arkadaşlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
arkadaşlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Ağustos 2009

ehli keyf rüzgarlar

hey gidi göbün koyu (foto: özgür)

sabah şöyle bir konuşmayla başladı o güzel anılar
ben: geldik fethiye'ye. siz ne zaman burada olursunuz?
yalın: ha ne biz mi, hmm, dur bakim. dur dur...
yalın: tamam siz göcek'e gelin. ordan alalım sizi. sizin otobüs zaten oradan göcek'e devam ediyordur.
ben: evet gerçekten devam ediyor, şimdi önümden geçti oraya doğru geliyor.

bazen tarihi mezarlarda saygısızca davrandık (foto: özgür)

bazen yaşama tutunanlara hayran kaldık (foto: özgür)

taşyaka koyunun batı yakasına demir attık. sonrasında yürüyerek bin yıllık mezarlıkların yanından geçtik. en son bedri rahmi ve azmi arat'ın eserleri ile kapanış yaptık. oradan geri dönerken terli terli atladık buz gibi sulara ve yelkenimize doğru attık kulaçları.

bazen sadece yattık (foto: özgür)


bazen korkusuzca korsanların peşine düştük (foto: özgür)

günlerden birgün dalgıç tahir'in yiğeni aradı, gelin tam sizlik lagos'sum var dedi. tabi kıramadık. lagosu fırın yaparım dedi. olmaz yahu ben yemem diyince. birazı fırın birazı da ızgara yapıldı. öğrendim ki lagos fırın yenirmiş. fırından bir lokma tadınca, burun kıvıra kıvıra yedim ızgarayı. sabah restoranın arkasından öte tarafa denize çıktık. yürümeye devam ederek oğlakları bulduk. meğer birkaç haftalıklarmış da yolumuzu gözlerlermiş. gider gitmez kafa tokuşturup üstümüzdekileri çekiştirmeye başladılar.

bazen yeni neslin davranışlarına kızdık (foto: levent)


bazen farklı dillerde konuşmaya çalıştık (foto: özgür-levent)

arkamdan koşan sözler:
- biz korkunun değil umudun adamıyız
- ben demirden korksaydım trene binmezdim
- kim kesecek karpuzu, ben kesmem

26 Eylül 2008

bir duygusal akıl vakası

toprak bükücünün yeğeni avatar yağmur 5.5 yaşında. su bükücü oylum ablası ona süper mi süper bir defter hediye etti. yağmur'un deftere yazmaktan tek anladığı karalamak olduğu için ve resim konusunda ultra yetenekli olduğu için defterin yazık olacağını fark ettik. onun ilgisini çok çeken başka bir kırtasiye malzemesi vardı. ablam da biraz gaddarca ama oldukça yerinde bir şekilde yağmura şu teklifle gitti: eğer iki sene sonra geri almak üzere defteri bırakırsa ona ilgisini çeken şeyi alacak. bu durumda her akılllı çocuk gibi yağmur da yaygara çıkardı ve ikisini de istedi. baktı ki bu yöntem tutmuyor ağlayarak defteri su bükücüye teslim etti. sonra odasına geçip ağladı. yanına gittik. "canım bu kadar ağlıyorsan defteri bırakma" dedim. o ise ağlamaya devam ederek şöyle cevap verdi: "ben kararımı çok iyi verdim. rahatlamak için ağlıyorum." o anda aha dedim. benim önerim şu anlama geliyor: "üzülmek çok kötü birşeydir. acayip kaçınmak gerekir." yeğenim ise bana bir ders verdi. dedi ki iki istek arasında kaldığında birini seçersin ve seçmeyerek kaybettiğin şey icin üzülürsün. bu doğaldır. ağlamak ise etkili bir rahatlama aracıdır. demek 5.5 yaşında olan yeğenimden öğreneceklerim varmış. ben mi onu çok sevdiğimden abartıyorum yoksa bu olay gerçekten de onemli bir olay mı?

15 Mayıs 2008

köklü değişimlerin duygusu (depresyon, duygusal akıl 5)

öfke, kaygı ve depresyon halleri uzak durulması gereken duygular olarak konuşuldu hep. halbuki hepsinin kendince çok ama çok önemli yanları var. insanlığın buraya gelmesine katkıda bulunmuşlar. öfke sayesinde kendimizi çabucak koruruz ve rahatsız edici etkiyi berteraf ederiz. kaygı sayesinde olabilecek tehlikelere karşı ön hazırlıklar yaparız. peki ya depresyonun ne faydası olabilir? kendini kötü hissettiğin, mutlu olduğun aktivitelerden uzaklaştığın, yalnızlaştığın bir durumun neyinden faydalanabiliriz ki! üstelik bir çok televizyon programında, kitapta, gazetede depresyondan nasıl kurtulursunuz öğütleri verilirken kim faydalı birşeydi bu depresyon diye iddia edebilir?

