KELİMELER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
KELİMELER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Pazartesi, Mayıs 05, 2008

Yaşasın Hıdırellez !


Yemek dergisi Yemek.Name'yi indirmek için tıklayın


Son zamanlarda kendimi biraz fazlaca yazma - çizme işine vermiş olabilirim. Ekmekler bir şekilde pişiyorlar ama buraya düşemiyorlar ne yazık ki. Uzun bir aradan sonra Devletsah'ın güzel bir teklifi sayesinde yine buradayım.
Büyük emeklerle hazırladığı Yemekname adlı sanal dergisinde Mayıs ayı için bir Hıdırellez yazısı istedi benden Devletşah. Aslında hem yazı hem de ekmek tarifiydi onun istediği. Devletşah'a nasıl karşı çıkabilirdim, hele de konu Hıdırellez iken.
Çok büyük zevkle yazdım ben bu yazıyı. Dergi zaten çok keyifli. Yazımın tamamını merak ediyorsanız, ve elbette Hıdırellez ekmeği tarifine ulaşmak istiyorsanız yemekname resmine tıklamanız yeterli...

Çarşamba, Ocak 09, 2008

Womag Sanal Sanat Dergisindeyim....


Özellikle sanat sever arkadaşların beğeneceğine emin olduğum dolu dolu bir dergi Womag... Ayrıca bu ay içinde ben ve benden 2 yazı da var....Dahil olduğum için çok mutluyum. Görebildiğim kadarıyla bir benzeri olmayan bu dergiyi tıklayıp edinmenizi tavsiye ederim....

Çarşamba, Aralık 05, 2007

Womag'e buyrun....


Bir online dergi daha... Önerilesi, okunası....
Görsel sanatlar ilginizi çekiyor mu? Eğer öyleyse buyrun buradan tıklayın!!!
Not: Son sayısı taze taze çıktı. Aslında ben de olacaktım bu sayıda ama teknik bir talihsizlik eseri olamadım. Fakat ben yokum diye de size bu dergiyi önermemezlik edemedim....
Başka NOt :Bu arada son zamanlarda çok da anlatılası ekmekler üretemedim. ÖZÜR.

Salı, Ekim 30, 2007

Tüyap'ta bir bücür...

Bitmek bilmeyen yol esnasında, bitmek bilmeyen kilometrelerden herhangi birini devirirken biz “Tüyap kitap fuarının bana göre Beylikdüzü’ne yapılmasında Türk insanının kitap sevgisini sınama niyeti var,” diyordum eşime…

Aklımda İzmir’deki Tüyapcıların ne şanslı olduğu vardı.
“İzmir zaten bir çeşit butik şehir, her şey iç içe ve kucak kucağa. Orada Tüyap’a gitmemek için gerçekten iyi bir nedenin olmalı, bakalım burada ne kadar katılımcı göreceğiz,” türü düşünceler de uçuşmaktaydı kafamda.

Sonunda vardık.
Otoparkta sahiplerini bekleşen dizi dizi arabalar şaşırttı beni önce. Sonra da içerdeki yerinde durmayan kalabalıklar… Çoğul konuşuyorum, çünkü çoğuldular. Oradan oraya akıp ceplerindeki parayı gece yatağa başlarını gönül huzuruyla koyacak şekilde harcamak için, çırpınan genci – yaşlısı – çeşit çeşit insanlar….

Söyleşi salonu ititraf etmeli ki pek o kadar kalabalık değildi. Ancak elim ayağıma dilim dudağıma dolanır mı stresinin ne kadar da boş olduğunu çarçabuk kavramamı sağlayacak kadar samimi bir dinleyici kitlesi geldi sandalyelere yerleşti.

Moderator olmanın stresiyle mi yoksa sana 15 dakka değil, tümünüze verilen toplam süre (1 saat) yetmez diyen arkadaşların etkisiyle mi bilmiyorum deli dolu bir süratle konuştum. İzleyicilerin yüzünde gördüğüm sevimli ve sevgi dolu ifade ile coştukça coştum.
Ancak unuttuğum bir şey vardı.
Tüm yüzlerdeki gülücükler sevgili Emine Beder’in “ağlamasın, onu da yanımıza alalım,” önerisi ile önce yan sandalyemde, sonra kucağımda maymunluklar yapan kızımaydı….

Bir ara baktım Nehir kaptırmış kendini “kardelen Ayşe, kardelen Ayşe,” diyor, geldim kendime…Çaktırmadan olması imkansız bir şekilde kulağına eğildim, “anneciğim susmazsan bizi dışarı atacaklar,” dedim…
Velhasıl konustuk yine de güzelce…
Önce ben,
Sonra Ayvalık Mutfağı’nın yazarı Erkan Acurol, sonra Mengen Mutfağının yazarı Mesut Erdoğan, sonra da Türk mutfağına sayısız eserle katkıda bulunan sevgili Emine Beder.

Ben bu iki beyden ziyade Emine hanım ile ilgili bir not düşmek istiyorum. Sıcaklığına, samimiyetine ve güzel yeşil gözlerine hayran kaldım ben Emine Beder’in…Yanında kendimi çok rahat hissettim, çok sevdim ben onu… Ne şanslıyım ki bende artık onun bir imzalı kitabı var :) Ve yine ne şanslıyım ki naçizane benim de onda :)

Bu arada Mengen mutfağını literatüre sunan Mesut Erdoğan bey ile Ayvalık mutfağını hak ettiği yere koyan Erkan Acurol’un da imzalı kitaplarına sahibim.
Konuşmada herkesin hem fikir olduğu şeyi sizinle paylaşmak istiyorum:
"Türk mutfağını belgeleyin.
Kayıp binlerce tarif var, eldekileri unutmayalım. İyi ki yemek yazarları arttı, yollarına devam etsinler…"
Ne dersiniz?

Cumartesi, Ekim 27, 2007

Tüyap'tayim...


