hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Şubat 2013 Salı

Sabahattin Ali...Sahaflar...Varlık Dergisi...Ve Beyazıt Devlet Kütüphanesi...

Sabahattin Ali...
Daha ortaokula adım attığım zamanlarda başlamıştı sahaf dükkanlarına sevdalanışım...O,sadece kağıt ve kitap değil hissiyatların ve nice fikirlerin de kokusunu aldığımı düşündüğüm bu dükkanların biz gençlere yansıması da bugünkünden çok farklıydı.Bizler internette değil kitapların ve o güzelim dergilerin içinde gezerdik bütün dünyayı ve sanal sohbet bağlantıları ile değil yazılan karakterlerle arkadaşlık eder,onlarla birlikte ağlar birlikte gülerdik.Hala hepsi geçmişten samimi bir dost gibi hatırıma gelir zaman zaman...ve o çocuk kalbime düşen efkarı da hissederim,kalbimin bir yumruk gibi sıkışması ile.Sevinmek nasıl "en" sevinmektiyse kuşkusuz üzülmek de "en" üzülmekdi o vakitler...
Sabahattin Ali'yi hayranlık duyduğum eski edebiyat dergilerini almaya çabaladığım zamanlarda tanıdım.Farklı dergilerin birçoğunda yazısına rastlıyordum.O zamanlarda internette araştırma yapma lüksümüz olmadığı için kütüphaneler de araştırma yapma keyfimiz vardı.Annemin o dönemlere göre gayet içerikli kütüphanesinde,okulun veya ilçenin kütüphanesinde araştırdığım bir şeyi bulamadıysam eğer annemle bana  Beyazıt Kütüphanesi'nin yolu görünmüş olurdu.Eğer istediğim kadar detay bulamazsam bir konuda asla içim rahat etmezdi,araştırdığım şeyin bir ödev olması da gerekmezdi,bir dergi de bahsi geçen bir yazar,bir programda bahsedilen bir mucit veya ders kitabındaki tarihi eser olabilirdi araştırdığım,ne büyük şans ki annem iştahlıca araştırmalarıma hep destek olmuş ve yol katetmekten hiç gocunmamıştır.Beyazıt Kütüphanesinin ihtişamı bir yana kesinlikle kendine özgü bir atmosferi olduğuna inanırım,her kapısından içeri girdiğimde büyülenişim ondandır belki de.Her kütüphane dönüşünde Sahaflar Çarşı sına uğrar ve asla elimiz boş  çıkamazdık.Eski yayınlar bulur ve koleksiyoncular misali almak için yanıp tutuşurdum,daha anneme doğru baktığım anda onay veren gülümsemesi mest ederdi beni.Yıllar geçtikçe kendimde gider oldum sahaflara...Ve yayınlar içinde en çok sevdalandığım eski dergi yayınları olmaya başladı.Özellikle Varlık dergilerini bulduğumda nasıl mutlu olurdum...Sanki çok bilinen yazarların o en eski yazılarını okuduğum zaman  karşılıklı divanlara kurulmuş bir şeyler karaladıklarını izleyen bir kuş sanırdım kendimi...Bazısı ilk kez karşılaştığım kelimelerle dolu olan bu yazıları öyle ahenkle okurdum ki,bilmediğim kelimelere durup bakmak o ahengi bozar sanır bir çırpıda okumaya devam eder ve o ahenkle kendimi yazıya kaptırmamın bilmediğim kelimelere rağmen cümleleri çözme gücü verebildiğini görürdüm.Tabii kesinlikle öğrenirdim sonrasında bu not aldığım kelimelerin anlamlarını ve cümlenin gelişi ile tahmin edebildiklerime rastladığımda kendimi pek bir bilmiş sanır,gülümserdim hemen.
İşte Sabahattin Ali'nin öykülerinin tadına bakmışlığım da bu günlere yansır.Gel gör ki okunmalı,bu da okunmalı,bu da okunmalı dediğim eserlerin arasına kimi zaman popüler yayınlardan merak ettiklerim,kimi zaman tavsiyeler,kimi zaman da eski yayınlara denk gelip aldıklarım girdiği için...Bu da okunmalı listem bitmemiştir her gün yenisinin eklendiği dimağımdaki bu listeyi bitiripte bu diyardan göçebileceğime de inancım kalmadı doğrusu.İşte bu yazının geri kalanı bir ihmalden doğan acı bir itirafdır,hayatına dair araştırma yapıp,bir şeyler bilecek kadar kendime yakın gördüğüm bu adamın hiç bir eserini (ki bilenler bilir maalesef o mükemmel kalem gereken kadar eser veremeden kağıdından ve kaleminden ayrı düşmüştür)okumadığımı farkettiğimde çok üzüldüm.

