL verdim şimdiden, motosikleti önümüzdeki sonbaharda ancak alabileceğim bu gidişle. Neyse, bir iki kitap haricinde bastıkları her şeyi -çocuk kitabı olup aslında pek de çocuk kitabı olmayanlar dahil- okudum, o iki kitabı da dünyadan acil çıkış yolu olarak saklıyorum. Hangi kitabın nerede, ne zaman gerekeceği hiç belli olmaz. Galler yöresinin havasını almak istedik mesela, hemen bir Davies öyküsü okuyunuz. Köyler, yemyeşil tepeler, kente taşınmış insanların arkada bıraktığı diğer insanlar ve boş evler, her şey var. Örneğin Sessizlik adlı öykü. Henry Fowler tepede bir yerde tek başına yaşıyor, cılız bir adam, kara kuru bir şey. Susan Boyce'a aşık, kadını aklından çıkaramıyor. Susan ve kocası Thomas kısa bir süre önce doğanın orta yerinde bitmişler, Henry kadına tutulmuş, kadın Henry'yi görmek istemiyor hiç, çünkü adam korkutucu, meczupvari. Ne oluyor, bu doğurgan doğanın ortasında Susan doktora gidiyor, kız kardeşine mektup yazıp onu yanına çağırmayı düşünüyor ama kardeşin gelmesi bir yılı bulur, kasabada rahip olmasını diliyor ama yok. Elimize kodlar geçti, düşünmeliyiz. İlahi bir yardım gelmiyor, doktordan bir yardım gelmiyor, civarda Susan'a yardımcı olacak kimse yok, Thomas da iş gereği evden uzağa gidiyor çoğu zaman. Susan açısından durum bu, Henry'ye bakalım. Thomas'ın evden ayrıldığını görür görmez kadının evine gidiyor, kadın istemeye istemeye kapıyı açıyor ve bir şey ikram etmek için hazırlık yapıyor. O sırada soyunuyor Henry, tutkudan gözü kör olmuş bir halde. Kadın çığlık atıyor, Henry utanıyor ve giyiniyor, evden ayrılmak üzereyken son bir kez dönüp kadına bakıyor ve Susan'ın soyunduğunu görüyor, çukuru kazmak için yardım istiyor Susan. Burada düğümü öykünün sonunda çözüyor Davies, anlatının başlarında pek açık etmediği bir gerginlik yaratıyor Susan için, böylece karakterin neye cüret edebileceğinin sinyallerini veriyor ama finale kadar merak da duyuruyor okurda. Aslında imrenilen o yeşilin bir cehenneme dönüşebildiğini de görüyoruz, karakterin gözlerinden görülen ve delicesine istenen şey nasıl bir çıkmaza yol açtığına şahit olmak etkileyici. Davies Galli zaten, doğup büyüdüğü coğrafyayı öykülerinin planına şahane oturtuyor. Sadece kırsalın değil üstelik, kentin de dinamiklerini ve yol açtığı gerilimleri iyi biliyor ama bir tane daha kırsal yöre öyküsünden bahsedeyim, kent sonra. Commercial Yokuşu yine bir teknik harikası bence. Hikâye oldukça klişe ama zaten her şey klişe, anlatım biçimi yaratıyor farkı. Bir söylence anlatılırmış gibi başlıyor öykü, anlatıcının dedesiyle anneannesi arasındaki ilişki. Tanışmaları, evlenmeleri, bir şeyler. Dedenin kavuşamadığı aşkı, sonrasında eşinden olan çocuklarını seven bir babaya dönüşmesi, tipik bir aile hikâyesi aslında. Mesele, dedenin kavuşamadığı kadın döndüğünde ortaya çıkıyor. Sayılıp dökülen akrabalar, olaylar, her şey öykünün sonuna hazırlıyor okuru. Spoiler vermek istemiyorum, en azından bu öykü için. 45 Years'ı izlediyseniz filmdekine benzer bir durumla karşılaşacağınızı söyleyebilirim.

Yoldakiler için yargılayıcı bir şeyler söylememeye çalışacağım. Davies yine belirsizliğin orta yerinden başlatıyor öyküyü. Sibirya'da han benzeri bir mekandayız, mekanın sahibi Birmingham'dan gelen bir kadın. Yardımcısı Pyotr, kadının kar kış ortasında mekanı işletmesine yardımcı oluyor. Kamyon şoförleri, oradan geçmekte olanlar, insanlar gelip gidiyorlar. Kadının neden Sibirya'da bir mekan işlettiğini bilemiyoruz başta, anlatı ilerlerken eşkıya tipli bir adamın mekana gelmesiyle merakımız hemen başka bir yöne kayıyor, adamın bir terslik çıkarmasından çekiniyoruz. Kadın, eşkıyanın kullandığı kızağa bakınca bir şeklin kızağın üzerinde durduğunu görüyor. Bir kadın, soğuktan donmak üzere ama öylece duruyor, içeri girmiyor. Eşkıyayla arasındaki ilişkiyi yine bilmiyoruz, adım adım ilerleyerek öğreniyoruz ki adamın eşi ve içeri girmeyi reddediyor, kavga ettikleri için. Bir süre sonra soğuktan ölüyor kadın, adamla yol konusunda tartıştığı için inat edip içeri girmemesinin sonucunda bir nevi cezalandırmış oluyor adamı. Mekan sahibi kadın bu olayın sonucunda kocası Geoffrey'i hatırlıyor, yol bulma konusunda ettikleri kavgaları, nihayetinde Sibirya'ya kaçışını hatırlıyor ve ertesi gün geri dönme kararı alıyor. Yargılamamaya çalışacağım kısım bu. Her tartışmadan sonra eşinden nefret ettiğini söyleyen -içinden söylüyor ama ne fark eder, nefret ediyor işte- bir kadının ölümle yüzleşir yüzleşmez geri dönmek istemesi... Bilemiyorum, belki biraz daha uzatılmalıydı öykü, Geoffrey'le yaşanan güzel şeyler de hatırlanmalıydı belki. Yani bu da bir aksama değil aslında, tercih. Tekinsiz ortam, eşkıya tiplinin yarattığı korku falan, çok başarılı.

Anlatmak istediğim birkaç öykü daha var ama yeter, gizemleriyle kalsınlar. Yani ne desem, alın ve okuyun. Çok çok başarılı, kendimce öyküler üfürdüğümden bana da sıkı bir ders gibi geldi aslında.

Nick Drake'e döndüm bu akşamlığına, Davies'in öykülerini tarayıp aldığım notları incelerken dinleyesim geldi. Sonra yine aynı yere döndüm; Drake'i birazcık eşeleyenler Jackson C. Frank'e ulaşabilirler. Ne diyeyim, benim için ölmeden önce yapılacak tek bir şey var, o da Jackson C. Frank'in biyografisini edinip Türkçeye çevirmek ve basacak bir yayınevi bulmak. Düşününce başka da beni heyecanlandıran bir iş yoktur. İki şarkı bırakıp bitiriyorum. İlki Nick Drake'in çalıp söylediği bir Jackson C. Frank şarkısı. Drake'ten başka Bert Jansch, John Renbourn, Simon & Garfunkel, White Antelope falan da yorumlamış. This Is Us'ta da kullanılmış bu şarkı. Çünkü çok güzel. Çok. İkincisi de benim için şarkıların şarkısı, dinlediğim en güzel şarkı, şiir, neyse artık.


20 Haziran 2018 Çarşamba

Adam Johnson - George Orwell Arkadaşımdı

Yüz Kitap'ın bastıkları arasından okumadığım pek az kitap kaldı, ağır ağır okuyorum ki hemen tüketmeyeyim. En son Chicago Kıyıları'nı okumuştum, bir kentin zamanlara sığmayıp büyümeye devam etmesi çok güzel anlatılmıştı. Bu işin geçmişi ve geleceği yok yani; kent insan imgeleminde o kadar hızlı değişir, büyür ki artık bildiğimiz kent değildir. Mesela oturduğum yerde -Küçükyalı, canım benim, mon amuğ- kentsel dönüşümde bir binayı yıkıp yenisini yapmışlar ama binanın bahçesi artık bir sokak. Sokak ya, bayağı. Yani benim için bu o kadar büyük bir şey ki nasıl anlatacağımı bilmiyorum, bu değişiklik yüzünden bu cumartesi bütün Küçükyalı'yı gezip değişimleri sindirmeye çalışacağım, kentin imgesel haritasını tekrar çıkaracağım. Üç ana travmadan biri olduğunu söylerler; mekân değişimi. İkamet ettiğimiz yer değişirse yirmi bir günde yeni yere alışırmışız, genel olarak. Kentin değişimi, bu daha büyük bir şey. Yeni doğan bir sokaktan kaç kez geçersek oraya alışırız? Bahçeyi ne zaman unuturuz? Hiçbir zaman unutamayız ve hiçbir zaman alışamayız. Alışamamanın getirdiği huzursuzlukların toplamına yaşam diyoruz. Buna katlanabilmek için de yeniyi arıyoruz, eskiyi unutamadan. Müthiş yorucu, her şeye rağmen bir o kadar güzel.

