Eve geldi. Ben salondaki beyaz koltukta yorgun düşmüş bedenimi dinlendirirken; O, anahtarını holdeki vestiyere bıraktı. Uzaktan uzağa konuştuk.
“Eskişehir’ e gidiyorum. Babam bana iş buldu. Amcamın
yanında çalışacağım.” dedi.
Sustum. Fikrimin sorulmaması bir yana bu konu ile ilgili
herhangi bir bilgim de yoktu.
“Öyle mi?” diyebildim sadece.
“Biz karar verdik.” diye devam etti.
O “biz” de “biz” yoktu. Ben yoktum, kızım
yoktu.
Eşyalar toplandı. Birkaç gün sonra bir akşam saati, kızımı
babama bırakıp, otogardan yolcu ettim O’nu. Otobüs kalkmadan önce bir bankta oturduk. Gelecek planlarını anlattı. İşler istediği gibi olursa, ailece oraya
yerleşecektik.
“Aile mi kaldı?” diyemedim. Dinledim sadece. Alışkındım bana
bir pazar tezgahında satılan elmalar gibi hayaller satılmasına.
Günler, haftalar, aylar geçti… 40 gün boyunca telefonum hiç
çalmadı. Sonrasını saymadım zaten. Ne de olsa, kırkı çıkmıştı.
En son hafızamda kalan, gittiğimiz bir kafede kızımın garsonlara “Baba, baba!” diye seslenmesi oldu.
Geri döndü bir gün, gidişi gibi ansızın. Hiçbir şey olmamış
gibi davrandık.
Ben işte! “Sabır taşı olsa çatlar” denilen o taş var ya… O taş ben olsam çatlamazmışım.
Aynı eve hapsolmuş iki beden olarak birkaç yıl geçirdik. Önce
onun bedeni sıkıldı bu zindandan. Tünel kazmaya başladı. Gördüm o tünelleri. Hepsinin
kazılmasına tanık oldum. Zindana her geri dönüşü sanki hiç gitmemiş gibi
kapıdan oldu.
Sonra benim ruhum sıkıldı. Kendime, onun özgürleşen bedenini değil, kızıma zaman ayırmamasını dert ettim.
“Her akşam arayıp bugün okulda neler yaptın demek kaç dakikanı alacak. Beni aramanı beklemiyorum ama kızımı aramalısın.” dedim defalarca.
“İşim var.” dedi.
Vardı bir işi tabii, onu çoktan anlamıştım.
Bir gün kendimce bir protokol hazırlayıp koydum önüne.
“Olmaz!” dedi. “Boşanırsak hayatında hiç kimse olmayacak
maddesini eklemen gerek. Ben kızımın bir başka adamla büyümesini istemem.”
Demek, halen, kızının kendisiyle büyüdüğünü sanıyordu.
Oysa, biz her akşam anne-kız, iki kişilik kuruyorduk
soframızı. Beraber uyuduğumuz saate kadar, hatta sabah uyanana kadar evde
ikimizden başka kimse olmuyordu.
Demiştim ya, alışkındım bana hayaller satılmasına diye.
Boşanma protokolünü önüne koyduktan sonra, yeni hayaller satın aldım. Lüks bir restoranda
yemek yedik bana yeni hayallerini pazarlarken. İstediğim marka bir çantaya doldurdum
hepsini. Hatta istediğim semtte bir ev baktık, tutulmayan bilmem kaçıncı sözü kutlamak için!
Sonrası…
Uzun zaman sonra ilk kez birlikte yapılan bir cumartesi kahvaltısında kopan fırtına!
Üstelik, sofrada üç kişiyken…
Başımın arkasından üst üste yediğim yumrukları hatırlıyorum.
O günü hatırlayınca, hala sızlar orası. Yere düştüğümde gördüğüm beyaz tavanı... Ancak dizlerinin biraz üstüne gelen boyu ile celladımın bacaklarını itmeye çalışan küçük elleri hatırlıyorum…
“Anneme yapma!” diye haykırırken yüzünün aldığı o korku dolu
ifadeyi hiç unutmuyorum.
Bir süre öyle kalışım ve aynı anda zihnimden geçen düşünceler…
Ya kalkıp saldırmak, ya da kızımı alıp gitmek ikilemi arasında
kaybolurken yanıma gelen küçük bedeni hatırlıyorum… Elimi tutuşunu, beni yerden
kaldırışını… Onu kucağıma alıp, sakinleştirmeye çalışmamı…
Bu şiddet manzarasına tanık olmasına mıydı yoksa bunca yıl onu
da kendi mutsuzluğuma hapsederek bu travmayı yaşamasına zemin hazırlamama mıydı,
bilmeden:
“Özür dilerim, senin önünde yaşandığı için özür dilerim.” diyebildim
sadece.
“Senin özür dilemene gerek yok, babamın özür dilemesi gerek.”
demesiyle kararımı verdim.
“Gidelim mi bu evden?”
“Gidelim.”
İnanmak istediğim hayalleri doldurduğum çantadan hayal kırıklıklarımı çıkardım önce. Elime geçen eşyaları hızlıca yerleştirirken o çantanın içine sadece kızımla olan hayallerimi koydum.
“Sen iyi ki doğdun da yere düştüğümde beni kaldıran
oldun,
Sen iyi ki doğdun da beni ayakta tutan, hayata bağlayan
oldun,
Sen iyi ki doğdun da görmediklerimi gösteren oldun,” demiştim kızıma yazdığım bir şiirde.
Şimdi, neyi kaybettiğimi anlıyor musunuz?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder