John Fante etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
John Fante etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Temmuz 2015 Salı

John Fante - 1933 Berbat Bir Yıldı

Haftaya askere gidiyorum, yazacak onlarca kitap vardı ama kafa ayarı da lazımdı. Ege, Akdeniz ve Karadeniz'e yardırıp çok az şey yazdım.

İstikamet önce Ankara, sonra Kıbrıs. Ulan şimdiden şafak tıkandı, dsfd.

Son zamanlarda sallama iş yapıyordum, şimdi biraz daha abartıp kitapların canına okuyacağım.

Bu hikâyeyi başka bir Fante kitabından hatırlıyorum ama hangi kitap, onu hatırlamıyorum. Bu biraz şey gibi olmuş, Silmarillion'dan alınıp ayrı bir kitap olarak basılan Húrin'in Çocukları gibi. Yine de alın, bulunsun. Yeni baskısı var. Bir daha basılmaz falan, lazım.

1933 gerçekten berbat bir yıldı çünkü ekonomik bunalım yıllarının en civcivlisiydi. Gangsterler içki kaçakçılığından parayı kırarken banka soygunları tam gaz sürüyordu. John Dillinger henüz öldürülmemişti, diğer gangsterler istedikleri gibi at koşturuyorlardı. Bir de ergenliğinin altın çağlarında bir genç, meşhur bir beyzbol oyuncusu olmak istiyordu. Ailesinin maddi durumu çok kötüydü, duvar ustası olan babası uzun süredir işsizdi, dindar annenin yapabileceği pek bir şey yoktu. Çocuk büyümenin sancılarıyla parasızlığın muhteşem karışımında bunalıyordu. Fante'nin diğer kitaplarındaki ortam. Uç uca ekleyebilirsiniz.

Bandini yok, Dominic Molise var bu kez. 1.60 boyunda, Kol olarak adlandırdığı koluyla paraya para demeyecek. İyi atıcı, kaç kişiyi oyun dışı bırakmış bir aslan parçası. Bunun dışında sosyal zekası umut vaat etse de pek gelişmemiş. Acayip işler yaparken buluyor kendini. Biyolojik duvarın farkında, babası ölene kadar bir şeyler yapabilir. Bu da ne garip ölçüdür, neyse.

Amerikan Rüyası'nı yerin dibine sokan babaanne pek eğlenceli. Oldschool İtalyan, ABD'ye uyum sağlayamamış bir göçmen. Oğluna, gelinine ve torununa sokuşturuveren bir ninemiz.

"'Nedir okuduğun benim bilge ve zeki torunum? Açlığa ve sokaklarda dolanan işsiz adamlara dair bir kitap mı? Babanın yedi aydır işsiz olduğuna dair bir kitap mı, yoksa altın Amerika'nın zengin vaatleri mi? Amerika, eşitlik ve kardeşlik ülkesi, veba gibi kokan harikulade Amerika.'" (s. 13)

Dsfd.

Ken ve Dorothy var, bizimkinin şapa oturmasına yol açan zengin çocuklar. Ken ve Dominic iyi arkadaşlar. Ken'in babası Dominic'e pek iyi bakmasa da sallamıyor pek, Dominic beyzbolcu olmak için kaçmaya karar verdiğinde babasının harç makinesini çalmaya karar verene dek. Ken kendi payına düşen parayı bulur ama Dominic babasının makinesini çalmakta bulur çözümü, üstelik taşıma için Ken'in babasının şirketine ait olan bir kamyoneti ödünç alana kadar. Babanın haberi yok tabii, öğrendiğinde Dominic'i iyi bir silkeler ve oğluyla görüşmesini yasaklar. Bu bir, ikincisi Dominic eve döndüğünde babasıyla yüzleşir. Adam beyzboldan para kazanılamayacağını söylese de oğlunun tutkusuna daha fazla direnemez, makinesini kendi satar. Kitap burada bitiyor, çocuk gitmekten vazgeçmişti ama babasının fedakarlığına şahit olunca gitmekten başka çaresinin olmadığını düşünür.

Dorothy olayı. Dominic kız için kafayı yer. Ali Desidero olayı, ne eksik ne fazla. Bizimki kızın kalçalarına sarılır, diz çöker bir yerde. Utançtan yerin dibine geçer ama yapacak başka bir şeyi yoktur. Çok duygusal bir genç. Ersin Karabulut'un köşesinde yazdığı aptallıkları hatırlıyorum, özdeşleştiriyorum biraz ikisini.