Johnson'ın öykülerinde böyle bir birikmenin tortuları görülür. Zamanın sürüp gidişi, ayrıntıların anlatıda yavaş yavaş belirmesiyle ortaya çıkar. Tek bir bakış açısından, söz gelişi odamın penceresinden görüneni alalım, akışın içinde manzaraya birçok nesne girip çıkar. Yapraklar, otomobiller, ağlayan insanlar, gülenler, yürüyenler, koşanlar, konuşanlar, acıyla donanlar, görülecek bir sürü şey. Belleğin sürüp gitmesi, Johnson bu süreğenliği o kadar doğal bir şekilde kuruyor ki günlük hayatın gerçekliği beliriveriyor, çok şey olmasına rağmen hiçbir şey olmaması gibi bir duygu, nasıl anlatacağımı bilemiyorum ama öykülerin başlangıcı ve sonu dahil olmak üzere, yaşadığımız olayların başlaması ve bitmesi kadar sıradan, bu sıradanlığı yansıtabilmesi açısından olağanüstü. Yine Yüz Kitap'ın bastığı Belki Bu Defa, Belki Şimdi'den sonra yayınevinden çıkan en beğendiğim öyküler bunlar, her biri şahane.

Büyük yayınevleri gibi bir ayda on kitap çıkarmıyor Yüz Kitap, şimdi yaz dönemi de geldiği için iyice yavaşlamışlardır, iki ayda bir yeni bir şey bassalar öpüp başa koymak lazım, çok özel ve emek gerektiren bir iş yapıyorlar çünkü. Çeviriden kapağa çok özenilmiş bir iş, rezalet ekonomimiz yüzünden kapatıp gitmezler umarım. Neyse, öyküler.

Nirvana için Black Mirror bölümlerine benzerlik konusunda bir şeyler söylenebilir. Anlatıcı bir mucittir, iProjector diye bir zımbırtı icat edip suikasta uğramış bir başkanın hologramvari versiyonunu yaratır. Başkanın sanal ortamda gezinen her türlü bilgisini toplar ve alete aktarır, böylece insanlara yardımcı olmak ister, kendine de. Karısı Guillain-Barré Sendromu'ndan mustariptir, kasları beyinden gelen sinyallerden münezzehtir, isyan halindeki vücut hareket edemez, acıdan başka bir şey sunmaz ve kadını yaşamından bezdirir. Esrar kafası, alkol, hiçbir şey kadının acısını hafifletmez, gece gündüz dinlediği Nirvana ve Kurt Cobain hariç. Travmanın dibine vurmuştur, üfleyerek uzaklaştırmaya çalıştığı bir örümceğin saçlarının arasında kaybolmasına şahit olması bu durumu tetikledi muhtemelen. İntihar konusunda eşinin yardım sözünü alır, böyle bir şeye girişmeyeceğini söylese de kendi sınırına ulaşmak üzere olduğunu sezer ve verilen sözü eşine hatırlatıp durmaya başlar. Anlatıcı dayanamaz, Kurt Cobain'in hologramını yaratır, adamın acı sonuna ve şarkılarındaki boğuculuğa rağmen eşine iyi geldiğini düşündüğü için.

Otoyolda Google şeridi, drone yolu gibi pek çok detaya bakarak öykünün yakın bir gelecekte geçtiğini söyleyebiliriz. Başkanın herkes tarafından delice benimsenmesine bakarak travmatik bir toplum yapısından bahsedebiliriz; Ballard'ın sırf bu meseleyle alakalı başlı başına bir metni var, Monroe, Kennedy vs. gibi figürlerin ölümlerinin toplumun kolektif bilincini yıktığını, gerçeklikle kurmacanın birbirine girdiğini söyler Ballard. Hasta eş bu ikisini ayıran sınırın çok yakınındadır, anlatıcının yapabileceği tek şey gerçekken kurmacalaştırılmış bir figürü tekrar kurmaca haline getirmek. Kadının acısını görmezden gelmesini sağlamak için gerçekliği çarpıtmaktan başka bir şansı yok. "Here we are now! Entertain us!" ve "All in all is all we all are."

Anonim Kasırgalar, doğal felaketler insanların kendi felaketleriyle birleştiği zaman sıkı kararlar alınabildiğini gösteren bir öykü. Nispeten güncel; Katrina Kasırgası'nın hemen ardında, yıkıntıların arasında birkaç insanın yaşamlarını sürdürme çabaları ve farklı yönlere sapmalarını, yaşamlarını birleştirip ayırmalarını anlatıyor. Çocuklarını terk edip giden, köprüden aşağı atarak ölmelerine sebep olan anneler, her şeye rağmen sevdiği adamların yanında yer alan kadınlar, karar verme anı geldiğinde ortadan kaybolan ve sorumluluk alıp en iyisini umarak harekete geçen erkekler, yıkık evler, yıkık köprüler, parçalarını bir araya getirmeye çalışan ruhlar, bir kasırga panoramasında mücadele. Nonc nam Cajun merkezde. Nasıl bir insanla muhatap olacağımızı bilelim; hayatındaki onca probleme bir de fırtına binmiştir ama onun için değişen bir şey olmamıştır pek. "Sadece olaylardır bunlar. İşin doğrusu, kasırga Nonc'un hayatını azıcık bile olsun değiştirmedi." (s. 49)

İlginç Bir Bilgi konusunda kimin geride kaldığı tartışılabilir; kanserden ölmekte olan ve öldüğünü fark eden kadının eşiyle olan hesaplaşması, ölümünden sonra yaşamaya devam eder gibi anlatması bir şey, her şeyin olup bittiği dünyada kalanların kayıplardan, değişimlerden çabuk sıyrılmaları başka bir şey. Kadının çocukları ve babası bir süre yas tutsalar da her şey olağan haline geri dönüyor, boşluk bir şekilde doluyor. Dünyanın uğultusu geri geliyor, her ne olursa olsun geri geliyor, yoksunluğu duyulan şeyleri yavaş yavaş silmek için. Bir bahçenin yoksunluğu uğultuda yeni bir sokağın sakinliğine dönüşüyor. Geride kalan dedim, acaba kent de benim aklımda geziniyor mudur? Şeylerle olan ilişkimizin iki taraflı olduğunu düşünmek beni her zaman tedirgin ediyor, bir yandan rahatlatıyor da. Bir nesnenin fark etmediğim tepkisini var saymanın yanında, baktığım zaman göremediğim bir şeyin beni gördüğünü düşünmek, bunu insanlığın bir seviyesi olarak göresim var. Akıl hastası olmadığımı varsayıyorum. Yok be, değilimdir. Yanımdaki kişisel meleğim de öyle söylüyor.

Kadın. Kocası bir yazar, Pulitzer ödüllü. Kendisi de yazar ama metinleri basılmamış. Kocasının kendisinden çaldığı bir fikri fark etmek, kocasının başka kadınlarla görüşmeye başladığını görmek, çocuklarının yaşamlarını sürdürdüklerine şahit olmak, ilginç bilgilerle dolmak ve bu bilgiler sayesinde yaşamak, bir filin bir ağaca kaç dakikada çıkacağının istatistiksel bilgisiyle yaşamak örneğin, dünyaya dair bilinecek ne varsa bilmeye çalışmak belki de kadının hâlâ buralarda olmasının sebebidir. Tamamlanmamış işleri olanların gidemedikleri söylenir, belki de daha fazlasını görmek istemek, gitmemek için yeterlidir. Kocanın dediğine göre annelerin işi hiçbir zaman bitmezmiş, o halde Çinlilerin inandığı şey doğru; hayaletlerle dolu bir dünyada yaşıyoruz.

Son üç öyküyü bırakıyorum, en iyileri.

Adam Johnson'ın öykülerinden çıkarılacak malzeme çok fazla, teknik de. Yazanlar, yazmaya çalışanlar mutlaka okumalı. İyi bir şeyler okumak isteyenler de okumalı. Okunsa ne güzel olur.

