gezi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
gezi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Haziran 2010

mardin: dillerin, dinlerin ve tarihin bal renkli kenti


muhteşem rehberimiz mehmet'in zinciriye medresesinde çektiği bir fotoğraf.
geçen ay bir haftasonumuzu mardin'de geçirdik. tam anlamıyla büyülendik mardin'den. medeniyetler, tarih, estetik, manzara ve lezzet aklımda kalanlar.

3 Aralık 2009

efes civarından fotoğraflar

güzel fotoları ile bizleri büyüleyen 7 yaşında bir yiğenim var, yağmur. hastayım onun çektiği fotolara.

st. jean bazilikası (foto: yağmur)

st. jean bazilikasında bir çiçek (foto: yağmur)

yol boyu bizi yalnız bırakmayan ve burnunu her yere sokmaya çalışan appa'mız. (foto: yağmur)

antik tiyatro gerçekten büyüleyici (foto: ahmet)

efes gerçekten güzel korunmuş. gerçi taksici şöyle kızıyordu: "biz çocukken ne güzel koştururduk bunların içinde. şimdi jandarma hiçbirşeye izin vermiyor." (foto: yavaş yavaş)

efes'te idari merkezi sosyal merkeze bağlayan yol. güneşle aydınlanmış kısım iki bin sene önce denizmiş. bu yolda o zamanlar yürümek isterdim. tabi köle olarak değil. (foto: bilemedim)

meryem ana tapınağının muhteşem doğasında cirit atan sincaplardan biri (foto: ya ahmet ya yağmur)

meryem ana'nın hayatının son günlerinde yaşadığı mekana gittik. mekanda beni etkileyen birşey yoktu. yalnız doğası muhteşemdi.

tarihteki ilk reklam

reklam (foto: yavaş yavaş)

rivayete göre bu fotoğrafta gördüğünüz tarihte bilinen ilk reklamlardan. reklam limandan efes'e gelenlerin şehir merkezine gittiği yol üzerinde kaldırımda duruyor. reklam diyorki eğer paran varsa ve kalbin yaralı ise (sol üst) ileri doğru yürüyünce yolun solunda (ayak) seni güzel kadınlar (sağ alt) bekliyor.

28 Kasım 2009

efes şirince

efes kütüphanesi (foto kaynak)

sonunda efes'i görebildik. içeri girerken rehberlerden biri rehber istermisiniz diye sordu. şimdiye kadar her yeri kendi başıma, kitaptan falan okuyarak dolaştığım için hayır biz dolaşırız dedim. tabi 10 dakika içinde anladım bu mekanın rehbersiz dolaşılamayacağını ve geri dönüp bir rehber ile anlaştık. rehberimiz yılmaz bey sayesinde o muhteşem şehirde hayaller kurarak dolaşmaya başladık. belediyede ocağın ateşi yanıyordu. caddelerde yürürken bir törendeydik. esnaf dükkana çağırıyor kendi aralarında da o zamanın tavlasını oynuyordu. patroniçe güzellerini görmeye davet ediyordu bizi. mağazaların arasındaki merdivenlerden evlerine gidiyordu insanlar. romadan gelmiş fermanı duvara yazıyordu birileri. her kenardan heykeller, her duvardan tablolar bize eşlik ediyordu. benim hayatımda gördüğüm en güzel antik şehirdi. insanların ikibin sene önce böyle estetik ve planlı bir şehir kurmuş olmalarına gerçekten şaşırdım. şaşalı dönemlerinde 200binden fazla nüfusu varmış.

efes müzesi de ayrıyeten beni çok şaşırttı. gerçekten çok güzel bir müze. görmeden geçmeyin.

şirince'nin kiliseden görünümü (foto: oylum)

şirince'nin kıvrıla kıvrıla tırmanan bir yolu var. kocaman bir pazarı dağ başına kurmuşlar gibi. dağ ve vadi manzarası, güzel evleri, ara sokakları ve renkli alış veriş ortamı ile görmeye değer bir yer. meyve şarabı ise beni açmadı.

