Melih Cevdet Anday etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Melih Cevdet Anday etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Aralık 2017 Cumartesi

Melih Cevdet Anday - Dilimiz Üstüne Konuşmalar

Anday'ın yetmişli yıllardan radyo konuşmaları. TRT'nin teklifi sonucu, Türkçenin yabancı dillerle etkileşimi ve dilde birlik gibi pek çok konuda fikirlerini beyan eden, örneklerle açıklayan Anday'ın konuşmaları TDK tarafından 1975'te basılmış, YKY tarafından da 1996'da tekrar basılmış. İyi olmuş, şiirlerini çok özenli, incelikli ve katmanlı çatan Anday'ın dil konusuna bunca düşkünlüğünün sebebi bu kitabı ortaya çıkarmış: "'Bir ozan olduğum, dil de ozanın gereci, daha da ileri, işliği olduğu için, uğraşımın gereği bir düşkünlüktür benimkisi.'" (s. 5) Yaklaşık iki yıl önce Kadıköy Belediyesi'nin düzenlediği bir etkinlik vardı, Ferit Edgü, Enis Batur ve şu an kim olduğunu hatırlayamadığım biri daha, Anday'ı anlatmışlardı ve yanlış hatırlamıyorsam Enis Batur bu dil meselesi üzerinden Anday'ın oldukça hassas ve etkileyici olduğunu söylemişti.

Türkçe bilmenin başka, Türkçe konuşmanın başka olduğunu söyler Anday, etimolojinin başlı başına bir serüven olduğunu ve dille ilgili diğer meselelerle birlikte uzun, çok uzun bir yolun varlığını anlatır. Dil yaşayan bir varlıktır, her an tomurcuklanır ve belli kurallara uyarak -veya uymayarak, yabancı dil etkisi- kendini çoğaltır. Bu çoğalım aşamasında Türk kültürünün ulusallaşması, Cumhuriyet sonrası dil tartışmaları devreye girer ve Anday bunlar üzerinden Osmanlıca-Türkçe arasındaki ikiliğe dikkat çeker. Yönetici kat içinde Osmanlıcanın hüküm sürmesiyle halkın kendi diliyle var olmaya -aynı zamanda kendi dilini var etmeye- çalışması, günümüzde de güncelliğini koruyan tartışmalara yol açmıştır, bu konuda Anday'ın dediği: "(...) Ancak bütün düşünce ve davranışları ile eskiye bağlı kalanların, dildeki ulusallaşma, birlik, özleşme çabasına karşı durması, ozanlarımızın, yazarlarımızın büyük bir çoğunluğunu dil devrimi savaşında gönüllü durumuna getirmiştir. Ben de kendimi bunlardan biri saymaktayım." (s. 6) Dil devrimiyle birlikte Cahit Sıtkı Tarancı'yla Âşık Veysel'in aynı anlaşılırlık derecesinde buluştuğunu ifade eden şair, Tanzimat ve Servet-i Fünun sanatçılarının Türkçeye önem vermediklerini ve bunun da yüzyıllar boyunca süren bir geleneğin parçası olduğunu söyler, günümüzde de sözcük tercihlerinde izi görülen bir olay. Türkçe karşılığı olan sözcüklerin kasıtlı olarak diğer dillerdeki hallerinin kullanımı itici geliyor, ideolojik değil. Kasıtlı olarak, yoksa bundan kaçılamayacak kadar karışmış dillerimiz ama Namık Kemal'in -kendisinin yalınlık anlayışı, çoktan ölmüş yabancı sözcükleri kullanmamaktan ibaretti- sahaflar çarşısında Yunus Emre'nin şiirlerini içeren bir kitapçığı elinden atması, dil curcunasıyla oluşturulan dizelerde ne kadar yabancı sözcük varsa kullanılıp anlamın sakatlanması Anday için doğru değil. Yabancı dillerle etkileşime girilecektir ama o dillerin gramer kurallarının kullanılması, işte o noktada problem doğuyor. Sözcük türetiminde dil ailelerinin farklı kuralları var ve Türkçeyle Arapça bu anlamda birbirinden çok uzak, o yüzden "Osmanlı döneminde Türkçenin ortadan kalkayazdığını" söylüyor Anday.