16 Nisan 2018 Pazartesi

Stuart Dybek - Chicago Kıyıları

Yılmaz Apartmanı iki hafta önce yıkıldı. Kırk yıllıktı. Osman orada oturuyordu, on beş yıl öncesine kadar. Futbolda iyi değildi ama mahalle maçlarında küfür yememe rağmen ona pas verirdim. Dayak yedik bir kez, parkta. Kaçamadık, tekme tokat mahallemize uğurlandık. Dönüşte Karalar dediğimiz köpek çetesi kovaladı, her şey üst üste gelince oturup sinirden ağladım. Osman kolunu omzuma attı, "Siktir et lan," dedi. Gidip mantı yedik, Abla'nın yerinde. Ayda bir giderdik, bu yenilgilerin üzerine adeti bozup ikinciye gittik. İyi gelmişti. Sonra lise hazırlığın bittiği yaz, bir gece sokakta gitar çalıp şarkı söylerken ABD'ye gideceğini söyledi Osman. Ne kadar kalacağını sordum. Temelli gidiyormuş. Annesiyle babası boşanmış, ABD'ye taşınanı hangisiyse onun peşinden. Her günkü gibi vedalaştık. Ertesi gün yoktu. Gözlerim onu çok aradı. Birlikte büyüyeceğimizi düşünmüştüm, olmadı. İki hafta önce oturduğu apartmanı yıktılar. Yıkıma bir hafta kala binayı kuşatan tahta perdelerin arasından bahçeye girdim, dolandım. Evler boştu, Osman'ın odasına girdim. Yirmi yıl önce orada iki çocuk vardı. Şimdi yoklar. Çıktım, eve gittim. Gün geldi. Yıkımın gürültüleri odamın duvarlarını korkuttu. Çok zaman kalmadı, bu oda da yitecek. Duvarlarına vuran güneşi unutmayacağım. Osman'ın apartmanının arkasından batardı, yıkımdan sonra önü açıldı. İlk kez bambaşka bir ışık gördüm odada, güneşin son anları duvara farklı renkleri düşürdü. Osman'ı yeni baştan hatırladım, o da bir yerden sızıp düştü odaya. Penceremin önündeki sokak, Deli Cengiz'in evi, hepsi yeni baştan. Kent değişiyor, her şeyin değişmesi demek bu. Hazırım, her şey değişebilir. Acı bir anlık, sonra yenilik.

Kodlar. Kevin Lynch'in kenti ayırdığı birkaç kodun karşılığı var, imgeler anılardan fırlıyor ve sokaklara, köşelere, binalara yansıyor. Bu yüzden Osman ve her şey.

Dybek'in öykülerinde özlenen, uzaklarda bulunan bir kentin imgelerini buldum. Akrabalar, sokaklar, arkadaşlar, yapılar, beliren insanlar, kaybolan insanlar, anıların ışığında parçalar. Chicago'yu bir karakter olarak görürüz; bir uzamdan fazlasıdır. Mekânın ruhlardaki izleri. Bunları yakalamış Dybek, röportajında kentin yaşanmasa bile hâlâ nasıl canlı kaldığını anlatıyor. Kentliler için geçerli bir şey; sokaklar ortadan kalktığında, insanlar ortadan kaybolduğunda kilit noktalardan biri bile şimdiye ulaşabilmişse yitenlerin hepsi geri geliyor. Küçükyalı'yı bu sayede yitirmiyorum, bir örneğini Dybek'in öykülerinde bulduğum için mutlu oldum. Kendisi düşsel mekânla güncel mekânı bir arada tutabilecek bir perspektif yaratıyor, değişimler karakterlerin imgelemleri yoluyla sabitlenirken bahsi geçen yapılar kenti olduğu yerde tutuyor. Karakterler üzerinden kent değişiyor, kentse karakterleri zamanın peteğinde değiştirerek tutuyor. İkili dönüşüm. Etnisite çeşitliliğin kattığı zenginliği de düşünürsek farklı renklerin lirik anlatısı diyebiliriz.

On dört öykü, bazıları öykü uçlarından biraz uzunca, kısa öykü. Bunlardan başlayayım. Farwell, zenofobi yüzünden semtten kaçırılmış eski bir dostu anma öyküsü. Yağmurlu gecede anı yağışı. Işıklar tam bir Calvino öyküsü. Farları yanmayan araçlara ışıklarını yakması için bağıranlara sokak boyunca eşlik edenler çıkıyor ve her yerden, "Işıklar!" bağırışı duyuluyor. Şişe Kapakları, topladığı kapakları kardeşi tarafından iç edilen abinin hesap sormasıyla bitiyor, böcekler için mezar taşı olarak kapakları kullanan kardeşin inceliğini bir öyküde yakalamak zor, yaşama yaslanması gerekiyor böyle duyarlılıkların. Nesnelerin de. Chicago'nun olduğu kadar bir dönemin de öyküsü bunlar; hatırlanan ne kadar nesne varsa hemen hepsinin bir dökümünü bulmak mümkün. Çekim Hataları'nda bir filmin parçası olan hataların yanında yer gösterici de var. "Yer gösterici jeneriği gözden geçirerek kendi adını arar. Mesleği derin bir sessizliktir." (s. 80) Diğer kısalar da benzeri sihirli anlara, düşüncelere odaklı.

Uzunlar. Kış Mevsiminde Chopin. Ev sahibi Bayan Kubiac'ın kızı Marcy, New York'taki üniversitesini yarım bırakıp geri döner, aynı kış Dzia-Dzia da -anlatıcı çocuğun dedesi- eve gelir. Anlatıcı, Marcy'nin piyano çalışını küçüklüğünden beri hatırlamaktadır, hikâye açıldıkça Dzia-Dzia'nın gerçek dışılığı Marcy'nin hikâyesiyle birleşir, geçmişe doğru çıkılan yolculuklarda bütün karakterlerin o noktaya ulaşma serüvenleri parça parça işlenir. Dzia-Dzia'nın Marcy'nin bastığı tuşlara aynı biçimde basması, air playing nanesi, Marcy'nin dev piyanosunun eve nasıl sokulduğunun bilinmemesi ve çocuğun babasızlığının ağırlığı büyülü bir hüznü içerir. Diğer uzunlar da benzer anımsamaları taşır; kurulan caz grubunun çaldığı şarkılardan tutulan bir tarihin kaydı, semtin çocuklarının neon lambalar altında yavaş yavaş kaybolması, kayıpların ardından çıkılan kurmacaya yakın yolculuklar, yıkılan binalar, değişen her şey Osman'ı hatırlattı, Ulan Osman, gitmeyecektin oğlum.

Dybek'i kayıpları anımsatması ve kendi kayıplarını gerçeğe yaklaştırma çabası dolayısıyla baş üstüne koydum.

Değişim iyi, kayıp iyi, bulmak iyi, her şey iyi. Dybek hepsini anlatıyor, pekiyi.

27 Şubat 2018 Salı

Rachel Seiffert - Günün Sonu Yok

İki şey: Çocukluğun ölümle karşılaşması için bir ailenin günden geceye, güzel bir sahilde yaptıkları sıralanırken onca detayın bu çocuk-ölüm kırılışını hazırladığı görülünce, öykü de o noktada bitince, eh, Seiffert'in anlatısına saygıyla yaklaşmamak mümkün değil. Bir de sınırların böylesi belirsiz ve acı verici olduğunu bilmezdim. Gerçi bir kere şahit oldum; Lefkoşa'daki sınır noktasını lunaparklardaki korkuluklu sıralara benzetmiştim ama işin çarpıklığı sonradan dank etmişti, bir adımla değişen dünyaların doğurduğu onca ayrılığı düşünmek çok ağır. Bu duygu nasıl anlatılabilir diye düşündükten çok sonra Seiffert'te duygumun karşılığını buldum. İyi bir öykücünün peşine takılmalıyız, Seiffert böyle bir öykücü.

1971'de Oxford'da doğan Seiffert'in ailesi Alman-Avusturyalı. Sınır mevzusunun, yıkılan duvarın ortadan kaldıramadığı psikolojik sınırın kaynağı burada bulunabilir. Romanları ve öyküleri var, ödüllü bir yazar.

Saha Çalışması: Martin nehirde çalışırken önce oğlanı, sonra oğlanın annesini görüyor. Anne çok genç, ıslak kıyafetlerinin ortaya çıkardığı vücudu Martin'i çekiyor ama araştırmasını tamamlaması şart, sınırın doğusundaki kimya fabrikasının atığı batıda ne ölçüde ortaya çıkıyor, çalışması bunun üzerine. Birkaç gün boyunca nehre gidip geliyor, topladığı örnekleri üniversite laboratuvarına gönderiyor, zaman böyle geçiyor. Çavdar tarlaları, nehir, doğa.

Barda o çocuk oturuyor, annesi garson. Çocuk, anneye çevirmenlik yaparak Martin'le iletişim kuruyor. Geçici bir noktada olabildiğince derin ilişki. Martin nehrin kirli olduğunu, suya girmemeleri gerektiğini söylüyor. Ewa ve oğlu Jacek adama teşekkür ediyor, yolculuğa çıkmasından bir gün önce yemeğe çağırıyorlar. Martin hamle yapıyor ama Ewa onu kibarca itiyor. Adamın başka bir ülkeden olmasından, yabancılıktan değil, daha derin bazı olaylar var ama son öyküye kadar bilemeyeceğiz, bu öyküden öğrendiğimiz tek şey Ewa'nın kocası Piotr'ın sınırın öbür tarafında yaşadığı ve geçişlerin pek kolay olmadığı. Ewa kırık, Piotr onu terk etmiş ve ses seda yokmuş.

Martin sınırı geçerken arkada kalan çorak toprağa bakıp suçluluk duyuyor, belki kadının kendisini reddetmesini de bu çoraklığa, yoksul ülkeye bağlamıştır, Seiffert anlatıcı olarak bir yansıtıcıdan başka bir şey sunmuyor.

Temas: İnsanlara -belki canlılara da- dair bazı temel öğelerin kimyasal reaksiyonlara bağlı olması korkutucu geliyor. Aşk, annelik, mutluluk, pek çok şey doğru salgıların doğru zamanda salgılanmasıyla ilgiliyse sadece, makineden bir adım uzaktayız demektir. Gerekli hormonların salgılanmasıyla herhangi bir nesnenin annesi gibi hissedebiliriz mesela, uç bir bilimkurgu olabilir bu. Gevezeliği bıraktım, burada anne olmayan bir anne ve annenin kızıyla olan ilişkisi var.