14 Ağustos 2009

ehli keyf rüzgarlar

hey gidi göbün koyu (foto: özgür)

sabah şöyle bir konuşmayla başladı o güzel anılar
ben: geldik fethiye'ye. siz ne zaman burada olursunuz?
yalın: ha ne biz mi, hmm, dur bakim. dur dur...
yalın: tamam siz göcek'e gelin. ordan alalım sizi. sizin otobüs zaten oradan göcek'e devam ediyordur.
ben: evet gerçekten devam ediyor, şimdi önümden geçti oraya doğru geliyor.

bazen tarihi mezarlarda saygısızca davrandık (foto: özgür)

bazen yaşama tutunanlara hayran kaldık (foto: özgür)

taşyaka koyunun batı yakasına demir attık. sonrasında yürüyerek bin yıllık mezarlıkların yanından geçtik. en son bedri rahmi ve azmi arat'ın eserleri ile kapanış yaptık. oradan geri dönerken terli terli atladık buz gibi sulara ve yelkenimize doğru attık kulaçları.

bazen sadece yattık (foto: özgür)


bazen korkusuzca korsanların peşine düştük (foto: özgür)

günlerden birgün dalgıç tahir'in yiğeni aradı, gelin tam sizlik lagos'sum var dedi. tabi kıramadık. lagosu fırın yaparım dedi. olmaz yahu ben yemem diyince. birazı fırın birazı da ızgara yapıldı. öğrendim ki lagos fırın yenirmiş. fırından bir lokma tadınca, burun kıvıra kıvıra yedim ızgarayı. sabah restoranın arkasından öte tarafa denize çıktık. yürümeye devam ederek oğlakları bulduk. meğer birkaç haftalıklarmış da yolumuzu gözlerlermiş. gider gitmez kafa tokuşturup üstümüzdekileri çekiştirmeye başladılar.

bazen yeni neslin davranışlarına kızdık (foto: levent)


bazen farklı dillerde konuşmaya çalıştık (foto: özgür-levent)

arkamdan koşan sözler:
- biz korkunun değil umudun adamıyız
- ben demirden korksaydım trene binmezdim
- kim kesecek karpuzu, ben kesmem

21 Ekim 2008

arrivederci italya

s. peter meydani, vatikan

italya beni büyüledi dersem yalan olmaz. daha önce istanbul sultanahmet'te dolaşırken tarihin içinde yürüdüğümü hissederdim. yanıldığımı gördüm. binlerce yıllık bir tarihin içinde cap canlı bir şehirde dolandım, roma'da dolandım. yürürken sokağı bir dönüyorsunuz karşınızda etkileyici bir kazı alanı. başka bir sokağa döndüğünüzde tarihi bir eser, başka bir yerde güzel bir meydan ve büyüleyici heykellerle süslü çeşmesi. normalde müzelerde görmeye alıştığımız yapılar burada sokakları ve meydanları süslüyor. şansımız da vardı bir festivale denk geldik. en büyük meydanlarından novanada akşam konserleri vardı. konserlerin birinde kalabalık seyirciler güzel kıyafetleriyle tango yapıyorlardı. ayrıyeten sokaklar kalabalık ve insanları gerçekten çok neşeli ve sıcak. oldukça da yardımcılar.

ispanyol merdivenlerinde bir saat oturursanız, yüzlerce insanın evine götürdüğü fotoğraflarda yerinizi alırsınız.

bu arada kadınlarının güzelliğine değinmeden geçemeyeceğim. gerçekten çok bakımlılar. 40 yaşında bir kadın ile 25 yaşında bir erkeği takılırken gördüğünüzde garipsemiyorsunuz.

vatikan'da pazar ayini. ister istemez vatikandaki sanattan, estetikten ve ihtişamdan etkileniyorsunuz.

klasik bir öğle yemeği üç basamaktan oluşuyor. önce makarna, sonra et ya da balık. son olarak da meyve. tabi espresso içmeden kalkılmıyor. italya'da en ucuz yemek pizza. bir dilim pizza ve bir bira 3 euro. avuç kadar bir makarna yedim, 12 euro'ydu. fiyatından mı bilmem ama yediğim en lezzetli makarnaydı. bir daha yer miyim? tabi ki hayır. çok ilginçtir maraş dondurması formatında olmayan en güzel dondurmayı yedim. meğer roma dondurması diye anılıyormuş zaten. akşam yemeği yemeden geçirebilirsiniz. bar ve kafe ortamları gerçekten etkileyici. ayrıca barlar çok güzel açık büfe mezeler veriyorlar. hem de bedeva. akşam bir bara gidip hem güzelce müziğinizi dinler, hem içkinizi içer, hem atmosferi tadar, hem de akşam yemeğinizi yemiş olursunuz. üstüne üstlük makul bir fiyata olur bu. biz bunu son gün keşfettiğimiz için üzgünüz. yemek yedikten sonra bara gitmenizi hiç tavsiye etmiyorum. aç gözlerle mezelere bakıyorsunuz, keşke midem de aç olsaydı diyerek.