ulaş'ın cümleleri şaşırtıcı ve kışkırtıcıydı: "ben depresyonu çok severim. hayatımda önemli kararları depresyon sayesinde aldım. iş, mekan ve sosyal çevre değişiklikleri depresyon dönemlerinde oldu. çıblak beni yaşadığım anlardır."

ben bu kadar sevmiyorum bayılmıyorum depresyona ama önemini algıladım. artık depresif hallere bir hastalıkmış gibi yaklaşmam. depresyon çok önemli birşeylerin devam ettirilemediğini sürdürülemediğini söylüyor. depresyon bu durumu düzeltmek için derin düşüncelere dalmamızı sağlar. Bizi oyalayıcı aktivitelerden uzak tutar. geçmişin yaşını tutmamız ve geleceğe yeni şeklini vermemiz için bize zaman yaratır. bir evlilik sürdürülemiyorsa depresyon ayrılığın yolunu açıp bizi kurtarır. bir yakınımızı kaybettiğimizde depresyon onun yasını tutup onsuz bir dünyaya geçişi sağlar. iş yerinden memnun değilsen depresyon seni işinle ilgili ciddi kararlar vermen için yönlendirir. değişmesi gereken çevremiz değil de biz isek depresyon tekrar devreye girer.

peki ne zaman bu depresyonu kontrol altına alacağız. mesela iş yerindeki sıkıntıların aile yaşamını bitirecek duruma geliyorsa müdahale edeceksin. tersi de hoş değil. evdeki sıkıntıdan dolayı depresif hale girip iş yerini ihmal ediyorsan kontrol edeceksin. böyle durumları nasıl kontrol edebiliriz. depresif haldeyken bize mutluluk verecek aktivitelerden düşüncelerden uzak durup üzücü şeyler seçeriz. bu durumda bilinçli olarak gidip dram yerine komedi filmi izlemek, bize keyif veren aktiviteler yapmak, arkadaşlarla muhabbette olmak kontrol etmemize yardımcı olabilir.

peki ya depresyon çok fazla uzayıp bir yaşam biçimi haline geldiğinde ne yapabiliriz? buna en güzel cevaplardan birini duvara karşı vermişti: "ya dünyayı, ya dünyanı ya da dünyaya bakışını değiştir".

11 Mayıs 2008

lise arkadaşları

haftasonu istanbul'a gittim. hem büyük bir şanssızlık sonucu beyninde tümör çıkan lise arkadaşımı görmek hem de başka bir lise arkadaşımın düğününe katılmak için düştüm yollara. neyse ki arkadaşım tümör ile mücadelesini kazanmış ve oldukça da iyi durumdaydı. diyeceğim birbirinden oldukça farklı duyguların bir arada olduğu bir yolculuktu. daha önce de çocukluk ve lise üzerine yazmıştım. anlaşılan yazacak daha çok şey var.

lise arkadaşlarını tekrar görmek çok farklı duygular getiriyor. tam kanımızın deli aktığı yaşlar beraber yurtlarda yatılı kalmışız. o zaman yaşananlar o kadar yoğunmuş ki yıllar sonra arkadaşlarımı gördüğümde sanki muhabbet nerde kaldıysa oradan devam ediyor. birbirimizin hayatlarına dair pek bir bilgimiz olmasa da üniversite ve sonrasında çok farklı deneyimlerin içinde olsak da sanki hala lisedeymişcesine birbirimize bakıyoruz. geçmişe özlem değil hissettiklerimiz. yanyana oturduğumuz arkadaşların şu andaki durumuyla kendimizi kıyaslamak değil. çıkar ilişkisi hiç değil. aramızda hiç bitmeyecek bir bağ oluşmuş artık. nerede ve ne zaman olursa olsun karşılaştığımızda birbirimize sanki lisedeymiş gibi yakın olacağımızı biliyoruz. belirtmeden geçemeyeceğim. arkadaşlarla konuşurken fark ettik ki kopya çekişlerimizin bize faydası çok olmuş. entellektüel zekaya dayalı eğitimde iş birliği, ekip çalışması, korkularla yüzleşme, yaratıcılık... gibi bir çok yetenek örgütlü kopya aktivitelerimizde gelişti.

lisede de güçlü bir kişiliği vardı, şimdi de öyle. kanser koparamamış hayata bağını, eğlenceli algılayışını. "umarım iyidir" diye korkuyla gittim kapısına. o onca ameliyat ve tedavinin arkasından ayakta, dimdik ve gülerek karşıladı bizi. güzel muhabbeti ve olayları tiye alışı sayesinde hasta ziyareti değil de güzel bir eğlenceye gitmiş gibi olduk. tedavinin iyi bir durumda olduğunu ve hayatına öncesinde olduğu gibi devam edebileceğini öğrendik. bekliyorum ankaraya gelişini.

