24 Kasım 2024 Pazar

Öğretmenler Günümüz Kutlu Olsun!

Benim mesleğim zor bir meslek.

Doktor, hastasını iyileştirir; avukat, ipten alır mahkumu; mühendis, binasını yapar; sanatçı, eserini sunar ama hiçbiri duygusal bir bağ kurmaz iş yaptığı kişiyle… Bizlerse, o bağ olmadan mesleğimizi yapamayız! Sevmeden yapılması mümkün olmayan bir meslek öğretmenlik.

Öğretmen, kendi evladının vaktinden çalıp, başkalarının çocuklarına verendir… Her akşam eve gelen iştir… İren bu mesleğin içine doğdu, mesleğimin bir parçası oldu.

Çalıştığım tüm kurumları onun alacağı eğitimi düşünerek seçtim. O, hep mutluydu okullarında. Çalışma koşullarından mutsuz olmamla birlikte 3 farklı okul gördü benimle. Öğretmenliğin ekonomik koşullarını Türkiye’ de yaşayan herkes aşağı yukarı bilir ancak kurumların çalışan öğretmenlerine sağladığı burslardan dolayı şanslıydım. Yoksa bir öğretmen maaşı ile tek başıma özel okulda çocuk okutmam imkansızdı. 

İren, son okulunu çok sevdi. Eskiden “Ben senin olmadığın okulda okumam.” diyen çocuk, bu okulu değişmeyi düşündüğümde “Sen gidersin, ben burada okumaya devam ederim.” der oldu. 

Biz her sabah evden ele ele çıkıp okula el ele girerdik. Benim odamda kahvaltısını yaptıktan sonra sarılır onu sınıfına uğurlardım. Gün içinde koridorlarda, bahçede karşılaşırdık. Her öğlen teneffüsü yanıma gelirdi. Yerimde yoksam “Annişkom, ben geldim, sen yoktun. Seni çok seviyorum!” yazan bir not bırakırdı masama. Okul çıkışında benim işlerimin bitmesini beklerken odamda ödevlerini yapardı. Sonra sabah geldiğimiz gibi el ele çıkardık okuldan. Okulda her yerde İren var benim için.

Bu talihsiz olaydan sonra okula nasıl gideceğimi düşündüm, istifa etmek istedim. İzin vermediler. Vefatından yaklaşık 10 gün sonra birlikte kahvaltı yapacağız diyerek okula çağırıldım, maksat beni bir şekilde okula sokmaktı biliyorum. Kendime “Eve girdiysen her yere girebilirsin.” dedim. Tüm arkadaşlarım bahçeden girdiğimi görünce ellerimden tutarak soktular beni içeri. İren’ in bana bırakmış olduğu notları astığım panonun olduğu odama birlikte girdik. İstediğim zaman çıkabileceğimi söylediler. Her gün beni kontrole geldiler, kahvesini alan yanımdaydı. Yavaş yavaş alıştım.

Sonra öğrenciler geldi. İlk birkaç gün yanlarına gidemedim, oysa ben hemen koridorlara çıkıp hepsiyle sohbet ederdim eskiden. Çalıştığım grup İren’ den 5-6 yaş büyük olmasına rağmen ona ihanet ediyormuşum gibi hissettim kendimi. Yanlarına gidemediğim öğrencilerim geldi yanıma “Hocam size dondurma aldık, hocam size kahve aldık...” diyerek. Bir de teneffüste gelip kontrol ettiler yiyip içtiğimi.

Sonra İren’ in arkadaşları, kalabalık gruplar halinde öğretmenleri ile yanıma geldi. Beraber ağladık, sarıldık. “Siz iyi olun lütfen!” dediler. İren gibi bale yapan bir arkadaşı sene sonu gösterisine davet etti beni. İren’ in hediye verdiği bir arkadaşı “Sizde kalsın ister misiniz?” diyerek İren’ den ona hatıra kalan hediyesini bana vermek istedi. Bütün 7. sınıflar İren oldu birden. Beni her gördüklerinde yanıma koşup sarılıyorlar. Biri ödevine İren’ in fotoğrafını koyuyor, biri şiirlerinde anıyor İren’ i. 40 duasında camiiye gelen arkadaşları bile var.

Ben doğum günümü kutlayamadım biliyorsunuz, hiç bir tebrik mesajı dahi almak istemedim o gün. İren’ in de yıllarca severek görev aldığı Cumhuriyet Bayramı töreninde inanılmaz zorlandım. Sevdiklerimizin kaybının ardından gelen her özel gün gibi, tüm özel günler yüreğimi kavurdu. Ama bugün öğretmenler gününü kutluyorum.

11 yaşından beri hayalini kurduğum, 20 yıldır severek yaptığım mesleğimi bırakmak istedim. Bugün, “Seninle gurur duyuyorum, sen çok iyi bir öğretmensin.” diyen kızımı dinliyorum.