Nasıl oldu bilmiyorum.
Yani hayat beni nasıl buralara getirdi?
Ama getirdi işte...
Güzel bir günde, Cumhuriyetimizin doğum gününde Tüyap Kitap Fuarı'ndayım....
Bu sene fuarın ana teması "Akdeniz"...
Bu çerçevede Akdeniz Şiirleri Dinletileri, Akdeniz Edebiyatı, Akdeniz’de Modernite, Akdeniz Kültüründe Kadın Olmak, Akdeniz Mutfağı üzerine söyleşi-paneller, dinleti ve dia gösterileri bekliyor fuar ziyaretçilerini...
-
Bu sene 26.sı gerçekleştirilşecek olan bu dev etkinlikte ben nasıl yer aldım peki?
İnkilap Kitabevi uzun zamandan beri üzerinden çalıştığım konudan haberdar olduğu için bana bir nevi süpriz yaptı; beni kitap fuarına davet etti, bir diğer deyişle ikinci kitap çalışmalarım bana çok saygın isimlerle yanyana olabilmek şansını verdi.
-
Bu isimlere geçmeden önce bu ikinci kitap çalışmamda yalnız olmadığımı bildirme zorunluluğu hissediyorum. İzmir'den, memleketimden çok sevgili bir arkadaşım ile, Mutfak Robotu Zeynep ile uzun zamandır emek verdiğimiz bir proje bu....Bitip hayata geçmesi daha çok zaman alacak gibi gözükse de şimdiden uğurunu ve faydasını ben görmeye başladım bile. Umudumuz ve hayalimiz elbette ki bir gün birlikte panellere, söyleşilere çıkmak, orada omuz omuza durmak...
Ancak sırada yakın gelecek var. 2 gün sonrasından - 29 Ekim'den bahsediyorum.
-
Orada, artık kendisini mutfakseverlere tanıtmaya gerek bile olmayan sevgili Emine Beder ile beraberiz, ayrıca son dönemde çıkardığı Ege`nin Arka Bahçesi "Kydonia" Ayvalık Mutfağı kitabı ile tanıma fırsatı yakaladığımız Erkan Acurol da orada olacak....
1 saat kadar sürecek güzel bir söyleşiye davet etmek istiyorum sizi.
Söyleşiden sonra kendimi gerçekten tuhaf hissetmeme neden olacak bir de imza günüm (ya da imza saatim mi demeli) olacakmış....
-
Gazetecilik, televizyonculuk, dergicilik, bloglar, kitap derken senelerdir parmaklarımı klavyeden ayıramaz durumdayım gerçi ama yine de bir imza gününde kendimi hiç hayal etmemişim meğer.
Umarım kalemi ters tutmam...
Sevgilerimle
ve görüşmek üzere....

Cuma, Eylül 21, 2007

Bir Hititli'nin Sofrasına Konuk Olmak- Onunla Aynı Ekmeği Paylaşmak

Senin sandığın gibi olmuyor işte, demişti babam.

Ben ona sadece arkeolog olmayı istediğimi söylemiştim oysa.

Umutsuz ve umut kırıcı girişinden sonrası ise şöyleydi: “Öyle senin hayal ettiğin gibi kazılara gezilere tüm arkeologlar gitmiyor işte! En iyi ihtimalle Anadolu’da bir yerlerde bir müzenin müdürü olursun. Masa başında geçer hayatın.”

Henüz kafa kâğıdım 16 yıllık. Akıl kağıdım ise belirsiz. Akıl denen şey tecrübelerle oluşuyorsa eğer, hayatım için kararlar almak adına başkalarının aklına öylesine muhtacım ki. Üstelik aklımın olması gereken yerde – aslında onun biraz üstünde püfür püfür kavak yelleri esmekte. Hititler, Asurlar, Frigler, Urartular iyi de, masa başında dirsek ve ömür tüketmek kötü diyorum kendime.

Siliyorum aklımdaki tercih formundan arkeolojiyi.

Hukuk yaz diyorlar bana, hakkımı çok iyi koruyormuşum, hâkimi bezdirirmişim, müvekkilimi illaki galip kılarmışım falan filan.

Karanlık adliye koridorları geliyor gözümün önüne. Anadolu’da toprağa toza bulanmış bir halde eski medeniyetlere dokunmak varken elimde narin fırçalar ve mini kazmalarla—loş bir odada karışık bir masa ardında MÜDDDÜR olarak oturmak kadar berbat geliyor o koridorlar bana.

Yazıyorum ama ölü tercih.
Kimse bilmiyor bunu.
Gölgem bile.
Kendime bir gençlik sırrı veriyorum; sayesinde ne kadar çok para kazanabilecek olsam da avukatlığı kendi listemde ölüme tercih ettiğimi.

Henüz kazanılmamış paracıkların ardından hüzünlenmiyorum da ,
elimden düşen kazma ile fırçaya,
yüzüme değemeden ait olduğu yerde kalan kazı alanı toprağına kederleniyorum.

O günden sonra hep tarih kurcalıyorum, harabelerde arıyorum kaybettiğim ruhumu.

Ve kendimi hep sıkıcı bir müze müdürü olmamak fikri ile avutuyorum.
Seneler sonra ise her arkeoloji mezununun müddddüüür, her müddddüüürin de masa başı tozu ile oyalanmadığını görüyorum.
Pişmanlık?
Bilemiyorum.
Her ikimiz de haklıydık çünkü.
Fakat ben yine de tarih kokan şeylere gönül kaydırıyorum.

Veee
Ve geçenlerde bir kitap buluyorum.
Henüz siparişini vermesem de kitap için çok heyecan duyuyorum- size de tanıtmak istiyorum.

Güngör Karauğuz'dan değerli bir çalışma bu. Sonrasını internetten bulduğum tanıtım yazılarından aktarayım size.

"Bu ilginç çalışmada, Hitit çiviyazılı kaynakları ele alınarak, Anadolu'da bugün tüketilmekte olan yerel ekmeklerle Hitit ekmekleri arasındaki bağlantılar araştırılmaktadır.

Hitit Dönemi'nde ekmeğin, tarlanın sürülmesinden itibaren geçirdiği tüm evreler çiviyazılı metinlerden takip edilerek incelenmektedir.

Hitit ekmek çeşitleri ile bugün Anadolu'da tüketilen ekmek çeşitleri arasındaki yakın benzerlikler konusunda ilginç veriler ortaya konmaktadır.

Ayrıca Hitit bayram ve kült törenlerinde hangi ekmeğin ne oranda tüketildiği, bayram ve ritüel kutlamalarında hangi tanrı için özel olarak yapıldığı araştırılmaktadır.