Alice bir kuaförde çalışıyor, ailesini geçindirecek kadar para kazanıyor. Bu iyi. Kim'e karşı anneliğe dair bir şey hissetmemesi iyi değil. Bir numara olan Joseph sevgiyle doğmuştu, Frank henüz gitmemişti. Gittikten sonra doğan Kim, annenin hayal kırıklığının sembolü haline geldiği için şanssız. Alice ona alışana kadar yıllar geçmiş ama alıştığını söylemek güç. Kız çok hasta olduğu bir zaman, koridorda sürünürken annesi okula gitmemesini söylüyor ve kızını banyoya taşıyor. "Kolları bacakları olan hantal, ölü gibi bir ağırlık." (s. 35) Bu ağırlığın öyküsüdür; Kim'in de pek bir sevgi duyduğu söylenemez. İki aynanın birbirine bakışı.

Dimitroff: Bizde de var, mekân isimlerinin değiştirilmesi bir ideolojiyi ortadan kaldırmak için iyi bir yol gibi gözükse de hınç doğurmaktan başka bir işe yaradığını sanmam.

Evli bir çift, adamın babası Doğu ve Batı Almanya'nın birleşmesine karşı çıkan yaşlı bir komünist. Zamanında, toplu cinnet zamanlarında mücadele etmiş ve çok zor yıllar geçirmiş. Kadın, adamın babasına duyduğu öfkeyi anlamaya çalışıyor ve babayla bir yolculuğa çıkıyor. Babanın insanları kışkırtıcı davranışları sonucunda yediği tokat, perdenin tangır tungur inişini de simgeliyor. Dönüş yolunda kadın, elini babanın elinin üstüne koyuyor ama bir tepki doğmadığını görünce çekiyor. Fikirler uğruna verilen mücadelede kaybedilen, geride bırakılan insanların acısı.

Geç Gelen İlkbahar: Yaşlı bir adam, gençliğinde babasıyla birlikte arıcılık yapan, daha da önemlisi doğayı öğrenen ve doğayla bir olan. Evi orada, yeşilin içinde bir yerde.

Arıcılığa devam etse de yaşlanınca enerjisinden çok şey gitmiş, üst üste yığılı kutularda yaşayan insanları anlamayışıysa hâlâ genç. Hiçlikten çıkan çocuğu görünce içinde doğan mutluluk da böyle bir duyguyu taşıyor; doğanın hediyesi bu çocuk. Adam ılık bir rüzgar beklemişti ama doğa ona bir çocuk verdi, yalnızlığı dinsin diye. Sonra kasabaların, köylerin fikrini verdi, sevdiği birini sevenlerine götürsün diye. Adam uzaklarda, tepelerin ardında bir köy olacağını düşünür, o köyü bulmak için yola çıkar. Nice yol gittikten sonra tepelerin ardında başka tepeler olduğunu görür ve dönüş yoluna koyulur ama içinden bir şeyler akıp gider, çocukluğunda babasının boğduğu arılar aklına gelir. Ölüm oralarda bir yerde adamı gözlemektedir, sona hazırlık için birkaç anıyı canlandırır.

"Kovanların önündeki kara toprakta küçük ölü bedenler toplanmıştı. Yaşlı adam yere, onların yanına uzandı." (s. 113)

Geçiş: Çocuklarıyla birlikte savaştan kaçan kadın, uzun süredir kendilerini takip eden adama güvenip güvenmemek konusunda kararsızdır. Yapacak bir şeyi de yoktur, güvenir. Tehlikeler atlatılır, nehirden karşıya geçilir ve yıkık köprünün ayaklarının dibinden, adamın geriye döndüğü görülür. Teşekkür edemezler bile, yardım ansızın belirmiş ve ortadan kaybolmuştur, olması gerektiği gibi.

Savaş öyküleri sınırın doğuşunun hikâyesini anlatmasa da insanların canlarını kurtarmak uğruna silah arkadaşlarını, tanıdıklarını, insanları yalnız bırakmalarını işler. İç savaşı da düşünüyorum; Mimar nam öyküde mesleğinin kendisini mahvettiği bir adam, mimarlığı bırakınca yavan bir mutluluğa kavuştuğunu hisseder mesela. Bir de son öykü... Ewa'nın hikâyesi kırmızı bir çizgiyle bölünmüş geçmişi bir araya getirme çabasını imler. Arayış öyküsü, insan aradığını bulamamayı ister. Bulduğunda. Ardından gelen yenilgiye sarılmak, yenilgiyi kabullenmek bir nevi hakikat duygusu doğurur. Yaşanan şeyin gerçek olduğunun, akışta herhangi bir şey gibi kaybolunmayacağının işareti. Gerçeklik büyük inceliklerde gizli, günlük tek bir rutinin bozulması bir ailenin dağılma yolunda ilerlediğini gösteriyor, ölü fokların varlığı ölüm karşısında güzelliğin silinmesini, pek çok şey pek çok şeyi içeriyor ve sadece durumlarla ortaya çıkan bir şey bu. Seiffert durum yaratıyor, çok da iyi yaratıyor.

On bir başarılı öykü. Tüye benzetiverdim, tüy öyküler.

Yüz Kitap'a tekrar teşekkürler, bastıkları her kitap için teşekkür edeceğim sanırım.

18 Kasım 2017 Cumartesi

Breece D'J Pancake - Kışın İlk Günü

Atwood öykülerdeki yalın gerçekliği övüyor, Oates'un da Hemingway'le kıyaslayası geliyor Pancake'i. Arka kapakta "Hemingway'la" yazıyor, mavi boncuk olarak durabilir. İçeride bir iki küçük hata dışında problem yok, Yüz Kitap'ın titizliği üst düzeyde. Neyse, yalın gerçekliği açarsak Pancake hakkında küçük bir değerlendirmede bulunan Andre Dubus III -kitaplarını çevirirler umarım, iyi bir yazara benziyor- basit insanlık gerçeklerinin kim olduğumuzu görebilmek açısından önemli olduğunu ve Pancake'in karakterlerini yargılamadan kurduğunu söylüyor. Llosa, Edebiyata Övgü adlı kitapta yer alan, edebiyatın ne halta yaradığını anlattığı bir yazısında okura tutulan aynayı şöyle anlatıyor:

"Edebiyatın açığa vurduğu gerçekler, her zaman o kadar iç açıcı değil; bazen, romanların ve şiirlerin aynasına yansıyan imgemiz, bir canavarın imgesi. (...) Gördüğümüz bazen o kadar iğrenç ve ürkünçtür ki, dayanılmaz olur. Yine de bu kitaplarda anlatılanların en kötü yanı, kan, aşağılama ve kahrolası işkence tutkusu değildir; en kötüsü, bu şiddet ve aşırılığın bize yabancı olmadığını, bunların insanlığın derinlerde yatan bir parçası olduğunu keşfetmemizdir." (s. 31)

Bu keşif Pancake'in öykülerinde kaşifini bekliyor. Hükümsüz bir anlatıda karakterin/insanın işlediği suç yahut yediği nane ortaya çıkmaz, yazar anlatıcıdan çok aktarıcı sesi kullanır ve minimal ölçüde verilen detaylarla kişilerin edimleri, psikolojileri vs. okur tarafından oluşturulur. Bu öykülerde okura çok iş düşüyor, Hemingway'le kurulan benzerlik bu açıdan çok doğru. Buz dağı yaklaşıyor, su altında kalan kısım okurun ellerinden öper. Dubus III bu dolaysız, büyük bir ustalıkla adım adım kurulan dünyanın, o güne kadar yazdığı öyküleri nasıl çöpe attırdığını ve yalınlığın gücünün etkisiyle tekrar yazmaya başladığını anlatıyor. Karakterler sanki Pancake'in arkadaşları ve arkadaşlar iyi, içlerinde yatan karanlık ne derecede belirsiz olsa da kısa ve süssüz cümleler çaba harcayan okurun, kurgulama konusunda fikre ihtiyacı olan yazar adayının etkileneceği bir gerçekliğe sahip.

