Türkçe bilmenin başka, Türkçe konuşmanın başka olduğunu söyler Anday, etimolojinin başlı başına bir serüven olduğunu ve dille ilgili diğer meselelerle birlikte uzun, çok uzun bir yolun varlığını anlatır. Dil yaşayan bir varlıktır, her an tomurcuklanır ve belli kurallara uyarak -veya uymayarak, yabancı dil etkisi- kendini çoğaltır. Bu çoğalım aşamasında Türk kültürünün ulusallaşması, Cumhuriyet sonrası dil tartışmaları devreye girer ve Anday bunlar üzerinden Osmanlıca-Türkçe arasındaki ikiliğe dikkat çeker. Yönetici kat içinde Osmanlıcanın hüküm sürmesiyle halkın kendi diliyle var olmaya -aynı zamanda kendi dilini var etmeye- çalışması, günümüzde de güncelliğini koruyan tartışmalara yol açmıştır, bu konuda Anday'ın dediği: "(...) Ancak bütün düşünce ve davranışları ile eskiye bağlı kalanların, dildeki ulusallaşma, birlik, özleşme çabasına karşı durması, ozanlarımızın, yazarlarımızın büyük bir çoğunluğunu dil devrimi savaşında gönüllü durumuna getirmiştir. Ben de kendimi bunlardan biri saymaktayım." (s. 6) Dil devrimiyle birlikte Cahit Sıtkı Tarancı'yla Âşık Veysel'in aynı anlaşılırlık derecesinde buluştuğunu ifade eden şair, Tanzimat ve Servet-i Fünun sanatçılarının Türkçeye önem vermediklerini ve bunun da yüzyıllar boyunca süren bir geleneğin parçası olduğunu söyler, günümüzde de sözcük tercihlerinde izi görülen bir olay. Türkçe karşılığı olan sözcüklerin kasıtlı olarak diğer dillerdeki hallerinin kullanımı itici geliyor, ideolojik değil. Kasıtlı olarak, yoksa bundan kaçılamayacak kadar karışmış dillerimiz ama Namık Kemal'in -kendisinin yalınlık anlayışı, çoktan ölmüş yabancı sözcükleri kullanmamaktan ibaretti- sahaflar çarşısında Yunus Emre'nin şiirlerini içeren bir kitapçığı elinden atması, dil curcunasıyla oluşturulan dizelerde ne kadar yabancı sözcük varsa kullanılıp anlamın sakatlanması Anday için doğru değil. Yabancı dillerle etkileşime girilecektir ama o dillerin gramer kurallarının kullanılması, işte o noktada problem doğuyor. Sözcük türetiminde dil ailelerinin farklı kuralları var ve Türkçeyle Arapça bu anlamda birbirinden çok uzak, o yüzden "Osmanlı döneminde Türkçenin ortadan kalkayazdığını" söylüyor Anday.

Bir konuşmada Türkçenin ve kaynaklarının izi sürülüyor, örneğin Divanü Lûgati't Türk. Dil konusundaki önemi bir yana, o devirde atalarımızın ipek mendil taşıdıklarını, ütü kullandıklarını bu eser sayesinde biliyoruz, sosyal yaşamdan sav, sagu, koşuk örneklerine kadar pek çok ayrıntıyı içermesi açısından gerçekten çok önemli. Dönemin siyasal olayları arasında Türklerin Buda tapınaklarını yıktırdığını öğreniyoruz, Arap yıkıcılığı da peşi sıra geliyor. Anday kaynak vermiyor ama İslâm tarihçilerine göre Türk tapınakları yıkılmış, bilginleri öldürülmüş ve kitaplar yakılmış. Herkes Arap gibi düşünmeye, Arap gibi konuşmaya zorlanmış. Mahmut bu kıyımlar sürerken eserini yazmış ve Oğuz Türklerinin Hz. Muhammed tarafından anıldığını söylemiş: "Türk dilini öğreniniz, çünkü onlar için uzun sürecek egemenlik vardır." İkinci önemli eser olarak Muhakemet-ül-lûgateyn'in bahsi var, yine Türkçeyi yücelten bir eser. Bunlardan sonra Tanzimat sanatçıları geliyor ama dilin bağımsızlığı ve açıklığına dair onlarda pek bir şey göremediğini söylüyor Anday, Ali Suavi ve Ahmet Mithat'ın duyarlılığı dışında bu açıdan pek bir çaba yok.
Dilin bağımsızlığı konusunda Danca ve Norveç dili üzerinden görece yakın tarihli bir örnek veriyor Anday, 1380'de Danimarka'ya bağlanan Norveç, 1397'den itibaren Danca ağırlıklı bir ortak dil kullanmaya başlıyor, 1814'te yükselen tepkilerden sonra diller ayrılıyor. Osmanlı için durum tam tersi. Egemen ulusun dil dayatması tarihte sıklıkla görülmüşse de bazen tersi de gerçekleşiyor, bizde gerçekleştiği gibi. TDK'nin kuruluşu, hazırlanan sözlükler bu yüzyıllarca süren dil erozyonunu durdurmak için yapılıyor. Halit Ziya'nın ve Süleyman Nazif'in görüşleri işin ne boyutta olduğu hakkında bir fikir verebilir. Edebi ufuktan bahseden Halit Ziya, edebiyatın ilerlediği yoldan yabancı sözcükleri silmenin büyük bir katliam olduğunu söylüyor ama böyle kesin bir katliam söz konusu değil, burada da sınıf ayrımı devreye giriyor ve edebi yetkinliği yabancı dildeki sözcükleri kullanmaya bağlıyor. O sözcükler belli bir eğitime sahip insanlar tarafından anlaşılabilir hatta anlaşılamaz, sözlük karıştırmak gerekir, bir sürü şey. Süleyman Nazif işi bir tık daha ileri götürerek Türkçe sözcük kullanımını "halka dalkavukluk" olarak görüyor. Aydınların kendi aralarında anlaşmayı yeterli bulmaları, toplumsal birlikteliğin sağlanmasındaki en büyük engel ama o zamanlar bu birliktelik o kadar da mühim değil. Yıkım demek aslında bu; aradaki uçurum asıl gücü oluşturan halkın aleyhine, aydınların da.
Çok konu var, bu kadarını alıyorum. Şairin dil duyarlılığı, ilgi çekici.