Öğretmen, her öğrencisinin sevinçlerini ve acılarını taşıyandır yüreğinde... Her öğrencisinin hikayesini bilendir… Kimi ailevi problemler yaşar, kimi sağlık sorunları… Öğretmen, hepsini yüreğinde saklar…

Cenaze günü camiide, kendimde değilken sadece öğrencilerim yanıma geldiğinde kafamı kaldırıyormuşum. Büfeden aldıkları suları, İren’ in fotoğrafı ile iğne dağıtmışlar camiide… Kabristanda İren’ imin üzerine toprak atanlar olmuş. Meslek hayatımın en zor gününde, seneler önce mezun ettiklerim ile şimdiki öğrencilerim beraber acımı yüreklerinde taşımış. Tabut üzerine yıllar önce mezun ettiğim öğrencimin Galatasaray forması bıraktığını, yürüyemez haldeyken “Müsaade eder misiniz? Gaye Hoca’ yı ben tutayım.” diyeni, hatta İren’ in başında “Fatiha okuyabilir miyim hocam?” diyerek izin isteyeni hatırlıyorum. Ahhh… Eve gelip mutfakta servis yapanı, bulaşık yıkayanı…

“Benim çocuklar...” diyerek okulda olanları anlattığım bir gün İren “Senin çocuğun benim...” demişti içli bir ses tonuyla. Anlatmıştım ona güzelce ama uzun bir süre kıskançlık rüzgarı esmişti evde. Sonra “Benim okuldaki çocuklar..” oldu öğrencilerim.  

“Benim okuldaki çocuklar” nasıl sahip çıktılar annene? Benim kıymetli meslektaşlarım nasıl sarıp sarmaladılar anneni…

Ben, bu dünyada eksiğim ama canım öğretmen arkadaşlarım ve bu mesleği anlamlı kılan canım "benim okuldaki çocuklar" sayesinde yalnız değilim…

Öğretmenler günümüz kutlu olsun!

22 Kasım 2024 Cuma

Tutulmamış Yaslara...

Eve geldi. Ben salondaki beyaz koltukta yorgun düşmüş bedenimi dinlendirirken; O, anahtarını holdeki vestiyere bıraktı. Uzaktan uzağa konuştuk.

“Eskişehir’ e gidiyorum. Babam bana iş buldu. Amcamın yanında çalışacağım.” dedi.

Sustum. Fikrimin sorulmaması bir yana bu konu ile ilgili herhangi bir bilgim de yoktu.

“Öyle mi?” diyebildim sadece.

“Biz karar verdik.” diye devam etti. 

O “biz” de “biz” yoktu. Ben yoktum, kızım yoktu.

Eşyalar toplandı. Birkaç gün sonra bir akşam saati, kızımı babama bırakıp, otogardan yolcu ettim O’nu. Otobüs kalkmadan önce bir bankta oturduk. Gelecek planlarını anlattı. İşler istediği gibi olursa, ailece oraya yerleşecektik.

“Aile mi kaldı?” diyemedim. Dinledim sadece. Alışkındım bana bir pazar tezgahında satılan elmalar gibi hayaller satılmasına.

Günler, haftalar, aylar geçti… 40 gün boyunca telefonum hiç çalmadı. Sonrasını saymadım zaten. Ne de olsa, kırkı çıkmıştı.

En son hafızamda kalan, gittiğimiz bir kafede kızımın garsonlara “Baba, baba!” diye seslenmesi oldu.

Geri döndü bir gün, gidişi gibi ansızın. Hiçbir şey olmamış gibi davrandık.

Ben işte! “Sabır taşı olsa çatlar” denilen o taş var ya… O taş ben olsam çatlamazmışım.

Aynı eve hapsolmuş iki beden olarak birkaç yıl geçirdik. Önce onun bedeni sıkıldı bu zindandan. Tünel kazmaya başladı. Gördüm o tünelleri. Hepsinin kazılmasına tanık oldum. Zindana her geri dönüşü sanki hiç gitmemiş gibi kapıdan oldu.

Sonra benim ruhum sıkıldı. Kendime, onun özgürleşen bedenini değil, kızıma zaman ayırmamasını dert ettim. 

“Her akşam arayıp bugün okulda neler yaptın demek kaç dakikanı alacak. Beni aramanı beklemiyorum ama kızımı aramalısın.” dedim defalarca.

“İşim var.” dedi.

Vardı bir işi tabii, onu çoktan anlamıştım.

Bir gün kendimce bir protokol hazırlayıp koydum önüne.

“Olmaz!” dedi. “Boşanırsak hayatında hiç kimse olmayacak maddesini eklemen gerek. Ben kızımın bir başka adamla büyümesini istemem.”

Demek, halen, kızının kendisiyle büyüdüğünü sanıyordu.

Oysa, biz her akşam anne-kız, iki kişilik kuruyorduk soframızı. Beraber uyuduğumuz saate kadar, hatta sabah uyanana kadar evde ikimizden başka kimse olmuyordu.

Demiştim ya, alışkındım bana hayaller satılmasına diye. Boşanma protokolünü önüne koyduktan sonra, yeni hayaller satın aldım. Lüks bir restoranda yemek yedik bana yeni hayallerini pazarlarken. İstediğim marka bir çantaya doldurdum hepsini. Hatta istediğim semtte bir ev baktık, tutulmayan bilmem kaçıncı sözü kutlamak için!