Fante işte, saf yaşam. Mis.

26 Ekim 2014 Pazar

John Fante - Gençliğin Şarabı

Sabahlara kadar Fante okuyabilirim.

Piyasada pek bulunmuyor, sahaflarda ve internette pahalı, denk getirebildiğim sürece bıkmadan okuyacağım. Fante'nin anlatıları olduğu gibi yaşamın içinden. Saçmalık yok, süsleme yok, neyse o. Çocukluğundan gençliğine iz bırakmış birçok olay ve kişi var,

Ailede Bir Hırsız: Annenin gçençlik fotoğrafı, Jimmy için ailenin geçmişine açılan bir kapıdır. Çocuk sınırlarını denemek ister, fotoğrafı sandığın dibinden çıkarır ve babasına gösterir. Baba sallamaz. Anneye gösterince tanışma hikâyelerini öğrenir. Anne rahibe olmak ister, talipleri olmasına rağmen hiçbirine yüz vermez. Duvar ustası ayyaş genç ortaya çıkana kadar. Babanın umursamadığı hikâye, annenin sözlerinin yardımıyla çocuğun gözünde canlanır: Genç, güzel bir kadın ve berduş kılıklı, alkolik bir duvar ustası. Anneyi ikna edebilmiştir, gözlerden akan acı yaşlar belki kaybolan bir geçmişe ait, belki pişmanlıklara.

Karda Bir Duvarcı: Karda duvar örmeyi denediniz mi? Örülmez. Örülemediği için babanın evdeki can sıkıntısı başlı başına bir sorun, geçim sıkıntısının yanında bayağı büyük bir sorun. Yoksulluğa alışabilir insan fakat babaya alışamıyorlar. Can sıkıntısından anneye, çocuklara sarıyor adam. Kendisi de çocuk gibi bir şey zaten. İtalyan ailelerinde aile babası, eşinin yanında birazcık çocuk kalıyor.

Süper Topçu: İlkokula giden bir çocuğun rahibelerle, futbolla ve tekrar sınırlarını tanımaya çalışmasıyla ilgili bir hikâye. Oğlum bu rahibelerin pedagoji diye bir şeyden haberleri yok ha.

Dino Rossi'ye Bir Eş: Dino Rossi zamanında anneye talipmiş, derinden derine bir sevgiyi sürdürdüğü belli oluyor. Aile dostu haline gelmiş, belli zamanlarda yemeğe çağırıyorlar. Baba her seferinde anneyi kaptığını söyleyip eğleniyor, Dino'ya karşı bir üstünlük olarak görüyor bunu ama Dino'nun umrunda değil; hiç evlenmemiş ve kendi dükkanında yaşayıp gidiyor. Mülayim bir adam. Neyse, bir eş bulmaya çalışıyorlar Dino için, baba buluyor da. Lakin kadın deli gibi bir şey, anne kadını hiç sevmiyor. Sevmemesinin bir diğer sebebi de babanın Dino'yu iptal edip kadınla ilgilenmesi. Aile faciasıyla sonuçlanabilecek bir durum, aile yapılarının izin verdiğince çözümleniyor.

Cehenneme Giden Yol: Rahibe, çocuklara Taş Olan Çocuk'un hikâyesini anlatır ve onlardan günah çıkarırken dahi doğruluktan ayrılmamalarını ister. Görünürde bu. İşin arka planında ödü kopmuş çocuklar var, din eğitiminin bu şekilde verilmesi evrensel bir kanunla belirlenmiş falan herhalde. Korkunç.

Bunların dışında İtalyan kökenli olmakla, futbol oynamak, kazanmak ve kaybetmekle ilgili hikâyeler var. Bir çocuğun hayatı tanıması, küçük bir muhitte. Çok hoş!

