RSS
GÜLTEN AKIN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
GÜLTEN AKIN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Mart 2011 Pazartesi

GÜLTEN AKIN

GELENEKTE VAR OLANIMIZI YOK SAYIP BATIDAN TEMELLENMEYE ÇALIŞTIK


Bütün şiirlerinizi SEYRAN adıyla topluca yayınladınız şu günlerde. Rüzgâr Saatı'ndan Seyran Destanı'na gelen bir şiir serüveniniz var. 1952'den, 1982'ye uzanan yoğun bir süreç bu. Sayın Gülten Akın, bu sürecin dönemeçleri sizce nerelerde? Her dönemeç nasıl bir değişimi vurguluyor? Dönüp geriye baktığınız. zaman, geçmişte bırakılan ve bugüne, yarına aşıp gelen nelerle karşılaşıyorsunuz?

Evet Ali İhsan, doğru. Şiirimde bazı dönemeçler var. İlk dönemeç Kırmızı Karanfil. Rüzgâr Saatı bir ilk kitap olmanın özelliklerini taşır. Kestim Kara Saçlarımı ve onu izleyen Sığda belki daha usta işi. Ama, her üçü de odağı «ben» olan bir hayatın çeşitli görünümlerini yansıtır. Aşk, sevgi, ayrılık, özlem, yalnızlık, çeşitli acılar, sevinçler. Bu yalnızlık, o günlerde sanatçı kişiliğimin bir parçasıydı. Koca bir kalabalığın ortasında bile, kendi içime kaçıp saklandığımı, bunu sık sık yaptığımı ansıyorum. İletişimimi kesiyordum ya da en aza indiriyordum, isteye isteye. Şiirle birlikte olabilmek isteğiyleydi bu. Ama hep orda kalamıyordum. Kalabalığa, ya da başkalarına döndüğümdeyse, kendimi dışlanmış buluyordum. Orda, yalnızlığın hiç istemediğim faslı başlıyordu. Bu durumla nasıl baş edeceğimi bilemiyordum. Çocuklarım doğuyordu. İstiyordum, seviyordum onları. Onlar hayatıma girince, kaçıp saklandığım yalnızlığı yitirdim. Ama sonradan, kendimi istemeden buluverdiğimden de kurtuldum. Murat, Can, Aksu ... Birer tansıktılar. (Onur ve Deniz sonraki şiir döneminde doğdular.) Değişmemi sağlayan nedenlerden biriydiler. Evlendiğim 1956 ile 1959 arasında Ankara'daydık. Sonra, her yılı ya da her iki yılı bir Anadolu ilçesinde geçirerek 1973'lere değin dolaştık.

Biraz geriye alsak da tarihi, Kırmızı Karanfil'e dönsek olur mu?

Ah, evet. Onu atlayıp geçemeyiz. Kırmızı Karanfil'in basıldığı yıl 1971 ama, içindeki şiirler 1964-71 arasında Haymana, Kumru, Gerze, Saray'da yazıldı. Bu yıllar artık 1960' ların geride 'kaldığı, ülkece. beklentilerin gerçekleşme umudunun yeniden yitirilmeye başlandığı, toplumsal muhalefetin yoğunlaştığı yıllar. Bir yanda güzelim Anayasamız, öte yanda ona masalsı bir uzaklıktan bakan, yokun yoksulluğun burgacında, köylü kentli insanımız.

GÜLTEN AKIN

sözcükler bumerang gibi
döner yaralarsa seni,
ağzın dilin gereksiz.
susarsın...






ŞİİRİN SÜRECİ,
TOPLUMUN DEĞİŞME SÜRECİ,
BUĞDAYIN YETME SÜRECİ. ..
BUNLAR HEP BİRBİRİNE BENZER. ÜRÜN GERÇEKLEŞİNCE KAYNAĞINA, HALKIN YAŞAMINA DÖNER.


Yeditepe Şiir Armağanı, geçen sayımızdaki haberde belirtildiği gibi, bu yıl “Ağıtlar ve Türküler” adlı kitabı için Gülten Akın'a verildi. Aşağıda sanatçıyla yapılan konuşmayı bulacaksınız.



Şiir yazmaya hangi yıl, nasıl bir gerekseme ile başladınız?

Konuşmaya başladığımda, kendimi küçük küçük şiirler okur buldum. Dedelerimden biri, dayım, amcam şiir yazıyorlardı. Evde herkes, onların bu uğraşından saygıyla söz ederdi. Çevremde hep şiirsel bir ağıntı vardı. Yakınlarım arasında beyler vardı. Bildiğiniz derebeyi. Asılmışlar vardı. Atatürkçüler vardı. İyice halktan kişiler vardı. Siyasaya hiç aldırmayanlar vardı. Din vardı. Dinsel kurallara aldırmayan vardı. Konak vardı. Küçük ev vardı (en çok yaşadığım). Ölmek üzere olan haremlik selâmlık vardı. Söz, dil, söyleşi vardı. İkinci Dünya Savaşı sırasında yokluk vardı. Bunların hepsini Yozgat'ta bırakıp Ankara'ya taşındığımızda ilkokul son sınıf taydım. Sanırdım ki okuyup yazan herkesin varacağı son erginlik aşaması ozanlıktır. O yıl ilk şiirimi yazdım. Öğretmenimin verdiği “Güzel yazım” ödevinden dört dizeyle kurtulmak yürekliliğini gösterdim. Sınıfta etkisi gerçekten çarpıcı oldu. O gün bu gündür, az sözcük kullanarak çok şey anlatmaya bayılırım.


“Ağıtlar ve Türküler” in arka kapak yazısında yer alan 'halkla bütünleşmek' sözünü biraz daha açıklığa kavuşturur musunuz? 1971 sonrası şiirimiz bu açıdan bakılınca hangi aşamada bulunuyor?

Halkla bütünleşmek, salt kültür, yazın, şiir kesimlerinde değil, yaşamın her kesiminde etkin olma gücünü kendinde bulan herkesin uyması gereken ilk kuraldır. Kişinin yeteneği doğuştan var olmaz. Eksikli değilse, bu yeter. Yaşadıkça birikir. Bu birikime göre kendini dışa vurur ve toplumda varolur. Ozan olarak, hele halkçı, toplumcu bir ozan olarak varolmak, bu birikime raslanstısalın dışında bir bilinci katmayı gerektirir. Hep söylüyorum, bıkmıyorum söylemekten, halktan biri, onun bir parçası olmadıkça ozan eksiktir. Halk derken biz, egemen anapara çevreleri dışında, emeğiyle yaşayanları anlarız.

Eytişim, yolunu seçenin ışığıdır. Kim ki uyar ona, davranışı çelişkiden, kafası karışıklıktan kurtulur. Dili durulanır.

GÜLTEN AKIN

BU DÜNYADA BİR İŞ YAPAN KİŞİ YAPTIĞI İŞ NE OLURSA OLSUN ONUN DA HESABINI YAPABİLMELİDİR…


Sesimiz : 1950 kuşağından sonra şiire yeni bir duyarlık getiren bir ozan olarak göründünüz. Yeni bir duyarlık derken yanılıyor muyuz? Elbette bir ozan kendisinden öncekileri yinelemez. Yeni bir arayış içinde olur. Önce bu yeni duyarlığı anlatmanızı isteyelim sizden.

G.A. : Her başarılı ozan şiire kendi duyarlığı ile gelir. Bu duyarlık yeni de değildir, eski de. Üstünde durulması gereken, bu duyarlığın niteliğidir. 1950'lerden söz ettiğinize göre diyebilirim ki 1960'lara kadar bireysel çıkışlı ama kadınlığı dolayısıyla ezilenlerin ortaklaşacağı duyarlığı şiire getirmeye çalıştım. 1960 yılları bir yandan ilk gençliğimin geride kaldığı yıllardı. Öte yandan, o yıllarda ülkemiz yoğun bir siyasal ve ekonomik bunalımın içine itilmişti. Bir başka yandan da, bunalım eytişimsel olarak karşıtını geliştirmiş, 1961 Anayasası “evet” lenmişti. Görece de olsa, bir düşünme, okuma, anlatma özgürlüğünden hepimiz yararlandık.

GÜLTEN AKIN

BİR AÇIDAN BAKMAK

Türk Dili / Ocak 1966 Gülten Akın


Şiir anlayışınız, dil tutumunuz nedir? Sormuşlar. Yanıt vermiştim:

“Hayatın ve doğanın benden geçen şiirlerini yazıyorum.”

Ozan dünyayı sık sık donduran ve gözleyendir. Aralıksız gibi sık, sinema gibi. Hem gerçek, hem doğal devinim ayıklandığı, yeni bir düzene konduğu için, yepyeni bir gerçek. Ben bunu bir yerde geyik avcılığına benzetmiştim. Şiir, tutku içinde bir avdır. Avcıdan, insan olduğu için acıma, iyi avcı olduğu için kesin bir öldürüm beklenir. Yanlış mı söyledim? Doğrusu şu ki, ozandan başka kimse bunlara aldırmıyor. Okur eline kadar gelmiş olan ürün üstüne yargılarını salıyor.

