Kate Winslet ve Leonardo di Caprio'nun Titanic'ten sonra tekrar biraraya geldiği film Revolutionary Road - Hayallerin Peşinde" Romantik Dram türünde ve yönetmeni "Amerikan Beauty'nin de yönetmeni olan Sam Mendes.
Filmin künyesini kısaca açıkladıktan sonra şöyle sormak istiyorum, arkadaşlarınızla sohbet ederken kaçınız şuna benzer bir diyalog yaşamıştır: "Ya biraz param olacak, egeye yerleşip balıkçlık, zeytincilik, şarapcılıkla uğraşıcam, şehirden uzaklaşıp tarlamda taze sebze meyve yetiştiricem bahçede köpekler çocuklar koşuşturucak, sabah sıcak yumurtayı tavuğun altında alıcam" veya buna benzer başka düşünceleri, yaşadığımız hayattan 180 derece farklı hayalleri aslında hiçde samimi olmadan ama yapabilmeye çok inanmış görünerek söyleriz.
İmkanlar elde edilince bu hayallerini kaç kişi yapar, yani sistemi kaç kişi terk edebilir? Neden başka bir hayat kurduğumuzda daha çok mutlu olacağımıza inanırız, yoksa kaçmaya çalıştığımız aslında kendimiz miyiz? Bu ayrımı yapmak zorundayız, beğenmediğimiz sistem mi yoksa biz miyiz, aslında komik olan şu ki, hayallerdeki yaşam da bir başka sistem, ve o sistemin oyuncusu yine biz olacağız.
Sistemi değiştirmek cesaret işi mi yoksa anlamsız mı?
Daha fazla bir şey söylemiyeceğim, beni etkileyen bir konu ve özellikle iki oyuncununda performansları ve uyumu harika, sonunda sizide biraz düşünmeye itecek.
İyi seyirler
26 Aralık 2009 Cumartesi
21 Aralık 2009 Pazartesi
Avatar Filmi
Bu hafta sonu merakla beklediğimiz Avatar filmini seyrettik. Mavi adamların yaşadığı Pandora gezegenine 3D olarak bizde gittik.
Yepyeni bir dünya yaratmış James Cameron. Harika bir doğa, bilmediğimiz bitkiler, devasa ağaçlar ve havada asılı dağlar, içinde de dinazor devri vari hayvanlar. Bu açıdan filmi beğenmemek imkansız. Filmin çekimi 12 yıl sürmüş 300 milyon dolar civarı bütçeyle hazırlanmış. Çok ince detaylar düşünülerek bir başka diyar yaratmışlar.
Konusuna gelince 22. yüzyılda, Pandora gezegeninde ilkel bir hayat süren Na'vi halkı, insan ırkı için çok değerli maden içeren bir bölgede yaşamaktadırlar. Askeri bir şirket bu gezegeni incelemek ve bir onlarla anlaşma yapmak üzere Avatar adlı bir pogram geliştirir. Bu program ile insanlar yarı insan yarı Na’vi haline getirilir ve misyoner olarak Pandora’ya gönderilirler.
Program kapsamında bilimadamları ve askerler birarada çalışmaktadır. Fikir ve yöntem çatışması bu iki grup arasında sürer. Elbette bilimadamları barış yoluyla inceleme ve istenileni elde etmeye çalışırken, askerler biran önce sıcak savaş youlyla üstünlüklerini gösterip tatmin olmak ve yakıp yıkma taraftarıdır.
Filmin bizi düşünmeye sevk ettiği şey, kendi halinde yaşayan, üstelik ilkel bir toplumu, güçlü olan başka devletlerin kendi çıkarları için işgal etmesi -ki bu bize Amerika Irak savaşını hemen anımsatacaktır-
Filmin konusunun akışı ve kurgusu seyretmeye başladığım anda tahmin ettiğim şekilde ilerlerdi. Yani aslında çok bildiğimiz bir konu ve işleniş var ortada, filmde verilen her bilgi ilerde kullanılıyor ve sonunuda baştan tahmin edebiliyorsunuz. Ama diğer filmlerden farklı olan nedir derseniz hayal gücümüze hitap edecek ve görsel bir keyif yaşayacağımız bir başka dünyaya gitmemiz ve aslında tamamiyle ironik olarak insani değerleri çok güçlü uzaylı yaratıkların yaşamlarını izlemek diyebilirim.