Üşenip bitirecektim ama iki şey gördüm, demesem olmaz. Birinde Bandini'yi hatırlayalım, başına nahoş bir şey geldiğinde mektup yazar, "Sayın Bay X, şunu şöyle yapın yoksa kafanızı kıracağım," tarzı şeyler derdi. Fante'nin çocukluğundan geliyormuş bu stili, aynı şeyi yapıyor çocukken de. Bir diğer mevzu da savaş, milliyet gibi kavramların futbolla öğrenilmesi. II. Dünya Savaşı sırasında mahallenin çocukları futbol oynarken siyasi gelişmelerle birlikte takım dağılmaya başlıyor, çocuklar ayrı milletlerden olduğu için babalarıyla anneleri koparıyor çocukları birbirinden. Biri Japon, biri Polonyalı, biri Alman. Falan. Ne olursa olsun tekrar bir araya geliyorlar ve çok önemli bir maçı pestilleri çıkması pahasına kazanıyorlar.

Bulursanız almalısınız, Fante'nin dünyası çok güzel!

24 Şubat 2014 Pazartesi

John Fante - Roma'nın Batısı

Bir uzun hikâye, bir de hikâye var burada.

Dangalak Köpeğim: Üç oğlan, bir kız, bir eş ve şapşal, dev bir köpek. Roma'ya gitme hayalleri kuran Henry, bu hayalini gerçekleştirme isteği ortaya çıkmadan önce çocuklarını evden göndermeyi bekliyor, hayatlarını kazanmalarını. Çocuklar evde, her biri ayrı bir sıkıntı ve yaşlı yazar, karısına yenildiği, çocuklarıyla uğraşamadığı zamanlarda Roma'ya gitme hayalleri kuruyor; atalarının geldiği yere. Gidilebilir bir yer, orada olduğu düşüncesi her zaman rahatlatıcı. Orada da bir şey yok oysa. Biliyor.

Dangalak çıkageliyor bir gün. Dev bir köpek. Uyuşuk. Kimse evde istemiyor bu köpeği. Köpek de onları istemiyor gibi, çıkmıyor bir türlü. Henry her ne kadar bütün toplar kendisine dönmüş olsa da kovmak istemiyor köpeği, kendiyle bütünleştiriyor hayvanı bir şekil: "(...) Ben biliyordum o köpeği neden istediğimi. Utanç verici derecede açıktı, ama oğlana söyleyemezdim. Mahcup olurdum. Kendime itiraf edebilirdim ama, bununla ilgili bir sorunum yoktu. Yenilgiye ve başarısızlığa uğramaktan usanmıştım. Zafer açlığı çekiyordum. Elli beş yaşındaydım ve tek bir zafer yoktu görünürde, bir çarpışma bile. Düşmanlarım bile çarpışma isteği duymuyorlardı artık. Dangalak zafer demekti. Yazmadığım kitaplar, görmediğim yerler, hiçbir zaman sahip olamadığım Maserati, arzuladığım kadınlar, Danielle Darrieux, Gina Lollobrigida ve Nadia Grey. Senaryolarımı kan damlayıncaya kadar doğrayan eski konfeksiyoncu patronlarıma karşı zafer demekti. Ünlü üniversitelerde okuyan, dünyaya çok şey vaat eden çocuklara sahip olma düşümdü." (s. 38) Hayat muhasebesi. Henry senaryolarını, kitaplarını düşünüyor, çocuklarını düşünüyor ve sahip olduklarının kendinden pek az şey taşıdığını düşünüyor, belki de çok şey taşıdığını. Başarı açlığı çekiyor, başarının ne olduğu onun için bir muamma aslında. Senaryoları, kitapları satıyor, eleştirmenlerle çekişiyor ve bir süre sonra her şey kayboluyor onun için. Dangalak yeni bir başlangıç, her şeye. Mahallenin en büyük köpeğini döven bir köpek, hayata karşı alınmış büyük yenilgilerin avuntusu gibi geliyor. "Karanlık rahimde pusuya yatmış dört tohum" ve birlikte geçirilmiş yılların ardından yemek şapırtılarının arasında yabancılaşan bir eş, elde edilenler artık hiçbir keyif vermezken yük halin geliyorlar.

Köpek kaçıyor, Henry karısıyla kavga edip Roma'ya gitmek üzere yola çıkıyor ve köpeğinin bulunduğunu öğreniyor. Bulan adama yüzlerce dolar veriyor ödül olarak, biraz da zorla. Roma hayali sona eriyor bir anlamda, zafer Henry'nin yanı başında duruyor çünkü. Çocuklar da bir bir gidiyorlar evden, facia sonucu veya kendi istekleriyle, fark etmiyor. En yakın oldukları halde tanınmayan insanlar.

