27 Kasım 2019 Çarşamba
Fatih Balkış - Karaçam Ormanı'nda
Ekim 16, Karaçam Ormanı Buluşmaları için PEN International'ın davetlisi olarak Türkiye'nin orta batısındaki ormanda yaşayan kadın yazarın orman evine geliyor anlatıcı/yazar. On altı saatlik uçuş, yedi saatlik otobüs yolculuğu, Anadolu'nun derinliklerine varış. Göçmenliğinin ilk zamanlarında servis şoförlüğü, donat pişiriciliği gibi işler yaptıktan sonra gece bekçisi olarak çalıştığı sırada karanlık koridorları adımlıyor, yazdığı üç romanı düşünüyor, bir roman daha yazmak için elinde malzemesi varken davet mektubu gelince unutulduğunu düşündüğü yere geri dönmek istiyor, tam da unutulduğu düşüncesine alıştığı sırada, ülkesinden ayrılalı on yıl olmuşken. Yola çıkmadan önce Avusturyalı birkaç yazarın kitaplarını kütüphaneden ödünç alıyor, belki Gerhard Roth da vardır aralarında ama Bernhard kesinlikle var ki Balkış'ın metni Thomas Bernhard'ın metinleriyle, üslubuyla kurulu. Anlatıcı/persona/karakter bütünlüğünden anlatının geçtiği coğrafyaya, bir eseri ortaya koymanın imkanından/imkansızlığından düşünsel mahvoluşlara kadar. Metnin biçimi Don'u andırıyor daha çok, Bernhard'ın sonraki metinlerinde yer alan külçe anlatının yekpareliği yerine anlatı parçalarına, paragraflara yer verilmiş, çok parçalı bir yüzleşme, arayış, şahitlik. Anlatıcı ve diğer katılımcılar "içeride-dışarıda" temalı metinlerini yazacaklar, metin kitaplaşacak ama öncesinde yazar kadınla çıkılacak yürüyüşler, ormanın karanlığında düşünülecek durumlar var, şahitlik edilmesi ve anlatılması gerekiyor. Kadın yazarın iki yıllık tutukluluğu ve sonrasında -tıpkı tutuklanması gibi- hiçbir neden yokken salınması on yıl öncesinin hatırlanacak olaylarına karışıyor, anlatıcı Türkiye'den göçmeden önce Barbaros Bulvarı'nda kadınla göz göze geldiklerini hatırlıyor, on yıldan sonra karşılaşıyorlar, anlatıcıyı köy meydanından alıyor kadın, "hiç tanımadığı ve daha önce hiç okumadığı" bir yazarın gelmesine seviniyor, hakkında hiçbir şey bilmediği biriyle konuşmak daha temiz kesikler, izler bırakabilir, kendisi daha rahat anlatabilir, anlatıcının onun kitaplarını okumuş olmasına rağmen. Yazar kadının anlatıcının üzerinden anlatı kurma çabasını şurada görebiliriz: "Yaşadığınız yer hakkında hiç konuşmamış olduğunuz halde ben sizi yaşadığınız yerde hayal edeceğim ve bütün ıslah edilmiş düşüncelerim bana en büyük huzursuzluğu yaşatmak üzere geri gelecek." (s. 16) Sonrası akış, yazar kadının düşüncelerinin anlatıyı işgal etmesi ve anlatıcının bir kayıt cihazı olarak kayda geçmesi. Yazarın yazdığı metni okuduğumuz fikrini unutmazsak, yazar kadının düşünceleri üzerinden yazılan bir metnin yazarının aslında yazar kadın olduğunu da düşünürsek, iki karakterin de yedi yıldır yeni bir şey yayımlamıyor olmasını göz önünde bulundurursak yazarın neliği iyice muğlaklaşıyor, ortada sadece hikâye kalıyor denebilir. Akışa bakalım: Kadın yazar tutuklanmadan hemen önce henüz ölen bir yazarın evindeki anma toplantısına katılıyor ve Karaçam Ormanı'ndaki inzivasına çekildiğinde ölü yazarın sessiz misafiri olmayı sürdürmek istediğini düşünüyor, böylece Gombrowicz'le aynı düzlemde -sözcüğün tam anlamıyla- var olabiliyor, serbest bırakıldıktan sonra gittiği Arjantin'de Gombrowicz'in yirmi küsur yıllık sürgünlüğünü kendisininkine ekliyor, Polonyalı yazarın Almanlar yüzünden kopan kökünün metinlerindeki anlamsal kopuşlara, absürdlüğe açtığı yolları kendi yaşamında arıyor, yazdığı metinlerde bulup bulmadığını bilemiyoruz, Buenos Aires'ten getirdiği, sonrasında İstanbul'da geliştirdiği ve kısa süreli Polonya ziyaretinde kurduğu anlatıyı tüm geçmişiyle aktarmaya çalıştığı, Şırnak'la ilgili yazısı yüzünden hapse atılmasından, hapishanede okuduğu kitaplardan, Buenos Aires'te tanıştığı diğer göçmenlerin anlatıverdikleri veya gösteriverdikleri acılardan çıkarıp ortaya koymak için uğraştığı metni anlatıcının anlatımında bulabiliriz, belki yazmaya çalışıp yazamadığı romanı, "Gombrowicz saplantısını" taşıyan metni sözleriyle oluşturmuştur, anlık bir yaratı, bir metni yazamayacak olmanın antitürevi, sabahın beşinde evden polislerce götürülmenin, sorgulanmanın, ranzalara yerleşmenin, inzivanın ve göçün hapiste başlamasının nedeni "etkisi zayıf bir yazı" ise daha iyi bir yazıyı yazamamış olmanın telafisi sözlerle sağlanabilir, metinde Amras-Watten anılmış ama Yürümek • Evet tarzı anlatıların içindeki bir anlatı sözler yoluyla ortaya çıkıyorsa, insansızlıktan taşmak bir başkasıyla mümkün oluyorsa hapisteki sosyal iğdişliğin etkisinden de bahsedilebilir, cezaların en acımasızı olduğu söylenen "habersizlik", dış dünyanın hiçbir çatlaktan içeriye girememesi koğuştakileri hiçliğe aynı ölçüde ulaştırır, Gombrowicz'in Günlükler'inin defalarca okunmasına yol açabilir, defalarca okunan bir metnin insanı iki türlü yolculuğa çıkardığı söylenebilir, ilki okurun zihinsel yolculuğu ve ikincil tür olarak fiziksel yolculuğu ama fiziksel yolculuk bir süre daha beklemek zorunda, önce zihinsel göç gerçekleşmeli, Gombrowicz'in adımları izlenmeli, Arjantin'deki, Paris'teki günleri üzerine düşünülmeli, sonrasında okurun yolculuğunun yazarın zihinsel ve fiziksel yolculuğuna denk düşmesi gerekli, Arjantin'e gidilmeli, Polonya'ya, bu yolculuk ormanda son bulmalı, geçmişte yapılan işlerden utanılmalı bir yandan, verilen röportajlar okunduğu zaman utanılmalı, alınan veya alınmayan ödüllerden utanılmalı, Bernhard'ın tekrar tekrar bahsettiği meseleler kadın yazar tarafından ormanda, Anadolu'nun batı taraflarında, çiftçiler ve kasabalılar arasında çınlamalı, yerli bir ses bizim toprakların acılarını ve nefretini anlatmalı, başka metinlerin uçlarını kendi metnine saplayıp yapmalı bunu, yapmalıydı, bu yapılmalıydı ve yapıldı, "doğurgan bir delilik" dile geldi ama bunun bir delilik olması, akıp giden zamanın iyileştirmemesi, iyileşmenin umulmaktan öteye gitmemesi, ölülerin huzuruna imrenilmesi, bir metnin budanıp aslına ulaşması gibi meselelerden sadece birini çekmek gerekirse sonuncusu çekilmelidir ki okunan metnin ne kadar budandığı düşünülebilsin, Bernhard bir röportajında insanın bütün hayatını metinlere sığdıramayacağından, üç bin sayfa yazsa bile bunu başaramayacağından, mutlaka bir şeylerin dışarıda kalacağından, unutulacağından ve bu unutulanların asıl anlatılmak istenen, anlatılması gereken şeyler olduğundan bahsediyordu, aynı bahsin benzerini kadın yazarın da açtığını görmek pek şaşırtıcı değil, beş yüz sayfa yazdıktan sonra metni yüz elli sayfaya indirmek için iki yılını harcadığını söylerken belki de asıl anlatmak istediklerini attığını düşünüyor olabilir, böylece yazmak istediği, yazmayı bitirdiğini düşündüğü metni hiçbir zaman yazmamış olacaktır, ortaya çıkan her zaman başka bir metin olacaktır, yazma istenci belli bir ölçüde kaybolsa da her zaman başka bir metni yazarken bambaşka bir metne yol alınacaktır ya da bunların hiçbiri geçerli değildir, kadın sadece metni daha yüklü hale getirmeyi düşünmektedir, devletin bir yazarı öldürüp sonra da cenaze namazını kıldırmasını en kısa ve yoğun biçimde anlatmayı istemekte, bu isteğini yerine getirmek için biçim, neden, bir şey aramaktadır ama bulduğu şeyler belki de karakterler tarafından zorlanmakta, ortadan kaldırılmaktadır, üç karakterin bir anlatıyı nasıl darmadağın ettiğinden bahsedilmesi yine olamamaya denklenmektedir, insan olmanın yeterince parçalandıktan sonra mümkün olamamasına, parçaların gerçekliklerinin bir araya getirilmesinin imkansızlığına, Karaçam Ormanı'nın bir limbo olmasına varmaktadır bu düşünülenler, geçici olarak çok, kalıcı olarak tek kişilik bir limboya. "Çıplak tenimin, güneşin kavurduğu çıplak derimin gün geçtikçe kıllandığı, beni koruyan, ısıtan bir kürke dönüştüğü bir hayvanım. Soğukta öbürlerinden ayrılmış, yalnız kalmış, kürkünün içindeki sıcaklıkta ancak hayaller kurabilen bir hayvan. Karda sessizce adımlayan ve geriye baktığında hiç titremeksizin duran göllerin ve ovaların önüne kattığı yabanıl bir şey. Ben bir hayvanım, demişti kadın yazar, ben Roza değilim." (s. 111)
23 Kasım 2019 Cumartesi
Simon Garfield - Tam Benim Tipim

Araya kısa bir hikâye, Gill Sans. Eric Gill 1928'de bulmuş bunu, karakter Penguin Books'tan BBC'nin programlarına kadar pek çok yerde kullanılmış. İngiltere'nin milli fontu gibi bir şey olmuş kısaca. Gill'in söylediği bir şey ilgimi çekti, harflerin şekillerinin güzelliğini duygulara bağlı değilmiş, "O"nun yuvarlaklığının çekiciliği onun bir elmaya, bir memeye veya dolunaya benzemesinden gelmiyormuş. Şu ilginç: "Harfler şeylerdir, şeylerin resimleri değil." (s. 51) Göstergebilime dokunan bir şey, Foucault için bir tartışma konusu olabilirmiş gayet.
Albüm kapaklarında kullanılan fontların hikâyelerini göreceğiz, Coldplay'in Parachutes'u var, The Beatles'ın Yellow Submarine'inden Starr'ın davulundaki logoya kadar kullandığı çok sayıda font var, ilginç hikâyeler de cabası. Mesela takım elbise giyme olayını Epstein bulmamış, McCartney çocukluğunda birörnek giyinmiş şovmenleri görünce çok etkilenmiş ve yıllar sonra bu fikri hayata geçirmiş, buymuş mevzu. Gorillaz, gotik Motörhead, Floydian fontlar, Rolling Stones'un karakteristik R'si, aklınıza gelebilecek ata fontlardan hemen hepsi incelenmiş. Bazısına kısa bölümler ayrılmış, genellikle sebep oldukları dikkat çekici olaylar anlatılmış. Uzun bölümlerde doğurdukları yan karakterlere de yer verilmiş, Helvetica'nın krallığını düşünelim örneğin. Fransa'nın resmi fontu olacakmış neredeyse, hemen her yerde kullanılıyormuş ve hemen çeşitlemeleri türetilmiş, telifsiz olduğu için de hızla yayılmış. Bilinenler dışında uçlardaki denemeler de yer alıyor, on yüz bin milyon baloncuktan oluşan fontlar, İsa'nın başına geçirilen dikenli zımbırtıdan doğan dikenli harfler, bir sürü detay.
Harflere, harflerin anlamlarına ve biçimlerine azıcık ilginiz varsa dalıp gidersiniz, öyle iyi ve derinlikli bir metin.
21 Kasım 2019 Perşembe
Kurt Hofmann - Thomas Bernhard'la Konuşmalar

Sonraki mevzulardan bazılarına değineyim, dinle ve intihar teşebbüsüyle ilgili bölüm ilginç. Otuz hap birden yutuyor çocukken, yedi yaşındaydı galiba. Beş de olabilir. Sonuçta otuz hap çok, çıkarıyor hepsini. Daha az yutsa ölecek. Akciğerleri öldürmüyor, baş ağrıları öldürmüyor, ikiyüzlülük öldürmüyor. Hastalıklarından hemen başka konuya geçiyor Bernhard, Odun Kesmek'in temellerini gösteriyor bir anlamda. "Durumların çoğu böyle: Asla dayanamadığınız, budala bulduğunuz kişilerle yemeğe gidiyor ve önlerinde ikiyüzlülük ediyorsunuz. Öte yandan yalnız kalınamıyor, gerçekten olmuyor." (s. 51) Mümkün olduğunca bir şeye ve birine bağlı olmamaya çalıştığını söylese de kendisini geçindiren işten ötürü bu isteği yerine gelmiyor çoğu zaman, kadınlarla geçici ilişkiler yaşadığını ve onlardan uzak durmak istediğini söylüyor, grafikerlerden uzak duruyor çünkü metinde yürüyen bir karakter varsa kitabın kapağına bir ayakkabı koyuyorlar, Bernhard bu tür işlerden nefret ediyor, grafikerlere de giydiriyor bir güzel. Aldığı ödülleri anlatıyor, ödül törenlerindeki insanlardan duyduğu tiksintiyi kazandığı paralarla hafifletiyor. Umberto Eco, Norman Mailer gibi yazarların onur konuğu olduğu etkinliklere gitmediğini söylüyor, en azından bu noktada yapmak istemediği bir şeyi yapmak zorunda değil. Şu da ilginç bir şey, işitmiş olsaydım kınardım ve Bernhard'ın umurunda olmazdı muhtemelen: "Bachmann'ı çok severdim, o akıllı bir kadındı. Ender rastlanır bir bileşim değil mi? Çoğunlukla kadınlar aptaldır, ama dayanılır onlara, belli koşullarda hoşturlar, akıllı da olabiliyorlar, ama ender olarak." (s.. 79) Bunlardan sonra Bernhard'la yapılan son röportaj var, Hofmann güzel bir nokta koyuyor metne. Dikkat çeken bir röportaj, Bernhard ölmek üzere olduğunu biliyor, normalde birkaç sorudan sonra yollayacağı adamın gitmesini istemiyor, yolundan iki kez döndürüyor Hofmann'ı. Ölüme hazır, üzerinde çalıştığı metni tamamlayamayacağını bilen bir adam artık Bernhard, son günlerinde kabullenmenin dinginliği gelmiş sanki, cevapları yırtıcı değil.