Sonrası… 

Uzun zaman sonra ilk kez birlikte yapılan bir cumartesi kahvaltısında kopan fırtına! 

Üstelik, sofrada üç kişiyken…

Başımın arkasından üst üste yediğim yumrukları hatırlıyorum. O günü hatırlayınca, hala sızlar orası. Yere düştüğümde gördüğüm beyaz tavanı... Ancak dizlerinin biraz üstüne gelen boyu ile celladımın bacaklarını itmeye çalışan küçük elleri hatırlıyorum…

“Anneme yapma!” diye haykırırken yüzünün aldığı o korku dolu ifadeyi hiç unutmuyorum.

Bir süre öyle kalışım ve aynı anda zihnimden geçen düşünceler… Ya kalkıp saldırmak, ya da kızımı alıp gitmek ikilemi arasında kaybolurken yanıma gelen küçük bedeni hatırlıyorum… Elimi tutuşunu, beni yerden kaldırışını… Onu kucağıma alıp, sakinleştirmeye çalışmamı…

Bu şiddet manzarasına tanık olmasına mıydı yoksa bunca yıl onu da kendi mutsuzluğuma hapsederek bu travmayı yaşamasına zemin hazırlamama mıydı, bilmeden:

“Özür dilerim, senin önünde yaşandığı için özür dilerim.” diyebildim sadece.

“Senin özür dilemene gerek yok, babamın özür dilemesi gerek.” demesiyle kararımı verdim.

“Gidelim mi bu evden?”

“Gidelim.”

İnanmak istediğim hayalleri doldurduğum çantadan hayal kırıklıklarımı çıkardım önce. Elime geçen eşyaları hızlıca yerleştirirken o çantanın içine sadece kızımla olan hayallerimi koydum. 


“Sen iyi ki doğdun da yere düştüğümde beni kaldıran oldun,

Sen iyi ki doğdun da beni ayakta tutan, hayata bağlayan oldun,

Sen iyi ki doğdun da görmediklerimi gösteren oldun,” demiştim kızıma yazdığım bir şiirde.


Şimdi, neyi kaybettiğimi anlıyor musunuz?

16 Kasım 2024 Cumartesi

Ben Seni Çok Sevdim İren' im...

Acının ortak bir dili var… Kayıplarımız her birimiz için eşsiz ancak, yas kişiye özel olmasına rağmen, en sevdiğini kaybetmiş olmanın dili ortak…

“Sevmeyi senden öğrendim” diye başlıyor Can Kazaz, babasının vefatından sonra yazdığı şarkısında… https://www.youtube.com/watch?v=wM1ooJUHe8s 

Sevmeyi senden öğrendim İren’ im…

“Bir bakışta beni örtülerimden yalnızca yalnızca duygularıyla soydu” diyor ya Sezen Aksu şarkısında… https://www.youtube.com/watch?v=eoOZj7CYmL0 

İşte o sensin İren’ im... 

Her yerde olduğun gibi, duyduğum her şarkıda da sen varsın…

Bazı sabahlar içimde çalan tınılarla uyanıyorum uykumdan… İnsan, bu acının içinde şarkı mı söyler… Ben söylüyorum zihnimin gönderdiği şarkıları, belki de sen gönderiyorsun onları iyi olayım diye…

Aslında, aklımda okurken dinlersiniz diye, “dolu dolu” bir yazıyla birlikte bir playlist paylaşmak vardı… Ancak 100. günle birlikte bir şey oldu bana… Her hafta düzenli yazmaya çalıştığım bloğuda, hayatım gibi, askıya aldım… Ama bugün Can Kazaz’ ı dinlerken bir baktım word dosyasını açmışım…

Son 15 gündür içimde Pinhani ve Kalben “İyi değilim ben, hiç iyi olmadım sen gittiğinden beri” diyor… https://www.youtube.com/watch?v=ik4prAU6r4s

Yas dalgasının yine alttan vurmaya başladığı bu son günlerde beynim “İren nerde?” sorusunun cevabını biliyor… Yüreğim ise şaşkın. “Bir daha hiç göremeyecek miyim? Böyle bir şey olabilir mi?” diye sızlıyor, acıyor, batıyor. Ağır geliyor bana… Bu “yokluğa” kalbim itiraz ediyor. “Hayır” diyor, “Olamaz!”

Gökhan Kırdar’ ın “İçimde bir şey acıyor sen gelince aklıma, her şeyim” dediği o acının içinde sürünüyorum. https://www.youtube.com/watch?v=FtAlJIooAF8

Bu karmaşıklığa, kabul etmek istemediğim gerçeğin yarattığı bu ikileme dayanamıyorum! 

Dayanamadığım her an aklıma yine Sezen Aksu geliyor… “Beni yanına al yarası saklım” diyorum bağıra bağıra... https://www.youtube.com/watch?v=0QjiVbksMEU

Belki dayanabilmek için bir yol bulurum diye, senin “bizim” yaptığın şarkıları dinliyorum. Gözlerimi kapıyorum, evde o şarkıları söylediğin anları canlandırıyorum zihnimde. 