aşk çeşmesi. o kadar etkilendim ki 4 kere uğradım buraya. bizim çeşmelere meraklı belediye başkanlarımız keşke roma'dan etkilenmiş olsalardı.

sant'angelo kalesi

batıdaki roma'dan doğudaki l'aquila'ya geçtik. italya'da doğu batı arası otobüsle iki saat. batıdan doğuya geçerken normal yol yok. ya tüneldesiniz ya da viyadükte. yem yeşil dağlar ve vadiler mühteşem bir manzara sunuyor. l'aquila'nın dört yanı vadiler ve dağlarla çevrili, çok güzel bir üniversite şehri. şehrin sokaklarından deniz gibi vadi ve dağ manzaraları görülüyor. şehir merkezinde 4 bin kişi yaşıyor. bunların 2 bini üniversite öğrencisi. şehrin en gösterişli, tarihi ve önemli binasını şehir kütüphanesi yapmışlar. haliyle biz buna şaşırıyoruz. turistik bir şehir olmadığı için pek ingilizce bilen yok. yine de çok yardımcı oluyorlar.

l'aquila'dan bir manzara. bu şehrin dört bir yanı böyle

l'aquila'nın yöresel bir çikolatası var. yufka arası kalın nutella ve fındık olarak düşünebilirsiniz. bir tanesini aldım ve bitirme sürecindeydim ki etraftakilerin bana bakıp güldüğünü fark ettim. "ne gülüyorsunuz lan, ayı mı oynuyor" demedim. ben de güldüm komik olan ne diye sordum. meğer onlar bu çikolatayı yerken, bir diş alıp bırakıyorlarmış. ben koca bir tanesini hüpletince komik gelmiş. dedim ya sıcak insanlar.

üniversitenin bir dersliği, l'aquila. (foto by oksana)

küçük şehirlerde dolaşmayı çok seviyorum. büyük şehirler gibi ihtişamlı değiller ama daha sıcaklar. insanlar birbirlerine daha bir yakın bakıyor. mesela her barda, barın sahibi ile müşteriler arasında samimi bir muhabbet var. insanlar arasında da aynı samimiyeti hissediyorum. bir ay kalsam herkesle tanışacam. öğrencilerin takıldığı bir rock bara oturdum. heyecanlı vücut dilinden anladığım kadarıyla barmen arabalarla, sarhoşlukla, hız yapmakla ve makas atmakla ilgili bir hikaye anlatıyordu. ben biramı içene kadar o aynı hareketlerle bu hikayeyi dört kişiye anlattı.

sözün özü roma'da yaşanır, hem de çok güzel yaşanır.

italya'da çektiğim diğer fotoğraflara buradan ulaşabilirsiniz: http://picasaweb.google.com/yavastanyavastan/Italya#

29 Temmuz 2008

portekiz, türkiye'nin ab'ye girmiş hali

torre de belem

denizciliğin macerası, keşiflerin ihtişamı, sömürünün şiddeti ile dolu bir tarih. insanlık tarihinde yeni bir sayfa açan portekiz'i türkiye'nin avrupa birliğine girmiş hali olarak gördük. neden mi çok benzettik? benzeyen yönlerimizi aşağıda maddeledim.

- ingilizce olarak yol sordum. adam elini omzuma koyup tam on dakika nasıl gideceğimi anlattı. yanlız portekizce anlattığı için hiçbir şey anlamadım. başka biri de bizi alıp gittiğimiz yere kadar götürdü. bu tavırlar tanıdık geldi mi?

- tramvayla gidiyoruz. derken tramvay durdu ve kaptan kornaya bastı. ne oluyor diye öne baktım. adamın biri tramvay yolunda dörtlüleri yakarak park etmiş ve kenardaki marketten alışveriş yapıyor. elinde poşetlerle geldi ve elini sallayıp otomobiline bindi.