İyi bir metin, Bernhard'ı seven okurlar bunu da sevecektir.
Bir de şey, Dylan'ın yaklaşık 700 sayfalık bir biyografisini düzeltiyorum kaç gündür, düzeltirken Dylan dinliyorum ve bir şarkıyı üç yüz defa dinledikten sonra üç yüz birinci keze başlamak uzun zamandan sonra ilk kez garip gelmiyor. Bunun yanında adamın yaptıklarını gördükçe hayretten hayrete düşüyorum. Editör hiçbir paylaşım yapmamamı istedi ama dayanamıyorum, zibidi arkadaşınla bir olup Joan Baez'in üzerine gelmeyecek, kadını ağlatmayacaktın eşek sıpası seni. Bir de kadın senin kıçını kollamak için te Amerika'dan kalkıp İngiltere'ye geliyor, sen sahneye birlikte çıkma sözünü tutmanı geçtim, hastanede yatarken bile kadını görmek istemiyorsun. Ne biçim insansın bilmiyorum ama şarkıların çok güzel be piç. Sen kıvılcımsın, nereyi tutuşturup ortadan kaybolacağın, hangi şarkıları ansızın yazacağın, kimin hayatına girip kimin hayatından çıkacağın belli değil. Dehanı bu belirsizlikten ve mutsuzluklarının toplamından doğurma pahasına üzüntü saçtığını söyleyeceğim, bir şarkını daha dinleyip uyuyacağım sonra. Şarap içtim, seni dinledim, seni seviyorum. Piç.
20 Kasım 2019 Çarşamba
Ray Bradbury - Cadılar Bayramı Ağacı

Uzunca bir yolculuk, büyülü bir uçurtmayla. Çocuklar uçurtmaya tutunup havalanıyorlar ve Antik Mısır'a gidiyorlar. Piramitler inşa edilmiş ve ediliyor, insanlar firavunların gölgesinde yaşıyor ve Osiris her gün Karanlık tarafından öldürülüyor, gece oluyor böylece. Tekrar gündüz sonra, Osiris sonraki darbeyi alana kadar orada. Bu döngüyü hızlandırılmış bir biçimde görüyoruz, eski zamanların dünyasına dair detaylar çok ilginç. Bir ailenin mumyalanmış dedelerini masaya oturtup önüne yemek koyduklarını görüyoruz, hep beraber yerlerken ölünün şerefine içiyorlar, şeref konuğu olan mumyayı memnun etmeye çalışıyorlar. Yola düştükleri zaman Balbağı'nın izlerine rastlıyorlar ama izler belli belirsiz, ya bir fısıltı, ya bir görüntü, ipuçları. İngiliz Adaları'na geliyorlar ve Druid Ölüler Tanrısı'na göz atıyorlar, Samhain burada ortaya çıkıp tırpanını savuruyor, önüne geleni biçiyor, bizim çocuklar zar zor kurtuluyorlar. Ardından Romalılar geliyor, Druidleri katlederlerken tanrılarını da öldürüyorlar ve kendi tanrılarını yeni topraklara taşıyorlar. Hristiyanlık gelince onların tanrıları da ortadan kalkıyor, semavi dinlerin zamanı başlıyor. Notre Dame'a gidiyorlar, gargoyl heykellerinde Balbağı'nın ruhuna rastlıyorlar ve çocuğun dediklerini tekrar anlamıyorlar, çocuk bir yerde buluşmaları gerektiğini söyledikten sonra yakalanmış gibi panikliyor ve belli ki uzaklara götürülüyor. Kovalamacanın sona erdiği noktada Balbağı'nın yaşamını kurtarmak için ömürlerinden birer yıl veriyor çocuklar, böylece Balbağı yaşama dönüyor. Meksika'daki Ölüler Günü sırasında. Dünyanın her yerine yayılmış bir kültürün tarihsel izlerini takip ettik kısacası, Kefenyığını çocukları götürdüğü her yerde o mübarek gecenin farklılaşmış bir biçimini gösterdi, çocuklar günün anlam ve önemini anladılar, şiirler okudular, şekerler yediler ve evlerine dağıldılar. Kefenyığını kim olduğunu söylemedi, çocuklar sorsa da açık bir cevap vermedi ama aslında kim olduğu belli, boynuzları eksik bir tek.
Kısa bir hikâye bu da, kısalığı kadar korkunç bir macera. Bradbury çocuk veya yetişkin dinlemiyor, herkes için yazıyor. Korkmayacak olan çoktur ama doğaüstü her türlü korkunç, böylesi anlatılmışsa bir de. Meraklısı okusun, Bradbury'den on numara bir metin.
19 Kasım 2019 Salı
Vladimir Dudintsev - Bir Yılbaşı Öyküsü
Zamanın akışına karşı insanın konumunu ele alan anlatımızda eleştirilere karşı takınılacak tavra da değinilir. Uğraştığımız işe dair yorumları süzdükten sonra bir basamak olarak kullanabiliyorsak ilerleyeceğiz demektir, problemin etrafında dönüp dolaşan kuru tartışmalar çok değerli zamanımızdan parça parça götürmekten başka bir işe yaramayacaktır. Bir de baykuşlara dikkat edilecek, zamanın bilinci olarak orada bir yerde, daima izliyor, gözlüyor ve kendini/zamanı anımsatıyor. Ne zaman bir baykuş görülse durup düşünmek gerekiyor. Acaba uğraşımız zaman harcamaya değer mi, gelişimimiz çok mu yavaş veya çok mu hızlı, baykuşun gözlerindeki anlam nedir, bu tür şeyler. Dudintsev büyülü bir dünyayı anlatıyor, her ne kadar termodinamiğin kanunlarını keyfi olarak ortadan kaldırır gibi gözükse de anlatıdaki bilimsel ortam, bilim insanları, araştırma aşamaları gerçeğe son derece yakın. Çünkü öyle oluyor o işler. Bir şey araştıracaksınız mesela, doğru laboratuvara. Ödenek mödenek çıkacak, zerzevat alacaksınız, onlarla bilim yapacaksınız. Büyüğünden yapın. Sosyal bilimcisiniz, doğruca İSAM'a. Atom profesörüsünüz, çarpıştırıcının bulunduğu yere. Bunlar Sovyetler Birliği'nde planlı bir şekilde yapılıyordu, en azından bir zamanlar, o yüzden makine gibi işleyen laboratuvarları görmek normal. Dudintsev bu metni 1957'de yazmaya başlayıp 1960'ta yayımlatmış, Stalin sonrası döneme umutla yaklaştığını söyleyebiliriz. Kendisi çok defa muhalif olmadığını söylemek zorunda kalmış, yazdığı metinler her ne kadar eleştirel olsa da komünizme gönülden bağlı olduğunu defalarca belirtmiş. Stalin'in öngörülemez davranışları korku saçıyor, o dönemde idam edilmekten daha kolay bir şey yok. Kolektif'in bastığı bir araştırma var, Sokrates'ten O. J. Simpson'a Yargılamanın Tarihi diye, onda Stalin yoldaşımızın dudak uçuklatan dengesizliklerine ve yıldırma tekniklerine denk gelebilirsiniz. Neyse, bir parça da değişim rüzgarı taşıyan bir anlatı bu, masal okur gibi okursunuz, hoştur. Daha ilk paragrafta anlatıcı bir peri masalı ülkesinde yaşadığını, imgesinde canlandırdığı bir kentte hayatını sürdürdüğünü söyler ve zamanı daha en başta anlatıya sokar: "Bu öyküde zamanın bize oynadığı oyunları, onun bizi kandırmasını konuşacağız. Açıkçası zaman sınırsızdır; her yerdedir. Bir peri masalı dünyasında ise zaman, Moskova saati gibi dakik ve güvenilebilirdir." (s. 7) Bir de uyarı var, okurlar kendilerini kaptırıp olayı gerçek ve yaşanmış sanmamalılar. Tamam, bunu emsalleri yokmuş gibi okuyacağız, hatta başka bir gezegendeki başka bir rejimin eleştirisiymiş gibi de okuyabiliriz, sonuçta anlatıda geçen pahalı paltolar, eşyalar, para harcanan lüks tüketim malzemeleri başka bir dünyadan gelmeymiş gibi düşünebiliriz. Neyse, Bilimler Akademisi'nde çalışan anlatıcı beş yıldır başka bir çalışanla bilimsel bir tartışma içinde. Arka arkaya yazdıkları makalelerde birbirlerinin görüşlerini çürütmeye çalışıyorlar, söyleyecekleri şeyler bitmiyor. Pek bir kazançları da yok anlaşıldığı kadarıyla, bu tartışmanın zaman kaybı olduğunu anlayan esas oğlan işine odaklanıyor sonlara doğru, bitmek bilmez bir enerji kaynağı üretmeye çalışıyor ve başarıyor bunu, bilimsel tartışmalardan ne ölçüde faydalandığını bilemiyoruz, pek de faydalanmıyor ki zamanın değerli olduğunu anlar anlamaz kesiyor atışmayı.
Zamanın kıymetinin anlaşılması bu anlatının temelini oluşturuyor. Laboratuvarda dört kişilik çalışan yaşlı, gizemli bir adam, zamanın bir bilmece olduğunu iddia ediyor. Şef hemen bir kum saati alıyor, ters çevirerek akan kumları gösteriyor ve yaşamdaki sayılı mutluluk anlarını tanelere benzetiyor. Alt haznede toplanan kumlar tek bir an, fazlası değil. Anlatıcının kalbine bıçak saplanmış gibi oluyor, çok aşık olduğu ve yitirdiği kadını hatırlayınca her şeyin zamanla birlikte nasıl karmakarışık hale geldiğini düşünüyor. Sonrasında gizemli adamın ilginç hikâyesi var, zamanın durabileceğinden, lotus tohumlarından ve görelilik meselesinden bahsediyor, ardından hikâyesine başlıyor. Bir suç örgütünün başı yakalanıyor ve hapse atılıyor. Hapiste aydınlanıyor, yaşamdaki en önemli şeyin değeri toplum nezdinde hızla düşen maddi zenginlik değil, sevgi ve dostluk olduğunu fark ediyor. Konuşmasının bir bölümünde maddi ihtiraslarına karşı koyamayan insanları bir temiz gömüyor, bir örnek yeterli: "Maddenin peşinden giden yollara koyulmak, bugünlerde kişinin ruhsal azgelişmişliğine kanıt gösteriliyor." (s. 14) Neyse, patron davayı satınca örgütün elemanları patronu öldürmek için harekete geçmeye karar veriyor, patron hapishaneden kaçmadan önce kendini iyice bir geliştiriyor, okumadığı şey kalmıyor, üstelik yüzünü ve sesini de değiştiriyor. Yoldaşlar tıp ilminde de çok başarılı. Eh, bu hikâyeyi anlatan adamın kimliği hakkında fikir sahibi oluyoruz, gerçek kimliği hakkında. Zamanın çok değerli olduğunu, esas oğlanın ince ve duyarlı olmasının hikâyeyi anlatmaya karar vermesini sağladığını söylüyor. Bir veya iki yılı kaldığı için acele etmesi lazım, kısa sürede uzun bir yaşam örmeli. Başaramıyor, bıçaklanarak öldürülüyor ve zamanı iyi kullanma nasihatinden başka bir şey kalmıyor geriye. Anlatıcımızı takip eden kara ceketli bir adam peydah oluyor üstüne, olaylar karışmaya başlıyor. Anlatıcının doğum gününde bir paket geliyor, öldürülen adamın yılda sadece bir kez kurulmaya ihtiyacı olan saat. Hediye. Bayrak teslimi gibi.
Sonu tipik. Bir arkadaşı anlatıcıya bir yıllık ömrü kaldığını söylüyor, anlatıcının deneylerini tamamlaması için on yıllık bir zamana ihtiyacı var. Ne ki az zamanı kaldığını öğrenince işine yoğunlaşıyor ve deneyleri başarılı olunca hiç durmadan enerji üreten, kömüre benzer bir cisim icat ediyor. Memleket kalkınıyor, Sovyetler uçuyor, bizim eleman da başarının sonsuz bir yaşama kapı araladığını anlıyor, ömrünün son gününde saati kurarak yaşamına devam ediyor. Aşağı yukarı böyle.
İdeolojiyi es geçememiş bir metin olmasının izleri çok belirgin, aslında en baştaki uyarının Sovyetler Birliği için söylendiği düşünülebilir, yani bütün o eşitliğin, ekonomik gücün, şunun bunun arkasında gizlenen acılar, öldürülen ve sürülen insanlar var. Bu yüzden mi okuduklarımıza inanmamalıyız? Dudintsev daha en baştan uyarıyor mu okurunu, her şeyin güllük gülistanlık olmadığını mı söylüyor? Böyle bir okuması da yapılabilir bunun, artık okura kalmış. Kısacık bir yirminci yüzyıl masalı bu, okunmaya değer. Tabii satır aralarını gözden kaçırmadan.