Eda Baba “Beklenmedik bir anda ayrılık gelip çatsa, seninle paylaştığım tek bir gün yeter bana” derken https://www.youtube.com/watch?v=hSEqTDCtwfo, “İyi ki hayatımdasın… Sol yanımsın” diyor Mustafa Ceceli https://www.youtube.com/watch?v=ZeS7Fjk2sKk seni sol yanımda hissederken... Bu şarkının sözlerini değiştirerek bana yazdığın mektuplar geliyor aklıma… Ve o sözlerin şimdi mezar taşında yazdığını düşünmek gözlerimi buğulandırıyor yine…

“İyi ki hayatımdasın; iyi ki hayatımın en özel, en değerli parçasısın…”

Çok özlüyorum… Özlediğim her an kendimle konuşuyorum: “Çok sevdiğin için çok özlüyorsun. Az mı özlemek isterdin?”

Ve sonra bu çaresiz özleme dayanak yaptığım sevgimi dinliyorum Cem Adrian’ dan... 

https://www.youtube.com/watch?v=sTVzvNXxbFg

"Bir istiridyenin kıymetli incisini sakladığı gibi saklarım seni
Bir bahar dalının narin tomurcuklarını sakındığı gibi korurum seni
Çok derin derin
Derin derin, derin derin
Derinlerimde ellerin
Bir armağan gibi Tanrı'dan bana
Kış güneşinde altın kirpiklerin

Ben seni çok sevdim
Ben seni çok sevdim
Belki zordur anlaması sessizliğimden

Ben seni çok sevdim
Ben seni çok sevdim
Sen oku kelimeleri gözlerimden
"

BEN SENİ ÇOK SEVDİM İREN' İM 💜


27 Ekim 2024 Pazar

Yas ve Ölüm Festivali Üzerine

Dün bir festivale katıldım. “Yas ve Ölüm Festivali”. “Yas ve ölüm” sözcükleri “festival” sözcüğü ile tezat oluşturuyor ilk bakışta, değil mi? Bu sözcükler nasıl bir araya gelebilir demeyin. “Festival” TDK’ da “şenlik” olarak tanımlanıyor. Ancak, ikinci tanımı olan “dönemi, yapıldığı çevre, katılanların sayısı veya niteliği programla belirtilen ve özel önemi olan gösteri” ele alındığında bu tezat duran sözcükler aynı çatıda toplanabilir.

Festivalin ev sahibi tahmin edebileceğiniz üzere ölüm gerçeği ile yüzleşmiş, yası yaşayan gönüllüler tarafından kurulan https://yasveolumbilgeligi.org/Festival, 3 kanaldan devam eden 20 oturumdan oluşuyor. Katılabildiklerimden öğrendiklerimi blogda paylaşmak istedim.

Açılıştan sonra Berna Köker Poljak’ ın “Yasın Kutsal Toprakları” oturumuna katıldım. Kendisi ölüm ve yas doulası, hem de bu projenin yürütücüsü. Ayrıca, “Ölüm Yaşamın Mührü” kitabının yazarı. Berna Hanım, Micahel Colbi’ nin “Grief” kitabından bahsederek ölüm ve yas ile ilgili felsefi nitelikte sorular sorarak farklı bakış açıları sundu.

“Kimler için yas tutarız?”

Akla ilk gelen cevaplar: kaybettiklerimiz, sevdiklerimiz, yakınlarımız, bağ kurduklarımız…

“Kimliğimize yatırım yapmaya yardımcı olan kişilerin yasını tutarız.” cümlesi beni çok etkiledi ve İren’ i kaybettikten kısa bir süre sonra yaşadığım “kimlik krizi” deneyimimi paylaştım.

Doldurduğum bir formda “Çocuğunuz var mı?” sorusu ile karşılaştığımda ne yazacağımı bir süre düşünmüştüm o gün. O soru annelik kimliği kaybetmiş olduğumu yumruk gibi indirmişti kalbime. Sonrasında, annelik kimliğimi kaybetmediğimi, anneliğimin dönüştüğünü gördüm. Halen de dönüşmeye devam ediyor. Bu noktada, İren için “sessizlik duruşunda” bulunuldu. Hiç görmediğim, tanımadığım insanların acımı paylaşması ve bazı yakın tanıdıklarımın hissettiremediği “kaybın bizim için değerli” duygusunu yaşatmaları çok anlamlıydı benim için. Böyle topluluklarda söyleyeceğin herhangi bir cümlenin, düşüncenin yargılanmayacağını bilmek insana büyük bir konfor sağlıyor. O yüzden, bu festivaller, bir araya gelişler keşke daha sık gerçekleşse.

Benim için bir diğer önemli nokta, Berna Hanım’ ın yasın duygular ve seçimler olduğunu vurgulamasıydı. Süreçte, en sık duyduğum ve en çok yaralayan cümleler İren’ in eşyalarını, fotoğraflarını, ona ait olan şeyleri kaldırmam üzerineydi. Oysa, yas seçim demekmiş. Ben ona ait hiçbir şeyi hayatımdan çıkarmamayı seçtim.

Bu ilk oturumda o kadar çok dikkat çeken nokta vardı ki 2 dolu sayfa not almışım. Berna Hanım’ ın bu oturumu Youtube’ a yüklendiğinde mutlaka paylaşacağım.

Beni etkileyen bir diğer oturum Fatma Ece Çetin tarafından hazırlanan “Aktif Yas Sürecinde Aktif Beyin” oldu. Nörolojik sistemin yas sürecinde nasıl işlediğini öğrendik. Yine kendi yasımın ilk günlerine gittim. Beynimin içinde bir milyon kişi zıplıyor gibiydi. Baş ağrım ilaçlara rağmen asla geçmiyor, zar zor daldığım kısa süreli uykularda bile kafamın içindeki ağırlığı hissediyordum. Gözümü her açıp kapadığımda süreçle ilgili bitmeyen yüzlerce soru geliyordu önüme. Fatma Ece Çetin yas sürecinde bir ağacın tepesinden köklerine düştüğümüzü, dipten çıkmak için beynin mücadele verdiğini ancak çıkarken atılan her adımda yeni bir şeyle karşılaştığımız için (anılar, pişmanlıklar, keşkeler, ölüm şekli, kişinin bizdeki yeri vb.) ağacın tepesine ulaşmanın zamana bağlı olduğunu söyledi. Tabii, bu zaman kişiye göre değişiyor. Ağacın tepesine ulaşmak için kayıpla gelen yeni yaşantıya, yeni kişiliğe, kimliğe, yeni beyne adapte olmamız, kısacası bu yeniyi öğrenmemiz gerekiyor.

Daha sonra, Nazlı Akın’ ın “Yasım Bir Öykü Olsaydı” oturumuna katıldım. Burda,  https://yasveolumbilgeligi.org/ çatısı altında online bir dergi ile karşılaştım: “Eşik”. Gönüllü yazarların yas ve ölüm üzerine kaleme aldıkları öykülere, şiirlere, denemelere https://yasveolumbilgeligi.org/esik/ sitesinden bakmanızı öneririm. Belki, İren’ le “Eşik” te oluruz…

Bir başka etkileyici oturum “Judith Liberman’ la Sohbet” ti. Ölümü, ölüm olmadan nasıl konuşacağız üzerinde duruldu. Fark ettim ki, gerçekten ölüm kapımızı çaldıktan sonra ölümü konuşuyoruz, daha öncesinde yokmuş gibi davranıyoruz. Bunun için benim hayatımda en belirgin örnek, İren’ den birkaç ay önce okulumuzdan bir çalışma arkadaşımızın oğlunu kaybetmesiydi. Yanına gidememiştim. Aslında kaçtığım böyle bir şey başıma gelirse ne yaparım duygusu idi. Evladı olmadan ne yapar diye kendi kendime sorduğumda artık hayatının bittiğini, aklını kaçıracağını, işe gelemeyeceğini düşünmüştüm. Çok tuhaf değil mi? Hayat devam ediyor, aklımı kaçırmayı çok istememe rağmen kaçıramadım, işe gidiyorum… Düşündüğüm hiçbir tepki olmadı benim hikayemde… Çünkü yaşam hikayeleri uzaktan öngörülerle yazılamayacak kadar tahmin edilemez…

Bir sonra ki oturum Handan Armağan’ ın “Tutunmak ve Tutunamamak” oturumuydu. Handan Hanım, hayatı kontrol altında tutma sanrılarımızdan bahsetti. Söylediği her cümlede aynada kendime baktığımı hissettim. Yas sürecinde aklımızdan çıkmayan “Neden? Kimin hatası? Öyle mi olsaydı? Böyle mi yapsaydık?” sorularının kaynağının, gerçeğin doğasında olan ölümü kontrol edebileceğimiz güdüsü olduğunu söyledi. Aslında, zihnimizi bile kontrol edemeyen varlıklar olarak, her şeyi kontrol edebileceğimizi düşünmenin ne kadar nafile bir çaba olduğunu anladım oturum sonunda.

Son olarak, Nur Engin’ in “Momento Mori: Kelimelerle Dönüşen Ölüm ve Yas Algısı” oturumunda ölüm ve yasa edebiyat penceresinden baktık. Okuma listeme yeni kitaplar eklendi.

Bu arada katılmak istediğim 4 oturum daha vardı ancak zaman uymadı. Onların kayıtlarını mutlaka izleyeceğim.

Ölüm ve yasın konuşulduğu, yaklaşık 12 saat süren bu festivalde, dünyaya gelişimizle birlikte ölümün varlığını kabul etmiş olmamız ve hayatın olağan döngüsünde bu gerçekle yaşamamız gerekliliği üzerinde farkındalık yaratılmış oldu. Benim için en önemli olan şey birbirini anlayan bir toplulukta dayanışmada bulunmaktı. Emeği geçen herkese sonsuz teşekkürler…

21 Ekim 2024 Pazartesi

YAS GÜNLÜKLERİ -3- Özdeşim

Yas üzerine yapılan çalışmaları okuma, bu konuda araştırmalar yapma, bir şeyler öğrenme, öğrenirken içinde bulunduğum süreçle ilgili aslında farkında olmadan yaptıklarımın, verdiğim tepkilerin, düşüncelerimin içsel bir yol arayışı olduğunu keşfetmek süreçte bana iyi geliyor. 

