24 Kasım 2024 Pazar

Öğretmenler Günümüz Kutlu Olsun!

Benim mesleğim zor bir meslek.

Doktor, hastasını iyileştirir; avukat, ipten alır mahkumu; mühendis, binasını yapar; sanatçı, eserini sunar ama hiçbiri duygusal bir bağ kurmaz iş yaptığı kişiyle… Bizlerse, o bağ olmadan mesleğimizi yapamayız! Sevmeden yapılması mümkün olmayan bir meslek öğretmenlik.

Öğretmen, kendi evladının vaktinden çalıp, başkalarının çocuklarına verendir… Her akşam eve gelen iştir… İren bu mesleğin içine doğdu, mesleğimin bir parçası oldu.

Çalıştığım tüm kurumları onun alacağı eğitimi düşünerek seçtim. O, hep mutluydu okullarında. Çalışma koşullarından mutsuz olmamla birlikte 3 farklı okul gördü benimle. Öğretmenliğin ekonomik koşullarını Türkiye’ de yaşayan herkes aşağı yukarı bilir ancak kurumların çalışan öğretmenlerine sağladığı burslardan dolayı şanslıydım. Yoksa bir öğretmen maaşı ile tek başıma özel okulda çocuk okutmam imkansızdı. 

İren, son okulunu çok sevdi. Eskiden “Ben senin olmadığın okulda okumam.” diyen çocuk, bu okulu değişmeyi düşündüğümde “Sen gidersin, ben burada okumaya devam ederim.” der oldu. 

Biz her sabah evden ele ele çıkıp okula el ele girerdik. Benim odamda kahvaltısını yaptıktan sonra sarılır onu sınıfına uğurlardım. Gün içinde koridorlarda, bahçede karşılaşırdık. Her öğlen teneffüsü yanıma gelirdi. Yerimde yoksam “Annişkom, ben geldim, sen yoktun. Seni çok seviyorum!” yazan bir not bırakırdı masama. Okul çıkışında benim işlerimin bitmesini beklerken odamda ödevlerini yapardı. Sonra sabah geldiğimiz gibi el ele çıkardık okuldan. Okulda her yerde İren var benim için.

Bu talihsiz olaydan sonra okula nasıl gideceğimi düşündüm, istifa etmek istedim. İzin vermediler. Vefatından yaklaşık 10 gün sonra birlikte kahvaltı yapacağız diyerek okula çağırıldım, maksat beni bir şekilde okula sokmaktı biliyorum. Kendime “Eve girdiysen her yere girebilirsin.” dedim. Tüm arkadaşlarım bahçeden girdiğimi görünce ellerimden tutarak soktular beni içeri. İren’ in bana bırakmış olduğu notları astığım panonun olduğu odama birlikte girdik. İstediğim zaman çıkabileceğimi söylediler. Her gün beni kontrole geldiler, kahvesini alan yanımdaydı. Yavaş yavaş alıştım.

Sonra öğrenciler geldi. İlk birkaç gün yanlarına gidemedim, oysa ben hemen koridorlara çıkıp hepsiyle sohbet ederdim eskiden. Çalıştığım grup İren’ den 5-6 yaş büyük olmasına rağmen ona ihanet ediyormuşum gibi hissettim kendimi. Yanlarına gidemediğim öğrencilerim geldi yanıma “Hocam size dondurma aldık, hocam size kahve aldık...” diyerek. Bir de teneffüste gelip kontrol ettiler yiyip içtiğimi.

Sonra İren’ in arkadaşları, kalabalık gruplar halinde öğretmenleri ile yanıma geldi. Beraber ağladık, sarıldık. “Siz iyi olun lütfen!” dediler. İren gibi bale yapan bir arkadaşı sene sonu gösterisine davet etti beni. İren’ in hediye verdiği bir arkadaşı “Sizde kalsın ister misiniz?” diyerek İren’ den ona hatıra kalan hediyesini bana vermek istedi. Bütün 7. sınıflar İren oldu birden. Beni her gördüklerinde yanıma koşup sarılıyorlar. Biri ödevine İren’ in fotoğrafını koyuyor, biri şiirlerinde anıyor İren’ i. 40 duasında camiiye gelen arkadaşları bile var.

Ben doğum günümü kutlayamadım biliyorsunuz, hiç bir tebrik mesajı dahi almak istemedim o gün. İren’ in de yıllarca severek görev aldığı Cumhuriyet Bayramı töreninde inanılmaz zorlandım. Sevdiklerimizin kaybının ardından gelen her özel gün gibi, tüm özel günler yüreğimi kavurdu. Ama bugün öğretmenler gününü kutluyorum.

11 yaşından beri hayalini kurduğum, 20 yıldır severek yaptığım mesleğimi bırakmak istedim. Bugün, “Seninle gurur duyuyorum, sen çok iyi bir öğretmensin.” diyen kızımı dinliyorum.

Öğretmen, her öğrencisinin sevinçlerini ve acılarını taşıyandır yüreğinde... Her öğrencisinin hikayesini bilendir… Kimi ailevi problemler yaşar, kimi sağlık sorunları… Öğretmen, hepsini yüreğinde saklar…

Cenaze günü camiide, kendimde değilken sadece öğrencilerim yanıma geldiğinde kafamı kaldırıyormuşum. Büfeden aldıkları suları, İren’ in fotoğrafı ile iğne dağıtmışlar camiide… Kabristanda İren’ imin üzerine toprak atanlar olmuş. Meslek hayatımın en zor gününde, seneler önce mezun ettiklerim ile şimdiki öğrencilerim beraber acımı yüreklerinde taşımış. Tabut üzerine yıllar önce mezun ettiğim öğrencimin Galatasaray forması bıraktığını, yürüyemez haldeyken “Müsaade eder misiniz? Gaye Hoca’ yı ben tutayım.” diyeni, hatta İren’ in başında “Fatiha okuyabilir miyim hocam?” diyerek izin isteyeni hatırlıyorum. Ahhh… Eve gelip mutfakta servis yapanı, bulaşık yıkayanı…

“Benim çocuklar...” diyerek okulda olanları anlattığım bir gün İren “Senin çocuğun benim...” demişti içli bir ses tonuyla. Anlatmıştım ona güzelce ama uzun bir süre kıskançlık rüzgarı esmişti evde. Sonra “Benim okuldaki çocuklar..” oldu öğrencilerim.  

“Benim okuldaki çocuklar” nasıl sahip çıktılar annene? Benim kıymetli meslektaşlarım nasıl sarıp sarmaladılar anneni…

Ben, bu dünyada eksiğim ama canım öğretmen arkadaşlarım ve bu mesleği anlamlı kılan canım "benim okuldaki çocuklar" sayesinde yalnız değilim…

Öğretmenler günümüz kutlu olsun!

22 Kasım 2024 Cuma

Tutulmamış Yaslara...

Eve geldi. Ben salondaki beyaz koltukta yorgun düşmüş bedenimi dinlendirirken; O, anahtarını holdeki vestiyere bıraktı. Uzaktan uzağa konuştuk.

“Eskişehir’ e gidiyorum. Babam bana iş buldu. Amcamın yanında çalışacağım.” dedi.

Sustum. Fikrimin sorulmaması bir yana bu konu ile ilgili herhangi bir bilgim de yoktu.

“Öyle mi?” diyebildim sadece.

“Biz karar verdik.” diye devam etti. 

O “biz” de “biz” yoktu. Ben yoktum, kızım yoktu.

Eşyalar toplandı. Birkaç gün sonra bir akşam saati, kızımı babama bırakıp, otogardan yolcu ettim O’nu. Otobüs kalkmadan önce bir bankta oturduk. Gelecek planlarını anlattı. İşler istediği gibi olursa, ailece oraya yerleşecektik.

“Aile mi kaldı?” diyemedim. Dinledim sadece. Alışkındım bana bir pazar tezgahında satılan elmalar gibi hayaller satılmasına.

Günler, haftalar, aylar geçti… 40 gün boyunca telefonum hiç çalmadı. Sonrasını saymadım zaten. Ne de olsa, kırkı çıkmıştı.

En son hafızamda kalan, gittiğimiz bir kafede kızımın garsonlara “Baba, baba!” diye seslenmesi oldu.

Geri döndü bir gün, gidişi gibi ansızın. Hiçbir şey olmamış gibi davrandık.

Ben işte! “Sabır taşı olsa çatlar” denilen o taş var ya… O taş ben olsam çatlamazmışım.

Aynı eve hapsolmuş iki beden olarak birkaç yıl geçirdik. Önce onun bedeni sıkıldı bu zindandan. Tünel kazmaya başladı. Gördüm o tünelleri. Hepsinin kazılmasına tanık oldum. Zindana her geri dönüşü sanki hiç gitmemiş gibi kapıdan oldu.

Sonra benim ruhum sıkıldı. Kendime, onun özgürleşen bedenini değil, kızıma zaman ayırmamasını dert ettim. 

“Her akşam arayıp bugün okulda neler yaptın demek kaç dakikanı alacak. Beni aramanı beklemiyorum ama kızımı aramalısın.” dedim defalarca.

“İşim var.” dedi.

Vardı bir işi tabii, onu çoktan anlamıştım.

Bir gün kendimce bir protokol hazırlayıp koydum önüne.

“Olmaz!” dedi. “Boşanırsak hayatında hiç kimse olmayacak maddesini eklemen gerek. Ben kızımın bir başka adamla büyümesini istemem.”

Demek, halen, kızının kendisiyle büyüdüğünü sanıyordu.

Oysa, biz her akşam anne-kız, iki kişilik kuruyorduk soframızı. Beraber uyuduğumuz saate kadar, hatta sabah uyanana kadar evde ikimizden başka kimse olmuyordu.

Demiştim ya, alışkındım bana hayaller satılmasına diye. Boşanma protokolünü önüne koyduktan sonra, yeni hayaller satın aldım. Lüks bir restoranda yemek yedik bana yeni hayallerini pazarlarken. İstediğim marka bir çantaya doldurdum hepsini. Hatta istediğim semtte bir ev baktık, tutulmayan bilmem kaçıncı sözü kutlamak için!

Sonrası… 

Uzun zaman sonra ilk kez birlikte yapılan bir cumartesi kahvaltısında kopan fırtına! 

Üstelik, sofrada üç kişiyken…

Başımın arkasından üst üste yediğim yumrukları hatırlıyorum. O günü hatırlayınca, hala sızlar orası. Yere düştüğümde gördüğüm beyaz tavanı... Ancak dizlerinin biraz üstüne gelen boyu ile celladımın bacaklarını itmeye çalışan küçük elleri hatırlıyorum…

“Anneme yapma!” diye haykırırken yüzünün aldığı o korku dolu ifadeyi hiç unutmuyorum.

Bir süre öyle kalışım ve aynı anda zihnimden geçen düşünceler… Ya kalkıp saldırmak, ya da kızımı alıp gitmek ikilemi arasında kaybolurken yanıma gelen küçük bedeni hatırlıyorum… Elimi tutuşunu, beni yerden kaldırışını… Onu kucağıma alıp, sakinleştirmeye çalışmamı…

Bu şiddet manzarasına tanık olmasına mıydı yoksa bunca yıl onu da kendi mutsuzluğuma hapsederek bu travmayı yaşamasına zemin hazırlamama mıydı, bilmeden:

“Özür dilerim, senin önünde yaşandığı için özür dilerim.” diyebildim sadece.

“Senin özür dilemene gerek yok, babamın özür dilemesi gerek.” demesiyle kararımı verdim.

“Gidelim mi bu evden?”

“Gidelim.”

İnanmak istediğim hayalleri doldurduğum çantadan hayal kırıklıklarımı çıkardım önce. Elime geçen eşyaları hızlıca yerleştirirken o çantanın içine sadece kızımla olan hayallerimi koydum. 