Zamanın kıymetinin anlaşılması bu anlatının temelini oluşturuyor. Laboratuvarda dört kişilik çalışan yaşlı, gizemli bir adam, zamanın bir bilmece olduğunu iddia ediyor. Şef hemen bir kum saati alıyor, ters çevirerek akan kumları gösteriyor ve yaşamdaki sayılı mutluluk anlarını tanelere benzetiyor. Alt haznede toplanan kumlar tek bir an, fazlası değil. Anlatıcının kalbine bıçak saplanmış gibi oluyor, çok aşık olduğu ve yitirdiği kadını hatırlayınca her şeyin zamanla birlikte nasıl karmakarışık hale geldiğini düşünüyor. Sonrasında gizemli adamın ilginç hikâyesi var, zamanın durabileceğinden, lotus tohumlarından ve görelilik meselesinden bahsediyor, ardından hikâyesine başlıyor. Bir suç örgütünün başı yakalanıyor ve hapse atılıyor. Hapiste aydınlanıyor, yaşamdaki en önemli şeyin değeri toplum nezdinde hızla düşen maddi zenginlik değil, sevgi ve dostluk olduğunu fark ediyor. Konuşmasının bir bölümünde maddi ihtiraslarına karşı koyamayan insanları bir temiz gömüyor, bir örnek yeterli: "Maddenin peşinden giden yollara koyulmak, bugünlerde kişinin ruhsal azgelişmişliğine kanıt gösteriliyor." (s. 14) Neyse, patron davayı satınca örgütün elemanları patronu öldürmek için harekete geçmeye karar veriyor, patron hapishaneden kaçmadan önce kendini iyice bir geliştiriyor, okumadığı şey kalmıyor, üstelik yüzünü ve sesini de değiştiriyor. Yoldaşlar tıp ilminde de çok başarılı. Eh, bu hikâyeyi anlatan adamın kimliği hakkında fikir sahibi oluyoruz, gerçek kimliği hakkında. Zamanın çok değerli olduğunu, esas oğlanın ince ve duyarlı olmasının hikâyeyi anlatmaya karar vermesini sağladığını söylüyor. Bir veya iki yılı kaldığı için acele etmesi lazım, kısa sürede uzun bir yaşam örmeli. Başaramıyor, bıçaklanarak öldürülüyor ve zamanı iyi kullanma nasihatinden başka bir şey kalmıyor geriye. Anlatıcımızı takip eden kara ceketli bir adam peydah oluyor üstüne, olaylar karışmaya başlıyor. Anlatıcının doğum gününde bir paket geliyor, öldürülen adamın yılda sadece bir kez kurulmaya ihtiyacı olan saat. Hediye. Bayrak teslimi gibi.
Sonu tipik. Bir arkadaşı anlatıcıya bir yıllık ömrü kaldığını söylüyor, anlatıcının deneylerini tamamlaması için on yıllık bir zamana ihtiyacı var. Ne ki az zamanı kaldığını öğrenince işine yoğunlaşıyor ve deneyleri başarılı olunca hiç durmadan enerji üreten, kömüre benzer bir cisim icat ediyor. Memleket kalkınıyor, Sovyetler uçuyor, bizim eleman da başarının sonsuz bir yaşama kapı araladığını anlıyor, ömrünün son gününde saati kurarak yaşamına devam ediyor. Aşağı yukarı böyle.
İdeolojiyi es geçememiş bir metin olmasının izleri çok belirgin, aslında en baştaki uyarının Sovyetler Birliği için söylendiği düşünülebilir, yani bütün o eşitliğin, ekonomik gücün, şunun bunun arkasında gizlenen acılar, öldürülen ve sürülen insanlar var. Bu yüzden mi okuduklarımıza inanmamalıyız? Dudintsev daha en baştan uyarıyor mu okurunu, her şeyin güllük gülistanlık olmadığını mı söylüyor? Böyle bir okuması da yapılabilir bunun, artık okura kalmış. Kısacık bir yirminci yüzyıl masalı bu, okunmaya değer. Tabii satır aralarını gözden kaçırmadan.
18 Kasım 2019 Pazartesi
Habib Bektaş - Dedemin Cenneti
Habib Bektaş 1951'de Salihli'de doğuyor, 1973'te Almanya'ya gidip işçi olarak çalışmaya başlıyor, bir yandan yazıyor. Öyküleri, şiirleri ve romanları çeşitli yayınevleri tarafından basılıyor, Almanca yazdığı metinler Türkçeye çevriliyor derken 2005'te Yüksel Pazarkaya'yla birlikte Almanya'da Sardes Yayınevi'ni kurup Necati Tosuner, Gülten Akın, Haldun Taner gibi yazarların metinlerini Almancaya çevir(t)ip yayımlıyor. Yayınevi 2009'da kapanmış, güzel bir dört yıl olmuştur diye tahmin ediyorum. Erlangen ve Salihli arasında gidip geliyor Bektaş, öykülerinde Almanya'dan ve Türkiye'den çıkan benzer sesleri duyabiliyoruz. Karakterler gurbeti kendi vatanlarında yaşadıkları gibi Almanya'yı ev olarak da belleyebiliyorlar, rengârenk bir atmosfer yaratmış Bektaş, bolca kara mizahla birlikte. Öykülerinin iğneleyici yanları var ama komedinin bastırdığı bir iğneleyicilik bu, doğrudan eleştirel değil. İnsanın yabancılık çekerken ne yapacağını bilemediği durumlardan doğan yedi komik öykü var bu kitapta, hepsi çok başarılı, birbirinden güzel. Bektaş'ın yalın bir dili var, mahallede geçen olayları izlerken yaşananların açıklığını, yalınlığını andırıyor.
İlk öykü Sık Dişini Hanım. Karakol, üstü başı yırtık iki adam. Biri sağlam dayak yemiş, hikâyeyi diğerinin ağzından dinliyoruz. Resûl Efendi karakolda bile anlatıcımızın üzerine yürüyor ama durduruyorlar, sağlam mevzu döndüğünü düşünsek de yaşanan saçmalıkları öğrenince anlatıcı adına üzüleceğiz, gerçi daha çok Resûl Efendi adına üzüleceğiz. Bu Resûl ellilerinde bir adam, takkesi kafasında, Müslüman. İlk eşini boşayıp onlu yaşlarının sonunda bir kızla evleniyor, kız hamile kalıyor. Bizim anlatıcıyla eşinin çocukları yok, kırklı yaşlarındalar, mutlular. Bir gün komşularından sesler geliyor, kadın haykırıyor, Resûl de haykırıyor. Anlatıcının eşi bir bakmaya gidiyor ve telaşla geri dönüp bir sürü havlu, bez alıp dönüyor. Resûl'ün sesi duyuluyor: "Sık dişini hanııım!" Anlatıcının eşi birkaç defa gidip geliyor, her gelişinde daha sinirli olduğunu görüyoruz. Resûl eşini hastaneye götürmeye yanaşmıyor, kapının önünde Kur'an okuyor durmadan, eşine dişini sıkmasını söylüyor derken sinirler iyice geriliyor, anlatıcı da dayanamayıp Resûl'le konuşmaya gidiyor. O sırada kadın bir kız doğuruyor ama dişini yeterince sıkamıyor, çocuğun doğumu Mevlit Kandili'ne denk gelemiyor, Resûl eşine hakaret ediyor. Anlatıcı dayanamayıp girişiyor, Resûl, "Sizin yüzünüzden oldu kâfirler!" diye bağırıyor, bizimki kafa göz dalıyor. Acı bir öyküyü trajikomik hale getirmiş Bektaş, güzel bir öykü bu. İkinci öyküyü bir çocuk anlatıyor. Dedesi çok zengin, tarlalarından başka evleri ve manifatura dükkanı var, iyi para kazanıyor. Bir gün ölüveriyor, anneye göre elli ikisine kadar mal mülk konuşulmamalı, ardından mallar paylaşılmalı. Tabii yine anneye göre babasının vefatından sonra yapılması gereken her şey yapılmalı, masraftan kaçınılmamalı. Eşine göre yapılacakların çoğu boşa masraf, örneğin din görevlilerine Kur'an okutulacak, pazarlığa girişiyorlar. Anne yedi görevli diyor, baba bir diyor, üçte anlaşıyorlar. Anneye göre iyi bir miras kalacak, babaya göre hava alacaklar. Gerçekten de hava alıyorlar, dükkan dayılardan birine bırakılmış, tarlalar da erkek çocuklara gidiyor. Dedenin cennete gitmesi sakata biniyor böylece, baba yirmi yıl sonra bile olayı hatırlayıp kendine eğlence çıkartıyor. Aslında her bir öyküde toplumsal bir problemin yer aldığı söylenebilir, burada miras olayı, öncekinde yobazlık, bu tür şeyler.
Üç numara, Derin Hocanın Suyu. Hacı hoca öyküsüdür. Yoksul bir mahallede mümkün olduğunca mutlu yaşayan insanlar civarın en zengin ailesinin gölgesinde kalırlar ama bir şikayetleri yoktur, sonuçta bizim ata sporumuzdur tepemizdeki tarafından ezilmek. Neyse, zengin ailenin kız çocuğu bizim mahallenin çocuklarıyla oynar ama gizli gizli, üstelik her fırsatta laf sokar. Murat kıza simit tablasında kalan susamları verince Murat'a bile laf sokar, taneleri yerken üstelik. Neyse, bir gün bu aile bir yolculuğa çıkar, döndüklerinde evlerindeki paranın çalındığını söyleyerek polis çağırırlar, polisler Murat'ı alırlar, bir temiz benzetirler, suçsuz olduğu anlaşılınca biraz daha benzetip bırakırlar. Ahmet Abi bununla yetinmez, parasını çalanın Murat olduğunu ispatlamak için namlı bir hocayı çağırır. Hocamız anlatıcı evladımızı seçer, bir tas suya baktırır ve dayıları görüp görmediğini sorar. Çocuğun şaklabanlığa basmaz kafası, hiçbir şey görmediğini söyler. Hoca çocuğu kovar, bir başka çocuğu alır ve Murat'ın hırsızlığını çocuğa "gösterir". Bizim evlat göremediği için forsunu kaybeder, annesinden azar yer üstelik. İki mutsuzluk, biri suçsuz yere rencide edilen Murat ki diğer mutsuzluğu da Murat'ın hesabına yazabiliriz. Murat her türlü kaybeden. Simitçi Murat, yoksul Murat, canım Murat. Dört numara, Çıplak Münir. Kasabanın biri, kim bilir hangi hiçliğin ortasında, Anadolu'nun bir yerinde. Almanya'dan mektup geliyor, bir şehir bu kasabayı kardeş kasaba ilan etmiş, belediye başkanını çağırıyor. Almancayı yarım yamalak bilen bir adamın aklına uyuyorlar biraz, civardaki Almanca öğretmeni de yarım yamalak el atıyor olaya. Vize almaya gidiyorlar, yedi kez. Alamıyorlar, üstelik kapıdaki Türk güvenlikçi bunları itip kakıyor durmadan, vize "vermeyeceklerini" söylüyor. Hadi bakalım, Alman'dan daha Alman bir Türk. Neyse, bunlar vize almadan gidiyorlar, paketleniyorlar tabii. Hapse atılıyorlar, kasabayı başkanın yardımcısı yönetmeye başlıyor, hayat devam ediyor. Tam mizah, en karasından.
Alman Ali, Camgöz, Yorgun Ölü aynı minvalde öyküler, bürokratik çıkmazlardan yolunu bulmaya çalışan insanlara kadar çeşit çeşit mesele işleniyor bu öykülerde. Her öykünün başında Semih Poroy'dan bir çizim var, çok iyi bir şekilde görselleştiriyor öyküleri, başarılı bence. Çok sevdim Bektaş'ın öykülerini, seveceğimi tahmin edip birkaç kitap birden almıştım. Nereden, Bostancı'dan. Hatay Meyhanesi'ni Suadiye'ye doğru az geçin, solda köşede bir antikacı göreceksiniz, önünde tezgah var kocaman, tezgahta bir dünya kitap. Oradan aldım ama siz çok almayın, sırf oradan bir şeyler düşüreceğim diye trenden bir durak önce inip Küçükyalı'ya kadar yürüyorum. Gerçi alın ya, ucuz ucuz kitaplar, 5 TL tanesi. Bir bakın yani. Bektaş'ın kitapları orada var, ikişer üçer tane görmüştüm ben. İyi öykü. Valla.
İlk öykü Sık Dişini Hanım. Karakol, üstü başı yırtık iki adam. Biri sağlam dayak yemiş, hikâyeyi diğerinin ağzından dinliyoruz. Resûl Efendi karakolda bile anlatıcımızın üzerine yürüyor ama durduruyorlar, sağlam mevzu döndüğünü düşünsek de yaşanan saçmalıkları öğrenince anlatıcı adına üzüleceğiz, gerçi daha çok Resûl Efendi adına üzüleceğiz. Bu Resûl ellilerinde bir adam, takkesi kafasında, Müslüman. İlk eşini boşayıp onlu yaşlarının sonunda bir kızla evleniyor, kız hamile kalıyor. Bizim anlatıcıyla eşinin çocukları yok, kırklı yaşlarındalar, mutlular. Bir gün komşularından sesler geliyor, kadın haykırıyor, Resûl de haykırıyor. Anlatıcının eşi bir bakmaya gidiyor ve telaşla geri dönüp bir sürü havlu, bez alıp dönüyor. Resûl'ün sesi duyuluyor: "Sık dişini hanııım!" Anlatıcının eşi birkaç defa gidip geliyor, her gelişinde daha sinirli olduğunu görüyoruz. Resûl eşini hastaneye götürmeye yanaşmıyor, kapının önünde Kur'an okuyor durmadan, eşine dişini sıkmasını söylüyor derken sinirler iyice geriliyor, anlatıcı da dayanamayıp Resûl'le konuşmaya gidiyor. O sırada kadın bir kız doğuruyor ama dişini yeterince sıkamıyor, çocuğun doğumu Mevlit Kandili'ne denk gelemiyor, Resûl eşine hakaret ediyor. Anlatıcı dayanamayıp girişiyor, Resûl, "Sizin yüzünüzden oldu kâfirler!" diye bağırıyor, bizimki kafa göz dalıyor. Acı bir öyküyü trajikomik hale getirmiş Bektaş, güzel bir öykü bu. İkinci öyküyü bir çocuk anlatıyor. Dedesi çok zengin, tarlalarından başka evleri ve manifatura dükkanı var, iyi para kazanıyor. Bir gün ölüveriyor, anneye göre elli ikisine kadar mal mülk konuşulmamalı, ardından mallar paylaşılmalı. Tabii yine anneye göre babasının vefatından sonra yapılması gereken her şey yapılmalı, masraftan kaçınılmamalı. Eşine göre yapılacakların çoğu boşa masraf, örneğin din görevlilerine Kur'an okutulacak, pazarlığa girişiyorlar. Anne yedi görevli diyor, baba bir diyor, üçte anlaşıyorlar. Anneye göre iyi bir miras kalacak, babaya göre hava alacaklar. Gerçekten de hava alıyorlar, dükkan dayılardan birine bırakılmış, tarlalar da erkek çocuklara gidiyor. Dedenin cennete gitmesi sakata biniyor böylece, baba yirmi yıl sonra bile olayı hatırlayıp kendine eğlence çıkartıyor. Aslında her bir öyküde toplumsal bir problemin yer aldığı söylenebilir, burada miras olayı, öncekinde yobazlık, bu tür şeyler.