Maalesef, ölüm ve yas konusunda genel olarak bilgisiz bir toplum olduğumuzu görüyorum. Aslında bunun en büyük sebebi, ölüm gerçeği ile yüzleşmekten kaçınmamız. Keza, 3 ay öncesine kadar bende bu gerçekten kaçınan biriydim. Bunun için kendi çapımda da olsa, yas sürecini yaşayanlara/ileride yaşayacak olanlara belki küçük bir fayda sağlarım diye düşünerek “Yas Günlükleri” nin 3. yazısında “Özdeşim” konusunu ele almak istedim.

Sevdiğin birini kaybettiğinde, hele ki bu evladınsa, değil başa çıkmak yüzleşmek bile zor geliyorsa, etrafındaki insanlar destek olmak için neler yapabileceklerinin izini sürmeye başlıyorlar. Akla ilk gelen ilaç alınması. Bazı kulaktan dolma bilgiler veya edinilen tecrübeler ile tavsiyeler veriliyor ama bu acıyı yaşayan kişinin ne istediği ya da neye ihtiyacı olduğu sorulmuyor.

O gün 9. katta doktorların odadan çıkıp tedirgin gözlerle bakmaları, beni ısrarla acile alıp sakinleştirmek istemeleri ile başlıyor bu “neye ihtiyacı olduğunu anlamama” süreci. Ben hiçbir şekilde sakinleştirici, ilaç vb. almak istemedim. Ne o gün, ne cenaze günü, ne de sonrasında. Kendi adıma, o şuurunu kaybetmiş haldeyken aldığım en şuurlu kararın bu olduğunu düşünüyorum. Bu acının dışına çıkılmayacağını bilmeme rağmen; yangının içinden geçmeden, o alev topuna değmeden yanmaya alışamayacağımın farkındayım. Aklımı kaçırmayı, bir hastane odasına kapatılıp boş duvarlara bakmayı ve bu gerçeği zihnimden silmeyi çok isterdim. Olanı ve duyguları bloke etmek gerçeği değişir miydi peki? Hayır. Bu yüzden, “bilinçli bir delilik” diye tabir ettiğim süreci yaşamaktan başka çarem yok.

Hafta sonu, Prof. Dr. Vamık D. Volkan’ ın “Kayıptan Sonra Yaşam” kitabında okuduğum bir bölüm beni 1 ay önce gittiğim ve o görüşmeden sonra yaklaşık 10 gün kendime gelemediğim psikiyatristin ofisine götürdü…

Kitapta, yazar Daphne Du Maurier, 33 yıllık eşinin kaybından sonra onun eşyalarını kullanarak destek bulduğunu şu cümleler ile ifade etmiş:

“Onun bazı şeylerini aldım. Onun gömleklerini giyiyor, yazı masasında oturuyor, yüzlerce taziye mektubunu yanıtlamak için onun kalemlerini kullanıyordum. Onun dokunduğu tüm nesnelerle özdeşim yaparak onunla yakın oluyordum. En zor olan gecelere katlanmaktı. Sıcak bir şeyler içme alışkanlığı, iki köpeğe verdiği şekerler, okuduğu dualar… Onun alışkanlıklarını sürdürdüm. Çünkü bu da acıyı azaltıyordu.”

Psikolojide “özdeşim” kavramı olarak belirtilen bu durum, genellikle sevdiğimiz kişinin gereksinim duyduğumuz yönlerini taklit ederek yaşamımızda açılan boşluğu kapatma ve kendimizi sağlamlaştırma olarak açıklanmakta.

Kitapta, yas sürecinde özdeşimin taklitten daha fazlası olduğundan ve kederi yatıştırma gücünden bahsediliyor. Sevdiğimiz bir kaybın özelliklerini üzerimize aldıkça ona bağımlılığımızın azaldığı; yakınlık ihtiyacının dışavurumu olarak bilinçdışı başlayan bu sürecin, sonunda kendi başımıza ayakta durmamıza yardım edeceğinin altı çiziliyor. Demek ki özdeşim, yası tamamlamamıza destek olan bir tür acı ile başa çıkma mekanizması.

Freud’ a göre özdeşim ayrılmayı uzaklaştırma çabasıyla başlamaktaymış. Prof. Dr. Vamık D. Volkan’ a göre ise özdeşimler kaybettiğimiz kişiye yakın kalabilmemiz için bilinçdışı bir arzuyla güdülenerek bir tür içsel hatıra gibi işlev görmekteymiş.

Yazar Toby Talbot ise yastan çıkarken annesiyle yaptığı özdeşimleri şöyle ifade etmiş:

“Hiç olmadığım kadar onunla doluyum. Şimdi ikimizi birden temsil eden benim. Ben, artık ikimizin de geçmişiyim. Ben, annem ve kendimim.”