Sağdan soldan duyduğumuz ve sevdiğimiz William Carlos Williams'ın sözüymüş: "Burnunuzun dibindekini yazın." (s. 179)

Pancake'in öyküleri her ne kadar basit gibi gözükse de uzamın kuruluşu, öykülerin başlayıp bittiği nokta ve diyaloglar son derece ince iştir, zordur. Birbiriyle bağlantısızmış gibi gözüken detaylar anlatılan karakterleri yavaş yavaş biçimler ve anlam kazanmaya başlar, hiçbir şey israf edilmemiştir, evdeki dolu bir tüfek olduğu bilgisi tüfek patlamasa da önemlidir çünkü ortada dolu bir tüfek ve insanlar var. İnsanlar varsa her türlü olasılık var, olasılıkların getirdiği huzursuzluk yeter. Mekanın kuruluşunda Pancake'in parıldama anları oldukça etkili. Parıldama anları diye uydurdum, kesin terim olarak bir karşılığı vardır. Zihnin bir anı bütün detaylarıyla kaydetmesinden bahsediyorum. Sadece kaydetmek de değil, diğer anlarla bütünleştirmesi, ayırması, yorumlaması, değiştirmesi, yeniden biçimlemesi ve orijinalini koruması. Karşılaştırabilirsiniz; iki versiyonu da akılda kalır ve bir yandan gerçeğin ne olduğunu bilirken diğer yandan kurgulanmışın güzelliğine hayran kalırsınız. Gevezeliği bırakıp örnek vereyim, kasabanın girişinde son bir yokuş var, karakterin zihninde olanlar: "Bo o yokuştan bakınca evlerin üzerindeki sarı ışık karelerini görebiliyor, her birinin konumundan kim uyanmış kim uykuda anlayabiliyordu." (s. 56) Bu muhteşem bir yaratımdır; iki katlı kasaba binaları, tek katlı evler canlanır ve aynı doğrultudaki camların aynı ışığı yansıtmaması insanların günlük yaşamlarını anlatır. Başka ne çıkarabiliriz, bu manzaranın belki yüzlerce kez görüldüğünü düşünebilirim, özellikle bir pencereye bakıldığını düşünebilirim, kasabanın yaşamın tamamını kapladığını düşünebilirim. Öykü sırf bu açı sayesinde kendini açmıştır artık, karakterler vs. aynı şekilde açılır ve onların da uyandıracakları başka imajlar, görüler vardır. Müthiş bir detaylandırma şekli, Pancake'in dünyasını pek sevdim.

Pancake'in dünyası... Batı Virginia, kırsal, ekonomik sıkıntılar yüzünden satılan evler, kapanmaya yüz tutmuş kömür madenleri, çiftlikler, dükkanlar, başka bir dünyanın mümkün olacağını düşünemeyecek kadar toprağa gömülü insanlar, her şeye rağmen umut edebilen insanlar, işçi sınıfı, yoksulluk... Bir iki öykü şehirde geçiyor, yazarın başka bir dönemine ait.

Trilobitler: Pancake'in adının duyulmasında etkili olan öykü bu.

Ginny çekip gitti, verdiği sözleri unuttu, lise yıllığına yazılanlar gerçekleşmeden kaldı. Colly kuraklık gelmeden, babası ölmeden ve Ginny gitmeden önce iyiydi ama artık değil. Çok sevdiği böğürtlen kokuları kaybettiklerini hatırlatıyor, en başta kendisini. O zamanki kendisine bir daha bürünemeyecek, her şey çok hızlı. Anlatıcı olarak konuşması da çok hızlı ve odaksız; her an her şeyden bahsedebilir, kendi kendine konuşabilir, gülebilir. Deli değil ama ruhundan eksilenlerin yerine koyduğu şeyler uyumsuz. Babasının yaşlı bir arkadaşıyla muhabbet ediyor her gün, becermek istediği kız hakkında, daha çok kendi babası hakkında ve evin satışı hakkında. Tarlada bulduğu kaplumbağayı kesip etini tavaya attığı sırada -bunun detayları ince ince biçimlenir çünkü kırsal alan, kırsal insan, merak eden Deliverance'ı izlesin- yetkili abi gelir ve anneyle konuşur, Colly'yle de konuşur. "Düşünüyorum da, sesi lanet bir televizyona benziyor." (s. 18) Ginny'nin gitmesiyle birlikte her şey boka sardığı için artık pek umursamaz, Ginny geldiğinde bile. Okulu tatile girdiği için gelir, Colly'yle sevişip ortadan kaybolur çünkü bu kasabada her şey aynıdır ve kız aynılığa katlanamamaya başladığını fark eder.

Trilobitler. Colly bir tane bile bulamaz. Bulsa neyin değişeceğini düşünür, onu da bulamaz. Colly yaşamına dair pek bir şey bulamayacaktır, orada kaldığı sürece. Neyse ki ev satıldıktan sonra taşınacaklar. Olay bu değil tabii, aşırı köklülüğün getirdiği yerleşiklik, yerleşiklikten sonra acı.

Bir Ömürlük Oda: Römorkör bekçisi yılbaşı şerefine bir oda tutuyor. Sekiz dolarlık, büyük. Adamda yılbaşı laneti var, belki sizde de vardır, yılbaşında hiçbir şey yolunda gitmez, planlar bozulur, yenileri derme çatma yapılır ama bir şeyler hep eksik olur, mutsuzluk olur, çayır olur, çimen olur.

Noel Dayılar, her yer kar, herkes mutlu, adamın içesi yok ama içmeye zorluyor kendini. On dört yaşlarında bir kız dikiz. Kıza içki alıyor ve odasına götürüyor. İş bittikten sonra kıza bir iş -maaşlı, mümkünse masa başı- bulana kadar odada kalabileceğini söylüyor ama kız parasını isteyip çıkıyor oradan, yarım saat sonra adam ona başka bir mekanda rastladığında bileklerini kesmiş halde, yağmurun altında öylece duruyor. Bara tekrar girip barmene durumu anlatıyor, arazi oluyor. Sonrasında aklına bokların nasıl batmadığı, bütün şehrin bokunu kaldıran denizin sabrı ve ara sokaktaki kızı tekrar düzme isteği. O kadar da düşmediğini söyleyip limana dönüyor, römorkör dikizliyor.

Bu kadar keskin ve açık.

Ha Bire: Bu işte, özenli bir okuma istiyor.

Kar temizleme aracının şoförüyle araca aldığı otostopçunun muhabbeti, otostop çeken çocuğun araçtan inmesi, anlatıcının/şoförün eve dönmesi ve aç domuzlarına bakması. O civarda gerçekleşen otostopçu cinayetleri hakkında o kadar normal bir şekilde konuşur ve kendi ağzından anlatıyı o kadar doğal bir şekilde kurar ki altta yatanı bulmak zorlaşır. Müthiş bir öykü.

İz: Tyler ödüllü boğasını yarışmaya götürecek, karısı Reva ona yardım edecek ve ödül kazanacaklar. Güzel ama Reva kaybetmiş; çocuk istiyor ama çocuğu olmuyor. Karnında hareket eden tavşanları düşlüyor, biri şöyle bir dürtse de meme istese, artık çıkacağını söylese. Bir diğer kaybettiği nokta, çocuğun kardeşi Charles'tan olmasını istemesi. Charles uzaklarda, kim bilir hangi fahişelerle sevişiyor. Reva Koca T'ye bağlı, başka bir hayatı olamayacak gibi gözüküyor. Kulübeyi neden yaksın yoksa. Nehre, Charles'a, kendisini bırakıp giden kim varsa hepsine sonsuz lanet!

Savaşa giden arkadaşının yeşillendiği kızla evlenen ve çocuk dahi yapan, bir yandan hiçbir şey olmamış gibi arkadaşıyla mektuplaşmaya devam eden adam, kaçak içki satıp horoz dövüşü düzenleyen eski boksörün yediği efsane dayak, köksüzlüğün üstesinden hiçbir zaman gelemeyecek tır şoförü, şahane öyküler ve karakterler... Hepsi müthiş. Çeviride kaybolan şeyler var mı, merak ediyorum, mesela Batı Virginia insanlarının azıcık yayvan konuşmaları... Redneck gibi değil tam, ona benzer, ortada bir şey. Aklımda öyle kurdum, onların sesini duymaya çalıştım.

27 yaşında av tüfeğiyle intihar etmiş Pancake, inceliği dünyayı kaldırmaya yetmemiş olabilir. Unutulması mümkün değil, kendine özgü dünyası ve kendisi yaşamaya mahkum.

1 Kasım 2017 Çarşamba

Richard Yates - Yalnızlığın On Bir Hali

Yüz Kitap'tan çıktı. Yazarın meşhur romanı da YKY'den çıktı, sonra bir romanını daha bastılar. Doğan da bir tane bastı. İyi bir şey. Diğer kitapları da en kısa sürede basılır umarım. Mesela bir Thomas Wolfe da basılsın, altmış yıldır basılmıyor, neden? Eksik büyük, Yüz Kitap kapamaya çalışıyor naçizane. Gönülden bağım bu açıdan; unutulmuş kitapların neferliğini yapmaya çalışıyorum, nispeten popülerden fırsat kaldıkça. Yüz Kitap daha büyük bir uğraş olarak bunları okura sunuyor.

Sanırım yayınevi kurmaya doğru adım adım ilerliyorum; bir tanecik metni çevrilmiş yazarın diğer metinlerini de çevir(t)esim geliyor ve yankısını Türkçe olarak bulmamış yazarların tanınmasını, bilinmesini istiyorum. Nedeni tamamen kişisel, kişisel olduğu kadar da her insanın içinde bulunabilecek bir şey: Merak. Mesela ayıla bayıla izlediğim Seinfeld'in bir bölümünde Elaine'in babası olan yazarın muhtemelen Richard Yates olabileceği söyleniyor. Rastlantılar, sevilen şeyler arasında kurulan ilişkiler, güzel olarak ne varsa hepsinin birbirini biçimlemesi, alayını seviyorum. Yates'in öykülerini de pek beğendim, yayınevine tekrardan teşekkürler.