Sadece tanrıya sunulduğu düşünülen ekmek çeşitleri ile bu ekmeklerin hangi kutsal mekanlarla ilintili olduğu da irdelenmektedir."

Satın almak için Ideefixe'den veya herhangi bir online kitapçı'dan faydalanabilirsiniz.

Cumartesi, Eylül 08, 2007

Tenor Ekmeği

Madem sevdiniz, bigalı tariflere devam.
Üstelik önceki seferden hazırladığınız bigadan bir kullanımlık kadar biganız artmıştı. Biganın buzdolabındaki ömrünün 1 hafta olduğunu geçen seferden biliyorsunuz. Süre dolmadan ikinci tarifi vermem biraz bu yüzden.

Ayrıca bir başka nedenim daha var.
Biliyorsunuz biga bir İtalyan ön-mayası. İtalya deyince aklımıza gelen yüzlerce kavram ve isimden birisi elbette Pavarotti.
Dünya üzerinde bir çok insana ariaları – operayı sevdiren Pavarotti eşsiz sesinin yüzlerce kaydını insanlığa hediye ettiği 72 yıllık bir yaşamın ardından aramızdan ayrıldı.

Pavarotti çoğumuzun karşısına ilk defa bundan tam 17 yıl önce, yani 1990 yılında İtalya’da gerçekleştirilen Dünya Futbol Kupasın’da çıktı.
Kupa’nın açılış töreninde Puccini’nin Turandot Operası’nın final parçası Nessun Dorma’yı seslendirerek kitleleri büyüleyen Luciano Pavarotti bir gecede opera dünyasının dünyaca bilinen popüler yüzlerinden biri olmuştu. Kendi adına elde ettiği bu kazanç kitlelere kazandırdığı aria dinleme mutluluğunun yanında hafif kalır diye düşünüyorum.

Pavarotti ile tanışmam 90’ların başında bir yılın yazının bittiği günlere denk gelir. O günden hatırladığım detaylar İstanbul’dan gelen tanıdıklarımıza Çeşme taraflarında yazlık baktığımız, o esnada “üzüm artık gidiyor diye üzülüyorum,” türü espriler yaptığımız ve ortaya birdenbire çıkıp arabanın atmosferini değiştiren Pavarotti kasedi.

Birkaç gün içinde babam bir Pavarotti kasedi ile çıkageldiğinde haftalar sürecek bir A yüzü bitti B yüzünü dinleyelim döngüsü içine girdiğimi, zaman zaman gidip gidip ara verdiğim İtalyanca kursunun da katkısı ile arialara eşlik ederek ev halkını az çok bezdirdiğimi de unutmuyorum.

Kendisini dünyaya tanıtan söz konusu aria’dan bahsetmek isterim biraz.
Müzik terimleri ile konuşamam ama hissettiklerimi anlatabilirim: Nessun Dorma sakin ve huzurlu başlar, yavaş yavaş yükselir finalde dinleyene müthiş bir coşku ve haz verir. Bu hazzı meşhur icracının yüzünde de okumak mümkün (youtube link) .

Sözler ise bir futbol kupasına bile uyacak kadar esnektir. Besteci Puccini, ya da Turandot operasındaki başrol oyuncusu Prens, ya da Pavarotti (hangisi derseniz deyin) şöyle demektedir:

Kimse uyumayacak!
Prenses sen bile
Soğuk odanda
Yıldızları seyredip aşk Ve umut ile titrerken
Ama sırrım bende saklı
Adımı kimse bilmeyecek
Adımı dudağına konduracağım
Işıklar parladığında
Öpücüğüm seni benim yapan sessizliği bozacak

Koro: Kimse adını bilmeyecek
Ve ne yazık ki bizler ölmeliyiz

Kaybol gece
Ve dağlar arasındaki yıldızlar
Şafakta fethedeceğim! (fethim var)


Bu ölümsüz eseri Pavarotti’ye uygularsak koronun dediklerinden biri doğru, evet hepimiz ölmeliyiz..
Ancak kimilerin isimleri asla unutulmayacak.
Ne güzel- ne büyük şans….

Nessun dorma, nessun dorma ...
Tu pure, o Principessa,
Nella tua fredda stanza,
Guardi le stelle
Che tremano d'amore
E di speranza.
Ma il mio mistero è chiuso in me,
Il nome mio nessun saprà, no, no,
Sulla tua bocca lo dirò
Quando la luce splenderà,
Ed il mio bacio scioglierà il silenzio
Che ti fa mia.
Il nome suo nessun saprà E noi dovrem, ahimè, morir.

Dilegua, o notte! Tramontate, stelle!
All'alba vincerò!


Şimdi de sıra Bigalı ekmekte.
Fakat ünlü tenor Pavarotti’nin babasının da bir fırıncı olduğu notuyla….

Yarım kap biga (önceki Bigalı tarifte hazır ettiğiniz orandan arttırdığınız bigayı buzdolabına kaldırmıştınız. Ekmeği yapmaya başlamadan bir saat kadar önce kalan bigayı dolaptan çıkarıp ılıtın)
Yarım kap süt
2 kaşık yoğurt
1 çay kaşığı tuz
2 kaşık kadar kaşar rendesi
2 kaşık domates rendesi
2 kap un
3 kaşık irmik
2 kaşık yulaf ezmesi (evde yoksa öneli değil)
3 çay kaşığı susam
2 çay kaşığı instant maya
Malzemeleri sırasıyla makineye koyup temel ekmek ayarında çalıştırın.

Cuma, Ağustos 17, 2007

Kitabımdan bir tarif, hayatımdan bir tecrübe.....

Hep söylerim. Mısır muhteşem bir şey.

Ve hep tüketirim, haşlanmışını- közlenmişini, patlamışını-- ve şimdi yeni moda olan buharda pişme, tereyağlı, parmesanlı kaşık kaşık yemelik tane tanesini..

Sonra bir de unu var değil mi bu güzelin!

Sarı sarı, iri iri taneli. Demir zengini, gluten fakiri...


Mısır ununu biz Türkler iyi biliriz sanırdım ben. Hele ki Marmara'da olup kendisini Karadeniz sanan (eh Karedeniz'e 100 km'yiz- hakları var) bu memlekete gelince, ve önüm arkam sağım solum mısır unu bulunca bu fikrim iyice pekişti.