Üç numara, Derin Hocanın Suyu. Hacı hoca öyküsüdür. Yoksul bir mahallede mümkün olduğunca mutlu yaşayan insanlar civarın en zengin ailesinin gölgesinde kalırlar ama bir şikayetleri yoktur, sonuçta bizim ata sporumuzdur tepemizdeki tarafından ezilmek. Neyse, zengin ailenin kız çocuğu bizim mahallenin çocuklarıyla oynar ama gizli gizli, üstelik her fırsatta laf sokar. Murat kıza simit tablasında kalan susamları verince Murat'a bile laf sokar, taneleri yerken üstelik. Neyse, bir gün bu aile bir yolculuğa çıkar, döndüklerinde evlerindeki paranın çalındığını söyleyerek polis çağırırlar, polisler Murat'ı alırlar, bir temiz benzetirler, suçsuz olduğu anlaşılınca biraz daha benzetip bırakırlar. Ahmet Abi bununla yetinmez, parasını çalanın Murat olduğunu ispatlamak için namlı bir hocayı çağırır. Hocamız anlatıcı evladımızı seçer, bir tas suya baktırır ve dayıları görüp görmediğini sorar. Çocuğun şaklabanlığa basmaz kafası, hiçbir şey görmediğini söyler. Hoca çocuğu kovar, bir başka çocuğu alır ve Murat'ın hırsızlığını çocuğa "gösterir". Bizim evlat göremediği için forsunu kaybeder, annesinden azar yer üstelik. İki mutsuzluk, biri suçsuz yere rencide edilen Murat ki diğer mutsuzluğu da Murat'ın hesabına yazabiliriz. Murat her türlü kaybeden. Simitçi Murat, yoksul Murat, canım Murat. Dört numara, Çıplak Münir. Kasabanın biri, kim bilir hangi hiçliğin ortasında, Anadolu'nun bir yerinde. Almanya'dan mektup geliyor, bir şehir bu kasabayı kardeş kasaba ilan etmiş, belediye başkanını çağırıyor. Almancayı yarım yamalak bilen bir adamın aklına uyuyorlar biraz, civardaki Almanca öğretmeni de yarım yamalak el atıyor olaya. Vize almaya gidiyorlar, yedi kez. Alamıyorlar, üstelik kapıdaki Türk güvenlikçi bunları itip kakıyor durmadan, vize "vermeyeceklerini" söylüyor. Hadi bakalım, Alman'dan daha Alman bir Türk. Neyse, bunlar vize almadan gidiyorlar, paketleniyorlar tabii. Hapse atılıyorlar, kasabayı başkanın yardımcısı yönetmeye başlıyor, hayat devam ediyor. Tam mizah, en karasından.
Alman Ali, Camgöz, Yorgun Ölü aynı minvalde öyküler, bürokratik çıkmazlardan yolunu bulmaya çalışan insanlara kadar çeşit çeşit mesele işleniyor bu öykülerde. Her öykünün başında Semih Poroy'dan bir çizim var, çok iyi bir şekilde görselleştiriyor öyküleri, başarılı bence. Çok sevdim Bektaş'ın öykülerini, seveceğimi tahmin edip birkaç kitap birden almıştım. Nereden, Bostancı'dan. Hatay Meyhanesi'ni Suadiye'ye doğru az geçin, solda köşede bir antikacı göreceksiniz, önünde tezgah var kocaman, tezgahta bir dünya kitap. Oradan aldım ama siz çok almayın, sırf oradan bir şeyler düşüreceğim diye trenden bir durak önce inip Küçükyalı'ya kadar yürüyorum. Gerçi alın ya, ucuz ucuz kitaplar, 5 TL tanesi. Bir bakın yani. Bektaş'ın kitapları orada var, ikişer üçer tane görmüştüm ben. İyi öykü. Valla.
17 Kasım 2019 Pazar
Erlom Ahvlediani - Kendini Kaybeden Adam

Merhametli Adam'ın meşhur şiirdeki masayla bir ilgisi var. Adam eşeğiyle yola çıkar, yolda karşılaştığı çocuğu eşeğine bindirir. İki kadına rastlar, onları da bindirir. Karşılaştığı adamı, adamın devesini ve yükünü eşeğe bindirir, kaya parçasını eşeğe, en sonunda eşeği de eşeğe bindirir ve köye varırlar, cümbür cemaat. Bir kalp herkese yer açabilir, kalbin böyle bir gücü var. Bunu bir de eşeğe sormak lazım tabii. Başka, Cimri Adam var. Bütün parasını elinde tutup kendisini saçıp savuran, şansını zorlayarak parçalara ayrılan biri. Kumarda sevgisini, saygınlığını, her şeyini kaybediyor ve en başından beri sahip olduğu şeyden başka bir şey kalmıyor elinde: kendisinden. Pazarlıkçı Adam'da durum tam tersi, her gece gökyüzüne bakıp hayal kurduğu, yıldızları izlediği tarlasını satıyor. Ardık kuşu, çiçekleri, çardağı, her şeyi geride kalıyor. Parasıyla köyün yarısını satın alıyor, üstelik sattığı toprağıyla beraber, bir daha gökyüzüne bakmamacasına. Kuşların şarkısını, yıldızların anlattığı hikâyeleri dinleyemiyor bir daha, kendisini fark etmeden satıyor bir anlamda. Hayalci Adam tam ortada duruyor, her şeyin hayalini kurup hiçbiri gerçekleşmeyince uyuyakalıyor, hayatı akıp gidiyor ama hayalleri olduğu gibi duruyor. İyileriyle birlikte kötüleri de var, insanların kendisinden korkmasını, önünde eğilmelerini istiyor, oysa çok iyi bir insan. Olamayacağı bir şeyin olma hayali bütün gününü dolduruyor, ne olduğunu ve ne olabileceğini bilmesine rağmen.
Herkesin Yok Zannettiği Adam'la bitireyim, son öykücük. Lao Tzu'dan bir alıntı: "İhtirassız olduğu için ona 'hiç' diyorlar." Adam yalnız kendisi için var, herkes onu yok zannediyor. Gökyüzü ve toprak adamın varlığından haberdar, herkes onu yok zannediyor. Dolulukla boşluk var, sevgi ve nefret, var bunlar, hepsi adamla birlikte var ve adamın varlığı apaçık ortada ama kendisi için var adam, başka bir şey için değil. Ölüm de var, kendine ait bir yere sığışıveriyor, adam yalnız kendisi için var. Koca yaşam onu biliyor, yeterli.
Alıveriniz, okuyuveriniz. Çizimleri güzel, öykücükleri güzel bir kitap. Kısacık olmasına rağmen ne kadar derine indiğini okur anlayacak.
14 Kasım 2019 Perşembe
Stanislaw Lem - Soruşturma
Duvarın içinden geçmeyi deneyin. Geçemeyeceksiniz. Bir daha deneyin, yine geçemeyeceksiniz. Bunu sonsuza kadar sürdürürseniz geçebileceksiniz. Kuantum fiziği bu geçişin olanaklılığını gösterir, Heisenberg sağ olsun. Kuantum tanrıları hep birden iteklerse arkamızdan, atom altı parçacıklarımız günlerindeyse eğer, kendimizi öte tarafta bulabiliriz. Kendimizi değil, bir kolumuzu öte tarafta bulabiliriz. Gerçi bulamayabiliriz de, duvarın içine gömülü olarak kalabilir, bir saniye önce kolumuzun olduğu yerde bir kan fıskiyesi bulabiliriz. Bir adım ötesini düşünüyorum, bilincimiz geride kalabilir. Bedenimiz duvarın ötesinde, bilincimiz burada, nöronlar kafalarına esip ayrılmışlar bedenimizden. Skhizein'i bilir misiniz? Adamın bir kuantum sıçraması sırasında pek de iyi sıçrayamadığını düşünmüşümdür şimdiye kadar. Kendi gözlerinize karşı elli metre öteden el sallayabileceğinizi düşünsenize. Newton ve Laplace ağlardı. Aslında klasik determinizmle olasılık determinizminin ilişkisini genel görelilik kuramı ve kuantum kuramı arasındaki ilişkiye benzetebiliriz, ilki çok büyük varlıkların ilişkisini incelerken ikincisi miniciklerinkini inceler ve karşı karşıya gelseler birbirlerine tekme tokat girerler, bambaşka dünyaların kuramları oldukları için. Kaku'ya göre ikisini bir araya getirebilmek için harıl harıl çalışıyormuş insanlar ama başarı sağlanamamış henüz, zaten bu başarılsa Her Şeyin Teorisi falan çıkar ortaya, zamanı eğip bükerek Tip III uygarlık seviyesine geliriz, galaksiye yayılırız. Henüz böyle bir durum yok, kısa bir süre içinde de olmayacak gibi görünüyor. Şimdilik bilimkurguyla alacağız gazımızı ama görmek isterdim açıkçası, neyse, biz nedenselliği olayların düzenini algılayış biçimimiz olarak görelim. Jung'a göre bilimsel algımızın temelidir bu, eşzamanlılığı da göz önüne alırsak niyetimiz, doğrultumuz birbiriyle bağlantısı olmayan olaylar arasında bağ kurmamızı sağlar, farklı zamanlarda gerçekleşen olayları tek bir zamana sıkıştırıveririz de farkına varmayız bile. Eğer bir polissek, atandığımız bir cinayet soruşturması varsa verileri bir araya getirerek gizemi çözmeye çalışır, katili bularak işimizi yapar, cinayeti çözmemizi sağlayan titizliğimizle ve olaylar arasında bağlantı kurma yeteneğimizle gurur duyarız. Eğer Karındeşen Jack'in peşindeysek ve adamı bir türlü ele geçiremezsek mantıklı neden-sonuç ilişkilerini kuramadığımız için, bunu kimse kuramadığı için mesele doğaüstüne kayacaktır. İstatistiklere bakarak -yine Jung'ın ele aldığı bir meseledir istatistik, aklımızı kaçırmamamıza yardımcı olur- cinayet işleyenlerin genellikle insan olduğunu görürüz, Poe'nun katil maymunu bu meseleyi azıcık taklaya getirse de bir hayaletin cinayet işlediğine dair bilgiler istatistiklere giremez, yoktur böyle bir şey. Elde veri varsa eğer. Suç dünyası için mesele kolaydır, patolojik vakaların işledikleri suçlar genellikle çözülür. Araştırılan mevzu cesetlerin yürümesiyse eğer, orada durmak lazım. Lem'in meseleye yaklaşımı bu açıdan yenilikçi, doğalın incelenmesinde iş kolay ama doğaüstü birkaç vaka Scotland Yard tarafından incelenecekse vaziyet karışıyor.
Lem'in bilimkurguya dayanmayan nadir metinlerinden sanırım, polisiye denir bir şey denecekse. Lem esas anlatının içine birtakım garip olayları sıkıştırarak nedenselliğin farklı boyutlarını anlatır, uygulamalı olarak gösterir hatta. Mevzu hakkında bilgi sahibi değilsek saçma ve gereksiz gelecektir ama Teğmen Gregory'nin sokakta yürürken kendisiyle karşılaşması, evinin sahibinin evinden gelen garip sesler, karşılaştığı diğer olaylar bize dünyaya dair kurduğumuz mantığın ne kadar sallantılı olduğunu göstermeyi amaçlar. Şeylere mutlak ve somutluğa dayanan yargılarla yaklaşıyorsak nedenselliğin bir boyutunu gözardı ediyoruz demektir, belki de akıl sağlığımızı korumak için yaptığımız bir şeydir bu, hatta bilincin kendi savunma mekanizması bile olabilir, bilinç kurduğu dünyanın tek gerçek dünya olduğunu düşün(dür)ür, bu dünyanın içinde yaşarız. Eşzamanlılığa kapanırız böylece, tek bir çizginin üzerinde yürümekten başka bir şey yapmayız. Bu ilginç, zira Teğmen Gregory'nin olaylara bakış açısı anlatı boyunca sık sık sorgulanır, bir kanun adamının yürüdüğü çizgiden başka bir şeye sahip olmaması yer yer eleştirilir ama Gregory kendisinin peşine düşmez, araştırdığı üç vakadan birindeki yürüyen cesedi kalabalığın içinde gördüğü halde bu bilgiyi araştırmasına katmaz, arada kalmış bir adam olarak da çıkmaz karşımıza. Gözlemcilikten fazla bir şey yapmıyor gibidir, oysa gecesini gündüzüne katarak bir ölünün yürüyüp yürümediğini anlamaya çalışmaktadır, ortada garip bir durum var yani. Birbiriyle ilişkisi olmayan bilgiler toplandıkça şirazesi kayar, neyi araştıracağını bilemez hale gelir, her şeyden şüphe etmeye başlar, buna benzer bir sürü şey. Sırayla gideyim, bir toplantı salonundayız. Başmüfettiş Sheppard ve memurları Farquart, Gregory, otopsi uzmanı Sorensen ve çatlak profesör tipine cuk oturan Dr. Sciss kısa süre önce yaşanan üç olay hakkında konuşuyorlar. Veriler sağlam, ortada bir çarpıtma, bilgi saklama gibi katakulli yok ama üç olay da birbirinden garip. Cesetler hareket ediyor, kıpırdıyor, morglarda akıl almaz olaylar yaşanıyor. Oldukça detaylı bir şekilde anlatılıyor bunlar, ayrıntıları vermeyeyim ama anlatı tipik bir polisiyeye aitmiş gibi gözüküyor en başta, bunu söyleyeyim. Çavuş Peel aralarında yok, böbreklerindeki bir sorundan ötürü hastanede. Adı geçtiği için kilit bir rolde yer alacağını düşünüyoruz ama böyle olmuyor, aslında metni okurken aldığımız pek çok notun çıkmaz sokaktan ibaret olduğunu görüyoruz. Bu iyi, okur mantığımızı sıklıkla dumura uğruyor, anlatının konusunu düşününce on numara teknik. Neyse, Dr. Sciss konuşmaya başlayınca bir örüntü yakaladığını düşünüyoruz, olayların gerçekleştiği yer, zaman ve mekan bilgilerini bir araya getirerek istatistiksel veriler çıkarıyor, olayların belli bir bölgede belli aralıklarla gerçekleştiğini söylüyor. Bir sonraki olayın izi sürülebilecek yani, vakaların çözülmesi için en ufak bir ipucuna muhtaçlar ve bir cesedin tekrar yürümesiyle gereksinim duydukları bilgiye kavuşabilirler. "Cesedin yürümesi" değil tabii kabul ettikleri olay, mantığa uygun bir açıklama arıyorlar en başta. Dr. Sciss'e göreyse böyle bir açıklama görülmüyor, sonradan iddia ettiği üzere birtakım mikroskobik zerzevatın ölüler üzerindeki etkisinden, bir nevi ilahi canlanıştan yola çıkılabilir. Doğaüstüne doğru uzanan yol kabul edilebilir değil, yine de bir ihtimal olarak masada duruyor. Sebebe ulaşma konusunda dinler tarihi, mitoloji, insanın kaynağına ulaşan her yol göz önünde bulunduruluyor böylece, en azından fikir olarak akılda tutuluyor. Bu açıdan metin zengin, Lazarus Etkisi dahil olmak üzere pek çok gönderme mevcut. Bunun yanında olay yerlerinin nitelikleri vakayı iyice zorlaştırıyor, bir morgda çok sayıda kedi bulunmuş, bir diğerinde polisin teki gördüğü şey yüzünden dehşete kapılarak kaçarken bir arabanın altında kalıyor, uyanana kadar yoğun bakımda kalıyor. Uyanmasıyla birlikte gizemin çözüleceğini düşünebiliriz ama bunca bilinmezin içinde o da zor biraz. Doktorun meseleyi bağladığı fikri: "Ergo, beyler, açıkça görülüyor ki, bu olaylar meydana gelmiş olamaz." (s. 29) Sağduyuya ters çünkü, mümkün değil böyle şeyler. Mümkün.