- nasıl biz 3 kıtanın hakimiydik sözleriyle büyüdük. onlar da her yerde ihtişamlı günlerin anısı var. onu anlatıp, hatırlatıp duruyorlar. gerçekten de denizcilik ve keşifler dendi mi portekiz'den başlamalı konu.

- hayatım boyunca, ayağımın önüne iki şehirde tükürüldü, biri adana diğeri lizbon. şaka yapmıyorum.

- kalabalıklığı, gürültüsü, samimiyeti aynen burası.

- yemek ve salata lezzeti bizim gibi. hatta yeşillikler ve meyveler buradan çok daha lezzetli ve taze.

tabi portekiz'in yapabildiği ve bizim yapamadığımız da çok şey vardı. bunları da maddeler halinde aşağıda sıraladım.

- tramvay yoluna park etmiş adama kimse küfür edip sesini yükseltmedi.

- tarihi yerlerin dokusunun bozulmamasına çok özen gösteriyorlar. yeni bir bina mı yapılacak, eski mimariye uygun yapıyorlar. tarihi mekanların dış yüzünü ve sokaklarını reklam ile kapatmıyorlar. biz ne yapıyoruz bu konuda dersek istiklal caddesi güzel bir örnek. her yer reklam afişleri. yeni binaların eski binalarla alakası yok. istiklal caddesinde reklamların kaldırıldığını ve yeni binaların dış yüzünün eski mimariye göre yapıldığını düşünmek çok keyifli.

- toplu taşıma çok iyiydi. her otobüs durağında bir harita var. hangi hatların nerden, kaçta geçtiğini görebiliyorsun.

- nerde yemek yersen ye, ucuz ve lezzetli şarabını içebiliyorsun.

- insanların rahatça dinlenebileceği geniş meydanları ve parkları var. bizde ise arabalar insandan öncelikli. meydan yapacağımız yerleri araç yollarına boğuyoruz.

- bütün otobüs ve tramvay şoförleri ve pazarcılar kadındı.

portekiz'de ilk durağımız lizbon. ilk dikkatimizi çeken ise reklamlar. hava alanında gözünüzün gördüğü her yerde reklam var. yere baksan reklam. tavana baksan reklam. önüne baksan reklam. biz de gittikçe böyle bir reklam cümbüşüne doğru gidiyoruz.

ilk gün yağmur ve rüzgar demeden yürüyüş turumuza başladık. graca sokakları ile başlayan yolculuk kalede son buldu. evler bu kadar mı şıkışık olur. birçok evin dış yüzünde çamaşırlar asılıydı. ilgimizi çeken bir şeyde her sokakta en az bir tane kahve ve hamur işi tatlı yapan mekan olması. herkes ama herkesin kafelere oturup bir tatlı yiyip, kahve içme adeti var. o mekanlarda bir tane bile tuzlu hamur işi yoktu. bizim kültürde dışarda takılma adeti pek yok. tabi onlarda herkesin dışarıda kahve/şarap içme alışkanlığının olmasının nedeni biraz da ucuzluk. bir espresso 0,5 ytl, bir kadeh şarap 1 ytl. haliyle bizde halkın çoğunluğu dışarıda takılmıyor. eh böyle ucuz olsa belki bu adet bizde de olurdu.

graca'dan köprüyü ve kaleyi beraber gören bir manzara. buradan bakınca istanbul'u çağrıştırdı.

kalenin bir aralığından lonely planet'e saygımızı sunuyoruz. her kitabında olduğu gibi bu portekiz kitabı da tatilimize çok katkı sağladı, keyfimizi katladı.