Bu film bana, yakın zamanda gösterimde olan Bruce Willis'in Surrogates filmini aklıma getirdi. Daha sonra bahsedeceğim bu filmle ilgisi şu ki, ikisinde de başka bir bedene bağlanan insanların sinir ağları yoluyla bu yapay bedeni kullanabilmesi, Surrogate biraz ütopik düşüncede bir film olsada bir noktada o da kırılma yaşıyor.
Bu iki film ister istemez pek yakında bu teknolojinin hayatımızda yeralabileceği fikrini bende uyandırıyor, iki filmide seyredip kulağa hoş gelen bu fikri Surrogate filminin anlatımında tartışmak istiyorum.
Yepyeni bir dünya yaratmış James Cameron. Harika bir doğa, bilmediğimiz bitkiler, devasa ağaçlar ve havada asılı dağlar, içinde de dinazor devri vari hayvanlar. Bu açıdan filmi beğenmemek imkansız. Filmin çekimi 12 yıl sürmüş 300 milyon dolar civarı bütçeyle hazırlanmış. Çok ince detaylar düşünülerek bir başka diyar yaratmışlar.
Konusuna gelince 22. yüzyılda, Pandora gezegeninde ilkel bir hayat süren Na'vi halkı, insan ırkı için çok değerli maden içeren bir bölgede yaşamaktadırlar. Askeri bir şirket bu gezegeni incelemek ve bir onlarla anlaşma yapmak üzere Avatar adlı bir pogram geliştirir. Bu program ile insanlar yarı insan yarı Na’vi haline getirilir ve misyoner olarak Pandora’ya gönderilirler.
Program kapsamında bilimadamları ve askerler birarada çalışmaktadır. Fikir ve yöntem çatışması bu iki grup arasında sürer. Elbette bilimadamları barış yoluyla inceleme ve istenileni elde etmeye çalışırken, askerler biran önce sıcak savaş youlyla üstünlüklerini gösterip tatmin olmak ve yakıp yıkma taraftarıdır.
Filmin bizi düşünmeye sevk ettiği şey, kendi halinde yaşayan, üstelik ilkel bir toplumu, güçlü olan başka devletlerin kendi çıkarları için işgal etmesi -ki bu bize Amerika Irak savaşını hemen anımsatacaktır-
Filmin konusunun akışı ve kurgusu seyretmeye başladığım anda tahmin ettiğim şekilde ilerlerdi. Yani aslında çok bildiğimiz bir konu ve işleniş var ortada, filmde verilen her bilgi ilerde kullanılıyor ve sonunuda baştan tahmin edebiliyorsunuz. Ama diğer filmlerden farklı olan nedir derseniz hayal gücümüze hitap edecek ve görsel bir keyif yaşayacağımız bir başka dünyaya gitmemiz ve aslında tamamiyle ironik olarak insani değerleri çok güçlü uzaylı yaratıkların yaşamlarını izlemek diyebilirim.
Bu film bana, yakın zamanda gösterimde olan Bruce Willis'in Surrogates filmini aklıma getirdi. Daha sonra bahsedeceğim bu filmle ilgisi şu ki, ikisinde de başka bir bedene bağlanan insanların sinir ağları yoluyla bu yapay bedeni kullanabilmesi, Surrogate biraz ütopik düşüncede bir film olsada bir noktada o da kırılma yaşıyor.
Bu iki film ister istemez pek yakında bu teknolojinin hayatımızda yeralabileceği fikrini bende uyandırıyor, iki filmide seyredip kulağa hoş gelen bu fikri Surrogate filminin anlatımında tartışmak istiyorum.