Aralarda Gregory araştırmalarını yapıyor, Sciss'ten şüphelenip adamı takip ediyor, oturup konuşuyor, bir yandan Başmüfettiş tarafından yönlendiriliyor, sanki görünmez bir el tarafından oradan oraya atılıyor ama yine taca çıkıyoruz, böyle bir şey de yok. Kısacası şimdiye kadarki tecrübelerimizin yardımıyla kurabildiğimiz örüntüler, çıkarımlar bu anlatıda pek bir işe yaramıyor, bir olayın birden fazla sebebi olduğunu seziyoruz ama bu sebepleri bulamıyoruz bir türlü, her bilgi başka bir bilinmeze varıyor. Örneğin polis kendine geldiği zaman cesedin gerçekten de hareket ettiğini söylüyor, yalan söylemesi için bir sebep yok. Ardında hiçbir iz bırakmadığı düşünülen psikopatı aramayı bırakmak için yeterli bir sebep değil bu, insan faktöründen ötürü bu veri güvenilir bulunmayabilir ki geçerliliği sorgulanıyor. Başka bir ipucu da Başmüfettiş'ten geliyor, anlatının sonunda Başmüfettiş olayların gerçekleştiği kasabaların civarındaki bir nakliye şirketinden bahsediyor. Zincirleme vakaların ayyuka çıktığı mekanlar belli, olayların zaman aralıkları belli, o halde aranan psikopat bu şirkette çalışan bir şoför olabilir mi? Başmüfettişin teorisi akla yatıyor açıkçası, sisten göz gözü görmezken araç kullanan şoförlerin bir süre sonra akıl sağlıklarını yitirdiklerini söylüyor Başmüfettiş, insan yön algısını kaybediyor ve sadece biçimsiz bir boşluğa bakar hale geliyor. Sisin yoğunluğuna ve diğer koşullara göre şirketin müdürü şoförlere daha çok dinlenme süresi verebiliyor, bu iki bilgiye bakarak cesetleri yürütenin(?) bir şoför olduğu söylenebilir, çok mantıklı. Aslında mantığa hitap eden ve etmeyen çok fazla teori var ve hemen hemen hiçbirinin somut bir dayanağı yok, bu durumda ihtimaller bir olayın çeşitlemeleri olmaktan öteye gidemiyor, vakalar çözülemiyor, bu çözülemezlik içinde anlatı sona eriyor.
Oldukça ilginç, felsefi bir metin bu. İlgilisi gördüğü yerde okusun derim ama baskısı yok, sahaflardan bakacaksınız veya Nadir'den alacaksınız artık.

Aralarda Gregory araştırmalarını yapıyor, Sciss'ten şüphelenip adamı takip ediyor, oturup konuşuyor, bir yandan Başmüfettiş tarafından yönlendiriliyor, sanki görünmez bir el tarafından oradan oraya atılıyor ama yine taca çıkıyoruz, böyle bir şey de yok. Kısacası şimdiye kadarki tecrübelerimizin yardımıyla kurabildiğimiz örüntüler, çıkarımlar bu anlatıda pek bir işe yaramıyor, bir olayın birden fazla sebebi olduğunu seziyoruz ama bu sebepleri bulamıyoruz bir türlü, her bilgi başka bir bilinmeze varıyor. Örneğin polis kendine geldiği zaman cesedin gerçekten de hareket ettiğini söylüyor, yalan söylemesi için bir sebep yok. Ardında hiçbir iz bırakmadığı düşünülen psikopatı aramayı bırakmak için yeterli bir sebep değil bu, insan faktöründen ötürü bu veri güvenilir bulunmayabilir ki geçerliliği sorgulanıyor. Başka bir ipucu da Başmüfettiş'ten geliyor, anlatının sonunda Başmüfettiş olayların gerçekleştiği kasabaların civarındaki bir nakliye şirketinden bahsediyor. Zincirleme vakaların ayyuka çıktığı mekanlar belli, olayların zaman aralıkları belli, o halde aranan psikopat bu şirkette çalışan bir şoför olabilir mi? Başmüfettişin teorisi akla yatıyor açıkçası, sisten göz gözü görmezken araç kullanan şoförlerin bir süre sonra akıl sağlıklarını yitirdiklerini söylüyor Başmüfettiş, insan yön algısını kaybediyor ve sadece biçimsiz bir boşluğa bakar hale geliyor. Sisin yoğunluğuna ve diğer koşullara göre şirketin müdürü şoförlere daha çok dinlenme süresi verebiliyor, bu iki bilgiye bakarak cesetleri yürütenin(?) bir şoför olduğu söylenebilir, çok mantıklı. Aslında mantığa hitap eden ve etmeyen çok fazla teori var ve hemen hemen hiçbirinin somut bir dayanağı yok, bu durumda ihtimaller bir olayın çeşitlemeleri olmaktan öteye gidemiyor, vakalar çözülemiyor, bu çözülemezlik içinde anlatı sona eriyor.
Oldukça ilginç, felsefi bir metin bu. İlgilisi gördüğü yerde okusun derim ama baskısı yok, sahaflardan bakacaksınız veya Nadir'den alacaksınız artık.
12 Kasım 2019 Salı
Jorge Luis Borges - Rüyalar Kitabı
Rüyalarla aynı tornadan çıktık. Değil, rüyaların yapıldığı malzemedeniz, Shakespeare Prospero'ya bunu söyletiyor. Hepimiz yıldız tozuyuz, gerçi Sagan "star-stuff" diyor, bunu da "such stuff" şeklinde Prospero söylüyor, gerçi yıldız tozu daha yakışıklı duruyor. Steven Wilson, "Deform to form a star," diyor, "Here on earth, together," diye ekliyor. Rüyalarla varoluşun çok derinlerinde bir yerde aynıyız, var olduğunu "dayatan" bilincin bir yanı, hatta kendisi rüyanın bir parçası, tersi de geçerli. Bir rüyadayız, ölünce uyanırız. Bu bir hadis-i şerif, Borges bunu metnine almamış ama anılması lazım, ölmeden ölmenin anlamı bu sözle birlikte ortaya çıkıyor. Bu dünyanın bir uykudan, rüyadan ibaret olduğunu anladığımızda belki de derinlerde bir yerde gizlenen eşliği, anlamların denkliğini görebiliriz. Oyun yazarı, bilim insanı, müzisyen ve peygamber görür gibi olmuş, Borges'in derlediği metinleri okursak bu denkliğe bir nebze yaklaşmış oluruz, en azından bunun tarih boyunca hangi biçimlerle ve içeriklerle sezildiğine dair bilgimiz olur. Arada Borges'in kendi metinlerine de rastlarız, başka kitaplarında yer alan metinlerini buraya taşımış. Geri kalanları kutsal metinlerden, söylencelerden, edebi metinlerden ve bilimsel incelemelerden toplanmış, muhteşem bir seriyi bitirmek için nokta mahiyetinde şahane bir derleme. Önsöze bakıyorum, Joseph Addison'ın kitapta yer alan bir denemesinden alıntı yaparak rüya gören insanın bedenden kurtularak insan ruhunun hem bir tiyatro sahnesi, hem oyuncu, hem de seyirci olduğunu söylüyor Borges, böylece rüyaların edebi türlerin en eskisi ve en eksiksizi olduğu tezine varıyor. Kitap "varsayımsal tarih" için bir başlangıç niteliği taşıyor, Poe'dan Doğu'nun peygamberlerinin rüyalarına kadar pek çok malzeme bu tarihin parçalarını oluştururken belli belirsiz hissettiğimiz bir bütünlük hissini de ortaya koymaya çalışıyor. Rüya tabirleri binlerce yıldır insanlara yol gösteriyor, doğru veya yanlış. Gölgedeki dünyayı görünen dünyaya ekleme çabalarından sadece biri.
Gılgamış Destanı'ndan bir bölümle başlıyoruz, Gılgamış uykunun sürmesi için uğraşacak. Ölümden kaçmayı başarmış tek fani olan Utnapiştim'i bulmak için dünyanın sınırına gidiyor, adamdan ölümsüzlüğün sırrını istiyor. Utnapiştim'in anlattığı tufan hikâyesini biliyoruz zaten, dağın tepesinde kalan gemi var, hayvanların ve ailenin gemiye tıkıştırılması var. Bir de ölümsüzlüğün sırrı var ama bu yine ölmeden ölmek meselesine geliyor. Utnapiştim'in ölümsüzlüğünün kaynağı, rüyanın rüya olduğunu anlamakta yatıyor. Bu rüya-yaşam birlikteliğinin izlerini tarih öncesi insanlara kadar süren bir araştırma vardır mutlaka, bakmak lazım. Hatta bu tufanın da vardır, söylencenin ilk halini çıldırasıya merak ediyorum. Neyse, Gılgamış'ınki MÖ ikinci bin yıldan bir Babil öyküsü. İkinci parçayı Babil Kitaplığı'ndaki metinlerden birinden çekip almış Borges, Konuk Kaplan'dan. Burada yazarın adı Tsao Hsue-King olarak verilmiş ama kapakta Cao Xueqin olarak görüyoruz, hangisi bilmem artık. Neyse, Pao Yu rüyasında kendininkine benzer bir bahçede olduğunu görüyor, hizmetçilerinin yanına gittiği zaman kimsenin Pao Yu olduğuna inanmadığını görüyor, sonra yatak odasında uyuyan adamın Pao Yu olduğunu anlıyor, iki Pao Yu karşı karşıya geliyor falan, uyanış sırasında her şey baştan başlıyor. Kuyruğunu kovalayan bir hikâye. Kutsal kitaplardan alınan metinleri doğrudan geçmek istiyorum, Yusuf'la ilgili birçok bab mevcut, Tanrı'nın sözlerine yer verilmiş falan, ilahi kelamdan gelecek tasvirine inanmayan kulların başlarına gelen felaketler anlatılıyor daha çok. Bir alıntıyla geçeyim: "Eğer Yüce Tanrı seni ziyaret etmeleri için göndermemişse, rüyaları önemseme." (s. 39) Buradan Antik Yunan'a uzanırsak mitik olguların geçirdikleri değişimi adım adım takip etmeye başlayabiliriz, örneğin Zeus'un art arda gördüğü rüyalardan bahsedilir ki tanrıların rüya görmesi ilginç bir durum, insani nitelik kazanma olayı bu dönemden itibaren mi görülüyor acaba?
Sezar'ın ölümünde rüyaların etkisini Plutarkos anlatıyor, başka metinlerde parça parça gördüğümüz hikâye tamamlanıyor böylece. Mart ayının on beşine kadar büyük bir tehlikenin beklenebileceği söylenirmiş eskiden, Sezar'ın eşi Calpurnia gördüğü rüyaları bu felaket beklentisiyle bir tutarak ağlayıp yalvarmış, Sezar'ın senatoya gitmesini engellemek için elinden geleni yapsa da başarılı olamamış. Kurbanlar kestirmek, başka kehanet araçları kullanmak istemiş ama durduramamış adamı, ilginç. Sezar'ın mektuplarını içeren kurmaca bir metinden alınan parçaya bakarak, tabii biraz da gerçeklik payı olduğunu düşünerek bakarsak Sezar'ın da rüyalara çok önem verdiğini görebiliriz, garip bir durum ortaya çıkıyor o zaman. Sezar gücünü yitirmediğini göstermek istedi ya da kendi kehanetine sahipti, sonuçta ölümüne yürüdü. Gerçeği rüyadan ibaret sanmak inancın en derin noktasından doğuyor, böyle bir inanca sahip insanı yolundan çevirmek zor. Bir de tersi bir durum var, olduğu gibi alıntılayayım. Coleridge'ten: "Eğer biri rüyasında cennete gider ve ona orada olduğunun kanıtı olarak bir çiçek verilirse, uyandığında da elinde bu çiçeği bulursa... Ne demeli buna?" (s. 72) Borges'in Parmenides'i karakter olarak kullandığı bir öyküsü var, altın bir gülle alakalı sanırım. Diğer karakter Parmenides'in evini buluyor, adamla konuşuyor ve Parmenides adama altın bir gül verip uyanmasını istiyor. Sanırım. Adam uyanıyor, elinde altın gül. Ne demeli gerçekten? Machado'dan direkt alıntı yaparsam cevaba ulaşır mıyız?
"Bellekte tek değer taşıyan şeydir
Rüyaları hatırlama kıymetli hediyesi." (s. 87)
Cisimleşmiş bir rüya parçasının çok büyük bir hadise olduğunu düşünmemeye meyilliyim, somut dünyanın berisinde her şey karman çorman bir şekilde işlenmeyi, zihne veya dünyaya gelmeyi bekliyor. Altın bir gülün pek de doğaüstü bir yanı yoktur, var olması dışında. Gerçekte değil, rüyada. Başka bir bölümü ele alıp genişleteyim, beş-altı yaşlarında bir çocuğa anlatıcı gece ne rüya gördüğünü soruyor. Çocuk, adamı ahşap bir evde gördüğünü ve kapıyı kendisine açtığını söylüyor, sonra aniden, merakla soruyor, adamın o evde ne işi vardı? Sanki tek bir düzlem varmış da her şey orada gerçekleşiyormuş gibi. Aziz Augustinus rüyalarından sorumlu olmadığını anladığında Tanrı'ya teşekkür etmiş, kendisiyle arasında büyük fark olduğunu düşünüp rüyalarındaki yozluktan yaşamındaki Hıristiyan doktrini çalışmalarına dönebildiği için şükran doluymuş. Sezgiyi bu şekilde ortadan kaldırıyoruz belki de, savunma mekanizması haline geliyor. Rüyanın gerçek olmadığını düşünürsek düşsel sapkınlıklar gündelik yaşama sirayet edemez, bu yaşamı oldukça kolaylaştırıyor. Belki de durugörüyü engelliyor bir noktada, öteyi yaşamla perdeleyip ortadan kaldırıyoruz.