Sonra bir gün İtalyanların gözünden mısır unu neymiş bir bakayım dedim.

Sonuç ilginç.

Onlara göre mısır unu üç ayrı sıfata layık.


Bizdeki gibi mısır unu mısır unudur türünde bir bakış açıları yok anlayacağınız.

Gelelim sıfatlara:

Aslında mısırın hangi incelikte çekildiğini belirten bir nevi sıfat-isim bahsettiğimiz.
En önemli görevleri ise işi bilene adı gecen kalitede mısır ununun hangi tür hamur işinde kullanılabileceği tüyosunu vermek.

Örneğin bir BRAMATA vardır ki oldukça iri çekilmiştir ve sadece polenta yapımı için kullanılır (polenta yapımını aşağıda bulacaksınız).
Sonra FİORETTO vardır ki biraz daha ince çekilmiştir arzuya göre her hangi bir hamur işine eklenebilir.
Ama FUMETTO en incesidir ve bir ekmekçi için en idealidir. Ayrıca pastane işi hamur işleri için de önerilir.


Gelelim bizim mısır maceramıza...

Hayatımızın toprakla haşır neşir dönemi başladı sonunda.

Bundan 2 ay evel önünde arkasında mini mini iki bahçesi olan bir eve geçtik. Komşuların hayret dolu bakışları arasında neredeyse taşındığımız gün elimize çapayı, bahçe makasını aldık ve senelerin beklentisinin yarattığı "enerji"yi toprağa akıttık.

Komşuların bir kısmı bu duygunun yakında geçeceğini söyledi. "Az kaldı," dedi "Bir iki hafta sonra göreceğiz sizi...."

Ancak biz bilmeden şanslı bir başlangıç yapmışız. İyi ki elimizi ilk olarak mısır tohumlarına atmışız.

Mısır yetişirken insanın sabırını zorlamayan bir bitki. Hatta sabır zorlamayı bırakın, hızıyla insanı şaşırtıyor bile...

Yukarıdaki küçük foto tohumlarımızı özenle ve elbette belli aralıklarla toprağa ektikten bir kaç gün sonra aldığımız sonucun fotosu.

Eşimle hergün sanki bebeğimizin gelişimini izler gibi "gördün mü mısırları- git bak ne haldeler," diyaloglarını paylaştık karşılıklı.

Sonra baktık ki yerlerine sığmıyorlar, bahçede kara dut ağacının ardında bir yer hazırladık onlara.
İşte yandaki resimde de Nehir ile babası minik mısır fidelerini bahçe ile kavuştururken görülüyor.

---
Sonra mı? Sonra tatile çıktık. Bir 15 gün komşuların insafına kaldı mısırlar. Bu dönemde ne oldu ne olmadı bilmiyoruz.


Döndüğümüzde her gün ama her gün göğe biraz daha yakın olma çabası içinde mısırlar bulduk bahçemizde. Ama henüz koçan yoktu elbette.


-

Şimdi benden uzunlar. Gidip gidip okşadığım püskülleri kadife gibi.


Mısırın hayata tutunma çabasını izlemekten zevk alıyorum.


"Ha gayret," diyorum onlara "şimdi de bir koçan verin bana," böylece kızım kendi deyişiyle "pısır"ı dalından koparacak, böylece hayatın tam içine dalmış olacak. Hem de en gerçek hayatın.....






















Kaşık Ekmeği:POLENTA*

Malzemeler
4 su bardağı kadar süt
Bir buçuk bardak mısır unu
Bir buçuk bardak su
1 çay kaşığı (veya tuz kullanım oranınıza göre biraz daha fazla ) tuz
Arzuya göre son anda eklenmek üzere bir iki kaşık tereyağı
Arzuya göre son anda eklenmek üzere biraz kaşar rendesi

Yapım
Sütü tencereye alıp ısıtmaya başlayın.
Başka bir kapta tuz kattığınız mısır ununu su ile karıştırın.
Oldukça ısınmış süte yavaş yavaş sulu mısır ununu ekleyin, karıştırın.
Karışım lapalaşıncaya kadar ve bir süre daha karıştırarak pişirmeye devam edin.
Arzuya göre yağ ve kaşar rendesi ekleyin.

Elbette bu bir çeşit lapa, ama İtalyanların bir zamanlar ekmek niyetine tükettikleri bir lapa...



*Bu tarife kitabımda da yer vermiştim.


**İlk mısır resim U.S.A National Gardening Bureau










diğer resimler bizim bahçeden....

Cuma, Haziran 15, 2007

Çok beklettim ekmek dostları, binbir özür ...



Ah biliyorum çok beklettim ben sizi.

Ama öyle yorgun ve öyle yoğunum ki eminim beni mazur görürsünüz.

Hikaye belli. Günlere yayılmış bir taşınma serüveni. Bir evi al dip köşe bucak tekrar başka bir yere kurmaya çalış. Üstelik bu esnada bir 2,5'luk fırtına ile de başa çık. Neticede dediğim gibi hikaye belli.

O kadar güzel mailler aldım ki (aslında almışım ki) kitabımı ve beni destekleyen, çoğu zaman gözlerim doldu. Şu "almışım" kelimesine açıklık getirmek gerekirse internetime daha bugün oglen kavuşabildiğimi belirtmek isterim.

Tüm destek kaynaklarıma, sanal olsun olmasın tüm arkadaşlarıma tekrar tekrar teşekkür ederim.

Buarada sevgili Tijen beni Radikal Gazetesi'nin kitap ekine taşımış. Hem de eller üstünde. Eksik olma sevgili Tijen, ne kadar verici ne kadar destekleyicisin sen böyle. Nasıl teşekkür etmeli sana acaba ???

Not: Şimdi soruyorsunuzdur, e peki bu ekmek fotoğrafı da ne diye.

E o da başka bir sır :)

Salı, Mayıs 29, 2007

Büyük Telaş

Arkadaşlar
Bloglar aleminde bu kadar çok kalbi guzel insan olması ne kadar muhteşem bir şey.
Herkesin birbirine destek olduğunu görmek harika, havada uçuşan sevgi taneciklerini ise hissetmemek imkansız.