"(...) Çocuklarımı değil de köpeklerimi anlamamın şaşılacak bir yanı yoktu. Jamie'yi, Dominic'i, Denny'yi ve Tina'yı anlayıncaya kadar bir daha asla yazamayacaktım. Onları anlayıp sevdiğimde bütün insanlığı sevecek, etrafımdaki güzelliklerin farkına varacaktım ve her şey parmaklarımdan sayfaya elektrik gibi akacaktı." (s. 104)

Çocuklar gidince artlarında kalanlara bakınca ağlamaya başlıyor Henry. Bir basket potası, perdeler, boş odalar. Alışkanlıklar yıkılıyor, her gün görülen yüzler artık orada değil ve elli beş yaşında bir adam, zaferlerinin yerine koyduğu bir köpekle ve yabancılaştığı eşiyle bir başına.

Orji: Henry'nin çocukluğuna bir bakış, belki de bu karakteri biraz olsun anlayabilmek için en iyi yol.

Henry'nin babası duvar ustası, arkadaşlarıyla birlikte çalışıyor ve Henry de bu dünyaya girmek istiyor ama pek küçük. İşçi dünyasının adamları var bir sürü; Fante'nin çocukluğunun kahramanları belki de. Neyse, bir şekilde babayla arkadaşına bir altın madeni kalıyor. Her hafta sonu gidip kazıyorlar ve elleri boş dönüyorlar. Anne kıllanıyor bir gün, Henry'yi de yanlarında gönderiyor. Küçücük maden, bir bok çıkmaz. Kadın var bir de, iki ortağın takıldıkları bir hanım. Henry manzarayı görünce kutsal suyla madene dalıyor, üzerlerine döküyor. Annesini düşünüyor, babasını düşünüyor ve hayatın belki de ne kadar boktan olduğunu düşünüyor o an. Sonra birlikte dönüyorlar. Bu kadar.

Fante'nin mizahının bir savunma mekanizması olduğunu düşünmeye başladım, yazdığı olayların onda birini yaşamış olsa bile büyük bir yardım olmadan üstesinden gelinecek şeyler değil bunlar. Evden ayrılması, yazarlık serüveni, yenilgi olarak gördüğü her şey bir şekilde kendisini var eden olgular haline gelmiş. Bu yüzden öylesi komik ve gerçek.

Bulunmuyor bu kitap sanıyorum, nadirkitap.com'da 40 TL. Sahaflarda da rastlamadım, bulunca alacağım direkt. Ödünç bu.

16 Şubat 2014 Pazar

John Fante - Üzümün Kardeşliği

"Üzümün kardeşliği! Her kasabada görürsünüz onları;
kıraathanelerin önünde aylak aylak oturup önlerinden geçen
her eteğin arkasından iç geçiren yaşlı hergeleler." (s. 5)

Aile, karakterler aynı. Fante'nin bu seferki mevzusu baba-oğul ilişkileri. Bir yandan Dostoyevski'yle konuşmalar, mesela "Kim babasını öldürmek istemez ki?" sözünün tam olarak karşılığı olmasa da bir benzeri bu hikâyede mevcut.

Kardeş Mario'dan gelen telefonla babasının annesini aldattığını öğrenen adamımız Henry, Mario'nun hemen gelmesini istemesiyle birlikte babasıyla olan ilişkisini düşünür. Eşi Joyce'tan babasının Joyce'a sarktığını öğrenir. Baba yeri geldiğinde bütün mahalleyi ayağa kaldıran, bazen barış ilan edilmiş gibi tek bir ses bile çıkarmayan bir adam, sızdığı zamanlarda. Kendisi gibi yaşlı arkadaşlarıyla takılan bir duvar ustası. Yaşlandıkça huysuzlaşmış, diğerleri de öyle olduğu için birbirlerinden ayrılmaz olmuşlar. Eve döneceğini biliyor Henry, bütün o çocukluk sıkıntılarının onca yıldan sonra tekrar ortaya çıkacağını biliyor. Gitmek istemese de mecbur. 50 yaşında bir adam, babasının yaptıklarından dolayı hiçbir zaman mutlu olmamış ama babasına dönmek zorunda.