hey gidi sıra arkadaşım kemal hey. dağmatlık yakışmış sana. gelinimiz boşnaktı. bu sayede boşnakların o güzel halayını gördük. underground'ın müziklerini hatırlatan ezgilerle halaya durdular. çok inceledim, aralarına karışıp yapabilir miyim diye. çıkaramadım, karışık geldi. boşnaklar hem kadınlarının güzelliği hem böreklerinin lezzeti hem de halaylarıyla hatırlanacaklar bende. kemal, kardeşleri ve anne babasının hep beraber harmandalı oynayışı izlemeye değerdi. tabi ben alışmışım doğu yöresi tarzı halaylara. halayın çeşitli hallerinin döndüğü düğünlere. gelin boşnak, dağmat efe olunca halay işi bize kaldı.

26 Mart 2008

vur kızım sen de vur

5 yaşındaki yiğenim yağmur kreşteki çocukların ona kötü davranmasından ve vurmasından dolayı içine kapanmaya başladı. bunun üzerine annem "şu çocuğa nasıl vurulacağını, nasıl karşılık vereceğini öğretin" deyip duruyordu. biz de yağmur'la kreşte olan bu konuyu canlandırmaya karar verdik.

hadi dedim sen beni döven çocuk ol, ben de dövülen olayım. yağmur bana vurup kötü davranmaya başladı, sonra ben gidip öğretmene (ablam) şikayet ettim. öğretmen bizi yanına çağırdı ve konuşmalar oldu.

ikinci seferinde ben yağmur'a vurdum. annem kenardan "vur kızım vur sen de vur" diye bağırıyor. yağmur da öğretmenine gitti "bu bana vuruyor" diye şikayet etti. bunun üzerine ben de "yoo yalan söylüyor, vurmadım" diye durumu kızıştırdım.

oylum, yağmur, ablam ve ben arasında bu konuyu farklı farklı canlandırdık. karşılık olarak vuran çocuk, küsüp köşesine çekilen çocuk, ağlayan çocuk... böylelikle yağmur'un bu gerilimli olayı ve olası tepkileri dışarıdan gözlemleme fırsatı oldu.

bu olayın yanı sıra da ara ara "ispiyoncu yağmur" diye baskı yaptım, kenardan da "kızım seni kızdırmak için yapıyorlar, eğer kızmazsan onları takmazsan sen kazanırsın" gibi yönelimler veriyorlardı.

ben ilkokula başladığımda birinci sınıfın ilk döneminde dayak yeyip dururdum. şubat tatilinde abim gelip nasıl vuracağımı falan öğretti. annem o zaman da abime "şu çocuk dayak yiyip duruyor nasıl vuracağını gösterin" demişti. ikinci dönem hem kimse benimle kavga edemiyordu hem de belalılar arasında benim de ismim geçiyordu. hocaya ispiyonlayanlarla da baya bir uğraşırdık. içimde bir kararsızlık olsa da çocuklara böyle durumlarda karşılık verip vurmalarındansa öğretmenlerine şikayet etmelerini anlatıyorum.

24 Mart 2008

nenemin halleri

birgün nenem hasteneye gitmiş. oradaki hemşire bayana elindeki iğneyi vererek "kızım bana bunu yapar mısın?" diye ricada bulunmuş. hemşire bayan "teyze bunu niçin istiyorsun?" diye sorunca "ağrım var" demiş. bunun üzerine hemşire bayan "teyze bu alerji ilacı ben bunu sana yapmam" demiş. nenem ısrar etmiş "neyse ne yapsana şunu kızım". tabi hemşire yapmamış. bunun üzerine nenem başka bir hemşireye gitmiş "kızım bana bunu yapar mısın?" diye sormuş. hemşire diğer hemşire gibi ama ondan habersiz sormuş "teyze niçin istiyorsun?". nenemden cevap: "alerjim var kızım ondan".

nenem dayımlarda bir ay kalıyor. hergün kuzenden baş ağrısı için ilaç istiyor. kuzen hergün ilacını veriyor ve bir süre sonra soruyor "nene başının ağrısı geçti mi?". nenem "geçti yavrum sağolasın". nenem dayımlardan ayrılacağı gün kuzen "dur nene, sana şeker vereyim" diyor. nenem şekeri yiyince "kızım bu şeker değil, baş ağrısı için ilaç" diyor.