İyi okur ve eleştirmen, bir serüvenin eline geçmiş ürününden, sondan başa doğru bütün işlemleri sıraya koyarak şairin dünyayı dondurduğu ve gözlediği çıkış yerine varandır. Burada, şiir yazmanın ve okumanın yalnız bir duyarlık işi olmadığını, çok deneyli, uzun bir eğitim işi olduğunu da söylemiş oluyorum.

Dil şiirin kendisidir. Ozan dünyayı ayıklayıp yeniden düzenlediği gibi, dili de düzenleyendir. Sonuçta bu düzenleme, konuşma ve düşünme dilindeki doğallığı yenip, içeriği şiirin serüvenine uygun düşen bir yapmalık (Yapaylık değil) alabilmelidir. Sözcüklerin anlamları yalnız şiir ürününün güncel yükünü taşıyan tek boyutlu değil, gerilere doğru her noktada gerçeği tuta tuta derinleşen ikinci boyutlu olmalıdır.

Bir de söylemiş oluyorum ki, her ozanın bir dili vardır ve bu dil onun başka şiirlerini okuyarak öğrenilmiş olur.”


Şiir, bir hayli yazıncının ilk göz ağrısı. Hemen her ülkede, her çağda öteki yazın türlerine yeğlenmiş. Genç yazar işe çoğunluk, dizelerle başlamış. İlk bakışta kolay sanmış. Sonra parmaklarını yakmış kalem, tutup atmış elinden. Ya bir başka türe eğilim göstermiş, ya da dayanmış, direnmiş ozanlıkta.

GÜLTEN AKIN

SANATTA ULUSALLIK SANATTA EVRENSELLİK




Demokrat/ 21 Ocak 1980



Ülkemize batı kültürü, Osmanlının son dönenlinde yayılmacılığın yedeğinde ayağını attı. Yaygınlaşması Cumhuriyet dönemine denk gelir. Kültür, sanat yapısının, dışa bağımlı ekonomi temeli değişmedikçe ulusal düzlemde kendini kurması olası değildir. Bu üstyapı da gittikçe yaygınlaşan bir bağımlılığı yüklenecektir. Öyle de olmuştur. Türkiye aydın kesimine, feodal bir kültüre karşı savaş verirken, görünüşte ileri batı kültürüne, sanatına yaslanmak kolay geldi. Kendi gelen konuğu başımız, gözümüz üstüne alıp kabul ettik. Kur-tak sanayi, kur-tak anapara, kur-tak kültür elele bugünlere dek sürüp gelmiştir ama, bir şey eksik kalmıştır hep. O şey ÖZÜ'dür işin.

Yani KENDİ KÜLTÜRÜMÜZ, KENDİ SANATIMIZ.

Kentsoylu, kendi kuralları içinde bir ulusal sanatı, kültürü yeşertememiştir. Bugün alttan alta gelişen toplumcu kültür, sanat o yüzden, geriye doğru bir basamak atlayarak temellenmek zorunda kalmıştır.

Bunları söylerken bir şeyi önemle belirtmek gereğini duyuyorum. Batı kültürüne, sanatına körü körüne bir düşmanlığı beslemek değil amacım. Toplumculuğun gereği de bu düşmanlığı yeşertmek değildir. Tam tersine. Bizim her uygarlıktan, kültürden, sanattan seçerek alacaklarımız vardır. Bir toplumcu sanatın burjuva kültürü, sanatı içinden yeşerdiği nasıl bilmezden gelinir. Bir var ki, Türkiye'de köklenen yeni kültürün temeli hiçbir zaman batıdan sokulmuş, özenilerek büyütülmüş kentsoylu kültürü olamaz. Kendi geleneğimizi çaresiz kapitalizm öncesi kültür içinden ilerici ögeleri seçmeyle oluşturacağız.

GÜLTEN AKIN

YAŞAM VE ŞİİR



Bir şiirin yazılışında tutulan yol, yöntem şiirin türüne göre değişir. Benim şiirimde de, başka, ozanlarınkinde de bu böyledir.

Konuyu somutlayarak daha iyi açıklayabiliriz.

«Destan» türünde bir şiirin hazırlanışı için “Maraş'ın ve Ökkeş'in Destanı”nı örnek vereyim:

1970'li yılların başında bir görevli ailesi olarak Maraş yaşamına katılmıştık. Kurtuluş Savaşı'mızın şiirine girmeyi yıllar öncesinden düşünüyordum. Düşünüyordum ama, doğrusu kendimi yazmaya hazır bulamıyordum bir türlü. Bir konu üstüne pek çok bilginiz olabilir; bütün duyarlığınız, Coşkunuz onun üstünde olabilir. Üstelik kurtuluş savaşı vermiş bir ulusun ozanı olarak, onu şiirde kalıcı kılmaya görevli de sayarsınız kendinizi. Ama, yetmeyebilir bütün bunlar.