Gelelim benim özdeşim sürecime… Ve 10 gün kendime gelemediğim psikiyatristin ofisine…

Yaklaşık 4 yıldır İren’ le aynı odayı paylaşıyoruz. Yataklarımız ayrı, kendi alanlarımız var ama odanın birçoğu İren’ e ve onun eşyalarına ait. Bu durumdan sonra ilk birkaç gün odamızda ve İren’ in yatağında uyuyabilmeme rağmen, uykusuz gecelerim çoğaldıkça TV karşısında daha kolay dalabilirim düşüncesi ile koltukta uyumaya başladım. Psikiyatristle görüşürken koltukta uyuduğumdan, odasını ve eşyalarını toplamadığımdan; çalışma masası, dolabı, yatağı gibi büyük mobilyaları kullanmaya devam etmek istediğimden bahsettim. Kendisi bana neden böyle istediğimi sormadan, odayı bir mabet alanından çıkarmamı, önce ona ait eşyaları kaldırmamı, ardından mobilyaları değişmemi söyledi. Bu ilk ve son görüşmemiz oldu.

Günlerce bana ne demek istediğini düşündüm çünkü ben dediği gibi odayı bir mabet alanına çevirmemiştim. En son bir akşam yemeğinde elimdeki çatalı masaya vura vura, “mobilyaları değiş” cümlesi bu kadar kolay ağzından nasıl çıktı, kederimi dolap raflarına kaldırıp uzaklaştırmam mı gerek diye düşünürken, hiç anlaşılmadığımı hissettim. 

Kitabın “özdeşim” bölümünü okurken, farkında olmadan ne yaptığımı anladım. Aslında ben bilinçdışı, acı ile mücadele edebilmek için "özdeşim" yapıyormuşum. Hadi benim haberim yok, senin bir psikiyatrist olarak nasıl haberin olmaz “özdeşimden”?

Bu süreçte insan sadece anlaşılmak istiyor. Dünyanın en saçma şeyini düşünse bile karşı tarafın onu anladığını hissetmesi kaybına verilen önem aslında. Ben böyle bir talihsizlik yaşadım. Psikiyatristin İren’ e ait olan eşyalar için “at, yerine yenisini al” demesiyle kaybımın onun gözünde ne kadar basit, ne kadar değersiz olduğunu ekledim bir de yüreğimdeki yüke. Evet, belki ilerleyen süreçte somut bir şeylere ihtiyaç duymayacağım ancak kaybın bu denli başında onlara ihtiyacım var demek ki içsel olarak. Üstelik elimde kalan temas edebileceğim son şeyler bunlar. 

O gün kulağından çıkan küpeleri kulağımda, saçından çıkan tokası bileğimde, saati kolumda. Keşke kıyafetleri ve ayakkabıları bana olsa da giyebilsem… Bugün 89. gün ve ben 89 gündür onun en son yattığı yastıkla, en son kullandığı pikeyle uyuyorum. Her gece üzerinden çıkan pijamasına, şortuna ve T-shirtüne sarılıyorum. Bunlar yas tutan kişiye iyi hissettiriyorsa ve yas literatüründe “özdeşim” olarak tanımlanan bu süreç var ise kim patolojik bir durumdan bahsedebilir ki? Kalemlerini, kalem kutusunu, laptop kılıfını, bilgisayarını, kullanabildiğim neyi varsa kullanıyorum. Kime ne? Bunlar, yas tutanı kötü mü yapar deli mi yapar? Ne yapar? Kaybettiğimiz kişi bizim için ne kadar eşsiz ve özelse, kaybın verdiği acıyla başa çıkma yöntemlerimiz ve mücadelemizde öylesine eşsiz ve özel.

16 Ekim 2024 Çarşamba

"Geride Kalan" Olmak...

Sosyal medyada, “Eşini kaybedene dul, anne babasını kaybedene öksüz veya yetim diyorlar. Evladını kaybetmek ise o kadar acı ve dillendirilemeyen bir şey ki, hiçbir lisanda çocuğu ölmüş kimseler için bir sıfat yok.” diyen bir yazı okudum…

Evladını kaybedene ne denir diye düşünmeye başladım… Bana en yakın tanımı bulmaya çalıştım…

“Geride Kalan”, “Arafta Kalan”, “Arada Kalan”

“Geride Kalan”, sadece bedenen bu dünyada, bir şekilde hayatın içinde… Uyuyor, uyanıyor, nefes alıyor, günlük işlerini yapmaya çalışıyor ama ne kadar burada? Özlemi, kalp sızısı, merakı, yokluk hissi ile ne kadar bu dünyada? (kocaman bir soru işareti). Aklı, yüreği hep diğer tarafta, toprağa bıraktığında…

Bu her an tutuşmaya devam eden bir alev… Hiç sönmeyecek bir yangın… Azalmıyor ancak yanmaya alışıyorsun… Hatta, alışmaya çalışıyorsun… Yanmaya alışmaya çalışmak…

“Geride Kalan” için o kadar çok zorluk var ki… Tüm bu zorluklara iyi geleceği düşünülen cümleler ve eylemler de var… Ancak, her ne kadar o sihirli cümlelere inanarak tutunmak istenilse de, bu dünyadaki süreni doldururken oyalanmak için bir takım işler yapılsa da, hepsinin bir “avunma” olduğunu bilmek insanın kendi kendini kandırması değil mi?