28 Şubat 2008

ifl'den kaçarken, meğer arkadaşlardan kaçmışız

geçen izmir fen lisesinin ankara'da buluşma yemeğine gittim. liseden mezuniyet tarihi 2000 ve daha öncesi olan birkaç kişi vardı. hemen hemen herkes 2006 ve 2007 mezunu idi. onlara bakarken üniversiteye geldiğim zamanları hatırladım. onlarla konuşmalarımda o zamanki düşüncelerim ve ruh halime ait birçok ipucu önüme serildi. tabiki o ip uçlarını tutup devam ettim.

aradan geçen bunca zamana karşı hala lise mezunlarının konuşabilecekleri ortak birşeylerin olması ve paylaşacakları ortak yaklaşımlar olması beni şaşırttı. mesela kendi çocuklarımızı izmir fen lisesine göndermeyeceğimiz konusunda büyük bir düşünce birliği vardı. biz ifl'den odtü'ye 40'tan fazla insan geldik. bir anda hepimiz başka alemlere dağıldık. bu yemekte anladım ki biz ifl'den kaçarken arkadaşlarımızdan kaçmışız.

dikkatimi çeken bir başka nokta ise liseden mezun olan arkadaşlarımızın kafasının "hangi meslek iyi para getirir?", "hangi yabancı dili öğrenmek mesleki olarak iyi olur?" gibi sorularla fazla uğraştığı. ülkenin önemli bir kesiminin önceliğini geçim korkusunun oluşturmasını çok doğal karşılıyorum. yalnız izmir fen lisesi'nden mezun olmuş ve güzel üniversitelerin güzel bölümlerini kazanmış kişiler için bu korku önceliğini yitirmeli. çünkü çok büyük bir aksilik olmadığı sürece bu arkadaşlar üst-orta sınıf bir gelire ve yaşam tarzına kavuşacaklar. "ama kariyerleri için gerekenleri yapmazlarsa başarılı olamazlar" gibi düşünceleri duyar gibiyim. tecrübelerimden ve gözlemlerimden çıkardığım şöyle bir durum var: başarılı insanlar yaptıkları iş için çok motive çalışıyorlar ve yaptıklarından zevk alıyorlar. bu yüzden bu arkadaşlara benim tavsiyem "iş hayatında başarılı olmak için ne yapmalıyım?" sorusunu bir kenara bırakmaları. bu soru yerine "yapmaktan keyif aldığım ve yapmak için motive olduğum şeyler neler?" diye sormalarıdır. motive oldukları ve zevk aldıkları şeyler iş hayatındaki yönelimlerini de olumlu bir şekilde etkileyecektir. tabi ki korkularında bir eylemsizliği var. ortam ve koşullar değiştiğinde bir anda eski koşullardan kaynaklı korkuların etkisi değişmiyor.

31 Aralık 2007

mücadele mi sevgi mi

yeni yılınız yep yeni şeyler getirsin
kavganın ateşi ısıtsın, sevginin huzuru sarsın
hem hedeflerin heyecanı olsun, hem anın tadı çıksın
geride keyifli bir sene bıraksın

mailler içinde birşeyler ararken sümerle yaptığımız muhabbeti gördüm. aynen aktarıyorum. bu muhabbetin iki yıl önce geçtiğini belirteyim.

yavaş yavaş:
daha önce hayatın temel olayının mücadele olduğunu düşünürdüm. herşeyde her yerde bir mücadele görürdüm. şimdi bu noktada problem nerde, neyi iyileştirmek lazım... şimdi ise temel olayın sevgi olduğuna karar verdim. her yerde ya sevgi ya da sevgisizlik görüyorum. tabi ki yaşam mücadelesinin koşulları ile sevebilme yeteneğinin, darbe almış, aşağılanmış kişiliklerle sevebilme alışkanlığının arasındaki baglantı gözümün önünde. aç kalmış, dayak yemiş, aşağılanmış... kişilere "abi senin temel problemin aileni, eşini, çevreni sevememek" diyecek adam değiliz. buna rağmen sevgiyi yaşayabilmek çok şeyi değiştiriyor. ailenle ilişkinde bir mücadele görmekten once sevgi görmek çok farkediyor.

sümer:
benim bu konudaki tezim şu ayırıma dayanıyor:
1- yaşamın/insan ilişkilerinin mekanikleri, nasıl işlediği.
2- insanın hayata yaklaşımı, olaylara nasıl yaklaştığı/ nasıl baktığı.

bu yazıda, hayat/yaşam kelimesiyle insanın doğa ve diğer insanlarla olan ilişkisini kastediceğim.