Wikipedia'yı buraya direkt almadan bir iki şey söyleyeyim, Carver'ı etkilemiş yegane yazarlardandır Yates. Realizmi benzer; Carver sonuca bağlamak gibi bir çaba gütmeden kurgular ve karakterlerini davranışlarıyla yaratır, kapalılığını Hemingway'e de benzetiyorum ama daha çok Yates'e yakın. Yates bir sonuca ulaşır mı, ulaşır. Yalnızlığın on bir halinden bahsediyorsak on bir farklı yalnızlıkla kalmaz aslında, her öyküde tek bir yalnızlık odağa alınmışsa da bağlantılı yalnızlıklar da görünür. Dünyaların kesişme noktalarının gerginliği bu yalnızlıklara, öznenin bir başka öznede kendini bulmasının çok uzağında, nesneleşen ötekinin uyumsuzluğuna yığılır. Kısacası, diner mi sandın acılar?

On bir öykü.

Doktor Jack-o'-Lantern: Bayan Price'ın sınıfına yeni gelen çocuk hayata 8-0 geriden başladığı için, en azından eşitlik kurması için iteklenir. Vincent çocukluğunun büyük bir bölümünü yetimhanede geçirmiştir, koruyucu ailesinin de kendisine pek bir katkısı yoktur. Sosyal yeteneklerini geliştirememiştir, itilip kakılmıştır, insanlarla nasıl anlaşacağını bilemez, korkularla dolu bir dünyada serseriliğiyle ayakta kalmaya çalışır.

Anlattığı yalan bir hikâyeyle dikkatlerini çekmek istediği çocukların aşağılamalarına maruz kalır, sonrasında işi bir tık ileri götürerek okulun duvarına ağza alınmaz küfürler yazar. Öğretmeni kendisiyle konuşur, kadın bitip tükenmeyecek sevgisiyle çocuğun yanında olduğunu göstermeye çalışır. Eh, sonuçta Vincent arkadaşlarına öğretmeninin kendisini çok feci dövdüğünü anlatırken yüzlerde okunan hayranlıkla mest olur, o sırada civardan geçen Bayan Price da çocuğun nihayet arkadaş edinebildiğini düşünür ve çok mutlu bir şekilde Vincent'a selam verir. Hadi bakalım. Vincent yine dalga konusu olur, sonucunda okula dönüp çıplak bir kadın çizer, üzerine "Bayan Price" yazar. Son.

Bazen dünyaların ne yapılırsa yapılsın kesiş(e)meyeceği üzerinedir.

Her Şeyin En İyisi: Şöyle bence; yeterince sosyal bir yaşam, yaşamın sunduğu ihtimalleri görüp sezme yeteneği kazandırır ve insanın ne istediğini berraklaştırır, tabii kişi kendinden de uzaklaşmadığı müddetçe. Hassas bir denge, kurması değil de sürdürmesi zor. Mutluluk Paradoksu'nda Ziyad Marar'ın kişisel-toplumsal uyumun mutluluğu doğurması fikrine yakın.

Bu öyküde çok genç insanların bütün ihtimalleri görememekten içine düştükleri çekinceleri görürüz, evlilik arifesinde iki genç öyle gergindir ki yok yere kavgalar edilir, geçmişin mutluluk ve mutsuzluk dolu anıları hatırlanır, geleceğin bilinmezliği şimdiye akar ve öykü, birinin diğerine verdiği ertesi sabah orada olma sözüyle biter. Düğünden önce bu kadar gerginlik evliliğin rezillik olduğunu mu gösterir? Sanırım birbirlerini sevmediklerini gösterir. Bilemiyorum, yorumlamak pek doğru değil.

Jody Attı Zarları: Askerlikle alakalı bir iki öyküden biri. Aslında askeri mantığa alışma sürecini ve Çavuş Reece'in askerleriyle kurduğu ilişkiyi anlatır. Ast-üst ilişkisi, disiplin, birini sevip sevmemenin mantıklı nedenlerinin bulunması, eh.

Acı Falan Yok: Bir noktada birleşen iki nehrin ileride çatallanan kolları öyküsüdür. Nedir, evlilik iyidir ama ikiyi bire indirmez. İki yaşam büyük oranda birleşebilir, biri diğerinden ayrıksılaşmadığı ölçüde.

Kadın, sevgilisi ve iki arkadaşıyla birlikte hastaneye gelir. Sevgilisinin durmadan işleyen ellerinden kurtulur kurtulmaz hasta kocasının yanına gider. Adam yıllardır hastanededir, ciğerleri problemli olduğu için kendisine yarı ölü gözüyle bakılır. Neyse, kendilerine has zaman öldürme işlemlerinden sonra aralarına girmiş mesafenin acısıyla ağlar kadın, sonra bahçeye çıkar ve arabaya atlar. Sevgilisiyle deli gibi öpüşürler, adam göğsünü avuçlar ve hemen eve gitmeye karar verirler, bir içkiden sonra. Kadın da ikidir, bir noktada akışı ikiye bölünmüştür. Acı falan yoktur, acının üstesinden acısız bir alternatif yaşamla gelinir.

Zora Doymam: Bu son. İşinden kovulan adamın yaşamını çocukluğuyla biçimlendirme çabasıdır. Eşine işinden kovulduğunu söylememeye karar verir, çocukluğunda iyi bir oyuncu olmasıyla böbürlendiğinden yine oynayabileceğini düşünür ama kırılma anında böyle bir şey yaşanmaz, adam karısına ayvayı yediğini söyler. Yine de sabahtan akşama kadar kendisini koşullama çabaları takdire değer.

Altı öykü daha var, hepsinde bir ayrıklık ve uyuşamamanın doğurduğu yalnızlık var. Toplumla uyuşamama, eşle uyuşamama, evlatlarla uyuşamama... Bu evlatla veya babayla uyuşamama konusunda pek bir mevzu yoktur, daha çok olmasını beklerdim ama bu da iyi. Söylemeden edemem, insanın kendiyle uyuşamaması da vardır tabii. İnsan kendini kendine uyduramaz. Ben günde üç dört kez uyduramıyorum, güzel bir uğraş olmadığı için tavsiye etmiyorum.

Zevzeklik bir yana, Vonnegut Paşa'nın övdüğü, sıkı bir yazardır Yates. Diğer kitaplarını da ediniyorum bir tez.

7 Ekim 2017 Cumartesi

Joy Williams - İyilik

Carver'ın övgüsüne mazhar olan Williams, karakterlerini acıyla değişik yollardan baş etmeleri için kurar. Kayıpların gündelik içinde büründüğü kimlikler çeşitli; eşyalar veya başka insanlar üzerinde büyür, önemli olan onlarla ne yapılacağı veya ne yapılacağının bulunmasıdır. Bulunabilir, kesin bir çözüm sunmaz ama yaşama denklendiğinde her şey gibi bir şeye dönüşür. Bütün duygular her şey gibi bir şey, bir daha görülemeyecek birinin evin kıyısına düşmüş, geride kalan kirpiği. Mesela.

Şeref Konuğu: Kanser olan annesiyle yaşayan Helen. Saatli bomba patlamak üzere ama beklemesi daha kötü. İntiharı düşünmüyor, intihar eden arkadaşları alay konusu oldular. Tedavi sürüyor ama evden çıkmak istemiyor anne, Helen düşünüyor ve düşünceleri bütün öyküler için geçerli. "Annesi yakında ölecekti ve Helen onun evde ölmek istemesini anlayabiliyordu, gayet iyi anladığını söylüyordu ama aslında o kadar da iyi anlayamıyordu ve anlaşılması gereken şeyin bu olmadığı da zaten ortaya çıkmıştı. Ortada anlaşılması gereken bir şey yoktu." (s. 11) Bu kadar, geri kalanı bu durumun çevresinde gelişiyor. Hastalığın gerilediği söyleniyor ve Lenore ölmeyeceğini düşünüyor ama ölür, ölebilir, bu beklenen bir şeydir, yaşam akıp giderken her an başa gelebilecek bir mevzudur da insanlar bunun farkında değildir. Helen ve Lenore farkında, bu da onları öykü kahramanı yapabilecek bir özellik. Ölüm üzerine konuşurlar, Helen ne yapacağını bilir gibidir ama alışkanlıklarını sürdürmede annesi olmadan ne kadar başarılı olabileceğini bilemez. Ölümden sonra da bilemeyecektir bir süre, bunun farkındadır, bu yüzden annesinin varlığını sürdürmesini ister, onun garip sözlerini, garip huylarını kabullenmek ister ama hayatına devam edecekse onlardan kurtulmak zorundadır. Nihilist olur zaman zaman. Şeref konuğu olmanın hikâyesini anlatır Mickey, dışarıda tanıştığı bir kadın. Aynuların bebek ayı adetlerine göre bu hayvancıklardan biri beslenir, ısıtılır, sonra kurban edilir. Helen anneyi çoktan kurban etmiştir, onun kış vakti dondurma yiyişinden yazı çıkartamayabileceği düşüncesinin izlerini bulmuş olabilir, duyarlı çocuktur ama nihayetinde kimsenin ölüme dair kesin bir bilgisi yoktur. Yaşamın bitimliliğini anlayabilmek diye bir şey yoktur, saçmalığın daniskasıdır bu, yaşamın bitimliliği yaşam bittiğinde anlaşılır, gerisi eğretileme ve imlemedir. "İnsanlar ölüme dair kitaplar yazmıştı. Neden söz ettiğini bilen yoktu tabii." (s. 25)