Sevdiğim bir arkadaşımın armağanı olan kitapların arasından Kürk Mantolu Madonna çıktığında çok sevinmekle birlikte bu hüznü de yaşamıştım beraberinde...Ve nihayet okudum onu...Bir kitap değildi okuduğum sadece,yine her daim benimle birlikte olacak,zaman zaman hatırıma düşecek insanlar eklenmiş oldu hayatıma ve çok mutluyum onları tanıdığıma...Maria Puder ve Raif Efendi ile tanışmadıysanız eğer naçizane tavsiyem en kısa sürede tanışmanızdır.İnsanların birbirine değer yüklerken ağır sorumluluklar yüklemeyi de adet haline getirdiği bu vakitlerde karşısındakine hiç sorumluluk yüklemeden saf ve temiz sevmek ve aidiyet duygusunu bir ömür ızdırapla taşımak neymiş göreceksiniz ve basit,dümdüz bir insan sanılan birinin dahi içinde ne fırtınalar ve ne karmaşık hisler barındırdığını görünce sanıyorum ki hiçbir insanın göründüğü gibi basit duygulara ve monoton yaşamlara sahip olmadığına bir kez daha yürekten inanacaksınız benim gibi...
Temayül...Nahvet...Tezlil...Tedai...Tecessüs...İnhisar...Tekasüf...Muhayyile...
kelimelerini telafuz etmeyi de sevdim anlamlarını öğrenmek de hoşuma gitti...Sizin en çok hangi kelime dikkatinizi çekti...

size belki de gözden kaçırmış olabileceğiniz bir sır...Eğer bir kelime araştırıyorsanız bence en güvenilir kaynak şüphesiz Türk Dil Kurumu - Güncel Sözlük tür.Aynı site içinde Bilim ve Sanat Terimleri,Ekonometri Terimleri,Zıt Anlamlı Kelimeler dahil olmak üzere birçok sözlükten faydalanabilirsiniz.Sözlüklerde işaret dili ile ilgili detaylar verilmesi güzel olmakla birlikte ayrıca Türk İşaret Dili sözlüğüne de yer verilmiş.

Ayrıca Beyazıt Devlet Kütüphanesi'nden bahsettik ya yazıda,İstanbul'da ikamet edenler siteden üyelik kaydı yapabilir ve bu üyelik bağlantısı ile gitmeden önce istedikleri yayınların ayırtılmasını isteyebilirler.Hafta içinden ziyade cumartesi günleri görevlilerden yayın istenemediği için cumartesi gidecek olanlar hafta içi istedikleri yayınları ayırttırabilir.Kütüphanelere ziyaretlerin azaldığı bu zamanda bir değişiklik yapıp ziyaret etmek isterseniz.Çalışma saatleri ile ilgili bilgiyi de paylaşayım sizlerle :)
çalışma Saatleri
Hafta içi: 08.00'dan 18.30'a kadar. (Depolar 18.00'a kadar açıktır)
Hafta sonu(Cumartesi): 08.00- 16.30'a kadar
Cumartesi çalışacak okuyucuların, çalışacağı yayını, hafta içi mesai saatlerinde ayırtmaları gerekmektedir.
(kütüphanede bizzat, yada web sitemiz üzerinden yayın ayırtma yapılabilmektedir.)
(Nadir eserler ve Osmanlıca eserler ayırtılamamaktadır.)
Fotokopi ve Cd çekim Hafta içi 16.00'a kadar açıktır.

7 Haziran 2012 Perşembe

Biz Nasıl Hatırlanacağız ? (Peki ya ben nasıl hatırlıyorum ??? )

    Aslında çok sevmem kopyala yapıştır düzenindeki paylaşımları,içimden geçeni yazmanın beni rahatlattığını da bilir o bencilliğe kapılırım ama bazen o kadar içime işleyen yazılar oluyor ki...Paylaşmadan geçemiyorum...Seveceğinizi umuyorum;yazılarını,dahası hissettiklerini hissetmeyi sevdiğim güzel bir kadın dan Ayşenur Yazıcı dan alıntıdır...daha doğrusu Muazzezin Sırları ndan... :)


Biz nasıl hatırlanacağız büyük anne?