yaşamın mekanizmasını tek bir etkenle açıklamak gerekecekse bence o oyun teorisi olmalı. oyun teorisi birbirinden farklı amaçları olan çok oyunculu bir ortamda kimin nasıl stratejiler geliştirdiğini açıklamaya çalışıyor ki, doğal seleksiyon (doğa içindeki mücadele) bence çok ciddi bir şekilde bu prensibe dayanıyor. yani 1. maddede sana katılmıyorum, yaşamın mekanizmasının temelinde mücadele yani stratejiler/oyunlar olduğunu düşünüyorum. dikkat edersen hayattaki stratejin bencil olmayı gerektirmek zorunda değil. Cooperation (iş birliği) çok önemli bir kavram, organize olabilen, birlikte haraket edebilen iki kişi, ikisinin de teker teker yapacağının iki katından daha fazla kazanç elde edebilirler.

bir onceki madde insanların nasıl davranması gerektiği konusunda, hayata nasil yaklaşman gerektiği konusunda hiçbir şey söylemiyor. bu konu felsefenin içine giriyor. mevlevi bir yaklaşıma girmiş olman güzel tabi, seni öyle de severiz. benim felsefemde de var sevmek, temel yaklaşımım fazla kasmamak, bunyeyi yormadan rahatça dünyadan gelip geçmek olduğu için ikisine de önem veriyorum.


yavaş yavaş:
senin yaklaşımını çok iyi anlıyorum. 1. madde ile söylediklerine de katılıyorum. dışarıdan insanları izleyen uzaylı bir bilim adamı bu şekilde yorumlardı. yalnız ben senin felsefe dediğin kısma daha çok değer veriyorum. bizler dışarıda değil içerdeyiz. yaşamın da hiç bir amacı, hedefi yok. yaşam dediğimiz sonuçlardan çok süreçlerde geçiyor. süreci keyifli yaşamak için en onemli yolumuzun sevgi olduğunu düşünüyorum. elbet ki insanın kimyasallarla yönetilen bir sistem olduğunu biliyorum. sevgininde bu maddelerin bir karışımı olduğunun da farkındayım. mücadele duygusu insanı savaşlarda kazanmaya itecek olan kimyasalların salınmasını sağlamakta. yani güçlü bir kavgacı oluyorsun. sevgi duygusu ise olduğun yerde savunmasız, sorgulamasız, keyife, yaşadığın için memnuniyete yönelmiş bir duruma sokuyor. hatta biraz da saflık yaratıyor. eskiden bu saflığı aptallık olarak görürdüm. sevgi ve mücadele duygularını dengeli bir şekilde taşıyan süreci yaşamaktan memnun olurum. evde, okulda, sokakta yaralanmış cocuklarla yapılan gönüllü çalışmalarda onemli bir nokta var. bu cocuklara iyi eğitim, iyi matematik, iyi edebiyat, iyi spor öğretmekten daha önemli. onları sevmek, onlara sevildiğini hissettirmek. bu onların kendi yaralarını sarmalarının, üretime, paylaşıma yönelmelerinin, dışarı ile yapıcı ilişkiler kurmalarının olasılığını yukseltiyor.

tabi ki burada sevginin doğal seçilimindeki yeri incelenebilir. belki de sevilmek, çocuğun çevresi tarafından korunacağına, hayatını devam ettirebileceğine inanmasını sağlıyordur. bu durumda da çocuk enerjisini kendini korumaya aktarmaktan çıkarıp, keyif almaya, eğlenceye, keşfe, üretime, gelişime aktarıyor olabilir. sevgisiz bir çocuk ise enerjisini kendini korumaya, hayatta kalmaya, en az yara alabilmek için dışarısı ile ilişkilerini koparmaya ayırıyor olabilir.

8 Kasım 2007

yeni bir şey söylemek lazım

bugün (yani dün) ozan'ın doğum günüydü. sudem'de rakı sofrasındaydık. gecenin sonuna doğru yan masadan furuze bu parçayı okuyordu. aklımda dönüp duruyor sözleri:

her gün bir yerden göçmek ne iyi
bulanmadan donmadan akmak ne hoş
her gün bir yere konmak ne güzel
bulanmadan donmadan akmak ne hoş
dünle beraber gitti cancağızım
şimdi yeni birşeyler söylemek lazım
ne kadar söz varsa düne ait
şimdi yeni bir şeyler söylemek lazım
mevlana

28 Ekim 2007

salsa

arkadaşlarla salsa kursuna başladık. sağolsun ulaş süper bir organizasyonla çok iyi bir hoca ve ortam ayarlamış. çağdaş sanat merkezinde alıyoruz derslerimizi. hocamız uğur. çok eğlenceli, içten, keyifle öğretmeye çalışan biri.