Buluşma: Jack üniversitede adli antropolog, davaları falan çözüyor, analitik zekası bomba gibi. Miriam, Jack'le yaşıyor. Jack'in baskın kişiliği ve ülke çapındaki ünü onu boğmuyor, adamın bazı huyları ve yargılayıcılığı itici olduğundan tam bir yakınlık kurulamasa da öyle veya böyle birlikteler. Kaybolan insanları bulan Jack'i düşünür Miriam, kendi yakınlarından biri kaybolsa onun muazzam bir uzaklığa aşık olduğunu düşünmeyi tercih edeceğini, ölüsünü bulmak istemeyeceğini düşünür. Muazzam uzaklığa duyulan aşk... Kimileri sadece bunu istiyor. Miriam da bunu istediğini fark edecek.

Jack bir av sırasında kendi okunu gözüne sokmayı başarır ve beyninin işlevlerini büyük oranda yitirmesine yol açar. Bu sırada Carl ortaya çıkar, Jack'le ilgilenir. Üniversiteden öğrencisidir, Jack'e tutuktur. Miriam da geyik ayağı lambasına tutulur, lambanın kitap zevkinden görünüşüne kadar pek çok şeyi sever. Uzun bir yolculuğa çıkarlarken lambanın arkada, bagajda gitmesini istemez. Lamba bir başka ihtimaldir, olabilir olasılıktır, bunu nasıl anlatacağımı bilemedim ama şöyle; diğerlerinden daha olası bir olasılık dersem yine olmuyor, olmaya mahkum olasılık, belki. Neyse, Miriam'ın yolda karşılaştığı bir çiftten duyduğu söz de bu öykünün anahtarıdır sanırım. "Vern hayatın tek bir şey olduğunu ama kendini eğlendirmek için şekilden şekle girdiğini söyler." (s. 40) Sonuçta Carl ve Jack aracı alıp Miriam'ı geride bırakırlar, Miriam lambanın kendiliğinden yandığını görür ve küçük mucizeler de her şey gibi bir şeydir.

Marabu: Anne oğlunu gömer, onun anılarıyla mücadele edecekken eve oğlunun çeşit çeşit arkadaşı gelir. Gitmelerini ister, gelenleri içeri almamaya çalışır ama başarılı olamaz. "'Harry biziz artık, dedi içlerinden biri. 'Alışsan iyi edersin. Hikâyelerini doğru dürüst anlatsan iyi edersin.'" (s. 55) Acı her yere, Harry'nin tanıdığı ve etkileşime geçtiği her şeye dağılmıştır ve dağılanlar Harry'yi oluşturur. Zaman da Harry'dir; çalan telefonu açmayan anne, oğlunun öldüğünü bildiren telefon görüşmesini hatırlar ve bütün zamanları o ana indirger. Kalbinin kemirilmesi bitince devam edebilir, belki.

Üç öykü yeterli, fikir verebilir. Geri kalan öyküler arasında çok çok iyiler var, insanların kendilerine has dünyalarında kendilerine has tepkileriyle dolu. İnsanlar, diğerlerinin yerini alan insanlar, bunu denerken yitiren insanlar, sanki hepimiz bir başkasının boşluğunu doldurmak için yaşıyormuşuz gibi.

Yüz Kitap'a sonsuz teşekkür. Telos'a da. İkisi de gizli hazineler barındırıyor, benden söylemesi.

16 Eylül 2017 Cumartesi

Claire Keegan - Mavi Tarlalardan Yürü

Karakterleri geçiştirmeye çalıştım, beceremedim. Rahipler, yarı yıkık ailelerin mutsuz çocukları, hepsi başka bir öyküde görünüp kayboluyorlar ama bunun isnatı yok, belki Keegan İrlanda'nın hikâyesini çatarken karakterleri geçişli hale getirmiştir, anlayamadım. Tatildeydim, insanlar denize giriyordu, ara sıra ben de giriyordum. Hakkını veremedim, affola. Affolmaya, kendimi kayıramayacağım.

Yazarın aldığı ödülleri bir yana koyuyorum, hiçbir zaman sıcak yaklaşamadım bu meseleye, yine de bir şeylerin göstergesi olduğuna katılmıyor değilim. Keegan serimci değil, göstermediklerinin ardında daha yüksek bir doruk var. Objelerle karakterler arasında belli belirsiz bağlantılar, çözülmeye yol yapmayan açılımlar öyküleri bir noktadan başka bir noktaya getirip orada bırakmıyor, sürerliğin bir anıyla bakışıyor ve okura bu bakış kadarından fazlası verilmiyor, kişilerin duygularını gündeliğin içinden çekip çıkarmak kalıyor geriye. Anılar acı, ona bir uğraş gerekmiyor ama bu acıyla bir şey yapmanın fazileti, o noktada öyküler ellerinizden öper.

Uzun ve Istıraplı Ölüm: Kurgulanabilir yaşam ve bunun olabilirliği üzerinedir. 

Böll Evi diyeyim, yazarlar için tahsis edilmiş bir ev var ve kadın bu evde yazacak. Böll'ü pek bilmiyor, yazmayı iyi biliyor. Bundan şüphe duyanlar var; yaşlı bir edebiyat profesörü, Alman. Telefonda evi ziyaret etmek istediğini söylüyor. Kadın istemiyor ama adam ısrarcı. Bundan sonrası... Bir diğerini bilemeyeceğimiz, hatta kendimizi de iyi bilemeyeceğimiz gerçeğine rağmen insanın bir tek kendisinin hissettiğini düşündüğü sıkıntılar vardır, sıkıntı aynı olsa da milyarlarca muadili olduğu için aynı şekilde dile getirilemeyeceğini düşünürüm ama Keegan öyle bir yakalamış ki içimde yatan azıcık özgün olduğuma dair fikri paramparça etti. "Güzel başlamış bir gündü, gerçi hâlâ güzeldi, ama değişmişti; mademki bir saat belirlemişti, gün bir şekilde Alman'ın ziyareti doğrultusunda ilerlemeye mecburdu." (s. 13) Bu ne büyük derttir anlatamam. Bütün günüme el konmasına sonsuz lanet.

Kadının ilk günü denize girerek, pasta yaparak ve oyalanarak geçer, ziyan edilmiş zaman. Adam gelir, Böll'ün anısına saygısızlık ettiğini söyleyerek kadını aşağılamaya çalışır. Adam bir şekilde sepetlenir, kadın yaşadığı günü yazmaya başlar. Su ısıtıcısını çalıştırır, yaşam alanını düzenler. Adamın uzun ve ıstıraplı ölümüne hazırlanmaktadır. Kurgunun gerçekten daha yaralayıcı bir bölümüdür bu, gücün kullanılması ve yaratılanların öldürülmesi büyük iştir, yorucudur.

Ayrılık Hediyesi: Yavaş yavaş açılan bir öykü. Çiftçi bir aile, üç çocuk, en küçüğü kız. New York'a gidecek, evi ardında bırakıyor. Abi Eugene, kızla uğraşsa da onu sevdiğini okuyabiliyoruz. Nesnelerle, diyaloglarla açılan bir hikâye. Babanın küçük kızı istismar etmesi, kızın nihayet kaçabilmesi ve bu uğurda abisinin gösterdiği özveri. Anne kızını affedebilecek mi, kocasıyla bir başına bırakıldığı için? Ağaç kırılmaz, eğilir ama göğe bakmaz artık, güvensizliği diğerlerinedir, diğerleri neden eğilmemiştir? 

"Sen" kullanılır, Butor'nun en dolaysız anlatıcısı. "Bir yabancı el çantanı istiyor ve çantayı ona veriyorsun. Kapısı olmayan bir çerçeveden geçiyorsun, el çantan sana geri veriliyor." (s. 35) O çantanın geri verilmeme ihtimali, kendi yaşamının geri verilmemesiyle bir, gerçekleşmemesi için hiçbir sebep yok ve bunun farkına varınca tuvalete koşturuyorsun, bir kabine kapatıyorsun kendini, çevreni küçültmeye çalışıyorsun, dünyanın duvarlarını üzerine örtüyorsun.

Mavi Tarlalardan Yürü: Rahibin gözünden görüyoruz. Gelinin elleri imza atarken niye titrer? Damadın kardeşi ve arkadaşlarının hayvanlığı rahibi neden rahatsız eder? Kopan zincirden kurtulan incilerin sahibine verilişi neden iki gözü de titretir? Rahibin incelikli bir görüşü vardır zira hayatının en önemli düğününe katılmıştır. İçinde bir oyuk. Çok da giremiyorum, öykünün güzelliği incinir. Bir alıntı, bana çektirdiği bir ah! 