18 Aralık 2009 Cuma
Lost
Bir Lost köşesi hazırlamazsam bana yakışmaz. Her yeni bölümü Amerikada yayınlanır yayınlanmaz sabahına online seyreden ben, sıkı bir fan olarak bir Lost köşesi hazırlamak istiyorum.
6. ve son sezonu Şubatın 2 sinde 2 bölüm olarak açılışı yapılacak dizinin aşağıdaki sezon posteri biraz manidar sanki ne dersiniz?
Bölüm özetleri, teoriler, gözden kaçanları buradan takip edebilir, yorumlarınızı yazabilir ve beraber irdeleyebiliriz.
6. ve son sezonu Şubatın 2 sinde 2 bölüm olarak açılışı yapılacak dizinin aşağıdaki sezon posteri biraz manidar sanki ne dersiniz?
Bölüm özetleri, teoriler, gözden kaçanları buradan takip edebilir, yorumlarınızı yazabilir ve beraber irdeleyebiliriz.
Puslu Kıtalar Atlası
Dünya Bir Masaldır..
Ben bu kitapla yaklaşık 10 yıl önce tanıştım ve o günden beri çevremdekilere muhakkak tavsiye ederim okumalarını.
Puslu Kıtalar Atlası İhsan Oktay Anar'ın ilk yayınladığı kitap olup ardından "Kitab-ül Hiyel", "Efrasiyabın Hikayeleri", "Amat", ve son olarak da "Suskunlar" ı yazıp yayınlamıştır. Puslu Kıtalar Atlası'nın ardından tüm kitapları kütüphanemizde yer almakta ve zevkle defalarca okumaktayız.
Peki bu kitapları özel kılan nedir?
Öncelikle dili, kitapın ilk sayfalarında sanki yabancı dilde bir kitap okuyumuşuz ve fakat nasıl olupda anlıyabiliyormuşuz hissine kapılıyorsunuz.
Kitabın diliyle anlaşmaya başlayınca hikayenin akıcılığına kapılıp sayfalar arasında sürüklenmye başlıyorsunuz. Hikayeler arasındaki bağlantılar, geçişler biz farkına varmadan sıralanıyor arka arkaya,. Bir masal içinde fantastik hikayelerle çevreleniyor ve sona ulaştığınızda boşluğa düşüveriyorsunuz, bu ortamdan hiç çıkmasaydım diyorsunuz, dolayısıyla hemen diğer kitaplara sarılıyorsunuz bu alışmışlıkla.
Ne anlatıyor hangi ortamlarda geçiyor hikaye derseniz, 17. yüzyılda İstanbul bize sahne oluyor.
Kitabın arka kapaktaki yazısı ise şöyle
Yeniçeriler kapıyı zorlarken Uzun İhsan Efendi hala malum konuyu düşünüyor, fakat işin içinden bir türlü çıkamıyordu...
"Rendekar doğru mu söylüyor? Düşünüyorum, öyleyse varım. Oldukça makul. Fakat bundan tam tersi bir sonuç, varolmadığım, bir düş olduğum sonucu da çıkar: Düşünen bir adamı düşünüyorum. Düşündüğümü bildiğim için, ben varım. Düşündüğünü bildiğim için, düşlediğim bu adamın da varolduğunu biliyorum. Böylece o da benim kadar gerçek oluyor. Bundan sonrası çok daha hüzünlü bir sonuca varıyor. Düşündüğünü düşündüğüm bu adamın beni düşlediğini düşlüyorum. Öylese gerçek olan biri beni düşlüyor. O gerçek, ben ise bir düş oluyorum."
Kapı kırıldığında Uzun İhsan Efendi kitabı kapandı. az sonra başına geleceklere aldırmadan kafasından şunları geçirdi:
"Dünya bir düştür. Evet, dünya..Ah! Evet, dünya bir masaldır."
Kitap, İletişim Yayıncılık'dan çıkmış ve Ekim 2009'da 36. baskısı yapılmış, ilk baskısı 1995 yılında yapılmış.