                                 HATIRLANMA ŞEKLİNİZ…





"Sen de dedem gibi ölecek misin, anneanne?" sözleri hasta odasında yoğun sessizlik yaşanmasına neden olmuştu. Geçirdiği ameliyatlardan sonra pek toparlayamamış yaşlı bayan hastamızı ilkokula yeni başlamış torunu ve kızı ziyarete gelmişti. Küçük çocukları hasta ziyaretine kabul etmememiz başlangıçta sorun yaratmış, kısa süreli ziyaret için izin koparmışlardı.
Hasta odasında ana kız konuşup dertleşirken torun araya girip sormuştu o can sıkıcı soruyu.
Kafamı eğip elimdeki dosya ile ilgileniyormuş gibi yaptım. Hastamız torununu yatağın kenarına oturttu. Ellerini tutarak
"Şimdi değil, iyileşip eve döneceğim, merak etme. Hemen ölmeyeceğim.
Ama er veya geç hepimiz öleceğiz" dedi.
Torun yanıttan pek tatmin olmuş gibi değildi.
- Ama bu haksızlık, anneanne. Ölünce onları bir daha göremiyoruz.
Dedemi çok özledim ben.
-Merak etme, insanlar ölünce görünmez olurlar ama hepten yok olmazlar.
Torun bir süre anneannesinin boynundaki kolye ile oynayarak düşündü.
Sonra "Peki insanlar ne oluyor, ölünce" diye sordu. Anneanne önce bana, sonra kızına baktı.
Torununun saçını okşayarak;
-Bir şekilde aramızda oluyorlar, ölenler. Kimi bir renk, kimi tat veya koku kimi de dokunuş olup geri geliyorlar. Mesela rahmetli annemin yaptığı puf böreğini hiç unutmadım. Nerede o kokuyu veya tadı bulsam annemin orada yanımda olduğunu bilirim. Dedeni ise saçlarımdaki dokunuş ile hatırlarım.
Nerede bir rüzgâr saçlarımı okşasa dedenin yanımda olduğunu düşünür, sevinirim.
-Peki, sen ölünce ne olup geleceksin, anneanne?
-Onu sen bileceksin. Beni nasıl hatırlamak istersen o şekilde geleceğim yanına.
Ziyaret kısa sürmüştü. Onlar odadan çıktıktan sonra hastamız, torununu çok özlemiş olduğunu belirterek ziyarete engel olmadığımız için teşekkür etti.
-Bu küçük torunumu büyüğünden daha çok seviyorum, doktor bey.
-Torunlarınız arasında ayırım yapmamanız gerekmez mi?
-Haklısınız ama böyle olmasında biraz kızımın da kabahati var. İlk çocuğunu çabuk büyütmeye çabaladı. Kendince başardı da. Ama hepimizden uzak soğuk, ağır biri oldu çıktı, büyük torunum. Şimdi hepimiz yakınıyoruz ama iş işten geçti.
-Neden böyle oldu?
-Ne yazık ki, kızım da diğerleri gibi zamane annelerinden oldu. Çocuğunu en iyi şartlarda, en iyi okullarda en iyi eğitim ile yetiştireceğim diye tutturdu. Çocuğun almadığı ders kalmadı neredeyse. Bale, piyano, tenis, yüzme dersleri yetmedi kolejlerde okuttu. Onunla birlikte ders çalışıp sınavlara birlikte girdi sanki. Şimdi adı sanı duyulmuş kolejlerden birinde okuyor. Ama hepimizden uzaklaştı. Derslerinden başka oyun bilmeyen soğuk ağır biri oldu.
Bir süre sustu, soluklandı. Elimi tutup yatağında doğruldu.
Yastıklarını düzelttim.
-Zamane anneleri böyle oluyor, işte. Çocuk yetiştirmeyi yemek yapmak sanıyorlar. Parayı bastırıp en donanımlı mutfakta en iyi malzemeleri kullanırsa yemeğin mükemmel olacağını hayal ediyor, ortaya çıkan yemeğe bakıp neden lezzetli olmadığını soruyor, kabahati mutfakta veya malzemede arıyorlar. Kendilerine hiç kabahat bulmuyorlar. Hâlbuki elinin emeği, sabrı, özeni olmadıkça lezzeti yakalayamazsın. Hele bir sarma sarsınlar da göreyim ben onları. Bu kez de "o kadar emek verdim, kimseye yedirtmem" diye tutturur bunlar.  Sanki analarından böyle gördüler.
Hayat kolaylaşıp hızlandıkça her şeyin aynı kolaylıkla yapılacağını sanıyor bu zamane anneleri. Çocuklarını da çabuk büyütmeye uğraşıyorlar. Onları hızlı yaşlandırdıklarının farkında bile değiller.
-Yani?
-Çocuk bu, yetiştiği ortamdaki insanlara anne babasına benzeyecek elbet.
Çocuk onlara benzemeye başladıkça anneler kendi beğenmediği yönlerini çocuklarında görüp kızıyor, nerede hata yaptıklarını bulmaya çabalıyorlar.
İkinci çocukta ise o ilk heves kalmıyor da öyle kurtarıyor onlar kendilerini.
Boğazı kurumuştu. Bir yudum su içip eskiden ailelerin ilk çocuklarının ağabey ve abla ağırlığı ile yetiştirildiğini ilk çocukların aileyi iyi yansıtma görevi olduğu için daha değerli olduğunu ama artık devrin değiştiğini ailelerin kendilerini değil de hayallerini çocuklarına yüklediğini ilk çocuktan sonra gelenlerin ise daha özgür olgunlaşıp aileye daha çok benzediğini anlattı.
Birkaç gün sonra hastamızın başucunda suluboya bir resim vardı. Mavi gökyüzünde sapsarı güneş ve bir de uçurtma uçuran kız çocuğu vardı, resimde. Hastamız resim ile ilgilendiğimi görünce okumakta olduğu gazetesinden kafasını kaldırıp;
-Torunum benim için yapmış bu resmi, doktor bey. Resimdeki kız kendisiymiş. Karar vermiş, ben ölünce resimdeki gökyüzünün mavisi olacakmışım, onun için. Gökyüzüne her baktığında benim yanında olduğumu bilecekmiş, böylelikle. Bu sımsıcak güneş ise dedesiymiş.
Gözleri dolmuştu. Birkaç damla yaş süzüldü gözlerinden. "Torunumun gözünde gökyüzünün mavisi olacakmışım, dedesi de hepimizi ısıtan güneş. Daha ne olsun?" dedi.
Öğle arasında bahçeye çıktım. Yağan yağmurun ardından masmavi gökyüzünde açan güneş, sıcaklığını iyice hissettiriyor, ağaçlar sonbahara hazırlanıyordu.
Hatırlanma şeklinizi, karşınızdakiler değil, sizin yaşamda bıraktığınız izler belirleyecek... 