her yeni öğrenilen şey gibi "yok yok yapamıyacam ben" depresif halleri yaşamıyor değilim. buna rağmen çok eğlenceli. bu cumartesi dersten sonra dip (kızılayda mithatpaşa caddesi üzerinde) adlı dans bara gittik. ortam eğer izlediyseniz dirty dancing 2 filminde geçen kuba halkının dans ortamlarına benziyor. görseniz herkes ortalıkta döne döne kendi stilinde dans ediyor. çok neşeli ve hareketli bir ortam. fırsatınız olursa bir cumartesi akşamı biranızı orada yudumlayın. hocamız uğur'u böyle bir ortamda dans ederken gördük böylelikle ve kendisine artık "bu alemin kralı" diyeceğiz. biz tüm acemiliğimize rağmen dans ettik ve birşeyler denedik.

hem hareket, hem eğlence, hem muhabbet, hem de estetik arıyorsanız gelin bize katılın.
çok çok teşekkürler ulaş.
ah şu doktorayla ilgilenmekte böyle keyifli olsa.

15 Ekim 2007

beynam ormanı ve haymana kaplıcaları

bayram tatilinin bir kısmını doktora çalışmalarına ayırdım. tabi tatil yapmadan da olmaz. arkadaşlarla bir haftasonu etkinliği ayarladık. hızlı, neşeli ve muhabbet dolu bir haftasonu geçti. cumartesi öğlene kadar kahvaltı ve alışveriş faslını tamamladık. sonrasında yalın'ın taktir toplayan planını uygulamaya koyulduk. beynam ormanlarına doğru yol almaya başladık. önce kızılcahamam milli parkında çadır kurmayı düşünüyorduk. orada ayı olduğunu ve çadır için valilikten izin almamız gerektiğini öğrenince beynamda karar kıldık. beynam'a bir saatte vardık. mekanı dolandık. ankara'dan bir saat uzaklıkta böyle bir ormanın olmasının keyfini yaşadık. tabi sulak diyarların ormanı gibi renkli renkli, çeşitli ve neşeli değil. buna rağmen ormanda olmak ayrı bir duygu.

beynam ormanı

sonrasında hazır aldığımız mangalımızı yaktık ve etlere yumulduk. kav marka hazır mangal aldık. kömürlerin kızarmasını bekliyorduk ama sonradan anladık ki bu kömürler kızarmadan veriyor ısıyı. antrikot'u mangalın kral eti seçtik. domatesi de şöyle yapınca muhteşem oluyor: üstten bir kapakçık kesiyorsun, içine tuz ekiyorsun, sonra mangalın üzerine koyuyorsun. istediğin sıcaklıkta alıp, etin yanında parmaklarınla beraber yiyorsun.

ateşle eğlenirken

hava kararmadan çadırı kurduktan sonra yaktık ateşimizi. zaten gece ateşle oynayarak, yıldızları izleyerek ve muhabbetle geçti. kamp kurmanın belki de en güzel yanı bu geceler. sabahların da hakkını yemeyeyim. ormanda uyanmak ta çok güzel. hemen yürüyüp dolaşma isteği uyanıyor içinde. bir tek, gece çadırda uyuması mesele. boynum donarken, tulum içinde ki kısım terliyordu, yer rahatsızdı, çadır kalabalıktı... uyuyamadım bir türlü. çadırda kalmanın konforunu arttıracak herşey para vermeye değer.

sabah her türlü şoparlığımızla dolanırken

beynamı geride bırakıp haymana'ya doğru ilerledik. haymana'da uygun bir kaplıca bulup daldık. üç kişilik özel bir jakuzili oda kıraladık. ilk girdiğimizde ne muhteşem şeymiş bu diye sevinçle oynarken, onbeş dakikanın sonunda hepimiz bayılır haldeydik. girerken istersek bir saat daha kiralarız diye planlar yapıyorduk. ilk saati bile bitirmeye halimiz kalmadı. nesi faydalı bu kaplıcanın anlayamadık. haymanada şimdiye kadar yediğim en kötü kuşbaşılı pideleri mideye indirdikten sonra ankara yoluna çıktık.

yalın muhtesem uçurtmasıyla

köpeklerden tırsmışken

tarlaların arasından geçerken durduk ve yalın'ın teknoloji harikası, delta kanatımsı, çift ip kontrollü uçurtmasıyla oynamaya başladık. on tane kadar çoban köpeği hızımızı kesse de, yağmur durduramadı bizi. ip kopunca mecburen bıraktık oynamayı. sırılsıklam ve çamurlu bir halde bindik arabaya. çobanla muhabbetimiz de komikti. on tane çoban köpeği üzerimize doğru gelmeye başladılar. tabi biz dona kalıp köpekleri izliyoruz. köpeklerde adam adama markaj yaparak çevremizi sardılar. çoban bağırıyor ilerden "birşey yapmazlar korkmayın". biz ise "abi lütfen kurtar bizi, abi yapma al şunları..."

levent'ten sanatsal denemeler

doğaya, arkadaşlara, maddi imkanlara... hepsine teşekkürler ki böyle güzel bir haftasonu geçti.

not: oylum'dan picasa'nın fotoğrafları yukardaki gibi birleştirdiğini öğrendim. görüldüğü gibi bu özelliğin şeyini çıkardım.