“Sen iyi ki doğdun da yere düştüğümde beni kaldıran oldun,

Sen iyi ki doğdun da beni ayakta tutan, hayata bağlayan oldun,

Sen iyi ki doğdun da görmediklerimi gösteren oldun,” demiştim kızıma yazdığım bir şiirde.


Şimdi, neyi kaybettiğimi anlıyor musunuz?

16 Kasım 2024 Cumartesi

Ben Seni Çok Sevdim İren' im...

Acının ortak bir dili var… Kayıplarımız her birimiz için eşsiz ancak, yas kişiye özel olmasına rağmen, en sevdiğini kaybetmiş olmanın dili ortak…

“Sevmeyi senden öğrendim” diye başlıyor Can Kazaz, babasının vefatından sonra yazdığı şarkısında… https://www.youtube.com/watch?v=wM1ooJUHe8s 

Sevmeyi senden öğrendim İren’ im…

“Bir bakışta beni örtülerimden yalnızca yalnızca duygularıyla soydu” diyor ya Sezen Aksu şarkısında… https://www.youtube.com/watch?v=eoOZj7CYmL0 

İşte o sensin İren’ im... 

Her yerde olduğun gibi, duyduğum her şarkıda da sen varsın…

Bazı sabahlar içimde çalan tınılarla uyanıyorum uykumdan… İnsan, bu acının içinde şarkı mı söyler… Ben söylüyorum zihnimin gönderdiği şarkıları, belki de sen gönderiyorsun onları iyi olayım diye…

Aslında, aklımda okurken dinlersiniz diye, “dolu dolu” bir yazıyla birlikte bir playlist paylaşmak vardı… Ancak 100. günle birlikte bir şey oldu bana… Her hafta düzenli yazmaya çalıştığım bloğuda, hayatım gibi, askıya aldım… Ama bugün Can Kazaz’ ı dinlerken bir baktım word dosyasını açmışım…

Son 15 gündür içimde Pinhani ve Kalben “İyi değilim ben, hiç iyi olmadım sen gittiğinden beri” diyor… https://www.youtube.com/watch?v=ik4prAU6r4s

Yas dalgasının yine alttan vurmaya başladığı bu son günlerde beynim “İren nerde?” sorusunun cevabını biliyor… Yüreğim ise şaşkın. “Bir daha hiç göremeyecek miyim? Böyle bir şey olabilir mi?” diye sızlıyor, acıyor, batıyor. Ağır geliyor bana… Bu “yokluğa” kalbim itiraz ediyor. “Hayır” diyor, “Olamaz!”

Gökhan Kırdar’ ın “İçimde bir şey acıyor sen gelince aklıma, her şeyim” dediği o acının içinde sürünüyorum. https://www.youtube.com/watch?v=FtAlJIooAF8

Bu karmaşıklığa, kabul etmek istemediğim gerçeğin yarattığı bu ikileme dayanamıyorum! 

Dayanamadığım her an aklıma yine Sezen Aksu geliyor… “Beni yanına al yarası saklım” diyorum bağıra bağıra... https://www.youtube.com/watch?v=0QjiVbksMEU

Belki dayanabilmek için bir yol bulurum diye, senin “bizim” yaptığın şarkıları dinliyorum. Gözlerimi kapıyorum, evde o şarkıları söylediğin anları canlandırıyorum zihnimde. 

Eda Baba “Beklenmedik bir anda ayrılık gelip çatsa, seninle paylaştığım tek bir gün yeter bana” derken https://www.youtube.com/watch?v=hSEqTDCtwfo, “İyi ki hayatımdasın… Sol yanımsın” diyor Mustafa Ceceli https://www.youtube.com/watch?v=ZeS7Fjk2sKk seni sol yanımda hissederken... Bu şarkının sözlerini değiştirerek bana yazdığın mektuplar geliyor aklıma… Ve o sözlerin şimdi mezar taşında yazdığını düşünmek gözlerimi buğulandırıyor yine…

“İyi ki hayatımdasın; iyi ki hayatımın en özel, en değerli parçasısın…”

Çok özlüyorum… Özlediğim her an kendimle konuşuyorum: “Çok sevdiğin için çok özlüyorsun. Az mı özlemek isterdin?”

Ve sonra bu çaresiz özleme dayanak yaptığım sevgimi dinliyorum Cem Adrian’ dan... 

https://www.youtube.com/watch?v=sTVzvNXxbFg

"Bir istiridyenin kıymetli incisini sakladığı gibi saklarım seni
Bir bahar dalının narin tomurcuklarını sakındığı gibi korurum seni
Çok derin derin
Derin derin, derin derin
Derinlerimde ellerin
Bir armağan gibi Tanrı'dan bana
Kış güneşinde altın kirpiklerin

Ben seni çok sevdim
Ben seni çok sevdim
Belki zordur anlaması sessizliğimden

Ben seni çok sevdim
Ben seni çok sevdim
Sen oku kelimeleri gözlerimden
"

BEN SENİ ÇOK SEVDİM İREN' İM 💜


27 Ekim 2024 Pazar

Yas ve Ölüm Festivali Üzerine

Dün bir festivale katıldım. “Yas ve Ölüm Festivali”. “Yas ve ölüm” sözcükleri “festival” sözcüğü ile tezat oluşturuyor ilk bakışta, değil mi? Bu sözcükler nasıl bir araya gelebilir demeyin. “Festival” TDK’ da “şenlik” olarak tanımlanıyor. Ancak, ikinci tanımı olan “dönemi, yapıldığı çevre, katılanların sayısı veya niteliği programla belirtilen ve özel önemi olan gösteri” ele alındığında bu tezat duran sözcükler aynı çatıda toplanabilir.

Festivalin ev sahibi tahmin edebileceğiniz üzere ölüm gerçeği ile yüzleşmiş, yası yaşayan gönüllüler tarafından kurulan https://yasveolumbilgeligi.org/Festival, 3 kanaldan devam eden 20 oturumdan oluşuyor. Katılabildiklerimden öğrendiklerimi blogda paylaşmak istedim.

Açılıştan sonra Berna Köker Poljak’ ın “Yasın Kutsal Toprakları” oturumuna katıldım. Kendisi ölüm ve yas doulası, hem de bu projenin yürütücüsü. Ayrıca, “Ölüm Yaşamın Mührü” kitabının yazarı. Berna Hanım, Micahel Colbi’ nin “Grief” kitabından bahsederek ölüm ve yas ile ilgili felsefi nitelikte sorular sorarak farklı bakış açıları sundu.

“Kimler için yas tutarız?”

Akla ilk gelen cevaplar: kaybettiklerimiz, sevdiklerimiz, yakınlarımız, bağ kurduklarımız…

“Kimliğimize yatırım yapmaya yardımcı olan kişilerin yasını tutarız.” cümlesi beni çok etkiledi ve İren’ i kaybettikten kısa bir süre sonra yaşadığım “kimlik krizi” deneyimimi paylaştım.

Doldurduğum bir formda “Çocuğunuz var mı?” sorusu ile karşılaştığımda ne yazacağımı bir süre düşünmüştüm o gün. O soru annelik kimliği kaybetmiş olduğumu yumruk gibi indirmişti kalbime. Sonrasında, annelik kimliğimi kaybetmediğimi, anneliğimin dönüştüğünü gördüm. Halen de dönüşmeye devam ediyor. Bu noktada, İren için “sessizlik duruşunda” bulunuldu. Hiç görmediğim, tanımadığım insanların acımı paylaşması ve bazı yakın tanıdıklarımın hissettiremediği “kaybın bizim için değerli” duygusunu yaşatmaları çok anlamlıydı benim için. Böyle topluluklarda söyleyeceğin herhangi bir cümlenin, düşüncenin yargılanmayacağını bilmek insana büyük bir konfor sağlıyor. O yüzden, bu festivaller, bir araya gelişler keşke daha sık gerçekleşse.

Benim için bir diğer önemli nokta, Berna Hanım’ ın yasın duygular ve seçimler olduğunu vurgulamasıydı. Süreçte, en sık duyduğum ve en çok yaralayan cümleler İren’ in eşyalarını, fotoğraflarını, ona ait olan şeyleri kaldırmam üzerineydi. Oysa, yas seçim demekmiş. Ben ona ait hiçbir şeyi hayatımdan çıkarmamayı seçtim.

Bu ilk oturumda o kadar çok dikkat çeken nokta vardı ki 2 dolu sayfa not almışım. Berna Hanım’ ın bu oturumu Youtube’ a yüklendiğinde mutlaka paylaşacağım.

Beni etkileyen bir diğer oturum Fatma Ece Çetin tarafından hazırlanan “Aktif Yas Sürecinde Aktif Beyin” oldu. Nörolojik sistemin yas sürecinde nasıl işlediğini öğrendik. Yine kendi yasımın ilk günlerine gittim. Beynimin içinde bir milyon kişi zıplıyor gibiydi. Baş ağrım ilaçlara rağmen asla geçmiyor, zar zor daldığım kısa süreli uykularda bile kafamın içindeki ağırlığı hissediyordum. Gözümü her açıp kapadığımda süreçle ilgili bitmeyen yüzlerce soru geliyordu önüme. Fatma Ece Çetin yas sürecinde bir ağacın tepesinden köklerine düştüğümüzü, dipten çıkmak için beynin mücadele verdiğini ancak çıkarken atılan her adımda yeni bir şeyle karşılaştığımız için (anılar, pişmanlıklar, keşkeler, ölüm şekli, kişinin bizdeki yeri vb.) ağacın tepesine ulaşmanın zamana bağlı olduğunu söyledi. Tabii, bu zaman kişiye göre değişiyor. Ağacın tepesine ulaşmak için kayıpla gelen yeni yaşantıya, yeni kişiliğe, kimliğe, yeni beyne adapte olmamız, kısacası bu yeniyi öğrenmemiz gerekiyor.

Daha sonra, Nazlı Akın’ ın “Yasım Bir Öykü Olsaydı” oturumuna katıldım. Burda,  https://yasveolumbilgeligi.org/ çatısı altında online bir dergi ile karşılaştım: “Eşik”. Gönüllü yazarların yas ve ölüm üzerine kaleme aldıkları öykülere, şiirlere, denemelere https://yasveolumbilgeligi.org/esik/ sitesinden bakmanızı öneririm. Belki, İren’ le “Eşik” te oluruz…

Bir başka etkileyici oturum “Judith Liberman’ la Sohbet” ti. Ölümü, ölüm olmadan nasıl konuşacağız üzerinde duruldu. Fark ettim ki, gerçekten ölüm kapımızı çaldıktan sonra ölümü konuşuyoruz, daha öncesinde yokmuş gibi davranıyoruz. Bunun için benim hayatımda en belirgin örnek, İren’ den birkaç ay önce okulumuzdan bir çalışma arkadaşımızın oğlunu kaybetmesiydi. Yanına gidememiştim. Aslında kaçtığım böyle bir şey başıma gelirse ne yaparım duygusu idi. Evladı olmadan ne yapar diye kendi kendime sorduğumda artık hayatının bittiğini, aklını kaçıracağını, işe gelemeyeceğini düşünmüştüm. Çok tuhaf değil mi? Hayat devam ediyor, aklımı kaçırmayı çok istememe rağmen kaçıramadım, işe gidiyorum… Düşündüğüm hiçbir tepki olmadı benim hikayemde… Çünkü yaşam hikayeleri uzaktan öngörülerle yazılamayacak kadar tahmin edilemez…

Bir sonra ki oturum Handan Armağan’ ın “Tutunmak ve Tutunamamak” oturumuydu. Handan Hanım, hayatı kontrol altında tutma sanrılarımızdan bahsetti. Söylediği her cümlede aynada kendime baktığımı hissettim. Yas sürecinde aklımızdan çıkmayan “Neden? Kimin hatası? Öyle mi olsaydı? Böyle mi yapsaydık?” sorularının kaynağının, gerçeğin doğasında olan ölümü kontrol edebileceğimiz güdüsü olduğunu söyledi. Aslında, zihnimizi bile kontrol edemeyen varlıklar olarak, her şeyi kontrol edebileceğimizi düşünmenin ne kadar nafile bir çaba olduğunu anladım oturum sonunda.

