Kendimi iyi hissetmek istediğimde emektar Karaköy
vapurunda alırım soluğu. Şirket-i Hayriye vapurlarının, kendimi bildim bileli
sağaltıcı bir etkisi vardır üzerimde. Beyaz köpüklerin, martıların, korsan
işportacıların, gazetelerine gömülmüş dertli insanların, çay satan vapur
görevlilerinin yarattığı klasik bulamaç bana her daim iyi gelir. İşte bu devasa
teknelere her binişimde, vapur yolculuklarıyla lise senelerinden beri haşır
neşir olmuş bir şahsiyet olarak geçmişi anımsarım. Aslında pek de sempatik bir
geçmiş değildir zihnimde kendini tekrarlayan. O yıllarda tıpkı Bakırköy’ün akıl
hastanesiyle birlikte anılması gibi, Karaköy’ün de “kerhane” anlamına geldiğini
düşünürüm. İnsanlar “Seni Bakırköy’e yatırmak lazım,” dedikleri zaman, burada
kastedilen Mazhar Osman’dır seksenli yıllarda. Aynı şekilde, “Geçen gün
Karaköy’e uğradık!” gibi bir cümle kurulduğunda, hayat kadınlarıyla yapılan bir
teşvik-i mesaiden söz edilmektedir bariz bir şekilde. Fenerbahçe’den kalkıp
bindiğim FB1 otobüsünü, o otobüsü dolduran öğrenci-emekli-asker kalabalığını,
Kadıköy’de uyku mahmuru bir halde bindiğim Karaköy vapurunu, altgeçidi, ziraat
bonmarşelerini, “Amor” satıcılarını, Bankalar Caddesi’nin korkutucu binalarını, Kamondo merdivenlerinin garip ve hüzünlü simetrisini anımsarım. Bu melankoliye
rağmen büyük bir haz kaplar içimi, Kız Kulesi’ni sağımda, Aya Sofya’yı solumda
gördüğümde kendimi güvende hissederim. Karaköy İskelesini, Galata Kulesi’ni ve
Doğan Apartmanı’nın heybetli dikilişini kerteriz aldığımda ise doruğa ulaşır bu
maceradan aldığım keyif. Vapur işte böyle bir şeydir.
Güzel ve güneşli bir günde yine vapura atlıyorum.
Her güzel ve güneşli günde yaptığım gibi “açık”ta oturarak bir yandan
insanlara, öte yandan kentin eşşiz manzaralarına bakıyorum. Bu şehirden
insanları çıkarsanız, aslında dünyanın en güzel yeri, bana kalırsa. Arada
sırada elimde tuttuğum dekorasyon dergisini karıştırarak zaman öldürüyorum.
İstikamet Karaköy ! Daha ayrıntılı ifade etmem gerekirse Gaspar adlı mekana
ufak bir yolculuk yapacağım. Dekorasyon dergisi ise şahane. Oynadığı korkunç
diziden bölüm başına küçük birer servet indiren kadın oyuncu, sekiz odalı
mütevazi evinin salonunda, altı kişilik koltuğunun üzerine uzanmış gevrek
gevrek sırıtıyor. Ayakları çıplak ve kırmızı ojeli. (neden?) Bu sığınağı tamamen
kendi zevkine göre döşediğini, “eklektik” bir dekorasyon anlayışı olduğunu
anlatıyor kadın. Sonraki evde, İstanbul’un azıcık dışındaki malikanesinde,
kocası ve iki çocuğu ile mutlu bir hayat süren başka bir kadının öyküsü göze
çarpmakta. Kadın bir “elf” kadar güzel, evinin açık kapsının önünde kısacık tek parça elbisesi
ile çıplak ayakla duruyor. Ayakları kırmızı ojeli. (neden abi?) Çocuk doğurup
ev kadınına dönüşmüş pek çok beyaz modern zaman annesi gibi, bebek bakımı,
dengeli diyet, pilates gibi ulvi konularla ilgilenmiş ve sonunda bebek
beslenmesi üzerine hayli başarılı bir kitap yazmış. Bu büyük uzmanlığını da
dekorasyon dergisinin şanslı okurları ile paylaşmaya karar vermiş. Her odası
ayrı bir ev büyüklüğünde olan malikanesinin sayısız fotoğraflarından hiçbirinde
kocası görünmüyor. (Kel, fodul ve aşırı zengin bir Anadolu kaplanı düşleyelim
bu durumda!) Bir sonraki evde, yoga eğitmeni bir adam ile üçüncü sınıf bir
halkla ilişkiler uzmanını (her ikisi de yirmibeş yaşında bile yok)
Kemerburgaz’daki evlerinde, yirmibin Avroluk kanepelerinin üzerinde beşlik
simit gibi sırıtırken görüyoruz. Paranın kaynağı yine belirsiz. Tüm bu harika
evlerin ortak noktası ise ortada ne adam gibi bir kitap, ne de adam gibi
kitaplık olması. Salonları süsleyen devasa orta sehpaların üzerinde yatan “Art
History”, “Interior Design” gibi biblo mahiyetinde alınmış kitapları saymazsak
tabii.