Baba, çocuklarını da duvarcı ustası olarak yetiştirmek istemiş ama Henry kasabadan kaçmış, Virgil bankacı olmuş ama kariyerine babasının sekte vurduğunu söyleyerek sürekli şikayet ediyor, kasabada anneyle babanın kavgaları dillere destan çünkü. Mario duvarcılığı deniyor bir tek, işi sevmeyip futbolcu olmaya karar veriyor. Üniversite bursu kazanıyor bununla ama gidemiyor, babası istemiyor çünkü. Bütün aile seferber oluyor, bari aileden büyük bir adam çıksın. Yok. Babanın değişmez fikirleri yönetiyor aileyi yıllar boyunca. Yetmişlerinde bir adam artık, hâlâ yaramazlık yapıyor ama İtalyan aile yapısı; saygı duyuluyor adama, ne yaparsa yapsın.

"Ben iyiydim. Bir şey yakalamıştım. San Elmo ve televizyon dışındaki hayata dair yeni bir his; heyecan verici, şaşırtıcı, adrenalin pompalayıcı. Neredeydim ben bunca yıldır? El arabası, harç? Kim engellemişti beynimin gelişmesini? Kitapları benden uzak tutan, onlardan nefret eden kimdi? Babam. Onun cehaleti, onunla aynı çatı altında yaşamanın çılgınlığı: tehditleri, tutkuları, zorbalığı, kumarı. Beş parasız Noel'ler. Mezuniyet için bir takım elbise. Borç, borç, borç. Birbirimizle konuşmuyorduk. Bir gün demiryolunu geçerken karşılaştık. Beni birkaç adım geçtikten sonra durdu ve gülmeye başladı. Döndüm. Beni işaret edip kahkahayla güldü. Kitap okuyormuş gibi yaptı ve güldü. Dalga geçmiyordu. Öfkesini, hayalkırıklığını, tiksintisini ifade ediyordu." (s. 59)

Adamın hayatı zor; 1900'lerin başlarında ailesini beslemek için delicesine çalışmış, para kazanabilmek için gecesini gündüzünü ayırmamış ama herkesin hayatının kendisi gibi olacağını, kendi bildiği işi çocuklarının da yapması gerektiğini, yoksa aç kalacaklarını düşünmüş her zaman. Kuşaktan kuşağa geçen bir kölelik. Başka tür bir hayatı düşünemiyor, hayalini bile kuramıyor. Henry yazar olup hayatını kazanmaya başladığı zaman bile aşağılamış onu, belki de duvar inşaatı için 50 yaşındaki oğlunu zorla götürmesi de bu yüzden. Bir zanaat öğrensin diye.

Henry isyan etse de babasının sözlerinden çıkamıyor, çünkü baktığı zaman onca mücadeleden kurtulmuş, kendisini büyütmüş adam var karşısında. Ayyaş, eyyamcı, sadıklıktan zerre nasibini almamış... ve baba. Belki öldürmek isteriz, belki bir daha hiç görmemek isteriz ama o orada işte. Peşinden gidiyor Henry, Dostoyevski nefretini hafiflettiği için minnettar.

Bir motel için bir şey yapacaklardı ama unuttum, fırın benzeri bir yapı. Babanın arkadaşları da orada, Henry'ye yükleniyorlar bir yandan. Yaşlı bir adama nasıl davranılması gerektiğini bilmiyormuş. Babası da arada sırada işi bilmediğini falan söylüyor. Tam cinnetlik bir ortam, Fante'nin üslubuyla okuyunca oldukça komik.

Yapı bitiyor ama parayı ödemiyor motel sahipleri, zaten şiddetli bir yağmur yağdığı sırada, herkesin önünde tuğlalar büyük bir gürültüyle yıkılıyor. Babanın ölmesi demek bu, bir dönemin sonu. Molise ailesinin esas adamının vedası, onca yıldan sonra yaptığı bir şeyin ilk kez yıkılmasıyla gerçekleşiyor. Baba bir süre sonra ölüyor ama Dostoyevski bırakmıyor Henry'yi, hep yanında olacak.

Aile draması ama değil, komik bir yanı da var. Fante'den on numara bir yarı otobiyografik metin. Bulunmuyor gerçi, nadirkitap.com'da bile bir iki tane vardı galiba, o da fahiş fiyatlı.

3 Şubat 2014 Pazartesi

John Fante - Hayat Dolu

Eş hamile, baba huysuz, peder baskıcı, Fante çaresiz. Otobiyografik öğeler taşıyan bu kitapta Fante, eşinin hamileliğinin son dönemlerini anlatıyor.