İki bölümü daha alıp bırakayım, ilki Mahşer Rüyası ya da Kurukafalar Rüyası. Dante'den mülhem bir metin ama mahşerin çeşitlenmiş tasvirlerini içerdiği için dikkate değer. Beddua edenlerden ve hırsızlardan başlanıyor, filozoflardan şairlere, İsa'dan Muhammed'e herkes yargılanıyor. Cevapları ilginç, gönderildikleri yerler üzücü. Örneğin filozoflarla şairler cehenneme gönderiliyor, gerçekliği çarpıttıkları gerekçesiyle. Dinin coşkusunu kendilerine yonttukları için de olabilir, aslında cehenneme gitmeleri için yeterli gerekçe var iblislere göre. İkinci metin Coleridge'in Kubilay Han'ını inceliyor. Şu yeter sanırım: "Bir Moğol imparatoru 13. yüzyılda rüyasında bir saray gördü ve aynen gördüğü sarayı inşa ettirdi. 18. yüzyılda, bu sarayın bir rüyadan yola çıkarak yaptırıldığını bilmeyen bir İngiliz şair rüyasında saray üzerine bir şiir gördü. (...) Daha önce yazıldığı gibi, başka bir açıklamayı sezmek ya da varsaymak mümkündür. Belki de insanlara hiç vahyedilmemiş bir arketip, (Whitehead'in adlar listesini kullanırsak) sonsuz bir nesne yavaş yavaş dünyaya girecektir; bunun ilk tezahürü saray, ikincisi ise şiir oldu. Biri kalkıp bunları karşılaştırsaydı ikisinin de esasen denk olduğunu görürdü." (s. 176, 178)
Hawthorne "gerçekliğin içgüdüsel algısı" diyor, hikâyelerden çıkan başka tanımlar var, söylenceler ve ritüeller anlamı bambaşka noktalarda arıyor. Nörobiyoloji tam gaz çalışıyor bir yandan, bilim daha somut verilere ulaşarak başka bir kanattan ilerliyor, hepsi rüyanın neliğini anlamak için. Rüya nedir? Binlerce yıldır insanın aklını kurcalayan bu sorunun yüze yakın cevabı, cevaba yaklaşan çeşitlemeleri var bu kitapta. Borges'ten Kitaplık'a yakışır bir nokta.

Sezar'ın ölümünde rüyaların etkisini Plutarkos anlatıyor, başka metinlerde parça parça gördüğümüz hikâye tamamlanıyor böylece. Mart ayının on beşine kadar büyük bir tehlikenin beklenebileceği söylenirmiş eskiden, Sezar'ın eşi Calpurnia gördüğü rüyaları bu felaket beklentisiyle bir tutarak ağlayıp yalvarmış, Sezar'ın senatoya gitmesini engellemek için elinden geleni yapsa da başarılı olamamış. Kurbanlar kestirmek, başka kehanet araçları kullanmak istemiş ama durduramamış adamı, ilginç. Sezar'ın mektuplarını içeren kurmaca bir metinden alınan parçaya bakarak, tabii biraz da gerçeklik payı olduğunu düşünerek bakarsak Sezar'ın da rüyalara çok önem verdiğini görebiliriz, garip bir durum ortaya çıkıyor o zaman. Sezar gücünü yitirmediğini göstermek istedi ya da kendi kehanetine sahipti, sonuçta ölümüne yürüdü. Gerçeği rüyadan ibaret sanmak inancın en derin noktasından doğuyor, böyle bir inanca sahip insanı yolundan çevirmek zor. Bir de tersi bir durum var, olduğu gibi alıntılayayım. Coleridge'ten: "Eğer biri rüyasında cennete gider ve ona orada olduğunun kanıtı olarak bir çiçek verilirse, uyandığında da elinde bu çiçeği bulursa... Ne demeli buna?" (s. 72) Borges'in Parmenides'i karakter olarak kullandığı bir öyküsü var, altın bir gülle alakalı sanırım. Diğer karakter Parmenides'in evini buluyor, adamla konuşuyor ve Parmenides adama altın bir gül verip uyanmasını istiyor. Sanırım. Adam uyanıyor, elinde altın gül. Ne demeli gerçekten? Machado'dan direkt alıntı yaparsam cevaba ulaşır mıyız?
"Bellekte tek değer taşıyan şeydir
Rüyaları hatırlama kıymetli hediyesi." (s. 87)
Cisimleşmiş bir rüya parçasının çok büyük bir hadise olduğunu düşünmemeye meyilliyim, somut dünyanın berisinde her şey karman çorman bir şekilde işlenmeyi, zihne veya dünyaya gelmeyi bekliyor. Altın bir gülün pek de doğaüstü bir yanı yoktur, var olması dışında. Gerçekte değil, rüyada. Başka bir bölümü ele alıp genişleteyim, beş-altı yaşlarında bir çocuğa anlatıcı gece ne rüya gördüğünü soruyor. Çocuk, adamı ahşap bir evde gördüğünü ve kapıyı kendisine açtığını söylüyor, sonra aniden, merakla soruyor, adamın o evde ne işi vardı? Sanki tek bir düzlem varmış da her şey orada gerçekleşiyormuş gibi. Aziz Augustinus rüyalarından sorumlu olmadığını anladığında Tanrı'ya teşekkür etmiş, kendisiyle arasında büyük fark olduğunu düşünüp rüyalarındaki yozluktan yaşamındaki Hıristiyan doktrini çalışmalarına dönebildiği için şükran doluymuş. Sezgiyi bu şekilde ortadan kaldırıyoruz belki de, savunma mekanizması haline geliyor. Rüyanın gerçek olmadığını düşünürsek düşsel sapkınlıklar gündelik yaşama sirayet edemez, bu yaşamı oldukça kolaylaştırıyor. Belki de durugörüyü engelliyor bir noktada, öteyi yaşamla perdeleyip ortadan kaldırıyoruz.
İki bölümü daha alıp bırakayım, ilki Mahşer Rüyası ya da Kurukafalar Rüyası. Dante'den mülhem bir metin ama mahşerin çeşitlenmiş tasvirlerini içerdiği için dikkate değer. Beddua edenlerden ve hırsızlardan başlanıyor, filozoflardan şairlere, İsa'dan Muhammed'e herkes yargılanıyor. Cevapları ilginç, gönderildikleri yerler üzücü. Örneğin filozoflarla şairler cehenneme gönderiliyor, gerçekliği çarpıttıkları gerekçesiyle. Dinin coşkusunu kendilerine yonttukları için de olabilir, aslında cehenneme gitmeleri için yeterli gerekçe var iblislere göre. İkinci metin Coleridge'in Kubilay Han'ını inceliyor. Şu yeter sanırım: "Bir Moğol imparatoru 13. yüzyılda rüyasında bir saray gördü ve aynen gördüğü sarayı inşa ettirdi. 18. yüzyılda, bu sarayın bir rüyadan yola çıkarak yaptırıldığını bilmeyen bir İngiliz şair rüyasında saray üzerine bir şiir gördü. (...) Daha önce yazıldığı gibi, başka bir açıklamayı sezmek ya da varsaymak mümkündür. Belki de insanlara hiç vahyedilmemiş bir arketip, (Whitehead'in adlar listesini kullanırsak) sonsuz bir nesne yavaş yavaş dünyaya girecektir; bunun ilk tezahürü saray, ikincisi ise şiir oldu. Biri kalkıp bunları karşılaştırsaydı ikisinin de esasen denk olduğunu görürdü." (s. 176, 178)
Hawthorne "gerçekliğin içgüdüsel algısı" diyor, hikâyelerden çıkan başka tanımlar var, söylenceler ve ritüeller anlamı bambaşka noktalarda arıyor. Nörobiyoloji tam gaz çalışıyor bir yandan, bilim daha somut verilere ulaşarak başka bir kanattan ilerliyor, hepsi rüyanın neliğini anlamak için. Rüya nedir? Binlerce yıldır insanın aklını kurcalayan bu sorunun yüze yakın cevabı, cevaba yaklaşan çeşitlemeleri var bu kitapta. Borges'ten Kitaplık'a yakışır bir nokta.
Fatma Nur Kaptanoğlu - Homologlar Evi

Homologlar Evi ikinci tekil şahsa seslenen bir anlatıcıya sahip. Mail kutusunun doluluğu, sosyal medyanın veriler yoluyla kullanıcısını boğması, sokaktan gelen gürültülerin engellenemezliği birbirine karışıyor, dijital dünyayla gerçek dünyayı yaptıkları baskı açısından ayıramaz hale geliyoruz. Burada anlatıcının seslenme biçimi de önemli, baskı üçleniyor böylece. Anlatıcının söylediğinin dışında bir şey gerçekleşmiyormuş, kişi başka bir şey yapamazmış gibi. Çok iyi fikir. Google'a giriş, kendini aratış, "homolog". "Bir başkasının yerini tam olarak tutan". İnsanın nesne olabilirliğine varıyoruz buradan, anlatıcı anlattığı kişiye ancak bir portakal olabileceğini düşündürüyor, tezgahtaki portakalları düşünerek. "Yüzde yüz bir denklik mümkün müdür? Her insanın bir homologu var mıdır?" (s. 34) Nesnel olamayacağım nokta burada ayyuka çıkıyor, öyküye kendiminkini de katmak zorundayım. Ben "kopya" demiştim buna, homolog daha derin bir anlama sahipmiş. Kopyada defolar olabilir ama homologda aslın yerini tam olarak tutma olayı var, gerçi benim öyküdeki karakter de kusurlu olduğu için kopyalığı üzerine yakıştırabilir. Eşyalar üzerinden yaklaştım ben, Kaptanoğlu başka bir kuşatılma biçimini irdelemiş. Alayım benim öyküdeki o kısmı. Adam evden gidecek ama gitmeden önce bir dengini bırakacak geride, gidebilmenin kendince en makul şartı.
"Hepsini yatak odasına götürüyorum, yatağın sağ tarafına yığıyorum. Elimi yumruk yapıp sargıların arasından bir damla kan düşürüyorum çarşafa, bir damla daha, bunlar gözler. Saçaklı bir duvar süsü, Leyla’ya nerede, hangi tatilde aldığımı hatırlamıyorum, saçlarım. Burnum için ahşap gemi iyi, biçimsiz çıkıntımın olduğu gibi hatırlanmasını istemiyorum, dört yıllık ilişkimizde Leyla ne kadarını aklında tutabildiyse artık, gemiye denkleyecek, burnumu olduğu gibi hatırlamayacak. Gerçekliği çarpıttım, bir başkasının hatırlanmasını sağladım, adım bir başkasının adına dönüştü, gözlerimin ne renk olduğu unutuldu, sesimin sertliği, yumuşaklığı, bütün detayları kayboldu, alışkanlıklarım değişti, bir başkasınınkine dönüştü, dokunuşumun ürpertisi yitti, sevgi sözcüklerim darmadağın oldu, bir başkasına söylenmek için bekliyorlar, aynı sözcükleri kaç farklı insana söylüyorum, düşününce her biri için üzülüyorum, her bir insan için ve her bir sözcük için. Dizimdeki yaranın kabuğunu kopardım, göbek deliğim oldu. Kargaların cıyaklamaları geliyor sokaktan, bir koşu tüyü alıp geliyorum, Leyla kaligrafi kursuna gitmeye başlayınca hediye etmiştim, kollarımdan biri artık. Diğer kolum için Leyla’nın bana aldığı gömleği dürüyorum, karnımın olduğu yere Filozofların Karnı’nı koyuyorum, kabuğu kaldırıp kitabın tam ortasına. Leyla’yla aramızda bir şaka.
(...)
Ekşi Mayalı Ekmeklerden Raif Bey Yapmak, senaryo formatında yazılmış bir metin olmakla birlikte Raif Bey'in yaşlılıkla mücadelesini anlatmaktadır, ekmek yapma çabası üzerinden kendisini gerçekleştirme uğraşını örneklemektedir, izlenme sayıları üzerinden internetteki videoların güvenilirliği bahsini eşelemektedir, bir YouTube kanalını eşine tercih edebilecek hale gelen Raif Bey'in olmayan çocuklarının yerine mayaları koymasındaki patolojiyi gözler önüne sermektedir, diğerleri gibi iyi bir öyküdür.
Ada'ya Geleceği Hakkında Bir Şey Söylemeyin için diğerlerinden ayrı bir yere konulması gerektiği söylenebilir. Ada'nın altı yaşındaki halini görürüz, ailesiyle yaşadıklarına şahit oluruz ve yaşadıklarının gelecekteki hallerini nasıl biçimlendirdiğini dinleriz, bizden Ada'ya dair istenen şeyin sebebini çıkarırız böylece. Anne-kız ilişkisine dair duygusal ketlenmelerle dolu sahneler belirir, Ada'nın kendisine tokat atma gerekçesinin o ânın dışında, o andan önce anlaşılmayacağı hissettirilir. Bu öyküdeki teknik yaşama yine çok yakın aslında, muhteşem hatalar yaptığımızda zamanda adım adım geriye giderek geçmişteki halimizle şimdikinin arasındaki muazzam farkı görüp üzülmez miyiz, ne bileyim, daha ince, hassas bir insan olduğumuzu hatırlayıp avunmaz mıyız, artık o insan olamayacağımız için yitenin acısını çekmez miyiz? Bunu kimse söylememeli gerçekten, Ada kendi anlayacak.
Beş altı öykü kaldı, tekrar okuyup yazacağım onları da. Şimdilik bunlar burada dursun, belki Kaptanoğlu'nun daha çok okunmasında faydası olur. Şahsen aşırı hesaplı kitaplı metinler yerine Kaptanoğlu'nun öykülerini öneririm ben.
11 Kasım 2019 Pazartesi
Tibor Déry - Eğlentili Bir Gömme Töreni
Metnin çevirmeni Adalet Cimcoz. Ön kapakta adı var, üstelik Tibor Déry'nin hemen altında, iki isim metni ortaklaşa yazmış gibi. İlginç bir tercih. 1967'de basılmış metin, Bilgi Yayınevi sağ olsun. Déry'den bahsedeyim, 1897'de Macaristan'da doğuyor, zengin bir Yahudi babanın ve Alman bir annenin çocuğu. Gönderileceği sürgünleri, yatacağı hapisleri, atlatacağı tehlikeleri hayal edebiliriz. 1930'larda Berlin'de gazetecilik yapmaya başlıyor, sonra 1950'lere kadar memleketine dönemiyor. Alman baskısı geçer geçmez Ruslar arıza çıkarıyor bu kez, Komünist Parti'yle ters düşer düşmez fişleniyor ve Macar İsyanı sırasında hapse atılıyor. Üç yıl sonra serbest bırakılıyor ve ömrünün sonuna kadar, on yıldan fazla bir süre memleketiyle hasret gideriyor. 1977'de Budapeşte'de vefat edene dek pek çok roman ve öykü yazıyor, Macarların kara ışığını metinlerine aktarıyor. Çalıp çırptığım bilgilere göre anlatılarında olaylar sonbahar veya kış aylarında geçiyormuş, memleketin bunaltısını daha iyi aktarabilmek için. Lukács'a göre çağının en iyi tasvircilerinden biriymiş, karakterlerini detaylandırma biçimini düşünürsek hak veririz. Metin biri uzun olmak üzere üç öyküden oluşuyor, her öyküde Déry'nin atmosfer yaratma başarısını görebiliriz. İlkine bakalım, kitaba adını veren öykü. Bayan V.'yle tanışıyoruz hemen, sinirli bir kadın. Kocasının ölümü yaklaşırken evde terör estiriyor, hizmetçileri azarlıyor, doktoru kalaylıyor, sivri dilinden kimse kurtulamıyor. Evin gireni çıkanı bolsa da üç karakter devamlı oradaymış gibi gözüküyor: Matild Teyze, Roza Teyze ve Berta Teyze. Koronun işlevini üstlendikleri söylenebilir, halkın sesi olmuşlar. Bay V.'ye pek bir ses ulaşmıyor, dinlenmesi lazım. Bir buçuk yıldır hasta, iki ay önce yataktan çıkamayacak duruma gelmiş ama ölmemiş, yaşama sarılmış. Macaristan'ın en ünlü profesörü X. gelip adamı muayene ediyor sürekli, ölmesini engelliyor denebilir. Bay V.'nin önemli bir şahıs olduğunu anlıyoruz, belki Parti'den, belki akademiden biri. Adı Ödön bu arada, Ödön'ün etrafında dönen lafın haddi hesabı yok, beklenen ölümünün sonrasını kafalarında kuran insanlar çoktan çekişmelere başlamışlar ama onun pek haberi yok bunlardan. En fazla doktorla ve eşiyle iletişim kuruyor, o kadar. Kendisini sonlara doğru detaylı olarak göreceğiz, öncesinde cenaze hazırlıklarından siyasi hareketlere, kısacası doldurulması gereken boşluklara odaklanan karakterlerin iç dünyalarına farklı açılardan bakıyoruz. Bayan V.'nin müsrifliğine dair pek çok olay anlatılıyor mesela, kadının evine antika kuntika bir dünya şey tıkıştırdığını, para eden her şeyi topladığını görüyoruz. Yalnızlıktan ölümüne korkuyor bir yandan, eşi öldüğü zaman kaybedeceği gücü düşünüp etrafında kimsenin kalmayacağından endişe ediyor. Endişe etmekte haklı gibi de gözüküyor, etrafındakilerin goygoylarına bakarak doğru bir çıkarım yaptığını söyleyebiliriz. Bayan V.'nin ölüme hazırlık için çabalamalarını göz önüne alarak çoktan kaybedilmiş bir gücü toparlamaya çalıştığını söyleyebiliriz, banka müdürlerinden parti yöneticilerine kadar pek çok tanıdığı arayarak mezar yerini ayarlamaya çalışıyor, tören düzeni hakkında fikirlerini sunuyor ama modası geçmiş biri olarak pek sallanmıyor açıkçası, maddi gücü de eskisi gibi olmadığı için zorluklar yaşıyor. Farklı insanlarla girdiği diyaloglar arasında Macaristan'ın durumu hakkında da bilgi sahibi oluyoruz, Batı'dan gelen tüketim malzemeleri çok pahalı, insanlar külotlu çorap bulabilmek için muazzam paralar ödüyorlar. Bayan V.'nin yok mesela, arkadaşından giydiği çorabı çıkarmasını istiyor, cenazede giymek üzere satın alıyor. Ambargo mudur, enflasyon mudur, pahalılık mıdır, artık neyse ülkeyi iyice zora sokmuş gibi gözüküyor.
Araya dereye kendisini de koymuş Déry, çok hoş. Bayan V.'nin bir diyaloğunda Déry'nin ölüp ölmediği sorgulanıyor, Déry kendini halkın ölü kahramanlarının arasına koyuyor ve gömülmüş gibi gösteriyor. Kendisinin bahsi geçtikten sonra evdeki en önemli hizmetçilerden birinin evdeki Yahudi nüfusunun artmasıyla birlikte istifa etmek istemesi anlamlı, kadın iyi bir hasta bakıcı ama antisemitist duyguları o evde daha fazla çalışmasını engelliyor. Bay V. anılarını yazıyor bu arada, morfinini alıyor ve durmadan yazıyor. Yazmasa daha uzun yaşayacağı söyleniyor ama o yaşamının sonuna geldiğini bildiği için kalemi düşürmüyor elinden. Sonradan kendisine verilen ilacın morfinden başka şeyler de içerdiğini öğreniyoruz, bu katakullinin de olayı farklı. Oraya girmeden Ödön'le pek sevdiği genç dostu Flora arasında geçen bir diyaloğu aktarayım. Pencereden görülen bir dağın farklı isimlendirilmesinden doğuyor olay, Ödön dağın eski adını söylüyor, Flora yeni adını. "Gördünüz mü? Ben o dağı eski adıyla anıyorum, Suab Dağı diyorum. Hürriyet Dağı'nı eski adıyla anan bir kuşağın işi ne yeryüzünde? Sözcüklerimden, simgelerimden, kendimden daha uzun ömürlü mü olayım? Ne alışverişim olabilir sizlerle?" (s. 43) Yıllar önce diktiği ceviz ağacının altında daha fazla oturmak istemiyor Ödön, zamanın geçip gittiğini anladığı için gitmek istiyor artık. Gidecek, cenazesi yapılacak, gözyaşları dökülecek ve toplumun kokuşmuşluğunun başka örnekleri sunulacak. Ödön'ün son tiradıyla bitireyim bunu: "'Bütün hayatım tıpkı kanser gibi, gelecekle örüldü,' dedi, 'kendimi değil, işlerimi, yaptıklarımı düşündüm hep. Kendimi boşladım, esenliğim umrumda değildi, işim önemliydi. Her dakikam işle doluydu. Cevizin altında oturup çalışırken, kuşların ötüşünü işitir miydim sanıyorsunuz? Yemekten kalkar, yediğimi unuturdum, söylemeseler çamaşır değiştirmezdim. Çok önemli bir işi başarmam gerektiği yalanına inanmıştım... bugüne değin hep aldattım kendimi.'" (s. 50)
Portekizli Kıral Kızı yıkıntılar arasında çocukluğun değer yargılarını irdeliyor. Macar ovasındaki B. köyü, Almanlar çekileli bir saat olmuş. Her taraf sessiz, kapılar kapalı. Üç çocuk çıkıyor ortaya, Peter haşarı bir velet, Tutyu iki oğlandan daha büyük bir kız, Hans da en küçükleri. Pazar alanına gidip karınlarını doyurmaya çalışıyorlar, Peter hırsızlık yaparken yakalanınca Tutyu çocuğu kolluyor ve kendilerini tutan adamlara faşist olduklarını haykırıyor. Gündelik bir hakarete dönüşmüş "faşist", herkese söylenebilir. Satılanlar çok pahalı, çocuklar bir şey alamıyorlar. Tiyatro oynanacağı sırada çığırtkanın sesine kapılıp oyunu izlemeye karar veriyorlar. Çığırtkan komik bu arada, oyunun eski zamanlardan birinde Portekiz sarayında geçtiğini söylüyor, prensesi oynayan kızın asıl prensesten çok daha güzel olduğunu, dileyenin eski prensesin fotoğraflarına bakabileceğini söylüyor falan. Sonuçta Peter haşarılıklarına devam ediyor ve giderek "Almanlaşıyor", kız dehliyor çocuğu. Peter çok şaşırıyor, korkuyor ve Tutyu'ya faşist olduğunu söylüyor, kayboluyor ortalıktan. Bilinmezin içine yolculuk. İki çocuk bir parça ekmeğin peşinde yürümeyi sürdürüyorlar, kim bilir nereye.
Sevi. Almanların geri çekilmesinden sonra hapisten çıkan bir adamın evine dönüşünü, yedi yıldan sonra ailesine kavuşmasını anlatıyor. Yine bir Macaristan panoraması, savaş sonrası dönemlerin ekonomik, toplumsal dinamiklerinin değişimi, hapishaneden sonra sosyal yaşama ve yeni bir dünyaya alışmaya çalışan adam.
Déry'nin öyküleri iyi, Macar sonuçta. Türkçeye çevrilen kötü bir Macar yazara rastlamadım ben, Déry de son derece iyi bir öykücü. En kısa sürede başka metinlerini de okumak dileğiyle diyelim.
Araya dereye kendisini de koymuş Déry, çok hoş. Bayan V.'nin bir diyaloğunda Déry'nin ölüp ölmediği sorgulanıyor, Déry kendini halkın ölü kahramanlarının arasına koyuyor ve gömülmüş gibi gösteriyor. Kendisinin bahsi geçtikten sonra evdeki en önemli hizmetçilerden birinin evdeki Yahudi nüfusunun artmasıyla birlikte istifa etmek istemesi anlamlı, kadın iyi bir hasta bakıcı ama antisemitist duyguları o evde daha fazla çalışmasını engelliyor. Bay V. anılarını yazıyor bu arada, morfinini alıyor ve durmadan yazıyor. Yazmasa daha uzun yaşayacağı söyleniyor ama o yaşamının sonuna geldiğini bildiği için kalemi düşürmüyor elinden. Sonradan kendisine verilen ilacın morfinden başka şeyler de içerdiğini öğreniyoruz, bu katakullinin de olayı farklı. Oraya girmeden Ödön'le pek sevdiği genç dostu Flora arasında geçen bir diyaloğu aktarayım. Pencereden görülen bir dağın farklı isimlendirilmesinden doğuyor olay, Ödön dağın eski adını söylüyor, Flora yeni adını. "Gördünüz mü? Ben o dağı eski adıyla anıyorum, Suab Dağı diyorum. Hürriyet Dağı'nı eski adıyla anan bir kuşağın işi ne yeryüzünde? Sözcüklerimden, simgelerimden, kendimden daha uzun ömürlü mü olayım? Ne alışverişim olabilir sizlerle?" (s. 43) Yıllar önce diktiği ceviz ağacının altında daha fazla oturmak istemiyor Ödön, zamanın geçip gittiğini anladığı için gitmek istiyor artık. Gidecek, cenazesi yapılacak, gözyaşları dökülecek ve toplumun kokuşmuşluğunun başka örnekleri sunulacak. Ödön'ün son tiradıyla bitireyim bunu: "'Bütün hayatım tıpkı kanser gibi, gelecekle örüldü,' dedi, 'kendimi değil, işlerimi, yaptıklarımı düşündüm hep. Kendimi boşladım, esenliğim umrumda değildi, işim önemliydi. Her dakikam işle doluydu. Cevizin altında oturup çalışırken, kuşların ötüşünü işitir miydim sanıyorsunuz? Yemekten kalkar, yediğimi unuturdum, söylemeseler çamaşır değiştirmezdim. Çok önemli bir işi başarmam gerektiği yalanına inanmıştım... bugüne değin hep aldattım kendimi.'" (s. 50)
Portekizli Kıral Kızı yıkıntılar arasında çocukluğun değer yargılarını irdeliyor. Macar ovasındaki B. köyü, Almanlar çekileli bir saat olmuş. Her taraf sessiz, kapılar kapalı. Üç çocuk çıkıyor ortaya, Peter haşarı bir velet, Tutyu iki oğlandan daha büyük bir kız, Hans da en küçükleri. Pazar alanına gidip karınlarını doyurmaya çalışıyorlar, Peter hırsızlık yaparken yakalanınca Tutyu çocuğu kolluyor ve kendilerini tutan adamlara faşist olduklarını haykırıyor. Gündelik bir hakarete dönüşmüş "faşist", herkese söylenebilir. Satılanlar çok pahalı, çocuklar bir şey alamıyorlar. Tiyatro oynanacağı sırada çığırtkanın sesine kapılıp oyunu izlemeye karar veriyorlar. Çığırtkan komik bu arada, oyunun eski zamanlardan birinde Portekiz sarayında geçtiğini söylüyor, prensesi oynayan kızın asıl prensesten çok daha güzel olduğunu, dileyenin eski prensesin fotoğraflarına bakabileceğini söylüyor falan. Sonuçta Peter haşarılıklarına devam ediyor ve giderek "Almanlaşıyor", kız dehliyor çocuğu. Peter çok şaşırıyor, korkuyor ve Tutyu'ya faşist olduğunu söylüyor, kayboluyor ortalıktan. Bilinmezin içine yolculuk. İki çocuk bir parça ekmeğin peşinde yürümeyi sürdürüyorlar, kim bilir nereye.
Sevi. Almanların geri çekilmesinden sonra hapisten çıkan bir adamın evine dönüşünü, yedi yıldan sonra ailesine kavuşmasını anlatıyor. Yine bir Macaristan panoraması, savaş sonrası dönemlerin ekonomik, toplumsal dinamiklerinin değişimi, hapishaneden sonra sosyal yaşama ve yeni bir dünyaya alışmaya çalışan adam.
Déry'nin öyküleri iyi, Macar sonuçta. Türkçeye çevrilen kötü bir Macar yazara rastlamadım ben, Déry de son derece iyi bir öykücü. En kısa sürede başka metinlerini de okumak dileğiyle diyelim.
10 Kasım 2019 Pazar
Leylâ Şahin - Cemal Süreya'ya On Dördüncü Mektup & Güneşten Yırtılan Caz
Zühal Tekkanat geçtiğimiz günlerde hayatını kaybetti, geriye şiirleri, röportajları ve Cemal Süreya'ya dair anıları kaldı. Röportajlarda Süreya'nın Tekkanat'a şiddet uyguladığına dair bilgiler var, bu meselelerin deşilme çabasından magazinel malzeme çıkarma çabalarından bahsedilebilir. Mahremiyetin ihlaline varan ısrarlar sonucunda Tekkanat konu hakkında daha fazla konuşmayı reddediyor, canı acıyor çünkü. Üç röportaj çok önemli, şu, şu ve şu. Şiirler şurada var, okurunu bekliyor. Leylâ Şahin'in metnine geleyim, Zühal Tekkanat'la yapılmış röportajların yanında Cemal Süreya'nın yazıları var, Sözcükler'de yayımlanan kayıp mektupları var, fotoğraflar da var ama Süreya'nın ölümünden sonra Cemal Süreya Kültür ve Sanat Vakfı'nın etkinliklerinde çekilmiş fotoğraflar bunlar, Süreya'nın gün yüzüne çıkmamış fotoğraflarını görmek isterdi şu deli gönül, olmadı. Şeyi de sıkıştırayım buraya, fotoğraflardan birindeki dört kişiden üçünün adı verilmiş ama pos bıyıklı, biraz kısa görünen adamın adı verilmemiş. O adam edebiyatımızdaki -bence- önemli yazarlardan biri olan Necati Tosuner. Unutuldu mu, başka bir şey mi var da adı konmadı bilmiyorum artık.
Metnin ortaya çıkış hikâyesini anlatmış Şahin: "Cemal Süreya'da Dağlarca adlı bir araştırma konusu vardı zihnimde. Bu arada Cemal Süreya ile en uzun yaşamış olan, oğlunun annesi Zühal Tekkanat'tan Cemal Süreya'yı daha "içeriden" öğrenmek istedim. Onu, evime yakın olan Bağdat Caddesi'ndeki Hatay Restaurant'a çağırdım. Sağ olsun hemen geldi ve o gün çalışmaya başladık. Diyebilirim ki Cemal Süreya'da Dağlarca kitabı asıl bu çalışma içinde gövdeleşti." (s. 13) Başka bir araştırma için bir araya gelinmiş, o araştırma basılmış, yanında bu da basılmış gibi gözüküyor, dolayısıyla derinlemesine bir araştırma bekleyenleri hayal kırıklığına uğratıyor bu metin, sorulacak onca soru varken Süreya'nın veya Süreya hakkında yazılmış yazıların Tekkanat'ın anlattıklarından daha fazla yer kapladığını görüyoruz. Üzücü bir durum ama metin yine de tatmin eden bir içeriğe sahip. "On Dördüncü Mektup" adını Tekkanat koymuş, "Güneşten Yırtılan Caz" adını da Şahin koymuş, iki adlı bir inceleme çıkmış ortaya. Tekkanat'la Süreya'nın tanışma hikâyesiyle başlıyor tabii, 1967'de evlenip Kadıköy'deki Beşiktaş İskelesi'nin tam karşısında, şimdi yerinde muhtemelen Starbucks'ın olduğu Marmara Apartmanı'nda taşınıyorlar. Göçebeliğe değiniyor Tekkanat, o apartmanda üç daire değiştirmişler ama Süreya'nın göçebeliği, sürgünlüğü çok daha öncesine, çocukluğuna dayanıyor. Dersim Katliamı'ndan bir süre sonra galiba, Süreya'nın amcası bir valinin kafasını yarıyor, devlet amcayı ve ailesini Bilecik'e sürüyor. Süreya'nın babası da kardeşini yalnız bırakmamak için peşinden gidiyor. Şiirlerinde anlatır bunu, Göçebe'yi de anmak lazım. Bilecik'te bir süre yaşıyorlar, on yıl boyunca orada kalmak zorunda olmalarına rağmen süre bitmeden İstanbul'a taşınıyorlar. Bir süre sonra evi polisler basıyor, genç yaşlı herkesi karakola götürüyorlar ve Bilecik'e geri yolluyorlar. Cemal Süreya ilk eşiyle Bilecik'te tanışıyor, sonra Mülkiye yılları, memuriyet, İstanbul. Cemal Süreya'nın hayatını kaybettiği Cihanseraskeri Sokağı'ndaki ev şairin yaşadığı yirmi dokuzuncu evmiş. Yirmi dokuz evde aranan huzurun yükü ağır olsa gerek.
Tanışma faslı. Tekkanat on yedisini bitirir bitirmez ailesinin zoruyla evleniyor, eşi askeri hâkim. Kızları oluyor, adı İçsel. Daha o yaşlarda şiirle ilgileniyor Tekkanat, okuyup yazıyor. O zamanki yaşamında iki olay var, travmatik. Eşi şiir defterini yok ediyor, üstüne aldatıyor kadını. Tekkanat boşanıyor, Ankara'dan İstanbul'a ailesinin yanına dönüyor ve çeşitli gazetelerde çalışmaya başlıyor. Papirüs yazıhaneye yakın, Tekkanat iş çıkışlarında Süreya'nın yanına uğruyor. İş kaçırmaya kadar geliyor, birbirlerini kaçırıyorlar bir anlamda. Süreya yanına Ülkü Tamer'i alıyor, bir kamyonete atlıyor, Tekkanat'ın yaşadığı aile evinin önüne geliyor. Kitaplar, saksılar, eşyalar araca yerleştiriliyor, Ülkü Tamer kasada, elinde bir saksıyla oturuyor. Çok hoş. Cemal Süreya'nın da ilk evliliğinden bir kızı var, Ayçe. Anlaşıldığı kadarıyla kızlar arasında bir sorun çıkmıyor ama ilginçtir, metinde birlikte fotoğrafları olan Perihan Bakır -Cemal Süreya'nın kız kardeşi- ve Zühal Tekkanat arasında kavga gürültü eksik olmuyor, röportajlarda var. Ayrılık faslını kısa keseceğim, röportajlarda var yine. Süreya'nın kaçamakları Tekkanat'ı yıldırıyor, ayrılıyorlar. Tekrar bir araya gelme olayları var ama bir şeyler yittiği için kalıcı olmuyor. Memo Emrah'tan bahsediyor Tekkanat, hassas bir konu. Annesiyle babasının ayrılığını kaldıramıyor Memo, hızla kilo alıyor. İlginç davranışları da var, anlatımın kopukluğundan ötürü Tekkanat'ın detay vermek istemediğini anlıyorum açıkçası. Memo bir gün cebinde silahla geliyor eve, sonra polisler tarafından götürülüyor. Ölümü çok acı, değinmek istemiyorum. İntihar olduğu söyleniyor ama Tekkanat'ın söylediklerinden Memo'nun iki arkadaşının suçlu olduğunu anlıyorum, evde üç kişi takılırlarken Memo'nun tüfeği ateş almış. Süreya'nın ölümünden yedi ay on iki gün sonra Memo ölmüş, çok ağır bir sınanma bu Tekkanat için. Süreya'nın çocuklarıyla ilişkisine dair bir soruya verdiği cevabı alayım: "Ayçe de babasına kırgındı. Cemal, Ayçe'yi de seviyordu fakat hiçbir yakınlık bulamadı ondan. Bu tür meselelerde haklı olan daima çocuklardır. Cemal Süreya, Türk şiirinin, Türk edebiyatının en seçkin şairlerindendir, insan olarak da seçkin ve kıymetlidir fakat çocuklarına iyi baba olamadı. Daha doğrusu eve anne baba ayrılığı girdiği zaman, iyi bir anne iyi bir baba olmak kolay değil ve bunun faturasını çocuklar ödüyor daha ok. Bir daha söylüyorum: Cemal gerçekten iyi insandı. İyi sözcüğünün bütün derinlikleriyle iyi insandı." (s. 35)
Doğan Hızlan'ın bir yazısı alınmış sonra, 1999'da yayımlanan bir anma yazısı. İlginç noktalarını alayım, Süreya'nın Dağlarca'ya duyduğu sevgi büyük. Bir gün Dağlarca, "Cemal şiiri bıraksın, düzyazı yazsın," diyor. Süreya çok üzülüyor ve öfkeleniyor, ihanete uğramış gibi hissediyor ama küsmüyor, Dağlarca hakkında yazılmış en güzel yazılardan birini yazıyor, bir de Süreya ölmeseydi Nâzım Hikmet hakkında kapsamlı bir çalışma yapacağını öğreniyoruz. Bir yazısı var yine de, olduğu gibi alınmış o yazı da. Nâzım Hikmet'in savunusu olarak görülebilir bir yerde, Mehmet Kaplan'ın yorumlarına şöyle bir değinilip geçilse de aslında bir kesime karşı duruş sergileniyor. Mehmet Kaplan'ın yazısına bakarsanız -ki bakmayın bence, üniversitede gına gelmişti artık Mehmet Kaplan'ın taraflı ve ayarsız yorumlarından- Süreya'nın atakları iyi savuşturduğunu görürsünüz. Başka, Ceyhun Atuf Kansu'yu da çok sevdiğini söylüyor Süreya, portrelerinden birini Kansu'ya ayırmıştı sanırım.
Sonda kayıp dört mektup var, ardından fotoğraflar ve kapanış. Daha kapsamlı bir çalışma olabilirmiş bu, Dağlarca uğraşının bir yan ürün olarak ortaya çıkmasaymış keşke. Olduğu kadar artık, her türlü ilgi çeken bir metin çıkmış ortaya. İlgilisinin ellerinden öper.

Tanışma faslı. Tekkanat on yedisini bitirir bitirmez ailesinin zoruyla evleniyor, eşi askeri hâkim. Kızları oluyor, adı İçsel. Daha o yaşlarda şiirle ilgileniyor Tekkanat, okuyup yazıyor. O zamanki yaşamında iki olay var, travmatik. Eşi şiir defterini yok ediyor, üstüne aldatıyor kadını. Tekkanat boşanıyor, Ankara'dan İstanbul'a ailesinin yanına dönüyor ve çeşitli gazetelerde çalışmaya başlıyor. Papirüs yazıhaneye yakın, Tekkanat iş çıkışlarında Süreya'nın yanına uğruyor. İş kaçırmaya kadar geliyor, birbirlerini kaçırıyorlar bir anlamda. Süreya yanına Ülkü Tamer'i alıyor, bir kamyonete atlıyor, Tekkanat'ın yaşadığı aile evinin önüne geliyor. Kitaplar, saksılar, eşyalar araca yerleştiriliyor, Ülkü Tamer kasada, elinde bir saksıyla oturuyor. Çok hoş. Cemal Süreya'nın da ilk evliliğinden bir kızı var, Ayçe. Anlaşıldığı kadarıyla kızlar arasında bir sorun çıkmıyor ama ilginçtir, metinde birlikte fotoğrafları olan Perihan Bakır -Cemal Süreya'nın kız kardeşi- ve Zühal Tekkanat arasında kavga gürültü eksik olmuyor, röportajlarda var. Ayrılık faslını kısa keseceğim, röportajlarda var yine. Süreya'nın kaçamakları Tekkanat'ı yıldırıyor, ayrılıyorlar. Tekrar bir araya gelme olayları var ama bir şeyler yittiği için kalıcı olmuyor. Memo Emrah'tan bahsediyor Tekkanat, hassas bir konu. Annesiyle babasının ayrılığını kaldıramıyor Memo, hızla kilo alıyor. İlginç davranışları da var, anlatımın kopukluğundan ötürü Tekkanat'ın detay vermek istemediğini anlıyorum açıkçası. Memo bir gün cebinde silahla geliyor eve, sonra polisler tarafından götürülüyor. Ölümü çok acı, değinmek istemiyorum. İntihar olduğu söyleniyor ama Tekkanat'ın söylediklerinden Memo'nun iki arkadaşının suçlu olduğunu anlıyorum, evde üç kişi takılırlarken Memo'nun tüfeği ateş almış. Süreya'nın ölümünden yedi ay on iki gün sonra Memo ölmüş, çok ağır bir sınanma bu Tekkanat için. Süreya'nın çocuklarıyla ilişkisine dair bir soruya verdiği cevabı alayım: "Ayçe de babasına kırgındı. Cemal, Ayçe'yi de seviyordu fakat hiçbir yakınlık bulamadı ondan. Bu tür meselelerde haklı olan daima çocuklardır. Cemal Süreya, Türk şiirinin, Türk edebiyatının en seçkin şairlerindendir, insan olarak da seçkin ve kıymetlidir fakat çocuklarına iyi baba olamadı. Daha doğrusu eve anne baba ayrılığı girdiği zaman, iyi bir anne iyi bir baba olmak kolay değil ve bunun faturasını çocuklar ödüyor daha ok. Bir daha söylüyorum: Cemal gerçekten iyi insandı. İyi sözcüğünün bütün derinlikleriyle iyi insandı." (s. 35)
Doğan Hızlan'ın bir yazısı alınmış sonra, 1999'da yayımlanan bir anma yazısı. İlginç noktalarını alayım, Süreya'nın Dağlarca'ya duyduğu sevgi büyük. Bir gün Dağlarca, "Cemal şiiri bıraksın, düzyazı yazsın," diyor. Süreya çok üzülüyor ve öfkeleniyor, ihanete uğramış gibi hissediyor ama küsmüyor, Dağlarca hakkında yazılmış en güzel yazılardan birini yazıyor, bir de Süreya ölmeseydi Nâzım Hikmet hakkında kapsamlı bir çalışma yapacağını öğreniyoruz. Bir yazısı var yine de, olduğu gibi alınmış o yazı da. Nâzım Hikmet'in savunusu olarak görülebilir bir yerde, Mehmet Kaplan'ın yorumlarına şöyle bir değinilip geçilse de aslında bir kesime karşı duruş sergileniyor. Mehmet Kaplan'ın yazısına bakarsanız -ki bakmayın bence, üniversitede gına gelmişti artık Mehmet Kaplan'ın taraflı ve ayarsız yorumlarından- Süreya'nın atakları iyi savuşturduğunu görürsünüz. Başka, Ceyhun Atuf Kansu'yu da çok sevdiğini söylüyor Süreya, portrelerinden birini Kansu'ya ayırmıştı sanırım.
Sonda kayıp dört mektup var, ardından fotoğraflar ve kapanış. Daha kapsamlı bir çalışma olabilirmiş bu, Dağlarca uğraşının bir yan ürün olarak ortaya çıkmasaymış keşke. Olduğu kadar artık, her türlü ilgi çeken bir metin çıkmış ortaya. İlgilisinin ellerinden öper.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)