Midem okuduklarımdan ötürü ufaktan bulanmaya
başlarken, nihayet Karaköy İskelesi’ne yanaşıyoruz. İskeleden sağa kıvırıp ağır
adımlarla Güllüoğlu’nun üzerindeki kat otoparkının oraya doğru seğirtiyorum.
Saint Benoit Lisesi’ni gördükten sonra tekrar sağ yapıyor ve azıcık daha
yürüyorum. Gaspar, hiç beklemediğim bir anda, beklemediğim bir sokakta, tahmin
etmediğim eski bir binada karşıma çıkıyor. Öncelikle şunu söylemem lazım,
yemeklerden, servisten ve diğer tüm konulardan bağımsız, Gaspar’ın binası
muazzam. İçeri girmeden önce büyülenmiş bir şekilde bu yapıyı inceliyorum. Bu
lokanta, Münferit’in sahibi Ferit Sarper’e ait. Bu durum bende hafif önyargı
yaratsa da, uzun zamandır bahsi geçen bu işletmeyi ziyaret etmek istiyorum. (Bu
parantezi Münferit’in temsil ettiği “modern meyhane” akımına karşı olduğum için
açtım sevgili okurlar. Benim nezdimde, bir Fransız lokantası edasıyla döşenmiş
ve servis veren meyhane kabul edilebilir bir fikir değil. İsterseniz bana eski
kafalı deyin. Sevgilinizle dizdize, dudak dudağa, mum ışığında rakı içeceğiniz
bir yer meyhane olamaz. Ayrıca Beylerbeyi rakı dışında rakı bulunmaması da
önemli bir problem bana kalırsa.) Her neyse, Gaspar’ı Münferit’ten bağımsız ele
alma konusunda kendime söz vererek içeri dalıyorum. Mekan hayli popüler ve
“celebrity” mıknatısı bir işletme olduğu için, burayı ziyaret edeceksiniz,
muhakkak rezervasyon yaptırın. Ben yaptırdığım için gerine gerine yerime
oturuyorum. Kapıda vale servisi mevcut, arabanızla gelebilirsiniz arzu
ederseniz. Dekorasyon ise, modern, gözü asla yormayan bir yapıda. Duvarın
oyuklarına yerleştirilmiş şişelerden oluşan görüntü, her zaman olduğu gibi,
burada da çok hoşuma gidiyor. Işıklandırma ise hafif loş ve bir mahzende
bulunuyormuş duygusu yaratıyor insanda. Geniş, upuzun bar ise, mekanın belli
bir saatten sonra “pre-club” kimliğine büründüğün habercisi gibi dikiliyor
karşımda. Yeni Karaköy’ün hareketli gece hayatının önemli noktalarından birinde
olduğumun ayırdığına varıyorum masamda oturmuş etrafı incelerken.
Burası iş dünyasının sıkça takıldığı,
işadamlarının yabancı misafirlerini getirdiği bir mekan izlenimi yaratıyor
bende. Servis gerçeten iyi, garsonlar güleryüzlü ve beklenmedik şekilde
esprili. Bu durum, lokantanın ağır ve loş havasıyla biraz çelişse de, açık
konuşmak gerekirse benim çok hoşuma gidiyor. Yemek öncesi hafif kokteyl ve
çerezlerle biraz zaman öldürüyorum. Pek çok lokantada bekleme safhasında, ekmek
banabileceğiniz minik zeytinyağı tabakları getirirler. Bazen bunun içinde
zeytin ezmesi, zaman zaman da kurutulmuş domates gibi eklemeler olur. Burada
zeytinyağlı, pancar ezmeli, keçi peynirli bir karışım getiriyorlar. Tüm yemekler
bir yana, sevgili dostlar, ben bu olağanüstü lezzete hayran kaldım diyebilirim.
Eritme keçi peyniri gayet kuvvetli ve pancar ezmesi ile oluşturduğu bulamaç
ekmeğe sürüldüğünde harika bir lezzet patlaması yaratıyor. Bu iştah açıcıdan
masaya dört defa servis yapmak zorunda kaldıklarını utanarak belirtmem
gerekiyor.
Başlangıç olarak, yerelması çorbası, enginar, et
tartar, ızgara ahtapot, orkinos tartar, zargana dolması, istakoz kuyruğu, az
kurutulmuş bonfile, dana karın salatası, ördek konfi salatası sunuyorlar. Bendeniz,
et tartar ve az kurutulmuş bonfilenin tadına bakıyorum. Tartarın yanında
tarhunlu cips ve kuşkonmaz turşusu da getiriyorlar. Yerken kendimden geçiyorum
desem yeridir. Bu tartarı hem ekmeğe sürerek kibarca, hemde kaşıklayarak
barbarca mideye indiriyorum. Çok lezzetli. Bir tek üzerinde bıldırcın yumurtası
eksik, o kadar esksik kadı kızında da olur. (“Ayy ben çiğ et yemem yaağğne”
diye hökürüp çiğköfteleri mideye indiren yurdum insanına duyrulur) Az
kurutulmuş dana eti ise güzel olmakla beraber, pek de yıldız sayılmayacak bir
başlangıç.
Ana yemek olarak servis edilen dana yanak, kuzu
incik ravioli, antrikot, kalkan buğulama, noodle, ısırganotlu gnocchi,
cavatelli, sığır kuyruğu gibi yemeklerden ise, dana yanağı ve cavatelli deneme
fırsatım oluyor. Dana yanağı gerçekten çok lezzetli, ağır ağır pişirilmiş,
yumuşacık bir et. Yanında yosun ve wasabili püre ile servis ediliyor. Adına
kanmayın, püre yenebilecek acılıkta ve bana kalırsa etle çok yakışıyor.
Cavattelli ise dengeli bir bolonez sosla servis ediliyor, ama bu lokantaya
geldiğim zaman ilk tercihim olmaz (yine açık konuşmak gerekirse). Bir daha gidersem de sığır kuyruğu ya da ısırganotlu gnocchi yiyeceğime dair kendime söz veriyorum.
Tatlılardan ise karabiberli (!) çikolata mus ve
limon kreması, armut ve süt köpüğünden oluşan bir karışım deniyorum. Çikolata
mus gerçekten çok lezzetli. Asla insanın içini bayıltmıyor ve biberin tezat
oluşturan varlığı ile şaşırtıcı bir birliktelik sunuyor. Diğer karışım ise
insanın içini açan, ferahlık veren, yağlı ve tuzlu yemeklerin tadını insanın
ağzından süpüren cinsten bir afet. Şiddetle tavsiye ederim.
Mekanın alt katında oturmuş kahvemi yudumlarken
düşünüyorum: “Neler oldu bu Karaköy’e? Ve ben neredeydim bütün bunlar olurken?”
Unutmadan, bir de asma katı var mekanın. Talihsiz bir kalabalık da orada
oturuyor, zira bence alt kat daha hoş bir mekan.
Gaspar’ı gerçekten beğendiğimi geçiyorum
aklımdan. Mutlaka tekrar geleceğim.
GASPAR
Müeyyedzade
Mahallesi, Necatibey Caddesi,
Arapoğlan
Sokak, No 6, Beyoğlu, İstanbul
0 212 293 66
60