Maraş direnişi, bilinir ki, Kurtuluş Savaşı'mızın ilk direnişi, ilk yengisidir.

“Bozmak için düşmanın yuvasını
Bazen kendi evlerini yakarak ... “

GÜLTEN AKIN

SANATIN İŞLEVİ (1)



Sanatta anlam, değer, işlev gibi birtakım soyut kavramlar üstünde duracağız, bunları somutlamaya çalışacağız. Öz, biçim üstünde düşüneceğiz. Gerçekçilik nedir? diyeceğiz. Araştıracağız. Bulduklarımızı düzenleyeceğiz. Yazacağız. Örnekler göstererek daha da somutlaştıracağız ilerde söylediklerimizi. Bunları birlikte yapacağız. «Ben» değil, biz demenin nedeni bu. Bu ilk yazılarım ufak ufak ısınma yazıları. Düşündüklerimizi karşılıklı söyleyerek, tartışarak, örneklendirerek bilgilerimizi geliştirmeye, bütünlemeye, aşmaya çalışacağız.

Anlam nedir? Anlamı nasıl ararız? Anlam arama, bilinmeyene, bilinenler içinden bir karşılık seçme işlemidir. Araştırdığımız şey, bilinenlerden neyin karşılığıdır?

Peki. Değer nedir? Değeri nasıl ararız? Değer arama, bir nesne, bir olgu, bir olayın herkesçe ya da bir kalabalıkça ortaklaşa kabul edilmiş bir ölçüye vurulmasıdır.

Anlam aramada bir saptama, bir duruklaştırma isteği vardır. iŞLEV bir edimi, bir diriliği anlatır. Sanatın dirimi İŞLEV'dir. O yüzden toplumcu sanat dirimi özünde en çok taşıyan sanattır. İşlevinin kapsamı geniştir çünkü.

Toplumcu sanatçı, eleştirel gerçekçi bir açıdan dünyayı yansıtır. Doğayı, toplumu genel yasalarıyla derinden kavramış sanatçı bilir ki, hiç bir nesne, hiç bir olgu, bilgi yerinde durmaz. Her şey değişir. Doğasıyla, toplumuyla hayat sürekli bir değişim düzeni içindedir. Heraklitos'un deyimiyle “Hep devinir, hiç bir yerde durmaz.”, “Bir nehre iki kez girilmez” de denilmiştir. Öyleyse sanatçı, donmuş bir düzenin özleyicisi değildir. Olmaması gerekir.

GÜLTEN AKIN

SANATIN İŞLEVİ 2


Sanat, insan yaşamının parçasıdır. İnsanla başlamıştır. Yaşamını sürdürmek için doğaya üstünlük sağlamak, doğayı değiştirmek gereksinimini duyan insan, taşa biçim veriyor, gereç yapıyordu. Gereç doğadan seçilmiş, değiştirilmiş bir nesneydi. Seçilen ve değiştirilen bu nesne ise, insan doğasını değiştiriyor, anlağını geliştiriyordu.

Zihinsel gücün gelişmesi daha yetkin gereçler oluşturmayı sağlarken, insan doğanın uçsuz bucaksızlığını, zor yenilir oluşunu da birlikte kavrıyordu.

İşte sanatın gerekli olduğu yer.

İnsanın doğayı ve yaşamı değiştirdiği, üretim ilişkileri içinde kendisi de durmaksızın değişerek, bu değiştirmenin boyutlarını genişlettiği yerde, kefenin kendinden yana olanına bir ağırlık koyması gerekiyordu. Bu ağırlık sanattır.

Sanat, bir yandan insanın dünyayı değiştirmesinin simgesi, öte yandan, aynı yolda geleceğe dönük bir göstergesidir.

Gombrich'i "sanat yoktur, sanatçılar vardır." demeye kadar vardıran bunun sezgisidir işte.

26 Mart 2011 Cumartesi

GÜLTEN AKIN

SANATTA ÖZ VE BİÇİM






Demokrat
9 Ocak 1980


Nedir sanat eserinde öz? Sanatçının bilgi ve bilinç birikimine, dünyayı algılamadaki eğilimine göre seçilmiş ve yönlendirilmiş KONU'dur. Yani her konu öz olamaz. Konunun ÖZ'lüğe yükselebilmesi için, SEÇİLMİŞ olması bile yetmez. Sanatçının zihnindeki bilgi birikimiyle ve bilinciyle YÖNLENDİRİLMİŞ olması da gerekir. BİÇEM, Osmanlıca deyişle ÜSLÛP, bu yönlendirmenin dışta yani sanat eserinde görülür yüzüdür. Sanatçının tavrıdır, tutumudur.

Anlam da buna göre değişir.

Serginin birinde bir resim görmüştüm. Büyük kentlerin gri beton yığını yapılarını gösteriyordu. Yanyana, üstüste. Bu bir anlamı içerir. Karamsar, umutsuz bir anlamı. Ama resimci, çeşitli grilerden oluşan geometrik yapıların birinin balkonundan bir saksıdan renkli çiçekler sarkıtmıştı. Kırmızı, mavi, sarı, mor. Küçük küçücük ama kül rengi bir kent ölüsünün karşısına çıkarılacak, onu silecek kadar güçlü bir dirim. Bu umudun geliştirdiği anlamdır işte. Bu dirim, bu dirimi resimde taşıyan anlam, çarpık büyümüş bir beton yığmalar düzenini çatlatacak bir anlamdır.

Bir de alışılmış köy konusu örneği verelim: Köy yaşamı çeşitli sanat türlerinin tiyatronun, resmin, müziğin, romanın, şiirin konusu olmuştur.

Bir sanatçı, köy denilince, çobanı, kavalı, kıvrılarak akan ırmağı, bacasından duman tüten şipşirin evleri, kırmızı yanaklı Ayşe’leriyle, yeşil, mavi anlatıvermiştir. Bir başkası köy rengi diye sarı ve bozu kullanmıştır. Yorgun insanları, güçsüz hayvanları, solgun çocukları, kuru dereyi, yoksulluğu ağırlıklı olarak yazıp, çizip söylemiştir.

Birincisi, ezber, basmakalıp, gerçeğe uymayan bir konuyu işlemiştir. Bu konu gerçeğe uymadığı gibi, gerçeğin, sanatçı anlağında oluşturduğu bir ön bilgi, bilinç sınamasından da geçmemiştir. ÖZ katına yükselememiştir. İkincisiyse, öz olmuştur, gerçekten kaynaklanmıştır ama, duruk, donuk bir saptamadır, o kadar. Eleştirmiştir ama içinde geleceği barındırmamaktadır.

GÜLTEN AKIN

GERÇEKÇİLİK





Demokrat
11 Ocak 1980

Çağımızın gelişmiş toplumlarında, yaşamın iyice karmaşık olması, bütünüyle algılanabilir, anlaşılabilir olmaktan gittikçe uzaklaşması, bir de incelmiş işbölümü, yabancılaşmayı da beraberinde getirmiştir.

Doğasıyla, toplumuyla yaşamı bir bütün olarak algılayamayan insan, onun parçalanmış, bölümlenmiş biçimini gerçek olarak algılamaktadır. Yaşamda bu parçalanma ve ayrışma gittikçe daha çok artmakta, parçaların ilintileri yok olmaktadır.

Çağımızda bir bölük sanatçı nesnel olma çabasıyla, o yüzden ayrıntıyı, daha çok ayrıntıyı vermektedir. Ayrıntı nesne ve olay kendi gerçekliğini sanat eserine taşımaktadır. Ama bu, sanatçının dünyasının bütünsel gerçekliğini oluşturmaya yetmemektedir. Tam tersine, bu gerçeklikler sanatçının bütünleyici zihnindeki soyuta çarpıp dönmedikleri, kendilerine sanatça bütünsel bir gerçeklik edinemedikleri için iletimde somutlaşamamakta, okurla, izleyiciyle bağlantı oluşturamamaktadır.

Tek tek, kopuk kopuk iletilen ayrıntı baştan ilginç de gelse, bir kez okunmakta, seyredilmekte ama sonraya kalamamaktadır. Bir kerede, tüketilip bitirilmek için üretilmiş olmaktadır. (Söylediklerime yazınımızda pek çok örnek verebilirim. Ama şimdi değil. Örneklemeyi daha sonraya bırakıyorum.)

Sanatın kendiliğinden bir amacı daha vardır: Sanatsal dirimi sağlamakla yetinemez sanatçı, sürekliliği de sağlamak ister. Bunun için, tek tek olayın, nesnenin somut algılanması yani nesnel gerçeklik sanatçının zihninde bilinç, bilgi birikimiyle yani tarihsel ve öznel gerçekliklerle karşılaşma1ıdır. Bu tümevarım sürecinden sonra, sanatın yapılışı, yazılışı, sanatçının biçemi bir tümdengelim olmalıdır. Eser bu tümdengelimle, yeniden somutlanmış özü içermelidir.

GÜLTEN AKIN

HALKIN DAMARINA BAĞLANAN ŞİİR





Özgür İnsan
Mayıs 1977


Şiir dünyayı değiştiremez. Dudaklarının ucunda alaycı bir gülümsemeyle bunu söylüyor birileri. İlk bakışta, gülle gibi bir söz dersiniz. Kimse yerinden kıpırdatamaz. Bunu söyleyenler, ne şiirleriyle, ne yaşamlarıyla, dünyayı değiştirmeye katkıda bulunmak isterler. Dünyayı büyülü değnekle değiştiremeyiz. Şiir büyü değildir, ozan da büyücü. Öyle bir yetimiz yoktur bizim. Yoktur ya, nelerimiz var, görelim bir.

Şiir yaşamdan çıkar. Bu yaşam kişisel yaşamdır, diyemiyorum. Çünkü, toplumla kuşatılmış kişiliklerimizin, toplumdan yalıtılmış ürünler vereceğine inanmıyorum. En yalnız kişinin bile söyleyeceğinde başkaları vardır. Binbir ilişki vardır. “Ben Ruhi Bey Nasılım” adlı kitabıyla çizgisini kalınlaştıran Edip Cansever'in iki dizesi var, severim ben:

Adımızı sorarız birine
O bize adını söyler.


Kısaca, insan yalnızdır. Kimse kimseyi anlamaz, anlamak, istemez, diyen bu dizelerin çağrıştırdığı görüntüleri bir geçirin aklınızdan. Herkeslerin ben ben ben diye dolaştığı, kimselerin kimseleri anlamadığı bir toplumu en özgün biçimde çizmiyor mu?

Diyeceğim o ki, her şiirin doğduğu ortam toplumsal bir ortamdır. Önemli olan, bu mutlu doğumu oluşturan toplum kesitinin ozanla alışverişidir.

Bizim ülkemiz, bizim halkımız kendi uygarlık dönüşümünü gerçekleştirme sancıları içinde bir halktır. Bu ülkenin ozanı, eğer egemen kesitten değilse, suda balık gibi, Behrengi'nin “Küçük Kara Balık” ı gibi gündelik yaşamın, halkın yaşamının içindeyse, neyi yazmalı bile demiyorum, neyi yazacak? Yaşadığını elbette. Elbet dolup taşacak şiirleri gerçeğin yansımasıyla. Elbet dolup taşacak şiirleri yaşanası bir dünyanın özlemiyle, umuduyla.

24 Mart 2011 Perşembe

GÜLTEN AKIN

SANATTA ULUSALLIK / SANATTA EVRENSELLİK



GültenAkın
Demokrat/ 21 Ocak 1980






Ülkemize batı kültürü, Osmanlının son dönenlinde yayılmacılığın yedeğinde ayağını attı. Yaygınlaşması Cumhuriyet dönemine denk gelir. Kültür, sanat yapısının, dışa bağımlı ekonomi temeli değişmedikçe ulusal düzlemde kendini kurması olası değildir. Bu üstyapı da gittikçe yaygınlaşan bir bağımlılığı yüklenecektir. Öyle de olmuştur. Türkiye aydın kesimine, feodal bir kültüre karşı savaş verirken, görünüşte ileri batı kültürüne, sanatına yaslanmak kolay geldi. Kendi gelen konuğu başımız, gözümüz üstüne alıp kabul ettik. Kur-tak sanayi, kur-tak anapara, kur-tak kültür elele bugünlere dek sürüp gelmiştir ama, bir şey eksik kalmıştır hep. O şey ÖZÜ'dür işin.

Yani KENDİ KÜLTÜRÜMÜZ, KENDİ SANATIMIZ.

Kentsoylu, kendi kuralları içinde bir ulusal sanatı, kültürü yeşertememiştir. Bugün alttan alta gelişen toplumcu kültür, sanat o yüzden, geriye doğru bir basamak atlayarak temellenmek zorunda kalmıştır.


Bunları söylerken bir şeyi önemle belirtmek gereğini duyuyorum. Batı kültürüne, sanatına körü körüne bir düşmanlığı beslemek değil amacım. Toplumculuğun gereği de bu düşmanlığı yeşertmek değildir. Tam tersine. Bizim her uygarlıktan, kültürden, sanattan seçerek alacaklarımız vardır. Bir toplumcu sanatın burjuva kültürü, sanatı içinden yeşerdiği nasıl bilmezden gelinir. Bir var ki, Türkiye'de köklenen yeni kültürün temeli hiçbir zaman batıdan sokulmuş, özenilerek büyütülmüş kentsoylu kültürü olamaz. Kendi geleneğimizi çaresiz kapitalizm öncesi kültür içinden ilerici ögeleri seçmeyle oluşturacağız.