Son olarak, Nur Engin’ in “Momento Mori: Kelimelerle Dönüşen Ölüm ve Yas Algısı” oturumunda ölüm ve yasa edebiyat penceresinden baktık. Okuma listeme yeni kitaplar eklendi.

Bu arada katılmak istediğim 4 oturum daha vardı ancak zaman uymadı. Onların kayıtlarını mutlaka izleyeceğim.

Ölüm ve yasın konuşulduğu, yaklaşık 12 saat süren bu festivalde, dünyaya gelişimizle birlikte ölümün varlığını kabul etmiş olmamız ve hayatın olağan döngüsünde bu gerçekle yaşamamız gerekliliği üzerinde farkındalık yaratılmış oldu. Benim için en önemli olan şey birbirini anlayan bir toplulukta dayanışmada bulunmaktı. Emeği geçen herkese sonsuz teşekkürler…

21 Ekim 2024 Pazartesi

YAS GÜNLÜKLERİ -3- Özdeşim

Yas üzerine yapılan çalışmaları okuma, bu konuda araştırmalar yapma, bir şeyler öğrenme, öğrenirken içinde bulunduğum süreçle ilgili aslında farkında olmadan yaptıklarımın, verdiğim tepkilerin, düşüncelerimin içsel bir yol arayışı olduğunu keşfetmek süreçte bana iyi geliyor. 

Maalesef, ölüm ve yas konusunda genel olarak bilgisiz bir toplum olduğumuzu görüyorum. Aslında bunun en büyük sebebi, ölüm gerçeği ile yüzleşmekten kaçınmamız. Keza, 3 ay öncesine kadar bende bu gerçekten kaçınan biriydim. Bunun için kendi çapımda da olsa, yas sürecini yaşayanlara/ileride yaşayacak olanlara belki küçük bir fayda sağlarım diye düşünerek “Yas Günlükleri” nin 3. yazısında “Özdeşim” konusunu ele almak istedim.

Sevdiğin birini kaybettiğinde, hele ki bu evladınsa, değil başa çıkmak yüzleşmek bile zor geliyorsa, etrafındaki insanlar destek olmak için neler yapabileceklerinin izini sürmeye başlıyorlar. Akla ilk gelen ilaç alınması. Bazı kulaktan dolma bilgiler veya edinilen tecrübeler ile tavsiyeler veriliyor ama bu acıyı yaşayan kişinin ne istediği ya da neye ihtiyacı olduğu sorulmuyor.

O gün 9. katta doktorların odadan çıkıp tedirgin gözlerle bakmaları, beni ısrarla acile alıp sakinleştirmek istemeleri ile başlıyor bu “neye ihtiyacı olduğunu anlamama” süreci. Ben hiçbir şekilde sakinleştirici, ilaç vb. almak istemedim. Ne o gün, ne cenaze günü, ne de sonrasında. Kendi adıma, o şuurunu kaybetmiş haldeyken aldığım en şuurlu kararın bu olduğunu düşünüyorum. Bu acının dışına çıkılmayacağını bilmeme rağmen; yangının içinden geçmeden, o alev topuna değmeden yanmaya alışamayacağımın farkındayım. Aklımı kaçırmayı, bir hastane odasına kapatılıp boş duvarlara bakmayı ve bu gerçeği zihnimden silmeyi çok isterdim. Olanı ve duyguları bloke etmek gerçeği değişir miydi peki? Hayır. Bu yüzden, “bilinçli bir delilik” diye tabir ettiğim süreci yaşamaktan başka çarem yok.

Hafta sonu, Prof. Dr. Vamık D. Volkan’ ın “Kayıptan Sonra Yaşam” kitabında okuduğum bir bölüm beni 1 ay önce gittiğim ve o görüşmeden sonra yaklaşık 10 gün kendime gelemediğim psikiyatristin ofisine götürdü…

Kitapta, yazar Daphne Du Maurier, 33 yıllık eşinin kaybından sonra onun eşyalarını kullanarak destek bulduğunu şu cümleler ile ifade etmiş:

“Onun bazı şeylerini aldım. Onun gömleklerini giyiyor, yazı masasında oturuyor, yüzlerce taziye mektubunu yanıtlamak için onun kalemlerini kullanıyordum. Onun dokunduğu tüm nesnelerle özdeşim yaparak onunla yakın oluyordum. En zor olan gecelere katlanmaktı. Sıcak bir şeyler içme alışkanlığı, iki köpeğe verdiği şekerler, okuduğu dualar… Onun alışkanlıklarını sürdürdüm. Çünkü bu da acıyı azaltıyordu.”

Psikolojide “özdeşim” kavramı olarak belirtilen bu durum, genellikle sevdiğimiz kişinin gereksinim duyduğumuz yönlerini taklit ederek yaşamımızda açılan boşluğu kapatma ve kendimizi sağlamlaştırma olarak açıklanmakta.

Kitapta, yas sürecinde özdeşimin taklitten daha fazlası olduğundan ve kederi yatıştırma gücünden bahsediliyor. Sevdiğimiz bir kaybın özelliklerini üzerimize aldıkça ona bağımlılığımızın azaldığı; yakınlık ihtiyacının dışavurumu olarak bilinçdışı başlayan bu sürecin, sonunda kendi başımıza ayakta durmamıza yardım edeceğinin altı çiziliyor. Demek ki özdeşim, yası tamamlamamıza destek olan bir tür acı ile başa çıkma mekanizması.

Freud’ a göre özdeşim ayrılmayı uzaklaştırma çabasıyla başlamaktaymış. Prof. Dr. Vamık D. Volkan’ a göre ise özdeşimler kaybettiğimiz kişiye yakın kalabilmemiz için bilinçdışı bir arzuyla güdülenerek bir tür içsel hatıra gibi işlev görmekteymiş.

Yazar Toby Talbot ise yastan çıkarken annesiyle yaptığı özdeşimleri şöyle ifade etmiş:

“Hiç olmadığım kadar onunla doluyum. Şimdi ikimizi birden temsil eden benim. Ben, artık ikimizin de geçmişiyim. Ben, annem ve kendimim.”

Gelelim benim özdeşim sürecime… Ve 10 gün kendime gelemediğim psikiyatristin ofisine…

Yaklaşık 4 yıldır İren’ le aynı odayı paylaşıyoruz. Yataklarımız ayrı, kendi alanlarımız var ama odanın birçoğu İren’ e ve onun eşyalarına ait. Bu durumdan sonra ilk birkaç gün odamızda ve İren’ in yatağında uyuyabilmeme rağmen, uykusuz gecelerim çoğaldıkça TV karşısında daha kolay dalabilirim düşüncesi ile koltukta uyumaya başladım. Psikiyatristle görüşürken koltukta uyuduğumdan, odasını ve eşyalarını toplamadığımdan; çalışma masası, dolabı, yatağı gibi büyük mobilyaları kullanmaya devam etmek istediğimden bahsettim. Kendisi bana neden böyle istediğimi sormadan, odayı bir mabet alanından çıkarmamı, önce ona ait eşyaları kaldırmamı, ardından mobilyaları değişmemi söyledi. Bu ilk ve son görüşmemiz oldu.

Günlerce bana ne demek istediğini düşündüm çünkü ben dediği gibi odayı bir mabet alanına çevirmemiştim. En son bir akşam yemeğinde elimdeki çatalı masaya vura vura, “mobilyaları değiş” cümlesi bu kadar kolay ağzından nasıl çıktı, kederimi dolap raflarına kaldırıp uzaklaştırmam mı gerek diye düşünürken, hiç anlaşılmadığımı hissettim. 

Kitabın “özdeşim” bölümünü okurken, farkında olmadan ne yaptığımı anladım. Aslında ben bilinçdışı, acı ile mücadele edebilmek için "özdeşim" yapıyormuşum. Hadi benim haberim yok, senin bir psikiyatrist olarak nasıl haberin olmaz “özdeşimden”?

Bu süreçte insan sadece anlaşılmak istiyor. Dünyanın en saçma şeyini düşünse bile karşı tarafın onu anladığını hissetmesi kaybına verilen önem aslında. Ben böyle bir talihsizlik yaşadım. Psikiyatristin İren’ e ait olan eşyalar için “at, yerine yenisini al” demesiyle kaybımın onun gözünde ne kadar basit, ne kadar değersiz olduğunu ekledim bir de yüreğimdeki yüke. Evet, belki ilerleyen süreçte somut bir şeylere ihtiyaç duymayacağım ancak kaybın bu denli başında onlara ihtiyacım var demek ki içsel olarak. Üstelik elimde kalan temas edebileceğim son şeyler bunlar. 

O gün kulağından çıkan küpeleri kulağımda, saçından çıkan tokası bileğimde, saati kolumda. Keşke kıyafetleri ve ayakkabıları bana olsa da giyebilsem… Bugün 89. gün ve ben 89 gündür onun en son yattığı yastıkla, en son kullandığı pikeyle uyuyorum. Her gece üzerinden çıkan pijamasına, şortuna ve T-shirtüne sarılıyorum. Bunlar yas tutan kişiye iyi hissettiriyorsa ve yas literatüründe “özdeşim” olarak tanımlanan bu süreç var ise kim patolojik bir durumdan bahsedebilir ki? Kalemlerini, kalem kutusunu, laptop kılıfını, bilgisayarını, kullanabildiğim neyi varsa kullanıyorum. Kime ne? Bunlar, yas tutanı kötü mü yapar deli mi yapar? Ne yapar? Kaybettiğimiz kişi bizim için ne kadar eşsiz ve özelse, kaybın verdiği acıyla başa çıkma yöntemlerimiz ve mücadelemizde öylesine eşsiz ve özel.

16 Ekim 2024 Çarşamba

"Geride Kalan" Olmak...

Sosyal medyada, “Eşini kaybedene dul, anne babasını kaybedene öksüz veya yetim diyorlar. Evladını kaybetmek ise o kadar acı ve dillendirilemeyen bir şey ki, hiçbir lisanda çocuğu ölmüş kimseler için bir sıfat yok.” diyen bir yazı okudum…

Evladını kaybedene ne denir diye düşünmeye başladım… Bana en yakın tanımı bulmaya çalıştım…

“Geride Kalan”, “Arafta Kalan”, “Arada Kalan”

“Geride Kalan”, sadece bedenen bu dünyada, bir şekilde hayatın içinde… Uyuyor, uyanıyor, nefes alıyor, günlük işlerini yapmaya çalışıyor ama ne kadar burada? Özlemi, kalp sızısı, merakı, yokluk hissi ile ne kadar bu dünyada? (kocaman bir soru işareti). Aklı, yüreği hep diğer tarafta, toprağa bıraktığında…

Bu her an tutuşmaya devam eden bir alev… Hiç sönmeyecek bir yangın… Azalmıyor ancak yanmaya alışıyorsun… Hatta, alışmaya çalışıyorsun… Yanmaya alışmaya çalışmak…

“Geride Kalan” için o kadar çok zorluk var ki… Tüm bu zorluklara iyi geleceği düşünülen cümleler ve eylemler de var… Ancak, her ne kadar o sihirli cümlelere inanarak tutunmak istenilse de, bu dünyadaki süreni doldururken oyalanmak için bir takım işler yapılsa da, hepsinin bir “avunma” olduğunu bilmek insanın kendi kendini kandırması değil mi?