yazının orjinali için : Ayşenur Yazıcı nın sitesine  buradan  ulaşabilirsiniz

not : bu yazıyı bana hatırlatan anneme ve teyzeme de ayrıca teşekkür ederim...


    Bu yazıyla birlikte duygu ve düşüncelerinize yoğunlaşıp,kimleri nasıl hatırladığınızı paylaşmanızı rica edeceğim sizden...Eskiden beri diyalogda olduğum arkadaşlar bilirler,Ertuğrul dedemin kaybını sukunetle ama yüreğimde kapatamadığım koca bir boşlukla yaşadığımı burada anlatmıştım.Hayatın içinde başka birinin anlamlandıramadığı kadar basit şeyler öyle derin izler bırakıyor ki insanda...Gidişiyle;yok yok aslında hastalığı ilerleyip paylaşımlarımızın azalması gerektiğinde anladım ki...Çok vakit geçiriyormuşuz birlikte ama aslında çok şey paylaşamıyormuşuz.Galiba bunun asıl sebebi hep yanımızda olacağını sanmamızmış.Artık iyice konuşma güçlüğü çekmeye başladığı zamanlarda birgün onunla tek başıma ilgilenmem gerekti.O gün eskileri,çoook eskileri konuştuk ve daha önce onunla hiç bunları konuşmadığımı farkettim.Annem,teyzemler,anneannem kendi yaşadıklarını yada kendilerinden önce ailede yaşananları anlatırdı bildikleri kadarı ile ama tarihe ve yaşanmışlığa bu kadar düşkün olan ben dahi ne ondan teyid almış ne de dahası bir zenginliğe sahip olduğunu anlayamamıştım daha önce.O gün onu bilerek ve isteyerek yordum,imkanım olsa daha da yorardım.Bugün harfi harfine anımsadığım o sohbetin verdiği yorgunluğa rağmen onu nasıl mutlu ettiğini gördüm.ve sanırım ben onu en çok o günkü mutluluğu ile anımsayacağım çünkü maalesef hastalık hiç yakışmadığı için ve eminim o da kendine yakıştıramadığı için sahte gülücükleri haricinde doyurucu bir tebessümü olmamıştı gidişine yakın...Kişisel zenginliği fazlaydı,herşeyden ve herkesden konuşulabilirdi onunla ama kendini anlatmayı sona saklamış galiba :( Yaşadığımız ilçe de bir şehir efsanesi gibiydi.İlk onun yaptığı işler,ilk onun gittiği yerler ve ilk onun aldığı makineler ve arabaların,yardımseverliğinin konuşulması bir yana...Hakikaten sevilirdi.Ne zaman ihtiyar bir delikanlı görsem,çok sevdiği yemekleri yapmak için mutfağa girsem hep aklımda.Ama diyorum ya en çok o konuşmadaki çocuksu ve tebessüm kaplı yüzü hatırımda kalacak...
    Babamın babası Halil dedemi kaybettiğimde çok küçüktüm ama ölmeden birkaç gün önce kardeşimle beni manava götürmüş ve buraya size kiraz almaya geldik demişti.İşte onuda en çok o haliyle anımsarım:)) Birde çok heybetli olmasına rağmen çok merhametli ve eli açık bir adamdı.Yaşımın küçüklüğü dahi bunu hatırlamama engel olamıyor.Hala da ardından öyle konuşulur.Çok sevdiği kedilerinin ona düşkünlüğünü de iyi hatırlıyorum bu da onunla ilgili fikir edinmeye yetiyor bence.
   Annemin dedesi Mehmet dedeyi tanıdım ama fazla vakit geçiremedik.Ailedeki gereksiz ama büyütülmüş bir kırgınlık yüzünden kopukluk yaşanmıştı.Evine ilk gittiğimde ortaokula gidiyordum.Evinin temizliği dahil bütün ihtiyacını kendi gördüğü söylenen bu adamın dantel örtüler dahil tertipli ve düzenli evini gördüğümde çok şaşırmıştım.Sonraki sohbetlerimizde büyük anneannenin düzenini devam ettirmeye özellikle çaba sarfettiğini öğrendim.Şaşkın yüzüm onu gülümsetmişti ve anneannenin çeyiziyle dolu çekmeceleri gösterdi bana.Onlarda özel çekmece örtüleri ile sarılmış pırıl pırıl ve mis gibiydi.Onların aşkına şahit olmayı o gün arzu ettiğim kadar bugün de ediyorum.
    Büyük amcamla ilgili çok fazla şey anımsayamıyorum ama gülen yüzü hep hatırımdadır.Ondan bahsedilince hemen gülüşünü anımsarım Mehmet Amcamın.Ve beni en çok sarsan kayıplardan biri Hamdi Amcam...Konuşmayı çok seven,son kuruşuna kadar ailedeki çocuklar için harcamaktan çekinmeyen amcamın bu samimi hallerini bugün daha iyi anlıyorum.Çok sevmesine rağmen yolunda gitmeyen bir evliliğin ardından tekrar evlenmemiş ve yalnız yaşamış bu adamın yalnızlığını büyük küçük ayırt etmeden tüm aileyi sık sık arayıp sohbet edişiyle küllendirdiğini sanıyorum.Hele annem çamaşırları ile ilgilenip o geldiğinde sevdiği yemekleri yaptığında minnetle davranışı annemin içini çok burkardı.İnsanların kendi seçimi olsa dahi yalnızlık her zaman acı veriyor bence.Kimseye yük olmamaya gayret eden Hamdi Amcamın gidişide bir gece ansızın  bi başınayken oluverdi.O da sevecen ve ilgili haliyle hatırlanacak ve benim tarafımdan diğer kuşaklara anlatılacak diğer kayıplarımız gibi...Allah hepsine rahmet eylesin...
   Sizlerin de kayıplarınız için sabır dilerim.tüm gidenlerinize Allah rahmet eylesin...