Gramer açısından böylesi bir yakınlaşma tehlikeli, oysa sözcük dağarcığı açısından kesinlikle öğrenilmesi gereken bir durum var ortada. Latincenin ve Yunancanın Batıdaki okullarda okutulmasına benzer bir şekilde Arapçanın ve Farsçanın da okullarda okutulması gerektiğini söylüyor. Bağlamı gözden kaçırmamak gerek tabii. Tayyare sözcüğünü ele alıyor Anday, bu sözcük Türkiye'de uydurulmuş ve Araplar tarafından tayyar olarak geri alınmış. Kökü itibariyle Arapça zaten. Telefon, telgraf gibi sözcüklerin köklerini incelediğimizde ölü dillerden kelime türetildiği, hâlâ türetildiği görülebilir. Bu açıdan sözcük üretilecekse bunun dersine de ihtiyacımız var ama öncelik Türkçenin olanaklarını kullanarak üretmekte tabii. İkinci Mahmut'un bir sözüne yer veriyor Anday, Arapça terimler yeterli olmadığı için tıp kitaplarının Fransızca kelimelerle dolmak zorunda olduğunu söyleyen padişah, çıkmazın nasıl aşılacağını da söylemiş oluyor aslında: Kendi dilimizde (t)üretim. Dillerin olanakları düşünce yapılarını da belirlediği için -ve hatta zaman algısını da belirliyor, Ted Chiang sağ olsun, müthiş bir şekilde anlatmış- yabancı sözcükleri yanlış kullanıyoruz çünkü o sözcüklerin türetildikleri dilin seslerini bilmiyoruz. Cami(s)i, mevzu(s)u gibi kara delikler, Arap alfabesindeki sesli harflerin kullanımı ve bu yüzden Türkçede ortaya çıkan karışıklık, Vavlı Türk olayı derken yanlışlar çoğalıyor. "Özetlersek, önce okullardan Arapça öğretiminin kaldırılması, arkasından alfabede yapılan değişiklik, dilimizdeki o yabancı sözcüklerin durumunu büsbütün sarsmış oldu. İyi de oldu, böylece bizlerde kendi dilimiz üstüne bir bilinç uyandı." (s. 27) Anday, yaşayan dilin bozulduğunu iddia edenlere dilin zaten bozuk olduğunu ve dilin yenilenmeye ihtiyaç duyduğunu söylüyor. Medeniyet işi biraz da; Doğu yükselişteyken kültürel birlik kurma konusunda çok istekliydik, İslamiyetin etkisi büyük. Zamanla yüzümüzü Batıya çevirme ihtiyacı hissettikten sonra sıkıntılar doğmaya başladı. Doğunun şiiri Doğuda kaldı, Batının kültürel formlarını kullanmaya başladık ve kullanıyoruz. Dil de böyle bir süreçten geçiyor ve bence çok ilginç; Batıdan alınan kavramlar Doğunun kelimeleriyle vücut buluyor. Namık Kemal'in millet, vatan kavramlarıyla Ziya Gökalp'in mefkûre kavramı ilgi çekici bir köprü oluşturuyor. Sorun şurada ki Gökalp, Anday'ın karşı çıktığı kelime türetimi biçimini destekliyor ve "galat-ı meşhuru lûgat-ı fasihaya yeğlememizi" istiyor. Anday'ın buna cevabı dilin devinen bir yapıda olup bu görüşe bağlı kalmak zorunda olmadığı, bundan daha iyi bir yöntemin olduğu ve halkın kendi yaratıcılığına güvenilmesi gerektiği yönünde oluyor. Yine örnekler, kanıtlar, sayıp döküyor Anday.

Bir konuşmada Türkçenin ve kaynaklarının izi sürülüyor, örneğin Divanü Lûgati't Türk. Dil konusundaki önemi bir yana, o devirde atalarımızın ipek mendil taşıdıklarını, ütü kullandıklarını bu eser sayesinde biliyoruz, sosyal yaşamdan sav, sagu, koşuk örneklerine kadar pek çok ayrıntıyı içermesi açısından gerçekten çok önemli. Dönemin siyasal olayları arasında Türklerin Buda tapınaklarını yıktırdığını öğreniyoruz, Arap yıkıcılığı da peşi sıra geliyor. Anday kaynak vermiyor ama İslâm tarihçilerine göre Türk tapınakları yıkılmış, bilginleri öldürülmüş ve kitaplar yakılmış. Herkes Arap gibi düşünmeye, Arap gibi konuşmaya zorlanmış. Mahmut bu kıyımlar sürerken eserini yazmış ve Oğuz Türklerinin Hz. Muhammed tarafından anıldığını söylemiş: "Türk dilini öğreniniz, çünkü onlar için uzun sürecek egemenlik vardır." İkinci önemli eser olarak Muhakemet-ül-lûgateyn'in bahsi var, yine Türkçeyi yücelten bir eser. Bunlardan sonra Tanzimat sanatçıları geliyor ama dilin bağımsızlığı ve açıklığına dair onlarda pek bir şey göremediğini söylüyor Anday, Ali Suavi ve Ahmet Mithat'ın duyarlılığı dışında bu açıdan pek bir çaba yok.