Herbirinize teker teker cevap vermek istiyorum. Ancak şu günlerde hurçlar- koli kutuları arasında kaybolmuş durumdayım. Neredeyse kitabın sevincini bile unutturan ani bir taşınma telaşı.
Evet taşınıyoruz.
Bu yuzden bir 10 gün daha gelen mesajlara topluca cevap vereceğim. Bunun için çok özür dilerim. Ama isim isim hepiniz tek tek aklımda ve kalbimdesiniz. Tekrar tekrar çok teşekkür ederim.

Cuma, Mayıs 25, 2007

Ayların Sırrı


Aylardır bir sır saklıyorum sizden....
Aylarca emek vermiş olsam da yıllardır istediğim bir şeydi bu; bir kitap...
Sonunda her şey tamam. Kitap elimde. Gözlerim ise kabartma harflerle kitabın üzerine yazılmış ismimde..
Çok uzun bir süreçti bu... Ama sonunda "nehir denize ulaştı"...
"Sizinle büyüdüm ben !" dediğim bir yayınevi, İnkilap kitabevi bana kollarını açtı.
Çok sevimli bir tasarımla emeklerimi size ulaştırmaya hazırlanıyor.
Dağıtım tarihi 1 Haziran.
Bir kitapçıya gidip kasadaki görevliye "Biliyor musun bu kitap benim!" dememek için kendimi zor tutacağıma eminim.
Şimdi gitmeliyim.
Denize ulaşan nehir'den başka "Nehir"ler de var hayatımda, ki o tam şu anda elime bir kalem tutuşturmaya çabalamakta. "Güneş yap anne , güneş çiz anne!" nakaratı kulaklarımda...

Pazartesi, Mayıs 14, 2007

Seni Seviyorum


Sıradan bir gün.
Sırtını İzmir’e vermişsin, denize bakıyorsun.
Solda doğanın İzmir’e ettiği tatlı bir şaka, Çatalkaya; hiç yaşlanmayan, hep genç kalan bir güzelin bereket dolu göğüsleri gibi, sayılamayacak kadar çok bin yıldır ayakta.












Sağda İzmir’in asi sevgilisi Karşıyaka…
Ortası deniz
Güneşin eğilip de değerken, memleket hasretinin kalbimde çıkardığı ses gibi cızladığı deniz….
Güneşin en güzel kavuştuğu deniz, Ege denizi….

Ve sen
Sırtını İzmir’e vermişsin, denize bakıyorsun.
Aklın karışıyor,
Emin olamıyorsun.
İzmir gördüğün mü?
Bulunduğun mu?
Olduğun mu?

Sonra sıradaşı bir gün geliyor.
Çanakkale gezisinde çok ağlamıştım ben, onu hatırlıyorum.
O kadar çok kurşun atılmış ki binlercesi havada çakışıp kaynaşmış. Müzede sergileniyorlar. Bakıyorum bakıyorum ağlıyorum.
Ölen 18liklere ağlıyorum.
Yüzünü görmediğim çocuk askerlere ağlıyorum…
Zaten duyarsız değildim, ondan sonra bayrağa karşı hiç ama hiç duyarsız olamıyorum.

Sonra bir başka gün geliyor.
Bakıyorum İzmir gül gibi kıpkırmızı….
Alsancak olmuş bir AL SANCAK…

Cumhuriyet diyorlar,
Bayrak sallıyorlar…
Çok güzel gözüküyorlar.
Takalar geçiyor “allı” - “allı”

Ben hiç bu kadar çok bayrağı bir arada görmemiştim.
Zübeyde Hanım’ın yüzünü görüyorum bir teknede, koca bir poster olarak.
Gülümsüyor ferah ferah…

Çünkü İzmir’e bakıyor.
İzmir onun o mücevher gibi oğlunun tam istediği gibi.
İzmir aydınlık
Apaydınlık
İzmir nezih
İzmir temiz
İzmir akıllı
İzmir pırlanta gibi…

Bu kez sırtını denize veriyorsun,
İzmir’e bakıyorsun.
“İşte İzmir bu,”
diyorsun

Pazar, Nisan 29, 2007

Liderlerin En Güzeli

Liderlerin en güzeli,

liderlerin en medenisi,

liderlerin lideri,

dünyanın örnek aldığı büyük insan,

hayatta en çok hayran olduğum kişi,

sevgili Atam,



O bayrak seline karışamadım, çok üzgünüm....



Orada olamasak da buradayım- BURADAYIZ.....


Salı, Nisan 10, 2007

Toprak yoksa Ekmek yok...


TEMA kısa ve öz bir şekilde anlatmış... Toprak yoksa ekmek yok...
Ve ekmek yoksa barış da yok ne yazık ki...
TEMA'nın düzenlediği bir kampanya var... www.elkoyun.com adresinden detayını öğrenebilirsiniz. Geleceğimize sahip çıkmak için yapabileceğimiz bir şeyler olduğunu görmek isteyen tıklasın...
Bir mesaj ve TEMA'ya 5 YTL olarak özetlenebilecek bu kampanya bana bir hikaye yazdırdı... Okumak isterseniz ANLAT ANNE sayfama buradan geçiş yapabilirsiniz...
Bir damlacık da olsa faydamız varsa ne mutlu...

Cumartesi, Şubat 03, 2007

Bir Sincap Olmaya Çağrı....

Son günlerde kendimi bir ikinci çocuk olasılığını düşünür buluyorum zaman zaman. Bu öyle bir düşünce ki onu peşine takılmış onlarca vagonu çeken kuvvetli bir lokomotife benzetmemek mümkün değil.

Lokomotif harekete geçiyor gidiyor. Bana esas eziyet eden gerisindeki düşünce vagonları…

Diyeceksiniz ki bu bir ekmek sayfası, tüm gürültüleri ile bu sayfanın ortasından vagonlar lokomotifler hangi akla hizmet geçerler?

Geçiyorlar çünkü “metafor” sınır tanımaz.

Ekmek hayatı, geçinebilmeyi, doyabilmeyi, doyurabilmeyi, doya doya yaşayabilmeyi ifade eder bana göre….