EVRENSELLİĞE GELİNCE:

İki tür evrensellik yaşanıyor çağımızda. Birinci tür evrensellik yayılmacılığın güdümüne girme doğrultusunda bir evrensellik. Bir yandan pazar olmanın, bir yandan hammadde deposu ve emek deposu diye belirlenmenin getirdiği evrensellik. Tekelci kapitalizmin evrensel olma zorunluluğu değil midir yayılmacılığı doğuran. Tutmasan “tek bir dünya” ülküsünü gerçekleştirecekler.

Sanatımıza, kültürümüze yayılmacılığın dayattığı bu tür evrensellikten başka bir evrensellik daha vardır: çağımızda gelişen halkça evrensellik. Bütün dünyada emeğiyle yaşayan insanların, toplulukların kültürleri, sanatları dost özellikler gösterirler. Ulusların ilerici kültür ve sanatına yansıyan bu özellik yayılmacı bir gelişimin sonunda değil, özünde insana, emeğe verdiği değerle evrenseldir. Her ilerici kültür ve sanat. kendi geleneği üstüne kendi ulusal özellikleriyle kurulur. Alttan biçimlenen, yukardan dayatılmayan bu eşitçi özelliğiyle evrensele katılır.

23 Mart 2011 Çarşamba

GÜLTEN AKIN

“İNCELİKLER”İN ŞAİRİ GÜLTEN AKIN



Semiha Şentürk
Aralık 2008 / Milliyet Kitap



Ekim ayında kaybettiğimiz Fazıl Hüsnü Dağlarca, 1967’de Uluslararası Şiir Forumu tarafından ‘Yaşayan En Büyük Türk Şairi’ seçilmişti. Edebiyat çevreleri, Dağlarca’nın vefatının ardından bu unvanı kimin alacağını konuşmaya başladı. Biz de yazar, şair, eleştirmen, kültür sanat editörlerini arayıp bu ünvanın yeni sahibinin kim olduğunu sorduk.

İsimlerini aşağıda göreceğiniz 50 kişi yanıt verdi sorumuza:

Ahmet Soysal, Ahmet Ümit, Baki Asiltürk, Berrin Karakaş, Beşir Ayvazoğlu, Birhan Keskin, Cem Erciyes, Deniz Kavukçuoğlu, Egemen Berköz, Elif Şafak, Enver Ercan, Eray Canberk, Eren Aysan, Feyza Hepçilingirler, Füsun Akatlı, Gökçenur Ç., Hasan Ali Toptaş, Hasan Özkılıç, Hıfzı Topuz, Hilmi Yavuz, Hulki Aktunç, Hüseyin Alemdar, İhsan Yılmaz, Konur Ertop, Lale Müldür, Mario Levi, Metin Celal, Metin Kaygalak, Murat Uyurkulak, Murathan Mungan, Müge İplikçi, Namık Kuyumcu, Nazlı Eray, Prof. Dr. Nüket Esen, Orhan Duru, Ömer Türkeş, Özen Yula, Pınar Kür, Selim İleri, Selim Temo, Semih Gümüş, Sibel K. Türker, Süreyya Berfe, Şebnem İşigüzel, Tahsin Yücel, Prof. Talat Sait Halman, Tuğrul Keskin, Yılmaz Karakoyunlu, Yılmaz Odabaşı, Yusuf Çotuksöken.

50 kişilik jürinin verdiği isimler Gülten Akın, Hilmi Yavuz, Arif Damar, İsmet Özel, Küçük İskender, Sezai Karakoç, Murathan Mungan, Lale Müldür, Ahmet Güntan ve Birhan Keskin’di. Kimileri de bu ünvanı taşıyacak bir isim olmadığını söyledi.

Oyların çoğunluğunu alan Gülten Akın, açık ara farkla “Yaşayan En Büyük Türk Şairi” olarak kapak dosyamıza konuk oldu bu ay.

1956’da yayımlanan ilk şiir kitabı “Rüzgâr Saati”nden beri vicdanı, sorumluluğu, duyarlığı ve incelikleri kendi şiir potasında eriten, yaşayan en büyük şairimiz Gülten Akın’ı saygıyla selamlıyoruz.

II. DÜNYA SAVAŞI YILLARI

Gülten Akın, 23 Ocak 1933’te Yozgat’ta doğar. Çocukluk yılları Yozgat’ta dedeler, nineler, amcalar, dayılar, yengeler, kuzenlerden oluşan geniş bir aile çevresi içinde geçer. Babası Balyozoğlugiller’dendir, annesi ise Kavurgalı Hoca Nuri Efendi’nin kızıdır.

Anne tarafı eşraftandır; baba tarafı ise halktan. Anne tarafının evi, tek katlı ama sofalı, iç içe kocaman odaları olan, bu odaların kapılarının üstünde Latin harfleriyle besmelelerin, şiir dizelerinin, özdeyişlerin bulunduğu büyük bir evdir.

Baba evi ise, ‘çardaklı, sayvanlı, sekili, aydınlık konuk odalı, karanlık tandır odalı ve kilerli küçük bir ev’. Gülten Akın’ın hayatı bu evlerde, özgürlük içinde geçer.

Babası II. Dünya Savaşı’nın başladığı yıllarda askere gider, aile de baba tarafından dede evine... Ekmek karnelerinin, pahalılığın, yokluğun hüküm sürdüğü yıllar... Oyun oynanılan bahçelerin, sokakların, evlerin tadı kaçar giderek. İlkokula Yozgat’ta devam eder şair; sınıf birincisidir hep.

Baba, 1942 yılında, üç yıl süren askerliğini bitirdikten sonra Ankara’ya gider; orada emniyet muavenet memuru olarak iş bulur. Bunun üzerine aile Ankara’ya taşınır.

GÜLTEN AKIN / ANNELER İLAHİSİ

ANNELER İLAHİSİ


Yitiğin tartıldı orda burda
bozuk mu düzgün mü tartılarda
durdun
söylenmemiş, anlatılmamış, söylenememiş olanı
anlaşılır durdu duruşun

öyle bakıyorsun
içinde dolaştırdıkları o karışık ayna
senin çıplak gözlerine
ne kadar ne kadar yabancı

GÜLTEN AKIN / BİR GÜNEYDOĞU AĞIDI

BİR GÜNEYDOĞU AĞIDI


İlk bu sabah
İlk bu sabah göğü görmedim
İlk bu sabah kaysı çiçeklerini
Hüzün ilk kez konuk gibi gelmedi
Efendim, ev sahabım

Karacamı suya indiremedim
Şahanım uçurdum döndüremedim
Dağlar

GÜLTEN AKIN / ELLER İLAHİSİ

ELLER İLAHİSİ

Ellerini görsem oğlumun
Uzun esmer parmaklı ellerini
Onları özlüyorum
Üç yaşına yağan karda
Kızarmış, ısıttım öpe hohlaya
Ozanda el-ücra çağrışımı yapan
Alucra kışları
Bir elim elinde sabaha dek
Öteki yorganının üstünde
Üşümezdi artık örttüm sardım ya

GÜLTEN AKIN / ÇAY

ÇAY

Bülbüllerin, kızaran çileklerin sesi
bana doğru uzanmış elindeki
açık sabah çayı
kışkırtılan gönenç
suçlu gibi yaşamaya alıştık biz oysa

onu nereye nereye saklamalı
yıllarca sımsıkı kapattığı kapattığımız
ruhlarımız (ilk mi) birbirine değdi
düzleşe düzleşe yitti deniz
düşteydik, teknelerin sesi balıkçılar olmasa
dağlar eflatun ve kara
gitgide yaklaşarak üstümüze geldi
yittik yitik ülkedeydik
değdik
kırlangıcın kanadıyla sessizliğe

GÜLTEN AKIN / YENİDEN

YENİDEN


Karanlık bastı mı gelirsin
Penceremin dibinde durursun
Oyuncaklar kabartma harfler gibi
Elle tutulur gibi garipliğin

Elişi kâğıtlarından çiçekler yaparsın
Yeni şekiller görülmedik renkler ışıklar yaparsın
Dünya güzelse daha güzel olur
Bir şarkı sıcak sıcak yayılır ansızın
Uzanır ellerin gözlerimi örter
Bütün düzenim bozulur

GÜLTEN AKIN / UZUN YAĞMURLARDAN SONRA

UZUN YAĞMURLARDAN SONRA


Sen yağmurlu günlere yakışırsın
Yollar çeker uzak dağlar çeker uzak evler
Islanan yapraklar gibi yüzün ışır
Işırsa beni unutma

Alır yürür sıcak mavisi gökyüzünün
Kuşlar döner uzun yağmurlardan sonra bir gün
Bir yer sızlar yanar içinde büsbütün
Her şeye rağmen ellerin üşür
Üşürse beni unutma

GÜLTEN AKIN / SEVİ DİZELERİ

SEVİ DİZELERİ


Özlemi beş geçe de
Ölüme yarım kala
Uslu dost dalgın yörük
Bir yol da bize uğra

Okşadın düzledin dağları
Biçtin dağıttın yelleri
Güzel dost çılgın yörük
Bir yol da bize uğra