Ortada tek bir gerçek var… Canından canın bu dünyada olmaması…

“Geride Kalan” olarak, yaşamın anlamını yitirdiğini, artık hiç bir şeyin eskisi gibi olmayacağını bilerek yaşamak... Bu dünya onsuz tüm neşesini yitirmişken, tek başına, birlikte kurduğunuz hayallerin, planların, yarım kalmışlıkların hikayesini tamamlayacak olmanın verdiği hüzün ve eksiklik… Çaresizlik… Bilinmezlik… 

Kocaman bir boşluk… Yerini kimsenin, hiçbir şeyin dolduramayacağı…

“Geride Kalan” ın, vücudunun her hücresine işlemiş, kimsenin iyileştiremeyeceği görünmeyen bir yarası var…

“Geride Kalmak”, “Arafta Kalmak”, “Arada Kalmak” anlatılamayacak bir zorluk…

Dünyaya doğuşumuz ile aslında ölümü de kabullenmiş varlıklar olduğumuz bir gerçek... Bu gerçek ile imkansız olduğunu bile bile hayatınızın hiçbir noktasında “Geride Kalan” olmamanızı diliyorum…

8 Ekim 2024 Salı

Seni Özlemek...

özlemek: bir kimseyi, bir yeri veya bir şeyi görmeyi, ona kavuşmayı istemek, göreceği gelmek…

Göreceğim geldi… Nasıl göreceğim peki?

Keşke sözlük yazarları “özlemek” fiilini tanımlarken nasıl göreceğimizi, nasıl kavuşacağımızı da belirtseymiş…

Özlemek bu tanımdan mı ibaret? Öyleyse eğer ben özlemiyorum demektir… Ben “eksik kalıyorum” bu özlem ile…

Onu hatırlatan herhangi bir şey olmasına gerek kalmadan yüreğine bir alev topu düşmesi özlemek… Durup dururken yani… Yoklama girerken, asansörden inerken, araba kullanırken, sitede yürürken… Sonra kendi kendine, bazen de sesli sesli, hatta bazen de onun seni özlediğini söylediği ses tonlamasını taklit ederek “Seni çok özledim,” diyen içsel bir haykırış… Yakarış belki de… Bazen “Bu nedir ya?” diye isyan ettiren anormal bir duygu bu özlemek…

Ama seni özlemek…

Üzerimden çıkardığım pijamayı eve döndüğümde koyduğum yerde bulamazdım ya… Bir bakardım senin yatağında… Tatlı tatlı “Kokunu özledim, yanıma aldım,” derdin… Bütün kıyafetlerin dolabında duruyor… Üzerinden çıkarıp verdikleri t-shirt ve şortta yatağımda… Ama seni özlediğimde koku yok… Uçup gitmiş hepsinden… Sen kokmuyor artık hiçbir şey…

Yazın ben okuldayken arardın ya beni… “Seni çok özledim, bir sesini duyayım istedim,” diye… Seni özlediğimde ses yok…

"Dur bir de görüntülü arayayım,"... Seni özlediğimde görüntü yok...

Salonda TV izlerken, mutfağa gitmek için hangimiz ayağa kalkarsak diğerine mutlaka bir temasta bulunurdu ya… Seni özlediğimde temas yok…

Durup dururken ya da “İren’ ciğim gel bi sarılayım, özledim,” dediğimde sarılırdık ya… “Ben seni yanımdayken de özlerim,” derdin…  Şimdi seni özlediğimde sarılmakta yok…

Hani sen odanda ben salonda zaman geçirirken birden gelirdin ya özledim diye… Ben, seni özleyip odana geldiğimde kimse yok…

“Seni özledim öyle amansız, öyle zamansız; seni özledim yüreğim sızlarcasına, gözlerim ağlarcasına. Gerçekten sevince insan, yanındayken de özlüyorsun zaten. Evet, sevdiğin insan yanındayken bile özlersin. Ama giderse, o özlemek değil, eksik kalmaktır. Bir gün sen gidersen, özlemem. Eksik kalırım.”

Hikmet Anıl Öztekin

Eksik kaldım…

Seni özlemek; şairin dediği gibi; “İki kalbi tek kalbe bağlamak, bir nefeste iki kişiyi yaşatmaktır.” 

Sen, bu dünyadayken, “Gaye’ yle İren tek vücutta yaşayan iki insandı,” dedirten sevgimize yakışanı da bu değil mi?

Ben seni çok özlemek isterim zaten… Azı bize yakışır mı?

Bazı sihirli cümleler var İren’ ciğim… İlhan Hoca’ nın dediği gibi… Seni özlemeyi de seveceğim… Sana dair ne varsa sevdiğim gibi… Söz!

6 Ekim 2024 Pazar

YAS GÜNLÜKLERİ -2- Yasın Çeşitleri

Geçtiğimiz günlerde bir arkadaşım; neler yazacağımı merakla beklediğini, sanki arkası yarın gibi, ne zaman yazacak, yazsa da okusak hissiyatı oluşturduğumu söyledi. Bunun üzerine, genel olarak basmakalıp bilgilerle hareket edildiğini düşündüğüm ve şu an beni en çok meşgul eden “yas” üzerine bir seri oluşturmaya karar verdim.

(Böyle bir düşünce oluşmadan, serinin ilk yazısı olacağını bilmeden, yas üzerine kaleme aldığım satırları okumayanlar için linkini aşağıda paylaşıyorum.) 

https://irenlehayat.blogspot.com/2024/09/yasn-iki-ay.html

YAS GÜNLÜKLERİ başlıyor…

İlk yazımda; yasın tanımı, bana göre yasın ne olduğu, yasın aşamaları ve bu aşamalarda neler yaşadığımdan bahsetmiştim. İkinci yazının konusu ise yasın çeşitleri… Yas; tipik yas, patolojik yas ve travmatik yas olmak üzere üç çeşide ayrılıyor. Aslında, hangi çeşidi yaşayacağımız kimi kaybettiğimiz, nasıl kaybettiğimiz, kaybımızın yaşı, kaybımızla kurduğumuz ilişkilerimiz ve kişilik durumumuza göre şekilleniyor. Ben, kendimce travmatik yas yaşadığımı düşünsem de, bunun içinde diğer yas çeşitlerinden parçalar olduğunu görüyorum. Mesela, tipik yasa dahil olan kişinin günlük yaşama dönebilmesi… Bunun gerçekleşmesi başlarda pek mümkün görünmemişti ancak okuldaki arkadaşlarımın desteği ile zihnimin yetişemediği bir hızla günlük yaşama döndüm, tabii içimde kocaman bir boşlukla, eksiklerle, eskisi gibi olmayan rutinlerle… Önceleri, kendimi herkesin her dediğini yapan bir robot gibi hissetmeme rağmen yavaş yavaş kendi rutinlerimi oluşturmaya başladım… Bu geçiş sürecinde yeni bir ben tanımaya başladım… Gündüzleri işine devam eden; akşamları ise çöken karanlık ile gündüzden farklı olarak göz yaşlarına boğulan, boş gözlerle boş duvarlara bakan, malum gerçekle her sabah uyanarak tekrar tekrar karşılaşmamak için uyumak istemeyen bir ben… Günün iki farklı kuşağında iki farklı role büründüğümü düşünerek bu çelişkili durumu tanımaya ve anlamaya çalıştım haftalarca…  

Sevdiğimiz birinin kaybı ile sadece o kişiyi değil, gelecekle ilgili hayallerimizi, kimliğimizi, hayatın içinde onunla kurduğumuz ilişkiyi dolayısıyla bu ilişkide ki rolümüzü, hepsini kaybediyoruz. Bu yüzden aslında yas sadece gidenin arkasından tutulmuyor. Bu dünyada nefes almaya devam edenler değişen ve bilinmez hayatlarının yasını da tutuyor. Bence, hayat tüm anlamını yitirdi… Patolojik yas belirtilerinden olan yaşamı anlamsız bulma, geleceğe dair amaç ve umutlarının olmaması, kayba bir an önce kavuşma isteği sık sık dile getirdiğim düşünceler içinde yer alıyor.

Yas, ayrıca özgürlükte veriyor insana… Bu dünyanın sıkışmışlığı içinde büyük lüks… Korkular, içsel ve ekonomik kaygılar, sağlık sorunları… Bunların hepsi önemini öyle bir hızla yitiriyor ki insan kendini hafiflemiş hissediyor. Bu duygu evlat kaybına has olabilir… Çünkü anne-baba-kardeş-eş kaybında geride kalan bir aile, bir çocuk var ise insan ister istemez onların düzeni için ayakta kalma, eski sorumluluklarını üstlenme durumuna gelecektir… Benim kaybımda böyle bir şey söz konusu değil. Tabir-i caizse dünya yansa, kıyamet kopsa umrumda olmaz...

Gelelim travmatik yasa… Bireyin fiziksel ya da duygusal bir olay karşısında yaşadığı derin sarsıntı ve zorlanma durumuna; beden ve ruhun bütünlüğünü tehdit eden ya da bozan olaylara travma denilmekte. Bence travma içsel bir deprem… İnsanı sarsan, yerle bir eden… Enkazın altından çıkabilmek için, yok olan hayatını yeniden inşa edebilmek için insanın kendi enkazını kaldırması travma… Evet, ben her şeyim dediğim evladımı kaybettim… Bu depremden geriye kalan enkazımı kaldırmaya çalışıyorum… Dünyanın adaletsizliğinin ailemize denk gelmiş olması, yaşananlara engel olamamak, çaresizlik ve güçsüzlük ile hissizleşme, umursamazlık gibi yeni duygular tanıyorum…

Yas, kişiye özel, ne zaman sonlanacağı, hatta sonlanıp sonlanmayacağı belli olmayan bir süreç… Bu süreç benim için nasıl geçecek bilmiyorum… Bildiğim tek bir şey var… Bir daha hiç kimseyi İren’ i sevdiğim gibi sevemeyeceğim, sevmeyeceğim… Eğer bir gün tekrar dünyaya gelirsem hiç kimseyi böyle sevmek istemediğimi çok iyi biliyorum. (Bu cümlelerim İren’ den bağımsız. Eğer bir yerlerde tekrar İren’ in varlığı ile karşılaşırsam onu yine böyle çok çok sevmek isterim.) Çünkü sevgi, bağ ne kadar çoksa acı ve özlemde aynı ölçüde kavuruyor…

Ben en çok seni, sadece seni, hep seni seveyim isterim BALIM…  

29 Eylül 2024 Pazar

Doğum Günümde Kızıma Mektup

Dünyadan ayrılışının 67. günü bugün ve nüfusa göre doğum günüm…

Yas sürecinde özel günler “kritik” olarak nitelendiriliyor. Bugün, anılarımızı hatırlatan kritik bir gün…

Günlerdir, yakın çevremde ne yapacakları ile ilgili bir bilinmezlik var… Ben buradan cevabı vereyim… Bundan sonra benim doğum günüm 23 Mayıs! Seninle yeniden doğduğum, seninle birlikte anneliğimi de doğurduğum gün!