Teliflerden kazandıkları yetiyor, bir süre çalışmalarına ara veren Fante'nin tek amacı Joyce'un kaprislerine katlanıp sıkıntılı dönemi en az hasarla atlatabilmek ama bu pek kolay olmuyor.

"Bazen başımı kaldırıp baktığımda onu gözlerini bana dikmiş başını sallarken buluyordum.
'Tanrım, neden evlendim ki seninle?'
Tek kelime etmeden aptal gibi sırıtmakla yetinirdim, çünkü ben de nedenini bilmiyor, ama benimle evlendiği için mutluluk ve huzur duyuyordum." (s. 9)

Kadına haller geliyor; ev işlerini tek başına halletmeye çalışıyor, gece gündüz bebeklerle ilgili kitaplar okuyor ve bütün huysuzluğuyla doğumu bekliyor. Fante de makaleler okuyor, hatta doktorla konuşurken sürekli makalelerde okuduklarından bahsedip adamı bezdiriyor. Herkesin minik takıntıları var. Gecenin bir körü Joyce'un tuvalete koşup gümbür gümbür adımlarla yatağa dönmesi de bir başka ıstırap kaynağı. Fante, yazarlık kariyerini borçlu olduğunu söylediği, sevdiği kadına kavuşmak için bütün sıkıntıların geçmesini, çocuğun bir an önce doğmasını bekliyor. Joyce da öyle. Bebekten nefret edecekler neredeyse. Sadece bebekten de değil, pek sıkıntılı bir zamanda Fante geçmişi düşünmekte huzur buluyor, hüzün de buluyor gerçi.

"Sessiz sokaklar boyunca eve sürerken öbür kızları düşündüm, tatlı Avis'i ve sevgili Monica'yı, ve geçen onca yıldan sonra öyle bir özlem duydum ki onlara. Ne kadar güzel ve körpeydiler, vücutları ne kadar biçimliydi, hamilelikle şiş filan değillerdi, şimdi beni kendimden geçiren bıktırıcı bir arzuyla özlediğim kızlar geri gelmemek üzere gitmişlerdi ve onlara asla sahip olamayacağımı idrak edince az kalsın ağlayacaktım. Evlilik buydu, bir mezar, kendinden güçlü bir iyi ve doğru olanı yapma isteği ile sabahın üçünde insanın aptal konumuna düşmesine neden olan berbat bir hapishane. Evliliğin tek ödülü çocuklardı, onlar da nankördüler. Kendi çocuklarımı yaşlılığımda tahayyül edebiliyordum; beni kapıya koyuyorlar, ihtiyarlık maaşımı bağlatmak için bazı evrakları imzalıyorlar, böylece benden, hayatının en iyi yıllarını onlara daha iyi bir hayat verebilmek için dürüst bir işte alın teri akıtarak geçirmiş ihtiyardan kurtuluyorlardı. Böyle ödüyorlardı şükran borçlarını." (s. 19)

Baba mevzuları diğer kitaplarda da var, hatta direkt Dostoyevski'ye bağlamış Fante. Oralara sonraki kitapta geleceğim. Bu kitaptakini vereyim şimdilik. Evlerinin ortasında koca bir delik açılınca duvarcı olan babasını ziyarete gidiyor Fante, adamı tamirat amacıyla eve getirebilmek için. Şimdi İtalyan aile yapısı hakkında The Godfather'dan, The Sopranos'tan bir şeyler biliyorum, bu yüzden evde geçen bölümleri, aile üyelerinin ilişkilerini gözümde canlandırabildim. Tipik Amerikan ailesi gibi yaklaşırsanız zannediyorum bu bölümlerin güzelliği önemli bir ölçüde kaybolur. Bu aile yapısı bilinirse neden bazı şeyler üstünde öylesi ısrarcı olunduğu falan anlaşılabilir. Bunu göz önüne alarak okumanızı tavsiye ederim. Neyse, anne zaten evlatlarına bitiyor, John'ı her gördüğünde bayılıyor falan. Baba tam baba; sert ve otoriter ama anneye verilen değer her daim ortada. Kardeşler de kardeş işte. Bu anne-baba ikilisi, torunun erkek doğması konusunda batıl inançları gereği yapmadıklarını, demediklerini bırakmıyorlar. Ceplere sarımsak koymak, sabah çiğ yumurta içmek gibi. En komik bölümlerin çoğu bunlar. Bir de baba-oğul ilişkisi var, inceldiği yerden kopmuyor da orta yolu bulmak için uğraşıyorlar bayağı. Kopamıyorlar tabii birbirlerinden, kesin bir rest yok. Aile her şeyden önemli.

Baba ikna ediliyor, eve dönüyorlar ve karnaval iyice karışıyor. Baba Nick, dev göçüğü tamir etmek için uğraşırken oğluyla çekişiyor, Joyce ve Nick birbirlerini pek sevdikleri için eşine karşı Nick'i savunuyor. Bir de Peder Gondalfo çıkıyor ortaya. Hamile kalana kadar koyu bir ateist olan Joyce, katolik olmaya karar veriyor ama Fante'de bir değişim yok, ateist olmasından mutluluk duyduğu eşi gibi düşünmüyor. Sonrası üçlü ittifak, ortada kalan bir adam ve bir dünya tantana, bebek doğana kadar.

Mis ya, Mustafa Kutlu okurken aldığım keyfin hemen hemen aynısını Fante'den alıyorum. Süper.

29 Ocak 2014 Çarşamba

John Fante - Toza Sor

Fatih Hoca var çalıştığım yerde, İngilizce hocası. Beş aydır okul-ev zincirinden bunalmıştım, okullar da tatil oluyor diye çıktık perşembe gecesi, sohbet muhabbet. Evine gittik, plak dinledik, kütüphanesine baktım. Deli kitaplar var, Fante'nin kitaplarını görüp ödünç aldım. Dün İstanbul'a dönerken yolda okudum bunu. Bukowski'den duymuştum ama sahaflarda vs. hiç denk gelmediğim için okuyamamıştım Fante'yi. Bir de şey vardı, kitap fuarında 6 45'in standında elinde şarap, gençten bir dayı. "Oo, Fante'ye bulaşmamak çok büyük hatadır," demişti. Oğlum böyle adamlar var, çok garip. Aziz Kedi Kitabevi'nden Brautigan'ın Japonya Günlükleri'ni alırken orada takılan berduş-nerd karışımı bir kardeşimiz usulca yanaştı, "Dün programda söylediler, oradan mı duydunuz kitabın çıktığını?" dedi. Yok, duymadım oradan. "Ben dinlemiyorum programı," dedim, uzaklaştı. Tripler süper ama. Mütemadiyen kaybediyorlar ya, hayat berbat. Neyse ne ya.

Arturo Bandini'ye de aynı yaftayı yapıştırmaya çalışmışlardır ama loser değil Bandini, hatta kazananlar arasında en tepede güneş gibi parlıyor.

Kitabın başında Bukowski'nin bir tanıtım yazısı var. Fante, Bukowski'nin tanrısı, öyle söylüyor Bukowski. Bir kadınıyla kavga ederken, "Ben Bandini'yim!" diye bağırırmış mesela, sonra Fante'nin takıldığı Bunker Hill civarlarına gider, gezinirmiş. Bu olay bence tek başına yeterli, Bukowski'nin ne büyük bir hayranlık beslediğini anlayabilmek için.

Bandini Colorado'dan otobüse atlayıp Los Angeles'a geldi, bir otele yerleşti ve yazmaya çalıştı. Amacı büyük bir yazar olmaktı. Kütüphanelere gitti, şehirde dolandı, aylaklık etti ve aklına gelen her şeyi kağıda dökmeye çalıştı. Çoğunu attı kağıtlarını, elinde kalanların kendisini en iyilerden biri yapacağını düşündü. Bu bölümüyle biraz Martin Eden'a benziyor Bandini; hikâyeleri sürekli geri çevriliyor, deniyor ve deniyor. Tabii ki bundan ibaret değil bütün olay, loser olmasa da yenilgileri, dengesizlikleri ve aşırı özgüveninin dünyayla çatışması var. Git gelleri bol bir adam. Böyle bir adamın yaşama uğraşısı bu, benzerleri arasında Bandini'nin doğallığı ve bütün diğer şeyler fark yaratıyor.

Annesine mektuplar yazıyor Bandini. Uydurduğum bir örnek: "Anneciğim, yeni bir anlaşma yaptım; hikâyem basılacak ve yüklü bir miktar para alacağım ama şartlar gereği bir ay sonra ödeme yapılacak. Bana bir onluk gönderebilir misin? Seni çok seven oğlun Bandini." Gelen para striptiz kulüplerine, barlara gidecek ve Bandini yaşayacak, oradan oraya sürüklenecek ve hikâyeleri için yaşadıklarını biriktirecek.