portekiz'e yolunuz düşerse fado dinlemeden dönmeyin. fado'nun başlangıcı denizcilerin arkasından söylenen ağıtlarmış. çok hüzünlü bir müzik. fadoyu dünyaya tanıtan sanatçı ise amelia rodrigues. evimizde onu dinliyoruz. kendisine saygılarımızı sunuyoruz. fado dinlemek için kaleden yürüyerek alfamo bölgesine gitmeye çalıştık. çalıştık diyorum çünkü kaybolduk durduk. alfamo iki insan omzu eninde ve çıkmaz sokaklarla örümcek ağı gibi örülmüş. romen mahallesi havasında. tedirgin oluyorsun. sonra bir evden bir aile iyi giyimli olarak çıktılar. hızlı adımlarla bir yere gidiyorlardı. dedik ki bunlar eğlenmeye gidiyorlar. gerçektende onları takip ederek yolumuzu bulduk. gezi kitabında önerilen fado mekanına gittik ama doluydu. kapıdaki görevli "sizi güzel bir mekana götüreyim" dedi. adam bizi öyle sokaklardan, inşaat alanlarından geçirdiki fena tırstık. neyseki küçük ve çok güzel bir fado mekanına geldik. her sanatçı üç parça söylüyor, sonra başka bir sanatçı geliyor. fado söylenirken mekanın sahibi bütün masaları susturuyor. sadece müziği dinleyip, şarabını içiyorsun. portekizce bilmememize rağmen fado söylenirken gözlerimiz doluyordu. gönül yarası'nda aynur doğan'ın kürtçe parçasına meltem cumbul'un sözlerini bilmeden ağlamasını hatırladım. çok güzel bir deneyimdi. ortam bizi içine almıştı. böylelikle ilk günümüzü sonlandırdık.

fado mekanı
mekanın sahibinin annesi söylüyor. bu yaşta çok güzel bir sesi vardı. arkada soldaki gitar fado gitarı diye geçiyor. duvarlarda ünlü fado sanatçılarının fotoğrafları var. gördüğünüz gibi biri fado söylüyorsa tek yapabileceğiniz sadece onu dinlemek. başka birşey yapmak da içinizden gelmiyor.

çok fazla yazıyorum. bundan sonrasını sadece fotoğraflar ve altında bir iki cümle ile anlatayım.

mosterio dos jeronimos

mosterio dos jeronimos'un torre de belem'in çatısından görünüşü. arkada stadyum ve modern lizbon.

mosterio dos jeronimos'un yanındaki klise

torre de belem'in önündeki keşifler haritası

lizbon'da binaların orta katından geçen araç yolları çok sayıda mevcut.

sizce bu neyin fotoğrafı. cevap yazının bitiminde.

denizi gören august caddesi.
caddenin fotoğrafta görülen çıkışı arco da victoria kemeriyle praca do comercio meydanına açılıyor. bu meyden lizbon'un en eski meydanı. denizden ve nehirden gelenler buradan karaya çıkarlarmış.

aveiro şehrinde bir salsa bar. bir başka ülkede insanlarla aynı dansı paylaşmak çok güzel bir duygu.

porto tren garının girişi.
mozaikler portekizin simgelerinden.

bizi kendine hayran bırakan bir kitapçı

porto'nun meyve pazarı.
alt kat çiçekçilere ait. meyveler ve sebzeler hem çok canlı ve lezzetliler hem de çok ucuzlar. pazarcıların çoğu kadındı. onların da birçoğu şarap şişelerini koymuşlar kenara, yavaşça içerek yapıyorlar işlerini.

rebeira meydanı. dışarı çamaşır asma adetinden bahsetmiş miydim?

douro nehrinden porto'nun görünüşü.
bu tekneler yüzyıllardır douro vadisinden şehre şarap taşıyorlar. şimdi sadece estetik amaçla nehirdeler.

liberdade meydanı

fotoğrafın açıklaması. lizbon'da bir sanat binası yeniden inşa ediliyor. dışarıya, "herkes sanat için sabırsızlanıyor sloganıyla" bu mankenleri yerleştirmişler.

17 Mart 2008

Lüx (!) Yalova Seyahat Ayrıcalığı

Yalovalı olan herkes Yalova seyahati bilir. Hatta Yalova’dan yolu geçen herkes Yalova seyahati bilir çünkü bu şirket dışında alternatifleri yoktur. Bursa-Yalova-İzmit hattında binlerce otobüs firması varken hiçbiri Yalova’nın içine giremez çünkü Yalova seyahat mafyası buranın tekelidir. Ben 1992 yılından beri bu şirketle seyahat eden talihsiz bir Yalovalı olarak bu seyahatin neresinin lüx olduğunu anlamış değilim. Hatta varlığıyla Yalova halkını rezil ettiğini, utandırdığını düşünüyorum. Yolculuk sırasında mutlaka bir sorun yaşayacağınız tek seyahat şirketi iddia ediyorum Yalova seyahattir. Önemli ayrıcalıklarını yazıyorum:

1. iki kişiye aynı koltuğu satma: bu davranış Yalova seyahat için bir ilke gibidir. Benim başıma en ez 30 kere geldi. Sorunun kimde olduğunu anlayamadan muavin size yeni bir yer bulur ve bu yer eğer şoför yanı ya da merdiven dibi değilse şanslısınız.