Keyifle okumanız dileğiyle
Ben bu kitapla yaklaşık 10 yıl önce tanıştım ve o günden beri çevremdekilere muhakkak tavsiye ederim okumalarını.
Puslu Kıtalar Atlası İhsan Oktay Anar'ın ilk yayınladığı kitap olup ardından "Kitab-ül Hiyel", "Efrasiyabın Hikayeleri", "Amat", ve son olarak da "Suskunlar" ı yazıp yayınlamıştır. Puslu Kıtalar Atlası'nın ardından tüm kitapları kütüphanemizde yer almakta ve zevkle defalarca okumaktayız.
Peki bu kitapları özel kılan nedir?
Öncelikle dili, kitapın ilk sayfalarında sanki yabancı dilde bir kitap okuyumuşuz ve fakat nasıl olupda anlıyabiliyormuşuz hissine kapılıyorsunuz.
Kitabın diliyle anlaşmaya başlayınca hikayenin akıcılığına kapılıp sayfalar arasında sürüklenmye başlıyorsunuz. Hikayeler arasındaki bağlantılar, geçişler biz farkına varmadan sıralanıyor arka arkaya,. Bir masal içinde fantastik hikayelerle çevreleniyor ve sona ulaştığınızda boşluğa düşüveriyorsunuz, bu ortamdan hiç çıkmasaydım diyorsunuz, dolayısıyla hemen diğer kitaplara sarılıyorsunuz bu alışmışlıkla.
Ne anlatıyor hangi ortamlarda geçiyor hikaye derseniz, 17. yüzyılda İstanbul bize sahne oluyor.
Kitabın arka kapaktaki yazısı ise şöyle
Yeniçeriler kapıyı zorlarken Uzun İhsan Efendi hala malum konuyu düşünüyor, fakat işin içinden bir türlü çıkamıyordu...
"Rendekar doğru mu söylüyor? Düşünüyorum, öyleyse varım. Oldukça makul. Fakat bundan tam tersi bir sonuç, varolmadığım, bir düş olduğum sonucu da çıkar: Düşünen bir adamı düşünüyorum. Düşündüğümü bildiğim için, ben varım. Düşündüğünü bildiğim için, düşlediğim bu adamın da varolduğunu biliyorum. Böylece o da benim kadar gerçek oluyor. Bundan sonrası çok daha hüzünlü bir sonuca varıyor. Düşündüğünü düşündüğüm bu adamın beni düşlediğini düşlüyorum. Öylese gerçek olan biri beni düşlüyor. O gerçek, ben ise bir düş oluyorum."
Kapı kırıldığında Uzun İhsan Efendi kitabı kapandı. az sonra başına geleceklere aldırmadan kafasından şunları geçirdi:
"Dünya bir düştür. Evet, dünya..Ah! Evet, dünya bir masaldır."
Kitap, İletişim Yayıncılık'dan çıkmış ve Ekim 2009'da 36. baskısı yapılmış, ilk baskısı 1995 yılında yapılmış.
Keyifle okumanız dileğiyle
17 Aralık 2009 Perşembe
Bir Film Önerisi Daha
Film önerilerime hemen bir yenisini daha eklemek istiyorum. Bu sefer hayranı olduğum bir oyuncunun Kevin Spacey'nin Beyond The Sea adlı filminden bahsedicem.
Kevin Spacey'nin en çok bilinen filmleri:
The Usual Suspects, Olağan Şüpheliler
American Beauty
K-PAX diyebiliriz.
Beyond The Sea filmi Kevin Spacey'nin senaryosunu yazdığı, yönetmenliğini yaptığı, başrol oynadığı ve üstün performans gösterdiği keyifle izlenecek bir biyografi filmi.
1937-1973 yılları arasında Bronx'da yaşamış ve kısa hayatında dopdolu ve başarılı bir kariyer elde etmiş rock'n roll, jazz sanatçısı Bobby Darin'in yaşamını müzikal bir tatta anlatan filmde bütün şarkıları Kevin Spacey danslarıyla yorumlamış. Eğlenceli ve esprili bir bakış açısıyla hayatını yaşamış olan Bobby Darin birçok film müziği yapmış, sayısız albümleri olan ve Hollywood filmlerinde rol almış bir sanatçı.