24 Eylül 2007

haftasonu izlenenler: prison break, mozart and the whale, eve dönüş, the bourne ultimatum, next

prison break'in 3. sezonunun ilk bölümünü heyecanla bekliyorduk. cuma akşamı o ateşle kurulduk koltuğa ve son bölümü (yani 3. sezonun ilk bölümü) izledik. sonuç bir hayal kırıklığı. ilk iki sezonda oldukça güzel kurgusu ve macerasıyla bizi büyüleyen dizeye bu başlangıcı yakıştıramadık. yani öyle bir hapishane tasarlanmış ki çelişkilerle dolu, gerçekçi değil. olaylar aniden anlamsızca gelişiyor. yok efendim hapisanenin ağası hem ünlü olmasından hem de yakışıklı olmasından dolayı scorfield'ı öldürtmeye çalışıyor. istese hiç nedensiz öldürebilecek güçteyken, meşru yollar arıyor. yok efendim o koskoca derin devlet, hapisanedeki birini kaçırabilmek için scorfield'i o hapisaneye koymuş. o soğuk kanlı ve strateji uzmanı olarak tanıdığımız scorfield hapishanede gurur yapıp yalnız mücadeleyi seçiyor. bla bla bla...

cumartesi akşamı için yalınlar torbalarına yeni yeni filmleri koyup geldiler bize. beraber izlemeye başladık I heart Huckabees'i. ben hariç herkesin sıkılmasının üzerine başka bir filme geçtik. whale and mozart. bu film hepimizin kalbini çalmayı başardı. iki otistiğin aşk macerasına tanıklık ettik. fonda otistiklerden oluşmuş bir grup. oyunculuklar çok iyiydi. otistiklik nasıldır pek bilmem ama yorumlar çok gerçekçi canlandırıldığını söylüyor. çok eğlenceli ve sürükleyici bir filmdi.

sonrasında kendimize engel olmadık ve bir film daha izlemeye başladık. eve dönüş adında 12 eylülün bizim üzerimizden nasıl geçtiğini anlatan bir film. yalınlar filmin yarısında dayanamayıp biz gidiyoruz dediler. biz merakımızdan yarıda bırakamadık. konusu ve değindiği noktalar çok güzel. bence film olarak değil biraz daha uğraşıp belgesel olarak sunsalar daha iyi olurdu. türkiyenin gericilikten kurtuluşu için askerin yönetime el koymasını uygun görenler varsa (var olduklarına inanasım gelmiyor) bu filmden birşeyler öğrenebilirler. olaylar ve karakterler çok karikatürize olmuş. mehmet ali alabora rolüne hiç gitmemiş. belli bir karakter grubu dışında başka bir rol üstlenmezse hepimiz için iyi olur. ya da onu gerçekten kullanabilecek bir yönetmenin tezgahından geçmesi lazım. sibel kekili ise çok güzel oynuyordu. askeri yönetim hakkında biraz olsun iyimser bir düşünceniz yoksa bu filmi izlemeye gerek yok.

pazar günü yalınlarla beraber ulaş ta konuğumuz oldu. hep beraber bourne ultimatum'u (medusa darbesi 3) izlemek için kurulduk. önce yalın bize birinci ve ikinci filmi hatırlattı. film başlangıcından sonuna kadar aynı sürükleyicilikte ve aynı macerayı koruyor. nerdeyse hiç soluk almadan bütün filmi izledik. hepimiz adrenalinden kıpkırmızı olmuştuk. bu filmden 5 tane macera fimi çıkarırlar. hareket, strateji, oyunlar, hileler... muhteşem bir macera olmuş. film bittiğinde yerimizde duramıyorduk. filmin bitiş müziğiyle evde durmadan dans etmeye başladık. tekrar tekrar dinleyip sıçrayıp kendimizden geçtik.

tabi her zamanki alışkanlık, ikinci filme geçtik. bu sefer nicolas cage'in son filmi next'i izledik. filmin farklı bir konusu olduğu için biraz dikkatimizi çekiyordu. kurgudaki anlamsızlıklar, cevap veremediğiniz sorular, basit yanlarıyla düşününce izlemesek birşey kaybetmeyeceğimiz filmlerden kategorisine yerleştirdik.

2 Eylül 2007

dolu dolu bir ay geçti

nasıl bir ay geçti böyle. neler oldu şöyle hızlıca bir gideyim. sonra hepsi ile ilgili bir yazı yazarım. onurum evlendi, tekman teknesinin kaptanı olarak denize açıldık, paris ve amsterdam sokaklarında dolandık.