sevgilerimle

17 Mayıs 2012 Perşembe

Çikolata Parası

 

bu yazıyı sanal alemde okuduğumu ve beğendiğim için kaydettiğimi hatırlıyorum ama malesef nerde bulduğumu,kimin vasıtası ile okuduğumu hatırlayamadım.netten bakınca birçok sayfada paylaşıldığını farkettim.o yüzden alıntı olduğunu belirtmekle birlikte net bir kaynak gösteremiyorum ,netten bulduğum resimlerle yazıyı biraz süsledim :) (ve uygun resim ararken up(yukarı bak) filmini anımsadım.izlemediyseniz muhakkak izleyin.hatta bu ayrı bir yazı konusu bile olabilir) ama sadece beylerin değil hanımların da dikkate alarak okuması gerektiğini düşünüyor ve sizlerle de paylaşıyorum.keyifli ve huzurlu günlere...aşk la...

sevgilerle
Pınarpare


Çikolata Parası
Bülent, avucunu açmış kendisine doğru elini uzatan adama ters ters baktı. Elli yaşlarında gösteren adam, görmeye alıştığı hırpani kıyafetli dilencilere benzemiyordu. Üzerindeki giysiler eski fakat temizdi. Eli yüzü temiz ve sağlıklı görünüyordu. "Sapa sağlam adam gidip çalışacağına dileniyor, belki benden daha zengindir" diye düşündü. Zaten canı çok sıkkındı, bir de sinirlenmişti. Alaycı bir ses tonuyla :

- Ekmek parası mı istiyorsun ? diye sordu.

- Hayır çikolata parası lazım!
 


Bülent'in kızgınlığı şaşkınlığa döndü. Espri yeteneği olan dilencinin hali de başka oluyor diye düşündü.

- Niye, siz ekmek bulamayınca çikolata mı yiyorsunuz?

- Hayır. Ekmek bulamadığımız günler genellikle bulgur pilavı yeriz, onu da bulamadıysak aç yatarız. Bülent adamın ciddi mi konuştuğunu yoksa dalga mı geçtiğini anlayamamıştı.

- Bu gün karnınız doydu üstüne tatlı mı istedi canınız?

- Fakirin canı mı olur ki, tatlı istesin beyim.