Aslında, anneliğim varlığını öğrendiğim 19 Eylül 2011’ de başlamıştı… O gece içimdeki sana zarar vermeden nasıl yatabilirim diye düşünmüştüm… Ertesi gün okulda nöbetçiyken üzerime doğru koşan çocuklardan seni korumak için sürekli karnımı tutmuştum…

Ama annelik bu değilmiş! Annelik evladını sonsuzluğa uğurlamakmış… Onun, hiç aklına gelmeyen bir şekilde, yokluğu ile karşı karşıya kalmak ve bu acımasız durumu çaresizce kabul etmekmiş… Teslimiyetmiş annelik…

Nasıl ki sen dünyaya geldiğinde geleceğinle ilgili sadece güzel hayaller kurduysam; seninle birlikte anneliğimi doğurduğumda da kurduğum hayallerin içinde “evlat kaybı yaşamak” yoktu elbet. Bizim seninle ayrılık içeren tek hayalimiz bir gün sen yurt dışına okumaya gidersen benim yanına gelemeyeceğim üzerineydi… “Sen gelmezsen ben gitmem” derdin… “Gidersin, gitmelisin”… “Gitmem” dolu cümlelerimiz peş peşe gelirdi…

Ben bugün, yas sürecindeki ilk özel gün olması sebebiyle yalnız kalmak istedim… Yanımda olmak isteyen herkesi kibarca reddettim çünkü bu ilki yaşamayıp ötelersem yasın bir parçası olan “özel günlerden” kaçmış olacağımı ve bir sonraki özel günde ne yapacağımı bilmeyeceğimi düşündüm… Tabii, anneannen “Bende mi gelmeyeceğim?” diyerek güldürdü beni… Evet, üzüldüğüm ağladığım kadar olmasa da gülüyorum da…

Sen yanımda olsaydın, güzel bir pazar kahvaltısından sonra voleybol antrenmanına gider, eve döner, senin ödevlerin, benim evdeki işlerim bitince akşam çok sevdiğin mezelerden yer ve pasta üflerdik diye tahmin ediyorum… Yatağımda bana yazdığın doğum günü notları olurdu… Bugün o notlar neden yok demiyorum çünkü sen bana 12 yılda bir ansiklopedi cildi kadar not bırakmışsın… Onlar bana ömrümün kalanında yeter bebeğim…  

Sabah erkenden sana geldim bugün, uzunca kaldım yanında… Anlattım, ağladım, dua ettim… Sonra nereye gideceğimi bilmeden sürdüm arabayı… Aslında aklımda senin sevdiğin yerlere gitmek vardı ama yeni bir yer keşfedelim istedim birlikte… Pazar günü olmasına rağmen sakin bir cafe buldum… (Arka masadakiler gelip bırbırbır konuşmasa iyiydi… Karşımda olsan gözlerimizi devirirdik şimdi di mi? Ben “Ay bi sus!” derdim sessizce, sende sol elini kaldırıp sol dudak kenarını bükerken gülmeye başlardın… Sonra ne konuşuyorlar diye biraz dinler, bana anlatırdın… Muzurca güler kendi sohbetimize dönerdik.) Yanıma hamileyken sana yazdığım günlüğü aldım… 18 yaşına geldiğinde sana doğum günü hediyesi olarak vermeyi planladığım için hiç okuyamadığın günlük… (Ah bir keşke daha!) Kahvaltımı yaptım, kahvemi içerken bu satırlara başladım…

Bugünün diğer günlerden bir farkı olacaksa eğer, onun kendimle, seninle, anılarımızla baş başa kalarak yokluğunla kurmaya çalıştığım bağa atılan yeni bir adım olmasını istedim… 23 Mayıs’ ta pastamızı beraber üfleriz…

Bak aklıma ne geldi! Sanırım hava yolları çağrı merkezi ile bir görüşme yapıyordum. Bana doğum tarihimi sorduklarında, “23.05.2012” demiştim… Tekrar sorulunca kendimden son derece emin bir ses tonuyla “23.05.2012” diye tekrar etmiştim. Sen karşımda gülmeye başladığında anladım cevabın yanlış olduğunu… Artık doğru! Telefonu kapatınca dakikalarca kahkahalarla gülüşmüştük…

Biz, bu 12 yılda, çoğunlukla gülen, birbirini çok seven iki insandık! Her anne-kız ilişkisinde olduğu gibi sonsuz sevgi üzerine inşa etmeye çalıştığımız bir hayatımız vardı. Böyle -di’ li geçmiş zamanlı cümleler kurmak çok acıtıyor canımı… İçinden geçiyorum İren’ im… Acının içinden geçilmeden, dışına çıkılmıyormuş çünkü… Öyle diyorlar.

Dün, Yeşim Ablan’ la buluştuk… O farkında değil belki ama ben hediye olarak kabul ettim kurduğu cümleyi…

-“Sen, hepimizden farklı olarak, tuttuğun her şeyi, şu tuzluğu bile sımsıkı tutarsın… Bir şeyin sorumluluğunu ver ve Gaye’ yi unut… İren’ i de öyle sımsıkı tutmuştun ki, bu özellik herkeste yok, tüm hayatını ona göre şekillendirmiş, önceliğine her zaman onu koymuştun. Bu yüzden sizi ayrı düşünmek mümkün değil… Gaye’ yle İren tek vücutta yaşayan iki insandı…

Buradan ne zaman kalkarım, kalktığımda ne yaparım bilmiyorum… Artık -ecek, -acak eklerinden kaçınıyorum… Geleceğe dair, hele uzun vadeli planlar yapmamaya çalışıyorum. Resmi olarak bir yaş daha büyürken yeni bir Gaye inşa ediyorum… Eski kaygılarım, korkularım, her şeyi kontrol altında tutma arzum, planlı-programlı günlerim… Bunlardan uzaklaşıyorum, ayrışıyorum. Dönüşüyorum… 

İçimde yeni bir çocuk büyütüyorum… Fotoğraflardan gördüğüm, videolardan sesini duyduğum… Elini tutamadığım, sarılamadığım, öpüp koklayamadığım bir çocuk… Senin yokluğunu içime sığdırmaya çalışırken, bu yeni yolda kendimi ve anneliğimi de yeniden bulmaya çalışıyorum… Eski Gaye’ den en büyük izin “sen” olduğu, yeni bir ben yaratıyorum… 

Biz, tek vücutta yaşamaya devam ediyoruz annecim… Seni çok seviyorum… Seni, hayattayken de olduğu gibi, her gün daha çok seviyorum ve her gün her an daha çok özlüyorum!

Bu sene böyle geldin 43!

22 Eylül 2024 Pazar

YAS GÜNLÜKLERİ -1- Yasın İlk İki Ayı...

“Üzüntünü sözcüklere ver; konuşmayan yas, kalbi örter…” diyor Shakespeare Macbeth’ de. Bende yas ile ilgili dile getiremediklerimi yazıya döküyorum.

“Yas: Sevilen birinin ölümünden duyulan derin acı, bu acıyı gösteren davranış; matem.” olarak tanımlanıyor sözlükte.

Benim içinse yas; Şengül Hablemitoğlu' nun "Yas Uzun Bir Veda" kitabında tanımladığı gibi “sevilen birinin ölümünün ardından yaşamının akışını kontrol edememek.”

4 yaşımdayken babaannemi kaybetmiştik. Babaannem hafızama bize gelirken getirdiği bonbon şekerleri ile yerleşmiş. O, artık gelmese de halam şekerleri getirmeye devam ediyordu. Benim için, babaannemin artık olmaması sorun değildi yani çünkü ben şekerleri yemeye devam ediyordum.

Babaannemden 27 yıl sonra dedem vefat etti. Yaşından ve hastalığından dolayı beklenen bir vedaydı. İlk kez bir yakınımın cenazesine katılmış oldum böylece. Çok üzüldük, annemin haftalarca haykırarak ağladığını hatırlıyorum. Ben annem kadar derinden etkilenmemiştim. İren, henüz 10 aylıktı. Hem devam eden işim, hem de İren’ le ilgilenmem için ister istemez “yas” ortamından uzaklaşmış oldum.

Ve o lanet gün; kuzumla beraber bir ilki yaşadık… O, artık fiilen yanımda olmasa da ben bu dünyada “yas” tutarak yaşamaya devam ediyorum. Hayatımda ilk kez yas tutuyorum… Hiç tecrübe etmediğim bir durum olduğu için beynim ne yapacağını bilmiyor. Sanki, kafamın içinde kontrolsüzce her bir sinire çarpa çarpa savrulan bir sarkaç var.

“Kızıma Mektup” yazımda belirttiğim gibi ilk günler şokun etkisi ve taziyeye gelenlerin desteği ile ne olduğunu idrak edememiştim. Sanki biri beni dürtecek ve kabustan uyandıracak gibi hissettim günlerce. Sonra ki haftalarda, bir korku filminin içendeymişim ve birileri "stop" tuşuna basacak film bitecek sandım. Ne zaman ki, o uykusuz gecelerde kendimle kaldım, o zaman, tam anlamıyla hiç bitmeyecek bir kabusun içinde olduğumu, aslında hepimizin bildiği bir gerçek olan ölümü hiç bilmediğimi anladım. Ölüme dair çaresizlikle yüzleşirken, bunun bir parçası olan yasa dair ne kadar bilgisiz olduğumu fark etmem çok uzun sürmedi. Böylece yası araştırmaya başlamış oldum ve İren' ciğimin bir arkadaşının annesinin tavsiyesiyle Prof. Dr. Şengül Hablemitoğlu' nun "Yas Uzun Bir Veda" kitabını aldım. Canım kızım yine yardımıma yetişmişti... 

Kitapta yasın 5 aşamasından bahsediliyor: 1.İnkar, 2. Öfke, 3. Pazarlık, 4. Depresyon, 5. Kabullenme… Son yıllarda bu aşamalara ek olarak  Anlam Bulma eklenmiş… Bence en kıymetlisi bu.

Böyle bir sıralama görünce, biri bitecek diğeri başlayacak diye düşünmüştüm ilk başta… Ancak öfke ve pazarlık aşamalarını atlayıp, inkardan depresyona geçince düşündüğüm gibi olmadığını; her bir aşamanın içi içe geçmiş dalgalar halinde gelmeye başladığını fark ettim.

Öfke duymadım hiç… Kime duyayım, neye duyayım… Öfkelensem ne değişecekti ki? Sadece, ara ara keskin bir bıçakla kendimi doğradım… Başka bir hastaneye, başka bir doktora götürseydim sonuç değişir miydi diye günlerce kemirdim kendimi… Maalesef ki değişmezdi sanıyorum, ya da buna inanmak istiyorum… Bu dünyanın adil bir yer olmadığını hatırlasam da İren’ in gidişinin adaletsizlik olduğunu düşündüm sadece.

İnkar hastanedeyken yaşadığım bir aşamaydı… “Bununla yüzleşmeniz gerek,” diyerek, o odaya beni soktuklarında, doktora ve anneme “Yok öyle bir şey kızımı alıp gideceğim,” dediğimi hatırlıyorum. Herkes telefonla birilerine haber verirken koridordan gelen “İren’ i kaybettik…” cümlelerini duyduğumda “Sussun şunlar!” diye bağırarak kulaklarımı tıkadığımı da… Ve hafızamdan en çok silmek istediğim 3 kareden biri olan morg! Oradaki görevliye ısrarla “Gözleri hafif aralık, yaşıyor olabilir, iyice baktınız mı, bende bakayım,” derken beni oradan götürdükleri an… Öyle işte… 3 cümle ile bile inkar etmene izin vermiyorlar anlayacağınız…

Sonra, ister istemez kabullenme aşaması geliyor… Yapılması gereken son görevlerden dolayı kabullenme aşaması başlıyor bence… Bu son görevler bu amaca hizmet etmek için sanırım. Ancak, kalabalıklar dağılınca ve insan uyuyup da ertesi gün o “yokluğa” gözünü açtığında kabullenmediğini anlıyor… İren evdeymiş gibi seslenmedim hiç… Bu kabullenmenin bir göstergesi… Fakat, psikiyatristlere göre her sabah fotoğrafını öperek “günaydın” demek, evden çıkarken fotoğrafına el sallamak, eve dönünce fotoğrafına sarılmak, yatarken t-shirtlerini koklamak, “iyi geceler” demek ve üzerindeki son kıyafetlerine sarılıp uyumak kabullenmeme göstergesi… Anlaşılacağı üzere, bunlar benim yaptıklarım… Gelin görün ki bana iyi geliyor… Çünkü bu süreçte, İren’ le kurmuş olduğum bağın, yokluğu ile de kurularak bağımızı devam ettirmenin benim bu dünyada halen nefes alıyor olmamı anlamlandırdığını keşfettim… Bazen nedenini bilmeden bu yoldan çıkıyorum… Nedenlere, niçinlere, keşkelere her daldığımda kurmaya çalıştığım bağın pamuk ipliğine bağlı olduğunu hissederek kendimi başarısız görüyorum ve sonrasında birkaç gün kendime gelemiyorum… Daha sık ağlamaya, yememeye, az uyumaya veya uyumasam bile yataktan çıkmamaya, kendimi amaçsızca sokaklara atmaya ya da tam tersi evden çıkmamaya başlıyorum… Bu tepkilerin, yukarıda bahsedilen aşamalardan depresyona "giden yol" olduğunu düşünüyorum… Annem sinyalleri aldığı anda hemen bir arkadaşımı çağırıyor, beni oyalayacak bir şeyler üretiyorlar… Bu arada, süreçte sizi anlayan ya da sadece dinleyen birilerinin olması önemli… Bu açıdan şanslıyım…