öncelikle sevgili kardeşim onur evlendi. beni düğün hükümetinde sadıçlıktan ve şahitlikten sorumlu başbakan yardımcısı olarak atadı. onur'umun düğün telaşında yanında olmak, o kocaman düğün arabasını kullanmak ve bu mutlu ana "evet şahidim" diyebilmek. onunla karşılıklı oynarken bir fotoğrafım tam aşağıdadır.

bu günü hem gülerek hem oynayarak kutlarken

sonrasında göcekten meis adasına olan yelken seyrimiz var. ekibin güzelliği, denizin etkisi, yelkenin rüzgarla dolması, kaptanlık... hepsi ayrı bir keyifti. bu seyir birçok ilkin de seyriydi: ben ilk kaptanlığımı yaşadım, ilk defa olarak deniz verdi bize üç öğün rıskımızı, yunuslar gördük bizimle biraz şakalaşıp gittiler kendi yollarına, ilk seyrini yapan arkadaşımız vardı, ilk defa yunan adasına gittik, ilk defa teknede yoğurtlu patlıcan ezmesi yapıldı. tabi ki her seyirde olduğu gibi, aslen kara hayvanı olduğumuzu hatırlatan tutma vakaları olmadı değil (yalın'ın anasının karnından denizci doğduğu teyit edildi). keşke en kısa zamanda bir daha açılabilsek. daha birçok fotoğraf koyarım bir sonraki yazıya şimdilik aşağıdaki ile yetinin.

almışız rüzgarı

yazılım işinde çalışmanın çok güzel bir yanı var: bilgisayarın yanındaysa her yerde işini yapabiliyorsun. tabi iş yeri buna izin verebilecek kadar esnek olmalı ve çalışanlarına güvenmeli. şanslıyım ki benim işyerim öyle. ben de aldım bilgisayarımı çantama, gittim izmir'e ana kucağına. gidiş gelişlerde abimleri gördüm kısa ama yoğunca. bir hafta annemin, ablamın, kardeşimin ve en tatlısından yiğenim yağmurun yanında çalıştım. süper oluyor insanın ailesinin yanında çalışabilmesi. "sen çalışıyorsun" diyerek hiçbir işe karıştırmıyorlar. üstüne üstlük iyi bakmaya çalışıyorlar. mesela çalışırken incirin soyulmuş olarak geliyor. izmir bence türkiyenin en yaşanası memleketlerinden. türkiye'nin kaliforniyası diyebiliriz. bir tek eksiği var bizim sektör için iş alanı kısıtlı. o yüzden ankaradayız.

yeğenim yağmur her zamanki tatlılığıyla

ilk avrupa yolculuğumu parise yaptım. bu kente önce 3 gün ayırmıştık ama yetmedi 5 gün orada kaldık. dünyanın en çok turist alan şehri. bunu da hakediyormuş gerçekten. öyle bir şehir düşünün ki her sokak bir istiklal, her köşe başı bir sultanahmet tadında. her yerde vatandaş rahat yaşasın diye parklar. paristen de aşağıdaki fotoğrafla yetineceksiniz. sonra yazarım uzun uzun.

pariste bir ara sokak

son olarak amsterdam. herşey bir başka bu şehirde. çılgınlıkta bu şehirde, gevşeklikte. her şey uçuk bir kafadan çıkmış gibi. tabi siz uçmaya başlayınca düzeliyorlar. başka türlü bir şehir mümkünmüş dedirtiyor. herkes bisikletlerden bahsediyordu amsterdam diyince. görünce ne demek istediklerini anlayabildim. amseterdamı kelimelerle anlatmak istersek: kanallar, yasal duman, red light sokağı, bisikletler, hareket, durgunluk, gezelligheid, fotojenik...

fotojenik şehir amsterdamdan

20 Mayıs 2007

asya doğdu, uğur ziyaret etti

8 mayısta asya dünyaya geldi. bir çocuk doğar doğmaz bu kadar güzel olabilir mi?

tabi bu olayın başrol oyuncuları sevinçlerini yorgunlukla karışık yaşadılar.

bu kalabalık asya için oradaydı. asya ağlarken, heyecanla onu izliyorlardı. duygulanıyorlardı falan. tabi bu tuttuğunuz takımın şampiyon olmasına sevinmek gibi. yani hiç bir katkınız olmadığı halde arkadaşlarınızın mutluluğu sizin mutluluğunuza dönüşüyor.

uğur boş durur mu. ilk çapkınlığını yapmaya babası getirmiş. keyfi yerindeydi delikanlının.


babası onu yere düşürürken amcası havada yakaladı. tabi bu yakalamanın ödülü olarak kucağında sevmiş canım canım diye