2. 304 ya da 403 otobüsler: yaşadığımız zaman içinde bu otobüslerin sadece topluluk etkinliklerinde kullanıldığını görüyorum ama bunlar Yalova seyahatin vazgeçilmezidir. Otobüsler o kadar eskidir ki koltuklar çalışmaz havalandırma sistemi çökmüş durumdadır ve otobüs her daim pistir. Ayrıca mola boyunca açık kalan kapıları ile donarsınız.

3. muavin toplama: evet Yalova seyahat muavinleri toplamadır. Otobüs hareket eder, şoför bir grup erkeğin beklediği yere gelir ve “haydi Ankara bir kii, 25 YTL yeme içme bedava” der siz ne olduğunu anlamazsınız, biri gelir otobüse o sizin muavininizdir. Artık müthiş servisten hiç söz etmiyorum.

4. su problemi: bir kere bile istediğiniz şeyi istediğiniz zaman alamayacağınız tek yer Yalova seyahattir. Su isterseniz onuncu istemede gelir, kolonya zamansız gelir, ya da bi çay için gecenin köründe muavin sizi uyandırabilir. Sonra alayım dersin “sen bilirsin kalmazsa bana sorma” diye bir yanıt alabilirsiniz. Ya da içemediğiniz çay için muavin hesap sorar, “neden hepsini içmedin?” gibi.

5. inme ve binme sorunları: Yalova seyahati uzun yol dolmuşu olarak ta tanımlayabilirsiniz. Yalova’dan Ankara’ya kadar nerdeyse her otobüs durağında durup “Ankara bir kiii” diye bağıranlar bizim yörenin şoförleridir. Ayrıca Yalova Ankara arası otobüsün her yerde duracağını garanti eder şoförler.

6. para: Yalova seyahat pahalıdır. Ankara-Yalova arası 30 YTL şu an, kelle koltuk diye tabir edebileceğimiz bir seyahat için bence çok fazla.

7. mola yeri: Yalova seyahatin mola yerleri seçilmiştir. Ayrıcalıklıdır. Tüm tuvaletler pis, bütün yiyeceklerin üzeri toz kaplı, iki cami bulunan ve başka herhangi bir otobüsün ya da arabanın hatta kamyonun bile durmadığı yerlerdir. Örneğin bolu’da öyle bir yerde mola veriyorki Bolu’ya özgü meşhur Bolçi çikolatası bi tek orda yok.

8. En komiği ara verdiğimiz zaman oynayan filmin tüm yolcular inmesine rağmen devam etmesi, bu çok sık olur Yalova seyahatte. Uyarırsın kapatalım sonra açarız dersin, dvd player bozuktur genelde ve moladan sonra gelip filmin bir kısmını kaçırmış olarak filmi izlemeye devam edersin.

Ben sırf Yalova seyahat kullanmamak için herhangi bir yerden İzmit’e ya da Bursa’ya gidip ordan dolmuş ya da otobüsle Yalova’ya ulaşmayı tercih ediyorum ancak dün akşam mecburen Yalova’dan Ankara’ya kadar bu seyahati kullanmak zorunda kaldım. Otobüs 403 tarzı dokunsan yıkılacak bir otobüstü, koltuklar bozuk, havalandırma kapanmıyor. Muavini yine yoldan topladık ve adam hiçbir şekilde servisten anlamıyordu. Örneğin; “Arkadaşlar kim su istiyor parmak kaldırsın ona göre doldurucam” dedi ve bu tarzını bütün servis boyunca devam ettirdi. Otobüsün arkasına geçip sigara içti. Şoförle beraber gişelerden beleşe geçtik diye sevindiler, cep telefonları zırıl zırıl çaldı ve bağıra bağıra konuştular. Bolu’da inecek yolcu almışlar otobüse halbuki biz Bolu’ya 45 dakika olan Bolu dağının üzerinden geçiyoruz. Yolcuya vaat edilen yerle alakamız yok ama muavin ağabeylerim ablalarım bu arkadaşımızı yolda mı bırakacağız gibi duygu sömürüleri yapacak kadar pişkin. Ankara’ya gelince Eryaman Göksu parkta inecekleri parka kadar Optimum alışveriş merkezinde inecekleri merkeze kadar bırakacak kadar centilmen olan şoför benim mesa koruda ineceğimi bilmesine rağmen yolu çıkaramadı.