Dilin bağımsızlığı konusunda Danca ve Norveç dili üzerinden görece yakın tarihli bir örnek veriyor Anday, 1380'de Danimarka'ya bağlanan Norveç, 1397'den itibaren Danca ağırlıklı bir ortak dil kullanmaya başlıyor, 1814'te yükselen tepkilerden sonra diller ayrılıyor. Osmanlı için durum tam tersi. Egemen ulusun dil dayatması tarihte sıklıkla görülmüşse de bazen tersi de gerçekleşiyor, bizde gerçekleştiği gibi. TDK'nin kuruluşu, hazırlanan sözlükler bu yüzyıllarca süren dil erozyonunu durdurmak için yapılıyor. Halit Ziya'nın ve Süleyman Nazif'in görüşleri işin ne boyutta olduğu hakkında bir fikir verebilir. Edebi ufuktan bahseden Halit Ziya, edebiyatın ilerlediği yoldan yabancı sözcükleri silmenin büyük bir katliam olduğunu söylüyor ama böyle kesin bir katliam söz konusu değil, burada da sınıf ayrımı devreye giriyor ve edebi yetkinliği yabancı dildeki sözcükleri kullanmaya bağlıyor. O sözcükler belli bir eğitime sahip insanlar tarafından anlaşılabilir hatta anlaşılamaz, sözlük karıştırmak gerekir, bir sürü şey. Süleyman Nazif işi bir tık daha ileri götürerek Türkçe sözcük kullanımını "halka dalkavukluk" olarak görüyor. Aydınların kendi aralarında anlaşmayı yeterli bulmaları, toplumsal birlikteliğin sağlanmasındaki en büyük engel ama o zamanlar bu birliktelik o kadar da mühim değil. Yıkım demek aslında bu; aradaki uçurum asıl gücü oluşturan halkın aleyhine, aydınların da.

Çok konu var, bu kadarını alıyorum. Şairin dil duyarlılığı, ilgi çekici.

19 Eylül 2015 Cumartesi

Melih Cevdet Anday - Aylaklar

Konaklardaki yaşamların -çok affedersiniz- boka sarması temalı bir Anday romanı. Ben şiirlerini pek severim, kafayla birlikte sayısız imge açar. Romanını da Sezinciğim önerdi, yanıma alıp okudum. Nöbette bitirdim bunu da. Bir yakalanırsam çarşı iznimi kitlerler ama taşıttıkları çöplere, hamal gibi çalıştırmalarına saysınlar.

Saraylı bir ailenin artık yok olmuş bir yaşantıyı sürdürme çabası iyi bitmiyor. Liyakat, soy sop, yıkılan bir imparatorluğun ardından yenilenen dünyaya ayak uyduramıyor, yine de ailemiz yılmak bilmeden sona doğru yardırıyor.

Leman Hanım, paşa babasının gölgesinde yetişmiş bir saraylı hanım, evdeki aylakları besleyebilmek için aileden kalan evleri vs. satıyor ve ailenin tarihçesini hastalıklı bir şekilde, en ince ayrıntısına kadar aklında tutup şak diye anlatabilecek kadar deli. Eşi Davut Bey, kurduğu çılgın planları hayata geçirmek için evinde bir dolu ayyaş besleyebilecek kadar alternatif bir kafada yaşıyor. Oğul Galip Bey, şimdinin sonsuzluğuna sıkışıp bütün duygulardan muaf kılınmış -aşk hariç- bir adam. Torun Muammer, varoluşçuluğu son derece dipten ve tırt bir şekilde yaşayan kardeşimiz. Ne hissettiğini, ne yaşarsa ne hissedeceğini bilemeyen bir genç. Bir tane erkek budalası kız, bir tane İttihatçı yaşlı adam, iki üç beleşçi daha, kadro tamam. Her birinin ayrı bir kafası var ve hepsini bir arada tutan Leman Hanım. Ya da karakterlerin bazılarının düşündüğü üzere Leman Hanım'ın akıl sağlığı bozulmasın diye aylaklık ediyorlar. Saray eşrafını birkaç uçarı tip oluşturuyor yani.

Roman iki bölüm, ilk bölümde bu tayfayı tanıyoruz. İkinci bölüm Muammer'in anılarından oluşuyor. İlk bölümün pek başarılı olduğunu söyleyemem, hızlı geçişlerden baş dönmesi yaşayabiliyor okur. İkinci bölümse evet, pek hoş. Muammer her şeyi yavaş yavaş çözümlerken konağın haciz sonucu uf olmasını, karakterlerin dağılışını falan görüyoruz. Böyle bodoslamadan değil tabii her şey, her bir karakter için sayfalar dolusu yazılır ama askerliğin gözü kör olsun. Belki dönüşte yazarım diyeceğim, yazamayacağım. Neyse.

Böyle yani. Ben biraz Girne'yi dolaşayım. İyi günler. Askere gelmeyin, bedelli yapın demiş miydim?