Pazarlık… Bu aşamada geri dönmesi için ne yapmalı, neyi feda etmeli diye düşünmedim hiç… Sadece birkaç kere keşke haftada bir gün birkaç saat görme ya da konuşma şansım olsaydı dedim… Sonra rüyalara tutundum…

Benim için en kıymetli olan anlam bulmanın ise kaybımızın bizdeki anlamıyla paralel olduğunu düşünüyorum… İren’ in benim için anlamı bir evlattan öteydi… Tüm hayatımı ona göre düzenlemiştim… Bunun içinde mesai saatimi voleybol antrenmanlarına göre planlamaktan tutun da, pazar sabahları uykusuz halde baleye götürüp saatlerce beklemekten, onun yolda geçirdiği süreyi uykusuna katmasını düşünerek evimizi taşımaktan, arkadaşlarımla çıktığımda onun uyku saatinden önce evde olmamdan, ilgi alanlarına göre etkinlikler oluşturmama kadar her şey var… Bunlar eminim her annenin severek yapacağı şeylerdir… Ancak, O, düştüğümde elimden tutan, fark etmediğim bazı durumlarda kurduğu bir sihirli cümle ile aydınlanmamı sağlayan, bakışlarımdan beni okuyan, daha 5 yaşındayken hasta olduğumda bana bakan, haksız olsam da beni herkese karşı savunan… Daha neler nelerdi… Mükemmel bir çocuktu işte! Kızdığımda ya da istediği bir şeyi hemen almadığım zamanlarda onun bu sevgisine layık olmadığımı düşündürecek kadar eşsizdi sevgisi… İşte, ben sadece bir evladı değil, onun bu sevgisini ve annelik rolünü de kaybetmiş gibi hissediyorum zaman zaman… Hatta, kaybın çok başlarında bir form doldururken “Çocuğunuz var mı?” sorusuna ne cevap vereceğimi bilememiştim… Sonra, “çocuğum var, hep olacak, ben hep onun annesi olacağım” dedim kendi kendime…

Anlam bulma, benim için şu an yasa en uygun olan tanım “sevilen birinin ölümünün ardından yaşamının akışını kontrol edememek” yerine “yaşamının akışını kontrol ederek, kayıpla yaşamanın yolunu bulmak” olduğunda tamamlanacak… Bu da az önce bahsettiğim, yokluğu ile kurmaya çalıştığım bağın, zihnimi kurcalayan sorulardan ve konulardan ayrışarak, bu dünyada kurmuş olduğumuz gibi sımsıkı bağlandığında olacak sanıyorum. Zaman…

İşte 2. aya sayılı günler kala yaşadığım süreç bu… Yas süreci fırtınalı, dalgalı bir deniz gibi… Yukarda bahsettiğim aşamalar sırasız ve zamansız şekilde geliyor ve gidiyor... Tekrar geliyor, tekrar, tekrar... Bir diptesin, bir suyun üstünde… Tam suyun üzerinde durmaya başladım diyorsun tekrar aşağı çekiliyorsun… Dalga bazen üstten çeviriyor, bazen alttan… Fırtına bir vuruyor, bir diniyor...


14 Eylül 2024 Cumartesi

Başrolde Sen!

Sensiz “senli” anılar biriktirmeye devam ediyorum…

Mesela bugün yine bir ilki beraber yaşadık Balım…

Hiç unutmayacağım bir gün, seninle dolu olan her günüm gibi…

O konferans salonunda onlarca törende görev alan sen, onlarca tiyatro oyunu sergileyen sen, hiç aklımıza gelmeyecek şekilde sahnedeydin…

Çok sevdiğin sahnede!

Bale, drama, törenler ile hayat bulduğun sahneye bir fotoğraf ve fonda yeni ortak şarkımız ile veda ettin…

Böylesi kimsenin aklına gelmezdi elbet…

En önde hepimiz seni 29 Ekim törenindeki gazeteci kız olarak hatırladık…

-       Yazıyor, yazıyor… Laikliğin kabulünü yazıyor…”

Ozan Hoca ile sahnelediğin Küçük Öğretmen ile hatırladık seni…

-        “Biraz ters bak, hiç mi benden örnek almadın, kaşlarını çat” diyerek rolüne hazırlanmana yardım ettiğim günler geldi aklıma…

Murat Hoca ile sahnelediğin “Mis Mis Dünya” oyununda çöp poşetlerinden yaptığımız kostümü hatırladım…

10 Kasım törenindeki koro çalışman ve sahnedeki duruşun geldi aklıma…

Romeo ve Juliet’ te bembeyaz bir melek oluşun… Ne güzel çalışmıştık aynı sahnede liseli abi ve ablalarınla…

4. sınıfta “Ortaokula Merhaba” töreninde, sahnede, arkadaşlarınla “Ben Böyleyim” şarkısında çılgınlar gibi hoplaya zıplaya dans edişiniz geçti gözümün önünden…

Sonra, 4 yaşındayken, bale resitalinde ilk kez büyük bir sahneye çıkışın…

7 yıl boyunca her Mayıs ayında yaşadığımız resital heyecanın…

En son “Cesur Prenses” tin…

Ondan önce “Alice Harikalar Diyarında” ki performansın…

Ve benim hayran kaldığım “Kuğu Gölü” ndeki “Beyaz Kuğum”…

Anaokulunda rol aldığın, dans ettiğin, folklor oynadığın, şarkı söylediğin onlarca an canlandı hafızamda...

Daha niceleri…

Bugün, o sahnede bambaşka bir şey vardı!

Seni sahnede her türlü hayal edebilirdim ama bu türlüsü aklıma gelmezdi… Gelmedi… Hiç birimizin gelmedi…

Bugün, o sahnede başrol sendin… Olmasaydın ya keşke!

Gördün, duydun, hissettin belki…

Arkadaşlarının sana yazdığı mektupları okudum defalarca…

Ayranı çok sevdiğini, fanatik Galatasaray’ lı olduğunu, Icardi sevdanı…

Seni bir ben böyle bilirdim sanırdım…

Yardımseverliğini, paylaşmayı bilmeni, liderliğini, bencil olmayışını, adaletini, herkese yeten sevgini ve kocaman gülümsemeni…

Böyle hatırlanacak olmak koca koca insanlara nasip olmuyor, biliyor musun?

Benim özel ve güzel kızım… 12 yılda neler yapmış, ne izler bırakmışsın… Erken vedanı hissederek mi açtın kocaman kalbini?

Seninle her zaman gurur duydum ve duymaya devam edeceğim Balım… İyi ki senin annen olmuşum, hep olacağım Balım… İyi ki benim kızım olmuşsun, hep olacaksın Balım…

Arkadaşlarının sana bıraktığı karanfilleri, en sevdiğin Şirin Hoca’ nla sana getirdik bugün…

Bahçen çiçek açtı… Ruhunda, hep o rüyalardaki gibi, çiçeklensin Balım…

4 Eylül 2024 Çarşamba

Kızıma Mektup

İren’ im,

40 gündür neler yaşıyoruz annecim biz?

Bu mektupta sana anlatmak istediğim o kadar çok şey var ki… Ve senden duymak istediğim…

Hayal ediyorum şu an… Yaz tatilinin son günleri olduğu için ve değişen uyku düzenini muhtemelen düzene sokamadığımız bu son haftada sen “yatmayalım” derken; yarın okula gideceğim için uykumun geldiği bu saatlerde ise ben “hadi yatalım” diyoruz şu an. Ve sen, “Dur bir kahve yapayım da içelim” diyerek beni ikna ediyorsun. Mutfağa gidip kahvelerimizi yapıyorsun. Yanına geliyorum, bardakları taşımak için. Karşılıklı oturup sohbet etmeye başlıyoruz. Ama bugün konumuz benim okulda yaşadıklarım ya da senin transfer haberlerin değil. (Sana bir not: Kerem Aktürkoğlu, namıdiğer “Kuşçu” Benfica’ ya transfer oldu. “Icardişko” birkaç ay sakatlığından dolayı kadroda yok. Yerine, Osimhen geçici olarak transfer edildi.)

Bugün konumuz ikimizde farklı boyutlardayken neler olduğu… Senden, beni tatmin etmese de, haberler alıyorum… O gülen yüzünle rüyalarda buluşuyoruz… Sende, benden alıyorsundur eminim… Hissediyorsundur burada yokluğun ile baş başa kalan anneni…

İlk günler çok çok şoktu annem. Çok çok kalabalıktı… Kendimle kalmaya, ne olduğunu idrak etmeye alanım olmadı.

Senin bu dünyaya melek olarak gelip, melek olarak gittiğine beni ikna eden Selin Hoca’ ya “Ben diğer annelerden farklı olarak hem bu dünyada hem öteki dünyada anneyim” dedim ve bunu “İren’ in Annesi” olma sıfatımın yanına ekledim.

Seni sadece yakından tanıyanlar değil sosyal medyadan tanıyanlarda, herkes, hatta benim yüz yüze tanışmadığım diğer kampüslerdeki meslektaşlarımda, hiç kimse beni yalnız bırakmadı annem. Senin sevgini, yerini elbet dolduramazlar. Süreçte yalnız olmadığımı gördüm hatta şaşırdım bu ilgiye. Acı, sadece benim acım olmaktan çıktı, herkesin ortak acısı oldu. Bunun bir sebebi olmalıydı… Yaydığın enerji ile ne kadar özel bir çocuk olduğunu herkesin hissettiğini düşündüm.

Ev ve “o yer” arasında her gün gelip gittim; ki muhtemelen görüp hissetmişsindir. Sonra, oradaki diğer acılara ortak olmaya başladım. Her akşam anneannene “Biz ne yaşıyoruz? Biz ne yapıyoruz?” diye sordum. Anneannen cevap vermedi.

Ölüm hepimizin bildiği bir gerçekti şu ana kadar, ancak hiç yaşanmadığı için bilmediğimizi anladım.