Yukarıdaki sadece bir örnek. Bunun gibi yüzlercesi var. Yalova seyahatle yolculuk etmeye alışkın insanlara bir başka seyahat uçak konforu gibi geliyor. Muavinler inanılmaz kibar geliyor ve ben onların karşısında kendimi ezik hissediyorum. Su istiyorsun anında geliyor, uyurken uyandırılmıyorsun gibi.

Bu ayın sonunda Yalova’nın dışına terminal yapılacak ve bu sayede başka seyahat şirketleri de Yalova’ya girebilecek ve bu tekel sona erecek. O gün benim günümdür.

15 Ekim 2007

beynam ormanı ve haymana kaplıcaları

bayram tatilinin bir kısmını doktora çalışmalarına ayırdım. tabi tatil yapmadan da olmaz. arkadaşlarla bir haftasonu etkinliği ayarladık. hızlı, neşeli ve muhabbet dolu bir haftasonu geçti. cumartesi öğlene kadar kahvaltı ve alışveriş faslını tamamladık. sonrasında yalın'ın taktir toplayan planını uygulamaya koyulduk. beynam ormanlarına doğru yol almaya başladık. önce kızılcahamam milli parkında çadır kurmayı düşünüyorduk. orada ayı olduğunu ve çadır için valilikten izin almamız gerektiğini öğrenince beynamda karar kıldık. beynam'a bir saatte vardık. mekanı dolandık. ankara'dan bir saat uzaklıkta böyle bir ormanın olmasının keyfini yaşadık. tabi sulak diyarların ormanı gibi renkli renkli, çeşitli ve neşeli değil. buna rağmen ormanda olmak ayrı bir duygu.

beynam ormanı

sonrasında hazır aldığımız mangalımızı yaktık ve etlere yumulduk. kav marka hazır mangal aldık. kömürlerin kızarmasını bekliyorduk ama sonradan anladık ki bu kömürler kızarmadan veriyor ısıyı. antrikot'u mangalın kral eti seçtik. domatesi de şöyle yapınca muhteşem oluyor: üstten bir kapakçık kesiyorsun, içine tuz ekiyorsun, sonra mangalın üzerine koyuyorsun. istediğin sıcaklıkta alıp, etin yanında parmaklarınla beraber yiyorsun.

ateşle eğlenirken

hava kararmadan çadırı kurduktan sonra yaktık ateşimizi. zaten gece ateşle oynayarak, yıldızları izleyerek ve muhabbetle geçti. kamp kurmanın belki de en güzel yanı bu geceler. sabahların da hakkını yemeyeyim. ormanda uyanmak ta çok güzel. hemen yürüyüp dolaşma isteği uyanıyor içinde. bir tek, gece çadırda uyuması mesele. boynum donarken, tulum içinde ki kısım terliyordu, yer rahatsızdı, çadır kalabalıktı... uyuyamadım bir türlü. çadırda kalmanın konforunu arttıracak herşey para vermeye değer.

sabah her türlü şoparlığımızla dolanırken

beynamı geride bırakıp haymana'ya doğru ilerledik. haymana'da uygun bir kaplıca bulup daldık. üç kişilik özel bir jakuzili oda kıraladık. ilk girdiğimizde ne muhteşem şeymiş bu diye sevinçle oynarken, onbeş dakikanın sonunda hepimiz bayılır haldeydik. girerken istersek bir saat daha kiralarız diye planlar yapıyorduk. ilk saati bile bitirmeye halimiz kalmadı. nesi faydalı bu kaplıcanın anlayamadık. haymanada şimdiye kadar yediğim en kötü kuşbaşılı pideleri mideye indirdikten sonra ankara yoluna çıktık.