- Bu bir kamera şakası mı yoksa sen iş bulamamış stendapçı mısın?

- Hiçbiri değil. Sadece fakirim. Bugün karımın doğum günü, ona çikolata götürmek istiyorum.

- Doğum gününde yaş pasta alınır bildiğim kadarıyla.

- O bizim için değil zenginler için. Otuz yıllık evliliğimiz boyunca ona bir kez bile yaş pasta alamadım. Ama her doğum gününde mutlaka çikolata götürdüm. Çikolatayı çok sever.

Adamın söyledikleri Bülent'in dikkatini çekmişti. O akşam karısıyla kavga etmiş, kapıyı çarpıp kendini sokağa atmıştı. Arabasına da binmemiş sahile kadar yürümüştü. Denizi seyretmek de onu rahatlatmamıştı. Oysa eskiden denizi seyrederken çok rahatlardı. Dalgalar sıkıntısını alıp götürürdü.

Fakat karısının evde ağlıyor olduğunu bildiği için olsa gerek, hiçbir şey onu rahatlatmıyordu. Dilenciyle konuşurken biraz kafası dağılmıştı. "Acaba söyledikleri gerçek mi, yoksa uyduruyor mu" diye düşündü.

-Cebinde bir çikolata alacak para yok mu şimdi?

Bülent'in sorusu üzerine adam ceplerini boşalttı, bir kimlikten başka bir şey çıkmadı.

- Ben dilenci değilim. İşim yok. Günlük çalışırım, ne iş bulursam aradım, aksilik bu ya, hiçbir iş bulamadım. Bülent oturduğu bankı işaret ederek yer gösterdi.

- Oturun biraz dertleşelim bari, dedi. Adam çekingen çekingen oturdu yanına.

- Yok mu eşin dostun, borç alacak akraban?

- Fakirin akrabaları da fakir olur beyim. Bulurlarsa kendi karınlarını doyururlar.

- Dilenecek kadar çok mu seviyorsun karını ?

- Hem de çok seviyorum. Otuz yılımı aydınlattı o benim.

- Hımmmm. Aşk, hem de otuz yıl süren aşk. Hayret doğrusu! Aşkın ömrü en fazla üç yıl diyorlar oysa. Sen otuz yıldan bahsediyorsun.
 


- Evet. Geçen yıllar sevgimi azaltmadığı gibi artırdı.
 

25 Ocak 2012 Çarşamba

Bir İnsanın Anavatanı...