"Rahip dans pistinden geçiyor. Gelin orada, elleri açık bekliyor. İnci tanesini eline koyunca, gelin gözlerinin içine bakıyor. Gözlerinde yaşlar var ama bir tekinin düşmesine bile düşmesine izin vermemek için gözünü kırpmayacak kadar gururlu. Gözünü kırpsaydı elinden tutup buralardan götürürdü onu. En azından kendine söylediği bu. Bir zamanlar kızın da istediği buydu, ama iki insan hayatın herhangi bir anında bir şeyi nadiren aynı anda ister. Bazen insan olmanın en zor yanı budur." (s. 49) En zor yanı, tek zor yanı.

Korucunun Kızı: Mutsuz ailelerin gizledikleriyle ilgilidir, bir de insanın ne istediğini ancak neyi istemediğini bildikten sonra anlamasının yarattığı geri dönememenin mutsuzluğu vardır. En uzun öykü bu, en zor hazmediliri de.

Üç öyküyü anlatmıyorum, Üvez Ağaçlarının Gecesi'ni özellikle okumanızı isterim. Edinin, iyidir.

29 Ağustos 2017 Salı

Henrietta Rose-Innes - Hep Eve

Geçen bir yerde okudum, çok mühim biri söylemiş, iki ilgisiz şeyi birleştirip yeni bir şey yaratmak edebiyatın bam teliymiş. Stephen King'in de benzer bir görüşü var, hatta Cujo'nun böyle bir bileşimden doğduğunu söylüyor. Arabasını mı ne tamir ettirecek, tamircinin bahçesine giriyor ve dev bir köpek üzerine doğru koşuyor, kaçacağı hiçbir yer yok. Çaresizlik ve korku. Üzerine umacıdan hallice bir varlığın yarattığı korku eklenince o iş tamam, ödümüz kopa kopa okuyoruz. Neyse, aslında bu iki alakasız şeyin o kadar da alakasız olmadıklarını anlıyoruz, varlıkların doğurduğu duygular olduğu müddetçe zenginleşen yaşantılara açığız demek.

Rose-Innes, sokağın sonuna kurulan otelden kibrit çöpleriyle yapılan maketlere kadar pek çok nesneyi karakterlere öyle güzel bağlıyor ki her şeyin büyük bir bütünün parçaları olduğu hissini uyandırıyor. Eve dönüş her öykünün temelinde yer alıyor, sanki kahramanlar değişim geçirmeleri için yolculuğa çıkmış da görevlerini yerine getirip ait oldukları mekana dönüyorlarmış gibi. Değiştikleri için mekanlar da aynı kalmaz, yenilik yaşamlarını değiştirir, en azından yeni bir odağa sahip olurlar. Aynı kalamamanın, değişime karşı verilen tepkilerin öyküleridir bunlar. Dil de inceliklidir; Coetzee'nin övgüsüne mazhar olmuş bir yazardır Rose-Innes ki Coetzee dile büyü katabilenlerin en beceriklilerindendir bence.

Kapak ne kadar güzel. İlk öyküyü anlatıyor. On beş öykünün beşini inceleyip gerisini ellerinizden öptüreceğim, bayram da geldi hazır.

Hep Eve: Değişen şehir. Ray ve Nona altmışlarını süren bir çift. Yakınlardaki huzurevine bakıp kendi hallerini düşünürler ama yaşadıkları sokak değişene kadar yaşlanmanın korkusunu tam olarak hissetmezler. Parklar yok olur, binalar yükselir. Gün ışığı azalır ve yeni dikilen binaların pencerelerinden yansıyan ışık batan güneşe aittir, ölüm yansıyordur sanki. Kuşlar da ne yapacaklarını bilemez, ışığın ve minik kafalarındaki haritanın değişmesi onları huzursuz eder.

Yolun kenarına koyup uzandıkları iki şezlong da yabancılaşır, Nora için yeni dikilen otelden gelen bağırışlar, havuza atılanların sesleri her şeyi yabancılaştırır. Civardaki her şey değişmiştir, kendi evleri hariç. Nora eşine otelde kalacağını söylemez, amacı ait olduğu yeri bellemektir. Evi uzaktan çirkindir, asimetrinin sevimsizleştirdiği bir yapı. Ray de bu manzarayı görmeli, birkaç günlüğüne daha iyi bir yaşam sürebilmeliydi ama belki de dırdırcı Nora'dan kurtulduğu için seviniyor, kim bilir? Mesafe ilişkileri dönüştürür, bu manzarada olumsuz bir şekilde.

Yılların aşındırdığı ev, ilişki, artık her neyse sahip olunan tek şeydir, Nora evine döner ve Ray'le birlikte kuşların eve dönüş yolunu bulmasını beklerler. Uyum sağlanmıştır, insan uyum sağlayabiliyorsa her şey sağlayabilir.

Çalışma Sürüyor: "Bir öyküye yüksek bir binayla başlarsanız, bir düşüşle bitirmeniz gerekir." (s. 27) On kez ortaya çıkartıp hiç kullandırmadığım bir sopanın öyküsünü yazmıştım, basılmadı tabii. Öykülerim genellikle basılmıyor, ben de basılmayacak öyküler yazmaya devam ediyorum. Gerçi Öykü Gazetesi bir tane daha basacakmış önümüzdeki aylarda, teşekkür ettim. Neyse, bu öyküde yüksek binadan düşmek bir şeyleri sembolize eder, orada kalmak da öyle. Yüksekliğin iktidarla ilişkisi vardır, iktidarın bana kalırsa yozlaşmayla ilişkisi vardır, dolayısıyla anlatıcımızın yozlaşmadan kaçışını okuruz.

Genç kız süslenip püslenir, yazdığı şeylerle ilgilenen yazarın evine gelir. Gider. Pek edebi değildir ev, en azından kızın umduğu gibi değildir. Alem evi işte, kızımız anında uzar. Topuklu ayakkabılarına bakar en son, acıtsalar da ayakkabılarını sevdiğine karar verir. Yazarın ekmek kırıntıları attığını düşünüyorum, birkaç öyküde denk geldim yahut aşırı yorumluyorum, neyse artık. Ayakkabılar iyidir, yüksekler kötüdür gibi bir şey. Topuklar can yakar bir de, yükseklere çıkıldıkça hayal kırıklığı/acı artar.

Meçhul Asker: Annesi tarafından kütüphaneye bırakılan çocuğun camdan çıkıp gitme gibi bir hayali vardır, belli ki sevgisiz yetişen bir evlat. Meçhul asker fotoğrafına denk geldiği kitap ilgisini çeker, böylece maceraya açık hale gelir. Macera unsurunu sağlayacak olan şey, camdan gördüğü bir gençtir. Peşindekiler genci bıçaklar, genç kütüphaneye saklanır ve Callum nam çocuğumuz tarafından korunur. Elemanlar kütüphaneyi basar, bıçakladıkları eleman camdan kaçıp Callum'un hayalini gerçekleştirmiş olsa da bunu bilmezler, tam Callum'a tebelleş olacakları sırada kütüphane görevlisinin ortama girmesiyle dağılırlar. Callum kitaplardan yırttığı sayfalarla bıçak yaralarını temizlemeye çalışmıştır, bu yüzden kütüphaneden şutlanır ama hayalinin gerçek olduğunu görmeye paha biçilemez.

Porselen: Kırık parçalar bir araya getirilir, nesne eski haline kavuşur ve pütürlü yüzeyi hissedilir, bu eksikliktir. Tekrar bir araya geldiklerinde bütünden fazlası olurlar, bu tamlıktan fazlasıdır. Üç kız kardeşten biri intihar ettikten sonra geride bıraktığı çocuğuyla ilgilenen iki teyze var, çocukta da annesinin semptomları görülüyor. Annenin yerini çocuk aldı, yüzey pürüzlü olsa da tamdan fazlası var. Aralarındaki ilişkiler, çocukla annenin geçmişteki ilişkileri parçaların nasıl bir araya geldiğini anlatır. Nefis bir öykü.

Yanan Binalar: Rollerin değişmesiyle ilgilidir. İki sanatçının ilişkisinden bir gözlemci, bir gözlenen doğmuştur, gözlenen performansını umursamazlığına ve kabalığına borçludur ama gözlenen hep aynı yerde durmak istemez, zamanı gelince karşı çıkar. Yer değiştirmeleri sanatın dolaylı olarak yarattığı hiyerarşinin yıkılışını da betimler.

Birbirinden güzel on öykü kaldı, birinde cam kubbeye tırmanıp çocukluğunu görmek isteyen adamın özlemine şahit oluruz, bir diğerinde apokaliptik bir ortamda sürüklenen alkolik kadınla birlikte hayatta kalmaya çalışırız, meseleler çeşitlidir. Cape Town vardır bir de; hemen her öykünün geçtiği şehir olarak dış mekanı oluşturur.

Rose-Innes çok başarılı bir öykücü, okumanızı tavsiye ederim.