Ortada tek bir gerçek var… Canından canın bu dünyada olmaması…

“Geride Kalan” olarak, yaşamın anlamını yitirdiğini, artık hiç bir şeyin eskisi gibi olmayacağını bilerek yaşamak... Bu dünya onsuz tüm neşesini yitirmişken, tek başına, birlikte kurduğunuz hayallerin, planların, yarım kalmışlıkların hikayesini tamamlayacak olmanın verdiği hüzün ve eksiklik… Çaresizlik… Bilinmezlik… 

Kocaman bir boşluk… Yerini kimsenin, hiçbir şeyin dolduramayacağı…

“Geride Kalan” ın, vücudunun her hücresine işlemiş, kimsenin iyileştiremeyeceği görünmeyen bir yarası var…

“Geride Kalmak”, “Arafta Kalmak”, “Arada Kalmak” anlatılamayacak bir zorluk…

Dünyaya doğuşumuz ile aslında ölümü de kabullenmiş varlıklar olduğumuz bir gerçek... Bu gerçek ile imkansız olduğunu bile bile hayatınızın hiçbir noktasında “Geride Kalan” olmamanızı diliyorum…

8 Ekim 2024 Salı

Seni Özlemek...

özlemek: bir kimseyi, bir yeri veya bir şeyi görmeyi, ona kavuşmayı istemek, göreceği gelmek…

Göreceğim geldi… Nasıl göreceğim peki?

Keşke sözlük yazarları “özlemek” fiilini tanımlarken nasıl göreceğimizi, nasıl kavuşacağımızı da belirtseymiş…

Özlemek bu tanımdan mı ibaret? Öyleyse eğer ben özlemiyorum demektir… Ben “eksik kalıyorum” bu özlem ile…

Onu hatırlatan herhangi bir şey olmasına gerek kalmadan yüreğine bir alev topu düşmesi özlemek… Durup dururken yani… Yoklama girerken, asansörden inerken, araba kullanırken, sitede yürürken… Sonra kendi kendine, bazen de sesli sesli, hatta bazen de onun seni özlediğini söylediği ses tonlamasını taklit ederek “Seni çok özledim,” diyen içsel bir haykırış… Yakarış belki de… Bazen “Bu nedir ya?” diye isyan ettiren anormal bir duygu bu özlemek…

Ama seni özlemek…

Üzerimden çıkardığım pijamayı eve döndüğümde koyduğum yerde bulamazdım ya… Bir bakardım senin yatağında… Tatlı tatlı “Kokunu özledim, yanıma aldım,” derdin… Bütün kıyafetlerin dolabında duruyor… Üzerinden çıkarıp verdikleri t-shirt ve şortta yatağımda… Ama seni özlediğimde koku yok… Uçup gitmiş hepsinden… Sen kokmuyor artık hiçbir şey…

Yazın ben okuldayken arardın ya beni… “Seni çok özledim, bir sesini duyayım istedim,” diye… Seni özlediğimde ses yok…

"Dur bir de görüntülü arayayım,"... Seni özlediğimde görüntü yok...

Salonda TV izlerken, mutfağa gitmek için hangimiz ayağa kalkarsak diğerine mutlaka bir temasta bulunurdu ya… Seni özlediğimde temas yok…

Durup dururken ya da “İren’ ciğim gel bi sarılayım, özledim,” dediğimde sarılırdık ya… “Ben seni yanımdayken de özlerim,” derdin…  Şimdi seni özlediğimde sarılmakta yok…

Hani sen odanda ben salonda zaman geçirirken birden gelirdin ya özledim diye… Ben, seni özleyip odana geldiğimde kimse yok…

“Seni özledim öyle amansız, öyle zamansız; seni özledim yüreğim sızlarcasına, gözlerim ağlarcasına. Gerçekten sevince insan, yanındayken de özlüyorsun zaten. Evet, sevdiğin insan yanındayken bile özlersin. Ama giderse, o özlemek değil, eksik kalmaktır. Bir gün sen gidersen, özlemem. Eksik kalırım.”

Hikmet Anıl Öztekin

Eksik kaldım…

Seni özlemek; şairin dediği gibi; “İki kalbi tek kalbe bağlamak, bir nefeste iki kişiyi yaşatmaktır.” 

Sen, bu dünyadayken, “Gaye’ yle İren tek vücutta yaşayan iki insandı,” dedirten sevgimize yakışanı da bu değil mi?

Ben seni çok özlemek isterim zaten… Azı bize yakışır mı?

Bazı sihirli cümleler var İren’ ciğim… İlhan Hoca’ nın dediği gibi… Seni özlemeyi de seveceğim… Sana dair ne varsa sevdiğim gibi… Söz!