  Bir gün seminere başlamadan önce kısa boylu güler yüzlü birisi geldi,
  Hocam elinizi öpmek istiyorum, dedi. Ben el öptürmekten pek
  hoşlanmadığım için, yanaktan öpüşelim, dedim, öpüştük. Aramızda şöyle
  bir konuşma yer aldı:
  - Hayrola, neden elimi öpmek istedin?
  - Hocam, üç yıl önce sizin bir seminerinizi katıldım. Hayatım değişti.
   O seminerden sonra daha mutlu bir ailem var ve size teşekkür etmek
  istiyorum; onun için elinizi öpmek istedim.
   - Ne oldu, nasıl oldu?
   - Üç yıl önce şirketimizin organize ettiği iki günlük bir seminerde
  bizimle beraberdiniz. O seminerin bitişine doğru dediniz ki, "Bir
  insanın anavatanı çocukluğudur. Çocukluğunu doya doya yaşayamamış bir
  insanın mutlu olması çok zordur. Bir annenin, bir babanın en önemli
  görevi, çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına olanaklar
  yaratmaktır."
  Bir süre sustu, bir şey hatırlamak ister gibi düşündü, sonra konuşmaya
  devam etti:
   - Hatta daha da ilerisi için söylediniz; dediniz ki, "Bir ulusun en
  önemli görevi çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına olanaklar
   yaratmaktır." Ben bir baba olarak sizi duyduğum zaman kendi kendime
  düşündüm: Ben bir baba olarak çocuğumun çocukluğunu doya doya
   yaşamasına fırsatlar yaratıyor muyum? Böyle bir sorunun o zamana kadar
  hiç aklıma gelmediğini fark ettim. Ben ne yapıyorum, diye düşündüm.
   Benim yaptığım sanırım birçok babanın yaptığının aynısıydı. Dokuz
   yaşındaki oğlum ben işten eve gelince beni görmemeye, benden kaçmaya
   çalışıyordu. Neden kaçmaya çalışıyordu, biliyor musunuz, Hocam?
   - Hayır, neden?
  - Çünkü onu görünce hemen şu soruyu soruyordum. "Oğlum bugün ödevini
   yaptın mı?" Tuhaf tuhaf bakıyor, gözünü kaçırıyor, daha da
  sıkıştırınca, hayır anlamına gelen, "cık" sesini çıkarıyordu.
  Kızıyordum, söyleniyordum, "Niye yapmıyorsun ödevini!" diyordum.
   Aramızda sürekli tartışmalar, sürtüşmeler oluşuyordu. Tabii bunun
  sonucunda bütün aile huzursuz oluyordu.
   Burada biraz sustu, soluklandı. Sanki hatırlamak istemediği anılar
   vardı; onların üstesinden gelmeye çalışıyordu. Sonra konuşmaya devam
  etti:
   - Ben sizin seminerinizden çıktıktan sonra düşünmeye başladım. "Ben ne
  biçim babayım," diye kendime sordum. Seminer için geldiğim
  İstanbul'dan çalışma yerim olan Kayseri'ye gidinceye kadar düşündüm;
   otobüste bütün gece düşündüm ve sonra kendi kendime dedim ki, eşimle
   konuşayım, biz birlikte bir karar alalım. Diyelim ki bu çocuk isterse
   beş yıl sınıfta kalsın, ama doya doya çocukluğunu yaşasın.
   - Radikal bir karar!
   - Evet, uçta bir karar, ama bu karar içime çok iyi geldi, Hocam.
   Gerginliğim, üzüntüm gitti, içim rahat etti. Ben eve gelince eşime
  dedim ki, hadi gel otur, konuşalım. Yemekten sonra oturduk konuştuk,
   çocuklar yattı biz konuşmaya devam ettik. Seminerde anlatılanları
  aktardım, böyle böyle böyle diye izah ettim ona ve en nihayet dedim
   ki, ya benim gönlümden ne geçiyor sana söyleyeyim. Bizim oğlumuz var
   ya bizim oğlumuz, o isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama çocukluğunu
   yaşasın! Şimdiye kadar onun çocukluğunu yaşamasıyla ile ilgili pek bir
   çaba göstermedik, bir bilinç göstermedik, oluruna bıraktık. Gel şimdi
   değiştirelim bunu.
   - Eşiniz ne dedi?
   - Hocam biliyor musun ne oldu?
   - Ne oldu?
  - Karım hayretle bana baktı ve dedi ki, "Bu ne biçim seminer be! Kim
   bu adam? Öyle şey mi olur; yok bizim ki çocukluğunu yaşayacakmış!
   Bizim çocuk çocukluğunu yaşarken öbürküler sınıflarını geçecek
   ilerleyecek! Öyle şey olmaz."
   - Anlıyorum; anne olarak çocuğunun geride kalmasını istemiyor,
   kaygılanıyor!
   - Fakat hocam ben pes etmedim, bırakmadım, mücadeleye devam ettim. Her
   gün, her akşam gece yarılarına kadar karımla konuştum. Üç gecenin
   sonunda bana, peki ne halin varsa gör, dedi.
   - Pes etti, yani. Peki, sen ne yaptın?
   - İşte onu dediği günün sabahı eşofmanımı, ayakkabımı şöyle kapının
   yanına bıraktım işe gittim; işten dönünce oğlumun gözüne baktım ve
   dedim ki, oğlum bugün doya doya oynadın mı? Bana hayretle baktı ve
   "Hayır!" anlamına gelen "cıkk" dedi. O zaman, hadi gel beraber aşağıya
   ineceğiz, oynayacağız, dedim. Eşofmanımı giydim, ayakkabımı giydim,
   onunla beraber sokağa çıktık. Pencereden arkadaşları bakıyorlarmış,
   onlar da sokağa çıktılar; birlikte sokakta oyun oynadık. Akşam saat
   altıdan sekiz buçuğa kadar sokaktaydık. Eve gelince toz toprak
   içindeyiz, beraber banyoya girdik, duş yaptık. Havluyla kuruladım, çok
   mutluyduk ve o günden sonra işten dönünce her gün onunla oynamaya
   başladım. Her gün, her gün, her gün oynadım. Yedi gün sekiz gün
   sonraydı galiba, bir gün banyodan çıkarken onu kuruluyorum havluyla,
   kolumu tuttu, bana döndü ve dedi ki, baba ya, ben seni çok seviyorum.
  Hocam nefesim durdu, gözüm yaşardı, konuşamadım. Çünkü farkına vardım
   ki, şimdiye kadar sevdiğini hiç söylememişti. Düşündüm, şimdiye kadar
   hiç söylemediğinin farkında değildim; belki ömür boyu söylemeyecekti.
   "Ne büyük tehlike!" diye düşündüm. Ömür boyu onun bana bu cümleyi
   söylemediğinin farkında olmayacaktım.
 



  - Demek farkına vardın, seni kutlarım. Senin farkına vardığın bu durum
   birçok anne ve babanın farkında olmadığı gizil, örtük ama önemli bir
   tehlike!


7 Ocak 2012 Cumartesi

taze balık deyip geçme neler anımsatır sana...