"Bandini (İsveç yolculuğuna çıkmadan önce verdiği bir söyleşide): 'Genç yazarlara tavsiyem son derece basit. Yeni deneyimlerden kaçınmasınlar. Hayatı bütün yanları ile yaşasınlar, cesur olsunlar.'
Gazeteci: 'Bay Bandini, size Nobel ödülünü kazandıran bu kitabı yazmaya nasıl karar verdiniz?'
Bandini: 'Kitap bir gece Los Angeles'da yaşadığım gerçek bir olayı anlatıyor. Kitapta yazılı her şey gerçek, yaşadım hepsini.' (s. 21)

Bandini için gelecekteki kendisi üçüncü tekil şahıs, o büyük bir yazar çünkü. Kendi kimliğinin ötesinde bir varlık. Üne kavuşmuş, zengin, hayranları var, yüzlerce mektup alıyor ve aç değil, haliyle. Bandini aç kaldığında portakal yemekten iğrense de portakala güzellemeler yazıyor, yaşadığı odada takılan fareyle arkadaşlık kuruyor. Hayalindeki kendisini bir başkası gibi görmesi son derece normal. Bir üst-insan hayalindeki. Tanrıyla konuşmalarında bile fark ediliyor bu. Ateist Bandini, öyle olduğunu düşünüyor en azından. Kilise onun için "aptalların, ahmakların, cibbiliyetsizlerin ve şarlatanların sığınağı." (s. 20) Sonradan düşündükleri de yanar dönerliğine güzel bir örnek: "(...) Tanrım artık bir ateist olduğum için beni bağışla ama Nietzsche'yi okudun mu? Ne kitap! Ulu Tanrım, sana karşı dürüst olacağım. Benden büyük bir yazar yarat kiliseye döneyim. Ve lütfen tanrım, bir ricam daha olacak: annemi mutlu kıl. İhtiyar o kadar önemli değil, onun şarabı var ve sıhhati yerinde, ama annem her şeye kaygılanır. Amin." (s. 20)

Bandini kendini de bilen bir adam aslında; ateist olmadığının, tanrıya isyan etmediğinin, iyi bir yazar olmak için feda etmesi gereken çok şey olduğunun, hepsinin farkında. Yine de anlık fırtınalar adamın düşüncelerini çok uzaklara savurabiliyor işte. Aşık olduğu zamanlar bunu daha iyi görebiliyoruz.

Camilla Lopez, Bandini'nin hayatına girince metnin anlatım tekniği ve odağı değişiveriyor. Yine Bandini var merkezde ama artık kadınlarla ilişkilerin üzerinde daha sıkça duruluyor. Adamın kadınlarla ilişkileri... Yok. Belli bir noktaya kadar ilerletiyor, sonrasında arazi oluyor. Kaçıyor kadınlardan, duygusal sömürücü, istediğini almak, daha ötesine geçmemek için yetiyor ona. Camilla'da böyle olmuyor. Camilla ezmeye çalışıyor Bandini'yi, adam da daha büyük ataklarla karşılık veriyor. Kırıcı, saldırgan bir ilişki bu. İlişki de değil aslında; Bandini aşık olduğu güzelliği yıkmak istiyor ve Camilla da kendisine acı verilmesini istiyor. Roller değişiyor bazen. Çok karmaşık. Aniden ortaya çıkıp bir gecede baş döndüren Vera Rivken, büyük bir depremde öldüğü zaman Bandini kendini suçluyor yine, günah işlediği için deprem olduğunu düşünüyor ve Camilla'ya dönüyor. Sonu üzücü bir hikâye, Bukowski, Kasabanın En Güzel Kızı'nı yazarken direkt buradan esinlenmiş. Ya da o da yaşadığını yazmıştır. Çok farklı hayatlar yaşamamışlar sonuçta.

On numara bir Bandini sözüyle bitiriyorum: "Hayat böyle yaşanmalıydı, gayesizce dolaşarak, bir mola ve yola devam, beyaz çizgiyi izle, bir sigara yak ve çölün şaşırtıcı göğünde anlamları ara boşuna." (s. 145)