Filmin Künyesi:
Gösterim Yılı: 2004
Türü: Müzikal Komedi, Biyografi
Ödüller: Altın Küre Adayı En İyi Erkek Oyuncu
Kevin Spacey'nin en çok bilinen filmleri:
The Usual Suspects, Olağan Şüpheliler
American Beauty
K-PAX diyebiliriz.
Beyond The Sea filmi Kevin Spacey'nin senaryosunu yazdığı, yönetmenliğini yaptığı, başrol oynadığı ve üstün performans gösterdiği keyifle izlenecek bir biyografi filmi.
1937-1973 yılları arasında Bronx'da yaşamış ve kısa hayatında dopdolu ve başarılı bir kariyer elde etmiş rock'n roll, jazz sanatçısı Bobby Darin'in yaşamını müzikal bir tatta anlatan filmde bütün şarkıları Kevin Spacey danslarıyla yorumlamış. Eğlenceli ve esprili bir bakış açısıyla hayatını yaşamış olan Bobby Darin birçok film müziği yapmış, sayısız albümleri olan ve Hollywood filmlerinde rol almış bir sanatçı.
Filmin Künyesi:
Gösterim Yılı: 2004
Türü: Müzikal Komedi, Biyografi
Ödüller: Altın Küre Adayı En İyi Erkek Oyuncu
Merhaba
Blogumun ilk yazısına bir film önerisiyle başlamak istiyorum.
Bu film görselliğinin yalınlığı ve fakat konunun anlatım derinliğiyle benim beğendiğim filmler arasına girmiştir.
Yönetmenliğini Lars von Trier'in yaptığı başroldede Nicole Kidman'ın ve Paul Bettany'nin oynadığı filmin adı Dogville.
Kısaca konusu, bir mafya çetesinden kaçan bir kadının bir kasabada saklanması ve bunun karşılığında kasaba halkı için çalışmayı kabul etmesi.
Filmde kendisine yapılan yardımların karşılığını vermek isteyen insanlardan faydalanmanın sınırsızlığı ve iyi niyetli insanların nasıl bencile sömürülebildiği tartışılıyor.
Ama asıl filmi seyretmeye başladığınızda hiç alışık olmadığımız bir görsellikle karşılacaksınız, hayal gücünüzün nasıl devreye girip filmden size keyif almanızı sağlayacağına inanamayacaksınız. Bir kitap veya bir tiyatro zevkini sinema filminde hissedeceksiniz. Fazla ipucu vermek istemiyorum.
Filmin Künyesi:
Gösterim yılı: 2003
Türü: Psikolojik drama
Ödüller: 2003 Cannes Film Festivali Adayı
Bu film görselliğinin yalınlığı ve fakat konunun anlatım derinliğiyle benim beğendiğim filmler arasına girmiştir.
Yönetmenliğini Lars von Trier'in yaptığı başroldede Nicole Kidman'ın ve Paul Bettany'nin oynadığı filmin adı Dogville.
Kısaca konusu, bir mafya çetesinden kaçan bir kadının bir kasabada saklanması ve bunun karşılığında kasaba halkı için çalışmayı kabul etmesi.
Filmde kendisine yapılan yardımların karşılığını vermek isteyen insanlardan faydalanmanın sınırsızlığı ve iyi niyetli insanların nasıl bencile sömürülebildiği tartışılıyor.
Ama asıl filmi seyretmeye başladığınızda hiç alışık olmadığımız bir görsellikle karşılacaksınız, hayal gücünüzün nasıl devreye girip filmden size keyif almanızı sağlayacağına inanamayacaksınız. Bir kitap veya bir tiyatro zevkini sinema filminde hissedeceksiniz. Fazla ipucu vermek istemiyorum.
Filmin Künyesi:
Gösterim yılı: 2003
Türü: Psikolojik drama
Ödüller: 2003 Cannes Film Festivali Adayı
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)