Japonlar taze balığı hep çok sevmişlerdir. Fakat japonya sahillerinde bol
 balık bulmak mümkün olmamaktadır. Balıkçılar, Japon nüfusu doyurabilmek
 için daha büyük tekneler yaptırıp daha uzaklara açılabilmişlerdir. Balık
 için uzaklara gidildikçe, geri dönmesi de daha çok vakit alır olmuştur.
 Dönüş bir – iki günden daha uzarsa, tutulan balıkların da tazeliği  kaybolmaktadır.


Japonlar tazeliği kaybolmuş balığın lezzetini sevmemişlerdir. Bu problemi
 çözebilmek için balıkçılar teknelerine soğuk hava depoları kurdurmuşlardır.
 Böylece istedikleri kadar uzağa gidip, tuttuklarını da soğuk hava deposunda  dondurulmuş olarak saklayabileceklerdi.


Ancak Japon halkı taze ile donmuş balık lezzet farkını hissedebiliyor ve  donmuş olanlara fazla para ödemek istemiyorlardı.
 Balıkçılar bu defa teknelerine balık akvaryumları yaptırdılar. Balıklar  içeride biraz fazla sıkışacaklardı, hatta, birbirlerine çarpa çarpa birazda  aptallaşacaklardı, ama yine de canlı kalabileceklerdi.


Japon halkı canlı  olmasına rağmen bu balıkların da lezzet farkını anlayabiliyorlardı.
 Hareketsiz, uyuşmuş vaziyette günlerce yol gelen balığın, canlı, diri  hareketli taze balığa göre lezzeti yine de etkilenmişti.


 Balıkçılar nasıl olacakta Japonya’ya taze lezzetli balığı  getirebileceklerdi ?
 Siz olsaydınız ne yapardınız ?
 Hedeflerinize ulaşır ulaşmaz, mesela mükemmel bir eş buldunuz veya  çok  başarılı bir firmaya girdiniz, borçları ödediniz v.s. Heyecanınız  kaybolmaya başlamaz mı? Aşırı çalışmanız gerekmiyorsa rahatlamaz mısınız?
 Lotoda büyük ikramiyeyi kazananlar parayı savurmaya başlamaz mı ?
Japonların Taze balık probleminde olduğu gibi çözüm aslında basittir.


1950′lerde L.Ron Hubbart’ın gözlemlediği üzere  “ İnsanoğlu ancak hırs
 iddiası içinde bulunursa anormal çabalar sarfeder. ”
 

Ne kadar akıllı, uzman, inatçı iseniz iyi bir problemle uğraşmaktan o kadar  zevk alırsınız.
 Problem sizi ne kadar zorluyorsa ve siz onu adım adım çözebiliyorsanız
 bundan da o derece mutluluk duyarsınız, heyecan duyarsınız ve enerji dolu,  canlı, ayakta kalırsınız.
 Japonlarda balıkları yine teknelerindeki akvaryumlarda tuttular, ancak
 içine küçük bir de köpekbalığı attılar. Bir miktar balık köpekbalığı
 tarafından yutulmuştu, ama geride kalanlar son derece hareketli ve taze  kalabilmişlerdi...

söylenecek ne çok şey var ya da hiç birşey yok...belkide ne anladıysanız o,ya daaaaaaa ne anlamak istiyorsanız o!!!hayat işte,kısaca hayat!!'bu hikayeyi yada benzerlerini seviyoruz daha okuduğumuz anda hayatımıza uygulamamız gerektiğine karar veriyoruz.buna müteakip heyecanımız bir süre daha devam ediyor ve paylaşıyoruz arkadaşlarımızla ama o bir anlık heyecanı çabuk yitiriyor ve hayat denen koşturmacaya dönüyoruz.bazen çoğu şeyi değiştirmek istiyoruz hayatımızda hatta bazen de bu değişimlere muktedir olduğumuzu dahi düşünüyoruz ama bu düşünceler kısa sürüyor ve tüm fikirlerimizi salıyoruz çayıra bekliyoruz ki biz duralım Mevlam bizim için kayıra...

işte bu noktada yine mi karamsarlığa düşüyorum yoksa derken sevdiğim bir ayetin bir kısmını anımsıyorum,size de anımsatıp işe dönmek üzere müsade istiyorum...

"Ey Rabbim!;İçimde öyle düşünceler uyandır ki, bana ve ana-babama bahşettiğin nimetler için sana hep şükreden biri olayım ve hep Senin hoşnut olacağın dürüst ve erdemli işler yapıyor olayım; ve beni, rahmetinle, dürüst ve erdemli kulların arasına sok!"



not : yazı için Tülin'e,resim için kayıp balık nemo ya:) teşekkürler...
ayet alıntısı ile ilgili Neml suresi 19.ayet in bir bölümü (Muhammed Esed meali)