yalın muhtesem uçurtmasıyla

köpeklerden tırsmışken

tarlaların arasından geçerken durduk ve yalın'ın teknoloji harikası, delta kanatımsı, çift ip kontrollü uçurtmasıyla oynamaya başladık. on tane kadar çoban köpeği hızımızı kesse de, yağmur durduramadı bizi. ip kopunca mecburen bıraktık oynamayı. sırılsıklam ve çamurlu bir halde bindik arabaya. çobanla muhabbetimiz de komikti. on tane çoban köpeği üzerimize doğru gelmeye başladılar. tabi biz dona kalıp köpekleri izliyoruz. köpeklerde adam adama markaj yaparak çevremizi sardılar. çoban bağırıyor ilerden "birşey yapmazlar korkmayın". biz ise "abi lütfen kurtar bizi, abi yapma al şunları..."

levent'ten sanatsal denemeler

doğaya, arkadaşlara, maddi imkanlara... hepsine teşekkürler ki böyle güzel bir haftasonu geçti.

not: oylum'dan picasa'nın fotoğrafları yukardaki gibi birleştirdiğini öğrendim. görüldüğü gibi bu özelliğin şeyini çıkardım.

8 Eylül 2007

amsterdam, bir başka dünya

amsterdam'da iki gün kaldık. bu iki gün sanki başka bir dünyadaymışız hissi sardı heryanımı. pek fazla cümle kurmadan fotoğraflarla anlatayım fotojenik şehir amsterdamı. göreceğiniz gibi yollarda yürümek ayrı bir keyif.

uzun uzun bakmak istiyorsun

farklı açılardan

kanallar ve kanalların kenarında eve dönüşmüş tekneler

binaların yıkılırcasına yamukluğu şaşırtıyor

keyifle dolanıyoruz yollarda

sıkılır mı insan bu yollarda

bir iki üç yetmez, dör beş olsun

amsterdam'da mekan estetiği çok ön planda. özellikle yemek, içki ve eğlence mekanlarında bunu görebiliyorsunuz. aslında mekanların estetiği ifadesi eksik kalıyor. daha doğru ifadeyi bir kelimeyle bulamıyorum. şu kelimelerin bir sentezini hissettirmeyi başaran bir mekan: eğlenceli, rahat, arkadaşça, olumlu duygular uyandıran, zaman geçirmek istenesi. hollandalılar bunun için gezelligheid, almanlar da gemütlichkeit (hatta ingilizler de bu kelimeyi kullaniyor) kelimesini kullanıyor. biz de "keyifli" kelimesini kullansak olur gibi. aşağıda bir kaç mekan:

barney's coffeeshop

barney's coffeeshop 2

adını hatırlayamadığım bir coffeeshop (hatırladım: blue hills)

bir kuaförde bile mekanın keyifliliği dikkate değer

hep duyardım amsterdam da bisikletler çok fazla diye. görmeyince içselleştiremiyormuş insan. amsterdamın nüfusu yaklaşık 750 bin. bisiklet sayısını tahmin etmeye çalışın. en alta bisiklet sayısını yazdım.

katlı bisiklet otoparkı. fotoda anca yarısı görünüyor.

ilk defa bisikletler için trafik ışığı gördüm

tabi ki bu şehirde bisiklet sürme fırsatını kaçırmadık. çok güzel bir keyifti. kitabım yanımda olduğu için neredeyiz biz, nasıl gideceğiz sorularını cevaplayabiliyorum.

istemeyerekte olsa dönüyoruz pamuk tarlalarının üzerinden

paris'te olduğu gibi amsterdam için de yandaki kitabı kullandık. tavsiye olunur.
kitaptan kısa bilgiler:
...nüfus: 750 bin
...bisiklet sayısı: 600 bin
...bisiklet parkur uzunluğu: 400 km'den fazla
...211 tane coffeeshop var (esrar, mantar gibi şeylerin satıldığı mekanlar)
...şehrin yarısını göçmenler oluşturuyor. en kalabalık göçmen grupları: surinamlılar, faslılar ve türkiyeliler.
...denize karşı örülen barajlar yıkılırsa tüm hollanda'nın dörtte biri sular altında kalıyor.