İşte bu yüzden “2. çocuk olasılığı adlı lokomotif” kıpırdanıp öne atıldığında arkasından gelen ilk vagonun üzerinde büyük harflerle EKMEK yazıyor…
Ancak ismi “küçük” olsa da içine atılmış “yük düşüncecikleri” hem büyük hem de fazlaca….Hızla değil, yavaş yavaş önümden geçip gitmekteyken bu yük vagonu, üzerinden taşmış paketlere gözüm takılıyor:

Doğum masrafları, mama, doktor, ilaçlar-vitaminler, çocuk bezi, kıyafetler, kreş masrafları, okul masrafları, “ah çok isterim ama olur mu acaba” damgalı müzikti, dansdı, yabancı dildi özel kurslar….

Sonra gelen vagonlar daha “manevi”, eğer ilk vagon “maddi” diye özetlenecekse….

Söyle yazıyor üzerlerinde:

“Sabrın yeter mi?” vagonu
“Tam da özgürleşmek üzereydin, ne yapıyorsun sen?” vagonu
“Bir tane daha doğurursan artık iş hayatına dönemezsin ona göre” vagonu
“Yapmazsan evlat yalnız kalacak haaaa” vagonu
Vs vs vs….

Aslında tüm bu düşünce vagonlarını zaman zaman akıl gözümün önünden geçirmeye alışkınım ben. VE hatta sıralarını bile biliyorum….Arada yerlerini değiştire değiştire, mesela “kızım yaşın ilerliyor bir ikincisinin ne kadar sağlıklı olduğuna emin olmak için seni amniyosentez türü ekstra sıkıntılar bekliyor” vagonunu “EKMEK” vagonundan da öne alarak tekrar tekrar izliyorum…

Ancak bir tanesi var ki ona “hayalet vagon” diyorum….Genelde katarın sonuna nadiren takılıyor ve takıldı mı da hayal meyal görünüyor…..

Fakat son günlerde bir şey oldu… Bu “hayalet” daha bir belirginleşmeye ve ön sıralara doğru geçmek için arkadaşlarını itelemeye kakalamaya başladı… .Bunun mesulu bilim adamları…
Eğer ki hastalığının farkında olmayan bir insana check-up sonucunda vücudundaki habis uru bildirdiği için doktor suçluysa…..

Son günlerde bilim adamları canımı çok sıkıyor, hiç sormayın….
Birkaç gün eveldi, yine bir araya geldiler, dünyanın geleceğini tartıştılar, haber bültenlerine 15 yıl sonra dünya ne hale gelecekmiş öğrenmek istiyorsanız az sonra türü cümlelerle malzeme oldular…

İşim gücüm vardı, sonranın “az”ını bile bekleyemedim. Ertesi gün aynen bir dizinin son sahnesini kaçırmışım da onu soruyormuşum “normalliği” ile eşime “15 yıl sonra dünyaya ne olacakmış sen dinleyebildin mi, ya da okudun mu?” diye sorar buldum kendimi….

Dinlememiş, okumamış, arkadaşlara da sormanın alemi yok çünkü her gün haberlerde ve dizilerde göre göre adam öldürmenin bile sıradanlaştığı bir dünyada yaşıyoruz, topluca dünyayı öldürüyor olmamızın ya da rahmetli Hoca NAsreddin’in dediği gibi bindiğimiz dalı kesmemizin pek bir önemi olmasa gerek.

Her şey ne kadar da normal….

Bu kadar normallik bende alerji yapıyor aslında, işin kötüsü bu alerjinin ilacı yok. Boş yere kaşın. Özellikle de başını kaşı, düşünme modunda….

Ah arkadaşlar ekmek sayfasında ekmek tarifi beklerken siz, ben neler anlatmaktayım. Ancak fotoğraf makine-şarj-pil üçlümde minik bir sorun var. Şu günlerde yaptığım tüm ekmekler kendime…Fotoğrafsız ekmeği neyleyesiniz diye….

İşte git gide hatları belirginleşip bir hayalet olmaktan çıkan bu “dünyaya neler oluyor? Bu dünyaya bir ikinci çocuk getirmek mantıklı mı?” vagonu biraz olsun işe yarasın istiyorum….

Bu yazı esasen “anlat anne” köşeme uygun olsa da sanki “ekmek” köşemin daha çok okuyan gözü var… İşte ben de o yüzden dünya için ratingi iyi olan sayfayı seçmeliydim….

Ve başından beri esas diyeceğim: Ah arkadaşlar küresel ısınmaya sanayi devleri dururken bireysel olarak engel olamıyor gözüksek de en azından erozyona bir dur diyelim.

Çünkü Türkiye her yıl erozyon ile 500 milyon ton verimli toprağını kaybetmekte… Giden toprak giden bereket demek… Evlatlar sonra bize ne diyecek….

Bunun için elinizi cebinize sokmanıza bile gerek yok. Gözünü sevdiğim TEMA’sı çok güzel bir kampanya başlatmış, tıklayıp da bakmayana aşk olsun….

Bir diyeceğim daha var.. Sincapları sever misiniz? Seversiniz değil mi?

Bir yerlerde okumuştum, ormanların bu kızıl oyuncakları meşe palamutlarını kışın yeme umuduyla ormanda biryerlere gömer, sonra da bir kısmını kaybederlermiş. Şimdilerin insan elinden kurtulmuş bir çok meşesini işte bu mini mini dostlara borçluymuşuz meğer…

Ormanlar için birer sincap ta biz olalım, “hayalet vagonu” katardan çıkaralım derim ben.. Dinleyene teşekkürlerimle…


Resim not: oilpastelsociety.com vasıtasıyla David Berridge'in Mighty Oaks/ Heybetli Meşeler resmi... Posted by Picasa

Cuma, Ocak 19, 2007

Bir paket "Ruşeym" kolumun altında - döndüm

Kemeraltı’nın İzmir’e her gittiğimde içinde kendimi kaybetmek ile bulmak arasında gidip geldiğim sokaklarında dolaşmaktaydım çok değil 3-5 gün evvel.

Hayat gibi aynı, çoğu zaman bildik yollardan ve her zaman ki uğraklardan kopup da yeni maceralara atılmak gelmez bu çarşıda içimden.