Sınanmayı sorguladım defalarca… Cevabını bulamadığım “neden” sorusu ile… “Güçlüyüz diye her şeyde bizim mi başımıza gelecek?” dedim… Ki seninle 2017’ de başladığımız yeni hayatımıza kadarda “güçlü” olduğumu hiç düşünmemiştim. O dönem hatırlarsan Gözde Öğretmenin çok söylerdi bu cümleyi, “Güçlü annenin güçlü kızı”… Evet aşkım, ikimizin gücünün yetmediği şeylerde olabiliyormuş hayatta… Maalesef… Sonra, birlikte kurduğumuz yeni hayatımızdaki gücü senden aldığımı fark ettim ve sensiz artık nasıl güçlü olabilirimi düşündüm, insanlar “Güçlü olmalısın, İren seni böyle görmek istemez” derken… Tekrar nasıl güçlü olunur bilemedim…

Çok korktuğum ölümden, ölmekten korkmamaya başladım… “Bir gün İren’ e bir şey olursa ne yaparım?” diye aklımdan geçirdiğim günlere lanet okudum… Bunu düşündüğüm için oldu sandım… Sonra anladım ki bu soruyu her anne aynı kaygıyla soruyor… “Bana bir şey olsaydı İren ne yapardı?” dedim… Senin bununla nasıl başa çıkacağını bilemedim, seni mahvetmek istemediğim için “Bu acıyı onun yaşamasını istemem, ben tüm acıları çekeyim yeter ki olduğu yerde huzurlu olsun” dedim… Bitmedi… “Bana bir şey olsa İren’ in ne yapmasını isterdim” diye sordum kendime… Cevabı en net soru bu… Defin ve duadan sonra hemen ertesi gün okulsa okul, parksa park, baleyse bale, hemen ertesi gün hayatına kaldığı yerden devam etmen… Sende bunu istermişsin, öyle dediler… Ama olmadı.. Olsun diye uğraştım… 11 gün sonra okula kahvaltıya gittim senin eski ve yeni müdür yardımcıların ile… İçeri nasıl gireceğimi çok düşündüm… Etrafıma bakmadan sadece önüme bakarak hızlıca yürüdüm… Şaşarsın İroş, arkadaşlarımla sürekli ağladığımız, ya da aldığım uyku ilaçlarının etkisi ile (gece uyutmayan gündüz uyutan) gün içinde ben uyurken geldikleri, saatlerce beni bekledikleri ev dışında bir yerde olmak “iyi” geldi… Ertesi gün bir daha, ertesi gün bir daha derken 22 gün olmuş… Tabii sen eski performansımı bekleme benden tatlım… Bazı gün sadece sohbet edip kahve içtim, bazı gün program yaptım, bazı gün erken çıktım, bazı gün sabah ağlamaktan vaktinde gidemedim… Ama bir şekilde sadece “nefes alıyoruz işte” diye tanımladığım hayatın içine karışmaya başladım…

Bu arada senin melek kanatlarını ve elinin içindeki beni kondurdum kendime… Rüyamda gördüğüm yüzükleri yaptırmanın peşine düştüm… Kendimi oyalamak için türlü şeyler bulmaya çalıştım… Mesela kitap okudum tam bir okumayı yeni öğrenen çocuk edasıyla… Her satırın altını çizerek, anlayabilmek için aynı cümleyi 3-4 defa okuyarak… Sonra vazgeçtim okumaktan…

Tabii, bazı günler gelmeye başladı İren’ cim… Bugün olduğu gibi işte, “40” ı… Ne yapalım, nasıl yapalım, nerde yapalım… Mevlidin için şekerler, Yasin kitapları, tesbihler seçtim… Elbette, detaycılığımla ama tüm detaycılığımla değil, emin ol… Beyaz olsun, şu yazılsın… Orda iki kelime var, duymak istemediğim… Buraya hızlıca yazıp geçmek istediğim… “Merhum” ve “Rahmetli”… Bunları her duyduğum veya okuduğumda şu an olduğu gibi ağlamaya başlıyorum annem… Bazen, “Bu kabustan beni biri uyandıracak herhalde” diyen umudumun aslında bir umutsuzluk olduğu hissini veriyor o iki kelime…

Bir de “o yer” de ki “taş” var annem… Seni anlatan her şeyi üzerine koymak istediğim… Şu an 7. sınıf hazırlığı içinde neler yapacağımızı düşünmek yerine, o “taşı” nasıl “sen” yaparım diye düşünüyorum… Var tabii aklımda bir şeyler… İnşallah, Selahattin Usta yapacak, yanıltmayacak beni… Yoksa başına nasıl bir dert alır sen tahmin ediyorsundur… İşte bunları düşünürken konuşurken anneannene yine aynı soruyorum: “Biz ne yaşıyoruz? Biz ne yapıyoruz?”… Artık bir cevabı var Selvi’ nin: “Yapmamız gerekenleri…”

Dedeni en sona bırakmak istedim annecim… Özgür Dede’ nin Özgür Kızı İren… Deden, elbette iyi değil.. Ben kötüleşince kendini topluyor bana destek olmak için… Eve sığmıyor, bir içeri bir dışarı… Anneannen ise hep aynı cümleleri kuruyor… “Ben torunuma mı yanayım sana mı? Sen iyi olmazsan ben iyi olamam.” O da anne… Kalanına yanarken ona şunu söylüyorum Balım: “Sen çok şanslı bir kadınsın anne çünkü evlatların yanında…”

Evet aşkım, bu acı seni tanıyan tanımayan herkesin ortak acısı oldu… Herkes çok iyi niyetle geride kalanı düşünüp sabır dilerken, ben hep gidenimi, içimde sakladığım görünmeyen yarayı düşünüyorum… Biz seni çok özlüyoruz bebeğim, öyle böyle değil… Çok çok çok çok çok çok çok çok…

Hadi artık yatalım, kahveler bitti, dertleştik Balım…

İ: Aşkım, ben duamı ettim, Allah seninkini kabul etsin, iyi geceler.

G: Allah kabul etsin canım, iyi geceler, tatlı rüyalar…

G: İren, uyudun mu?

İ: Uyumadım.

G: Ben gözümü kapıyorum, iyi geceler canım… Seni çok seviyorum.

İ: Ben seni daha çok…

G: Ben daha çok.

İ: Ben daha çok.

G: Hadi uyu canım.

İ: Sevgilim…

G: Sevdiğim…

İ: Aşkım

G: Balım

İ: Bal kavanozum

G: Annesinin kuzusu

İ: Kızının kuzusu

G: Şenüğüm…

Her gece yaptığımız bu “sevgi yarışını” yanımdaymışsın gibi hayal ediyorum yine… Sesini de duymak isteyerek…

Bu dünyada olduğundan daha mutlu ve daha huzurlu ol annem… Huzurla uyu… SENİ ÇOK SEVİYORUM BALIM, BAL BALERİNİM ve artık BAL MELEĞİM…

28 Ağustos 2024 Çarşamba

Özlem, Yas, An ve Anılar, İlkler...

Siz hiç çocuğunuzun kulağını özlediniz mi? Ya da kirpiklerini… Kucağıma yatırıp, “gözlerini kapa da kirpiklerini seveyim” dediğimde, kapardı o kocaman gülen gözlerini… Bende parmağımın ucuyla dokunup severdim görenlerin “rimel mi var?” diye sorduğu uzun kıvrık kirpiklerini…

Kayıpla başlayan yas sürecinde 5. haftayı tamamladım. Tabii bu şu demek: İren’ im 5 haftadır fiziken yok. “Fiziken yok” diyorum çünkü tüm varlığı ile yanımda olduğunu biliyorum. Bu çok derin bir his. Bir başkası anlatsa, “acısını hafifletmek için buna inanıyor” diyebileceğim türden bir şey. Ancak, süreci benimle yaşayan arkadaşlarımda onun varlığı ile ilgili “mesajlara” tanık olduğu için acımı hafifletmek için uydurmadığım şeyler olduğuna eminim. Bazen bir ses, bazen bir çiçek, bazen aniden duyduğum bir şarkı; evin her yerinden, kitaplarımın, cüzdanımın içinden çıkan daha önce yazmış olduğu onlarca anlamlı not, kuş tüyleri, omzumdaki his, evden ve kolumdaki tokasından dakikalarca gitmeyen kelebek, mezarındaki hep o mor kelebek ve rüyalar… Nedense, hep mor beyaz çiçekli rüyalar… İşin enteresan yanı, benim rüyama gelmediğinde mutlaka bu acıyı benimle yaşayan bir arkadaşımın rüyasında olması… Hani, “ölüm bile bizi ayıramaz” diye bir söz vardır ya bu öyle bir şey işte.

An ve anılarımızda hep var olmasına rağmen; “artık evde yok”, “buzdolabından ayran almayacak”, “ışığı açıyorsun ama odasında olmayacak biliyorsun” cümleleri ile aklına hükmetmeye çalıştığında, yüreğine asla söz geçiremediğin çaresiz bir çırpınış içinde buluyor insan kendini. Yas eşittir hiç bitmeyecek bir özlem benim için. Gün be gün artan sonsuz özlem… “Neden?” sorusundan sıyrıldığında, yokluğunu aklına kabul ettirdiğin zamanlar oluyor… Patlamalar yaşayıp ağlayarak kederini dışa vurabiliyor insan… Ama… Ama… Ama… Özlemenin sonu yok ve bu en zor kısmı yasın, yasımın. Sonu olmadığı gibi her gün de artan bir skalası var özlemin… O yüzden, yas eşittir başa çıkamadığın sonsuz özlem benim için. Çaresi elbet yok, güzel anılar ile hatırlayarak belki bu “yangına bir damla su” taşınabilir…

Anılar… Güzel anılar… İren’ le geçirdiğim “her an ve anılar” için kendimi çok şanslı hissediyorum… Bazı pişmanlıklarım var, pişman olunacak şeylerden sayarsanız… Mesela, bazı pazarlar baleden döndükten sonra onun yerine ben yorgun olurdum… Biraz uzanayım deyip uyuyakalırdım… Keşke diyorum uyumayıp onunla bir iki saat daha fazla vakit geçirseymişim… Ya da daha çok koynuma alıp, sarılıp, daha çok öpüp koklasaymışım.

Aslında, geçmişten çok gelecekte birlikte yaşayamayacaklarımıza, yapamayacaklarımıza üzülüyorum…

Biz her ilki beraber yaşadık. İlk tiyatro, ilk sinema, ilk konser, ilk tatil… Bunlar, benim eşlik ettiğim, İren’ in hayattaki ilkleriydi. Benimde onunla birlikte ilklerim oldu… Mesela, bir opera maceramız var… Bale resitali diye operaya bilet aldığımdan, 8 yaşındayken ilk operamızı birlikte izlemiştik… Tabii, İren gibi bir çocuktan ne beklenir? Devamı… Operalara, bale resitallerine, müzikallere gitmeye başlamak… Ah, sen! Sanata bu kadar ilgisi olan bir çocuk. Ah, sen! Spora, okumaya, etrafında olan biten her şeye merakı olan çocuk! Seni anlatmak için hangi usta kalem gerek? Daha önce gitmediğim şehirlere, tatmadığım lezzetlere, keşfetmediğim her şeye seninle beraber yolculuk etmek benim hayatımdaki en büyük ayrıcalık. 

“Her ilki birlikte yaşadığımız gibi bunu da birlikte yaşadık annecim” dediğim cümlelere bir yenisini daha ekledik işte 5 hafta önce. Bu en kötü “ilkimiz” oldu! Ben tüm bu acının, manasızlığın, çaresizliğin içinde seni hep “ilklerimiz” ile, paylaştığımız "eşsiz anlar" ile, "birlikte yazdığımız anılar" ve bana verdiğin "sonsuz sevginle" hatırlayacağım BALIM, BAL MELEĞİM…

19 Ağustos 2024 Pazartesi

Gelişi ve Gidişi Nadir Görülen Çocuk (Guillain Barre Sendromu)

Bloğun ilk yazısı "Anneliğe İlk Adım!" dan bir alıntı...

"Gelin görün ki, hayat her zaman insanın istediklerini sunmuyor... Bizim İren' e kavuşmamız uzun olduğu kadar sabır da gerektiren bir süreçti... 3 yıl bekledik onu... Evet, İren bir aşılama bebeği... Aşılama (IUI); spermle yumurtanın buluşma şansını arttırmak için yapılan ve yaklaşık 5 dakika kadar süren ağrısız, sancısız bir işlem. Diğer tedavi yöntemlerine göre daha ekonomik ancak başarı oranı %10-15 civarı. Şanslıyız ki, İREN, bu düşük orana rağmen, hayata tutundu, hatta öyle bir tutundu ki, bıraksan bi 9 ay daha kalırdı herhalde!"

Dünyaya gelişi düşük bir yüzdelik oranla olan Balım, 100.000' de bir görülen nadir hastalık "Guillain Barre Sendromu" sonucu dünyaya veda etti.

Guillain Barre Sendromu ile ilgili bilgiye aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz. 

https://www.iha.com.tr/istanbul-haberleri/guillain-barre-sendromunda-olum-orani-yuzde-4-7-civarinda-105882020

Sen; eşsiz, ender bulunan bir çocuksun... Bunu, doğduğun gün saçında olan parıltılardan, sol yanında olan 5 tane beninden ve doğum lekenden anlamıştık... Büyüme yolculuğunda yüreğinin güzelliği, yardımseverliğin, özürlerin ve teşekkürlerin, sonsuz sevgin, saygın, hakkaniyetin, ışıl ışıl gözlerin, her zaman gülen yüzün, etrafındakileri mutlu etme çaban, kendinden önce sevdiklerini düşünmen, hayat enerjin, vicdanın, gücün, hepimizin hayatına değdirdiğin sihirli değneğinle de gösterdin... 

Gelişin de gidişin de nadir görülen şekilde oldu... Tıpkı varlığın gibi...

15 Ağustos 2024 Perşembe

İren' im Melek Olmuş...


2018' den beri aktif kullanmadığım bloğumuza geri dönüyorum!

Burada, hep mutlu anları paylaşmışım çünkü bizim dünyamız sadece sevgi ve mutluluk üzerine kuruluydu. Ancak, John Lennon' un dediği gibi, "Hayat, sen başka planlar yaparken başına gelenlerdir!" Bende, tam 3 hafta önce, başımıza nelerin geldiği ile başlamak istiyorum.

İren, genelde kabızlık sorunu yaşayan bir çocuktu. Vefatından yaklaşık 1 hafta önce, 2 gün süren, dışkı sıklığında artış ve renginde değişiklik fark ettim. İnternete yazdığımda, safra ile ilgili sorunlar olabileceğini okuyunca; “dışkı rengi değişti diye doktora mı gidilir” cümlelerine rağmen; çocuk gastroenteroloji bölümüne randevu aldım. Randevu gününden önce, bir sabah, bir tatlı kaşığı kadar kan ile birlikte safra kusarak uyandı. Randevusunu öne alarak doktora gittik. Yapılan muayene sonucunda "gastrit" teşhisi kondu. Dışkısı normale döndüğü için korkulacak bir şey olmadığını söyledi doktor. Gastrit için verilen ilaçları kullanmaya ve beslenme şekline dikkat etmeye başladık, ancak 2 gün sonunda ilaçların fayda etmediğini görünce tekrar doktora gittik. Anneler bilirler ki, eğer bir ilaç 3 günde tesir etmiyorsa fayda sağlamayacak demektir. Doktor, bu kez ultrason, kan ve idrar tahlili istedi. Ultrasonda, böbreğinde biraz büyüme ve aşırı gaz dışında bir sorun çıkmadı. Kanda, referans aralığını aşmayan hafif bir enfeksiyon başlangıcı olduğu için antibiyotik başlandı. İren' in her zaman kullandığı ve fayda sağlayan ilaçlar olmasına rağmen yine 2 günün sonunda iyiye gidiş olmayınca ve evde akşam üzeri "elim uyuşuyor, buram sıkışıyor, (kalbi) deyince yine acile gittik. Benim aklıma, el uyuşması, kalbin sıkışması (gazdan olduğunu düşünsem de) ve kusma olunca kalp ile ilgili bir şey olabileceği geldi. Acilde, çocuk doktoru tarafından yapılan muayenede "gastrit" teşhisi tekrar kondu ve mide bulantısını önleyici serumlar yapıldı. Tekrar kan ve idrar tahlilleri alındı, yine aynı şekilde referans aralığını aşmayan bir enfeksiyon başlangıcı olabileceği düşünüldü. 

Serumdan sonra doktoru tekrar görüp, reçetemizi almak için beklerken doktorun doğuma girdiğini, beklememiz gerektiğini öğrendik. Yalan yok, içimden normal doğum değildir inşallah diye geçirdim çünkü bir an önce evimize gitmek istiyorduk. Bence, aslında her şey doktorun o doğuma girmesi ile kurgulanmaya başlandı.

Acilden çıkarken İren bir kez sendeleyerek düştü, koridorda yürürken tekrar ve doktorun odasına girdiğimizde tekrar. Hemen, nörolojik muayenesi yapıldı ve doktor, ertesi gün bazı tahliller için çağırabileceğini, git-gel yaparak çocuğu yormayarak, uygun görürsek hastanede kalabileceğimizi söyledi. Odaya alındık. Antibiyotik, mide koruyucu, bulantı önleyici serumlar verildi. İren, tuvalete kendi başına gitmeye zorlanmaya başladı. Kucakta taşıyarak ona yardımcı olduk. Bu arada, uykusuz geçirdiği 3. gecesi oluyordu. Evde, sık aralıklara uyanıyor, yatak odası ve salon arasında yer değiştirerek tüm geceyi geçiriyorduk. Hastanede de aynı şekilde, 10-15 dk. da bir uyanarak, o çok kıymetli cümleyi söylüyordu: “Annecim seni çok seviyorum.”

Şimdi düşününce, gözleri tam kapanmadan derin uykuya dalamıyordu, vardı bir sebebi, hissetmiş olabilir miydi?

Sabah, 7.30 gibi doktor gelerek muayenesini yaptı. Nörolojik bir şey olmadığını düşünerek, nöbetinin bittiğini, diğer doktorun bizimle ilgileneceğini söyledi. Evet, gerçekten gözümüzün önünde ona söylenen tüm hareketleri yaptı. Sadece, bacağı yukarı kaldırıldığında tutamıyordu. Bunu da halsizliğine verdi doktor, bende aynı şeyi düşündüm. Öğlen gelen doktor bacağı yukarda tutamadığını görünce MR istedi. O saniyeden sonra, bende koptu her şey çünkü normal bir kusma veya enfeksiyon ile daha önce hastaneye gittiğimizde hiç MR istenmemişti. Doktora neden şüphelendiğini sorduğumda beyninde tümör olabileceğini veya nörolojik bir durum olduğunu söyledi. Ve o lanet hastalığın adını ilk kez orda duydum, hatta adını anlamadım bile. Hangisi olursa olsun, tedavisi olduğunu, merak etmemem gerektiği söylendi. İlaçlı MR’ a alındı. İlk kez, tek başına hem de MR gibi korkutucu bir şeye girdiğinde ve normal bir süreç yaşamadığımızın verdiği farkındalık ve kaygıyla, İren MR’ dan çıkana kadar haykıra haykıra ağladım. Beyinle ilgili ihtimali düşünerek beyin cerrahı da aramaya başlamıştık. Sonuç çıktığında beyninde su olduğu ve ameliyat olması gerektiğini söyledi çocuk doktoru, fakat kendi uzmanlığı olmadığı için beyin cerrahından konsültasyon istedi ve beyin cerrahı bu suyun doğuştan veya geçirdiği bir travma sonrası (düşme vb.) olabileceğini, ayağını havada tutamamasının bununla ilgili olmadığını söyledi. Bazen, çocuk hastalarda “basının” görünmediğini, bu durumu ekarte edebilmek için göz ile ilgili bakılması gereken bir şey olduğunu söyleyerek göz doktoruna yönlendirdi. Beyin cerrahı da muayene etmek için İren’ in yanına geldi. MR ile beyin cerrahının gelmesi arasında yaklaşık 45 dk. zaman geçti, ve bu muayenede, İren 45 dk. önce kaldırabildiği kolunu tamamen yukarı kaldıramadı. Poliklinik saati devam ettiği için hemen göze indik ve temiz çıktı. O kadar rahatlamıştım ki, annemle birbirimize sarılarak sevinçten ağladık. Beyinle ilgili bir durum yoktu. 

Akabinde bizi hemen EMG çekimine (kasların ve sinir hücrelerinin organlara yayılan elektrik sinyallerine ne kadar iyi yanıt verdiğini ölçen bir tanı yöntemi) aldılar. Canım, “neden ağlıyorsun, seni çok yordum özür dilerim” dedi bana. İren, sen öyle özel bir çocuksun ki… Senin kadar özür dileyip, teşekkür eden kimseyi tanımadım hayatımda. EMG çekilirken, daha çok başında, Guillain Barre teşhisi konuldu. Hızlı ilerlediği için 15 dk. nın bile önemli olduğunu, çocuk nöroloji ve çocuk yoğun bakımın birlikte olduğu bir hastanede tedaviye başlanması gerektiğini söylediler. Hastane, hem 112’ den, hem oradaki doktorların tanıdıkları aracılığıyla devlet/özel fark etmeksizin çocuk nöroloji ve çocuk yoğun bakımın birlikte olduğu bir hastane ve boş yatak aramaya başladılar. Bende, hemen eski bir velimden yardım istedim ve 112’ den önce velimin yardımıyla 15-20 dk. içinde Cerrahpaşa’ dan ek yatak açacakları haberini aldım. Aynı anda, Çapa ve Aydın Üniversitesinden de haber gelince sevindik üç hastanede birden yer bulduğumuza. Hatta, doktorumuz, seçme şansımız olduğu için Cerrahpaşa’ yı önerdi. Transfer için 112’ den ambulans beklemeye başladık. Bu arada, tüm evraklar, epikrizler, görüntüler bankodan toplanırken, annemlerde eşyalarımızı toplayıp Cerrahpaşa’ da bizi karşılamak için yola çıktı. Ambulans transfer için 3-4 saat sonra geleceğini söyleyince, özel ambulans bulduk. Ben bu arada, biz ne yaşıyoruz, bu nasıl bir gün diye düşünüp durdum. Cerrahpaşa’ da alınacak İvig tedavisinin 4-5 gün süreceği, sonrasında bakımın evde olacağını duyduğumda, 5 gün sonra iyileşecek diye düşünerek sağlıkla evimize gidelim diye adak adadım.

Odada özel ambulansı beklerken, İren’ i yoğun bakım sürecine hazırlamak için, beni yanına refakatçi olarak alamayacaklarını, merak etmemesini, hastane bahçesinde bekleyeceğimi ve ne zaman çağırırsa geleceğimi söyledim. Bana, “diğerleri (annem, babam, babası) gitsin ama sen benim yanımda ol” dedi. Sonra, tuvaleti geldi ve tuvalete götürdük. Yatağına koyduğumuzda, ben ellerimi yıkamaya gittim. “İren, İren” diye kaygı dolu bir ses duyup çıktığımda, o son kare, son 2 nefes ile karşılaştım. Kendimi koridora atıp doktor diye bağırmam, herkes odaya koşarken, duvar dibine çöküp haykırmam ve sonrasında diğer hasta yakınlarının beni oradan uzaklaştırması…

Asansörün yakınında bir yere oturttular beni… “9. kat 917 numaralı oda. Mavi kod: çocuk” kulaklarımdan halen gitmeyen ses oldu! Cesaret edip, yanına giremedim… Yani, İren’ in güçlü annesinin gücü kalmamıştı artık.

Sonrası, bir film sahnesi gibi… Ellerinde tüplerle, şırıngalarla ve bilmediğim malzemelerle koşan insanlar… asansörden inen onlarca doktor, hemşire… Herkes bir yana koşuyor… Koridordan, babasının sesini duyuyorum… “15 dk oldu geri gelmedi”, “25 dk oldu geri gelmedi”, “35 dk oldu geri gelmedi”… “40 dk oldu geri gelmedi” cümlesinden sonra artık her şeyin bittiğini, reanimasyon işlemenin bir fayda etmeyeceğini anlasam da yine de bir umut ve konduramamak… O çaresizlikle yaklaşık 1 saat boyunca tek yapabildiğim elime koluma bağladıkları aletlerle “Allah’ ım yardım et!” diye haykırmak oldu.

Bu arada, Cerrahpaşa’ ya doğru yol alan annem arıyor, açamıyorum, ne diyeceğim?! Babasından ulaşarak durumu öğrenip canlandırma işlemenin sonuna yetiştiler. Her birimiz 9. katın ayrı bir köşesinde çığlık çığlığa ağlıyoruz…

Sonrasında odadan çıkan insanların benimle göz göze gelmekten kaçınmasından, bazılarının ısrarla beni sakinleştirici vermek için acile almak istemesinden ve en son kendi doktorumuzun gözyaşları ile bana doğru gelmesinden anladım her şeyi…

-            “Kaybettik, başınız sağolsun…”

-            “Normalde, 45 dk. sürer ancak 70 dk. denedik…”

-            “70 değil, 80 deneyin, 24 saat deneyin…”

-            “Bununla yüzleşmeniz gerek…”

917 no’ lu odadayım… İren’ im melek olmuş…