İşte şehrimin tam da bu sokaklarında “tanıdık” diye adlandırdığım şey her zaman bir sima değildir yalnızca. Bir dükkanın zamanın başından beri hep oradaymış hissi vererek durduğu şu köşe, çeyizcilerin vitrinlerindeki sanki hep aynı örtüymüş yanılsaması yaratan düzenlemeler, Yüzünden ‘Avrupa Birliğine girersek sakatat yasaklanacakmış,’ kaygısı hiç silinmeyen söğüşçünün et doğrama tıkırtıları, hepsi hepsi aynı.
Ve hatta bana sorarsanız kestane pazarı denip de kestane harici her şeyin satıldığı o küçük meydanda daracık kafeslerde uyumaya çalışarak yaşadıkları eziyeti unutmaya çalışan kedi, köpek, ördek, tavşan ve hamster yavruları da aynı. Onlar hiç büyümediler. 6 ay evel de ordaydılar,1 yıl önce de…

Çünkü bakmadığınız şeyler büyümezler. Göz göze gelmediğiniz şeyler, değiştiremeyeceğinizi bildiğiniz o yüzden yüzleşemediğiniz tüm gerçekler gibi gitmeyen ve bitmeyen bir sızı olarak hep yerlerinde ve elbette kalbinizde kalırlar.

Bu köşesi hüzün köşesi olsa da bu eski çarşının, yine hayat gibi bakmaya doyamadığınız, çıkmaya gönlünüzün razı olmadığı başka köşeleri, insan kafaları seli arasından parmak uçlarınıza kalkarak bakıp da hedeflediğiniz labirent köşeleri vardır.

Oralarda sizi hangi kaldırımında kırık bir taş, hangi dükkânında ucuz bir gümüş, hangi kahvehanesinde en güzel kahve pişermiş ve onu hangi garson sunarmış bilmenin kısaca önceden tanış olmanın verdiği tuhaf bir huzur bekler.

Elbette o huzura doğru çekilirsiniz..

Umduğunuz “işte o her zaman ki şeyler”i bulmaktır yine…

--

Anlatırken bir şeyi, gözledikleriniz, hissettikleriniz ve ana diliniz birer ip olur ve dolanır birbirine kalın bir sac örgüsü gibi.

Kimileri örgü sevmez ama… Tutamlar tek tek yeğdir.

Üstelik neticede anlatacağın altı üstü bir aktar ve daha da ötesi bir buğday ürünü ise eğer.

--

Sözün özü ben yine oradaydım… Rafların arasında ve ağzı açık çuvalların dibinde… Üstelik yanı başımda bir de dost vardı. O benim gibi değil… Kemeraltı’nı bu denli iyi bilmeme şaşırıyor.
“Öğret,” diyor bana… “Değirmen’e nasıl gidilir? Sen yokken de gidebileyim…”

Buluşmadan önce zaten kafamda ona uygun, ona ezberletmesi kolay bir rota çizmişim zaten. Öyle ya kim olursa olsun Kemeraltı’nın belli başlı yerlerini bilir, Havra sokağı mesela böyle bir yerdir.
“İşte oradan girersin, sokak bitince sola döner 5-10 metre ilerde hani şu donların sutyenlerin sere serpe sergilendiği çamaşırcıdan sağa dönersin ve dümdüz ilerlersin,” diyorum…
Artık sordun mu herkes gösterir. Bir cami vardır, Kestane Pazarı camisi, işte onun duvar dibinde kapısız, bacasız, ama bulunduğu bölgenin adına uygun bir şekilde içeri girerken minik bir “kemer” altından geçmeniz gereken bir dükkân.

Ama her nedense birlikte o rotadan gitmiyoruz oraya. Sanki daha bir aklını karıştırıp da dostun, Kemeraltı ile ilgili engin (!) bilgimi daha bir takdir etsin diye…

Esasen bunun suçlusu ben değilim.. Kızlar ağası Hanı’nın duvar dibine dizilmiş kahvehanelerinden yayılıp ben 8 saat uzaktayken bile memleketimden burnuma gelen mis gibi dibek kahvesi kokuları…

Daha evvel de anlattım ben burayı… Ama “Anlat Anne” diyip de bir süredir her nedense neden “Sus Anne”’ye çevirdiğim bir diğer sayfamda… Ama dayanamadım yazdım yine oraya bir şeyler. Yine dilimi tutamadım. Belki çocuk doktorları kızacak bana… Ama çocuğu olan doktorlar kızmayacaktır en azından ona eminim… Bu eminlik yeter bana.

Her neyse dedim ki kendime “İşte tam da bu yüzden, hani daha evel anlattığın için kokusunu köpüğünü, bu kez bahsetme dibek kahvesinden…” Ama mümkün mü? Kemeraltı’ndan bahsettiğim her yazıda kokacak bu kahve galiba…

Direnmeyelim…

Sonra….
Tuttum Zeynep’i kolundan bir o sokağa, bir bu sokağa, sola dön, sağa dön, sola dön, sağa dön (e ne yapalım kahveciden sonra Değirmene ulaşmak için biraz slalom gerekiyor) ulaştık hedeflenen noktaya…

İster istemez bilmiş bir ifade takınmış gösteriyorum arkadaşıma, bak patates unu, bak bezelye unu, bak keçiboynuzu tozu…

Sonra bildik şeylerin arasından bir şey öne doğru fırladı.. Gözlerim parladı…

“Aman Allahım RUŞEYM!”

dedim.

“O ne,” dedi

“Buğday özü,” dedim ve demeye devam ettim. “Bizim ülkemizde paketlenip satılıyor muymuş bu?”

Ne çok yabancı sayfada gördüm de özendim ben o tariflere..

“wheat germ” diye geçer çoğunuz duymuşsunuzdur.

Hani “kim alıştırdıysa bizi beyaz ekmeğe, ne akla hizmetse beyaz ekmek yemek, buğdayın o en önemli kısmı atılıp da üretilmiş beyaz unlarla” dedirten kısmı buğdayın…

Ru-sheim aslında bir romanın hikâyesidir… O hikâyeyi ayıklayıp çıkarırsanız romanın içinden sadece kelimeler kalır, sanki kitabın içi boşalır.
Ama yine de kalan kelimeler ve cümlelerin de kendine göre bir değeri vardır… Sıfırlamamalı…

Lafı daha fazla uzatmadan meraklısına bu ürünü paketleyip pazara sokan firmanın web adresini vereyim….

Henüz her yerde bulunmadığını görmekteyim üzülerek.
Ve sadece 1 paket aldığıma da hayıflanıyorum elbet.

Ama anneler sağolsun, ve kargocular da tabi…

Ben mısır gevreğimin üzerine bir kaşık atmak ve ya birazdan yapacağım ekmeğe yarım kap ruşeym eklemek üzere ayrılırken yanınızdan son olarak size şu sayfaya bir göz atmanızı öneriyorum.
http://www.ru-sheim.com/

Not: Uzun bir yazı oldu, sabredenlere teşekkürler. Ayrıca da kusura bakmayın , uzun zaman olmuştu buraya yazmayalı, kalemim şişmiş…
Tarif bekleyenler ile bir iki güne kadar görüşürüz….

Cuma, Kasım 24, 2006

Biliyorum, ekmek dostları sizleri cok ihmal ettim.
Şu aralar bir koşuşturmacadır ki sormayın gitsin...

Bana biraz daha müsade edin. Aklımın raflarında çeşit çeşit, boy boy ekmekler dizilmekte.
Yakında sizlerle paylaşacağım....
Sevgiler Posted by Picasa

Pazartesi, Eylül 18, 2006

İstasyonda beklerken.....

Gazete yapraklarında adımı görmeyeli çok oldu. Tekrar görmek küçük çapta bir şoktu, hem de göreceğimi önceden biliyor olmama rağmen.

Ama dünkü heyecanım adımı tekrar mürekkebin o kendine has cazibeli kokusuyla yoğrulmuş sayfalarda görmekten çok bu kez anlatan değil de anlatılan olmaktan kaynaklanıyor.

Meğer ne güzelmiş anlatılan olmak…. Nehirle beraber gülerek baktığımız o çok bildik kareye sanki ilk defa görüyormuş da hafızama kazımaya çalışıyormuşum gibi defalarca baktım. Bir de üzerinde yazan adıma (eşimin soyadını eklemeyi unutmuş olsalar da), e bir de blogumun adresinin yazılı olduğu kısma….Bir değil bir çok defa….

Çünkü insan emek vermeyi sever ve tabi ki emeğinin takdir edilmesini de…
Bilinmek ister, adını duyurmak, ben de buradayım demek, “beni görün ben de sizi görebileyim, hayatlarımız bir anlık da olsa birbirine dokunsun, istersek birbirimizi bilmeye devam ederiz,” demek ister insan… En azından benim sizlere demek istediğim buydu.

Ekmek denemelerimi un kokusu sinmiş bir dolabın bir köşesinde yuvalanacak küçük bir defterin sayfalarına da gömebilirdim. Hangi tarif daha iyi sonuç veriyor, ekmeğe ne daha çok yakışıyor, kendi denemelerimden çıkardığım sonuçları bir ben bilirdim. Ama o zaman Zeynep kim bilmezdim, Münevver kim, Vildan kim, Serpil kim, Hülya kim, Umut kim, Burcu kim, ve daha birçok “güzel isim” gerçekte kimin bilmezdim….

Murathan Mungan’ın “Kırk Oda”sında Makas diye bir hikâyesi var okuyalı belki 18 sene olmuştur. Tren istasyonunda ve birbirine zıt yönlerde giden trenlerde neredeyse birbirlerinin dibinden geçip giden insanlardan bahseder. Der ki bilseler aslında birbirleri için ne kadar önemli olabileceklerini, geçip gitmezler.

Ben bir istayonda durmuş ve kendimi anlatıyor bulmuş oldum kendimi bu blog sayesinde… Böylece geçip gitmemesi gereken insanlar için yerim sabit.

Ekmek mi? Hem amaç hem de araç. O güzelim kokusu ile sohbetlerimize eşlik eden eşsiz bir nimet tabiî ki…



Hürriyet’den Ezgi Başaran’a bloglarla dış dünyaya pencere açmakta olan tüm dostlar adına teşerkkür ederim… Posted by Picasa

Salı, Haziran 27, 2006

Trabzon ekmeği'nden dolayı bir hafta "tükkan" kapalı...

Pazar günü pazara gitmek bizim için ailevi bir eğlencedir.

Nehir emeklemeyi ve yerde bulduğu herşeyi ağzına atmayı keşfetti keşfedeli pimpirikliliği "metazori" rafa kaldırdık... Bu sayede artık Pazarlarda rahatız. Aldığımız her meyveyi üzerimize siler gibi yapıp yiyor ve yediriyoruz..
En çok da bezelye revaçta.

Ancak kesesinden kendiliğinden düşmüş bezelyeleri 800 su yıkayıp hala toprakla karşılaşınca bu neşemizin üzerine gölge düşmüyor değil. Ama yine de kesedeki temizdir felsefesi ile, ısı zararına uğramamış vitaminler hoşgelsinler bize :)

Ekmek sayfam'dayım biliyorum. Bu durumda Nehir'in sayfası'na ya da Anlat Anne'ye gidecek tarzda yazmam pek uygun düşmez, lafı ekmeğe bağlamalı... Hele de resim evin dört ayaklısı olunca kafanız iyi karışmıştır...

BU memlekete taşındık taşınalı hayatımıza yeni bir isim tamlaması eklendi: Trabzon Vakf-ı Kebir ekmeği...

Bu tamlamaya ve tamlamanın cisimlenmiş haline deli oluyor bu civar halkı...En sevdikleri özelliği tadı tabi ama bir hafta boyunca dayanıyor olmasını da çok tutuyorlar.
Zaten devasa boyutlardalar (ekmekler tabiki) ve de dilimli... Eh bir kere al tüm hafta ekmek derdinin unut halindeler. Benim gibi bir ekmekçiye bir hafta boyunca kepenk indirtecek bu ekmek onların işlerini kolaylaştırıyor.

Eh ne yapalım ben de sayfa maskotu Mırnık'ın resmini koyarım bugünlük.
Belki bir iki güne kadar da dayanamam bir ekmek pişiriverir konusunu sizinle, tadını ve dilimlerini de komşularla paylaşırım...Belli mi olur... Posted by Picasa

Salı, Mayıs 23, 2006

Ekmek kokusu yayılmış evler....

Bu harita, dünyanın dört bir yanında yüzlerce mutfakta (eğer sadece sayfaya bakıp çıkmıyor da tarifleri de deniyorlarsa eğer) benim ekmeklerimin piştiğinin göstergesidir....


Ekmeklerimizi koparıp koparıp bölüşmesek de kokusunu paylaşıyoruz işte....

Ne mutlu bana :) Posted by Picasa