Salı, Aralık 30

Kabuk ve Diğer Şeyler


Eminim, bu başlığı okuyunca Arzu çok gülecek. Ancak, şimdi durduğum yerden, buna gülmesine neden olan konu, bir kaç anahtar kelime dışında, çok bulanık. Ve ben, bu hafta sonu aldığım geribildirimlerden de hareketle bir şeyler düşünmeye başladım.

İnsanların önemli bir kısmı için duygularını ifade etmek zordur. Ancak, acaba kaçı için anlamlandırmak zordur? Bazen aklıma bir düşünce, olay, durum gelir. Hemen ardından da bana ne hissettirdiği. Zaman zaman, örneğin, sokakta dilenen yaşlı bir adam gördüğümde, ya da uzun bir aradan sonra Berfu’yla karşılaşmamda hissiyat nettir. Nereye temas ederse etsin, ne hatırlatırsa hatırlatsın, nettir. Ama başka noktalarda, bazen önüme duvar çekilmiş, bazen tül perde gerilmiş, bazen de kabuk kaplanmış gibi geliyor. Bu da, karşı tarafta bir şeyler gizliyormuşum ya da söylemekten çekiniyormuşum duygusuna neden oluyor.

Bu gerçekten çok tuhaf! Sanki, hızla giderken bir şeye toslamak, ama tosladığın şeyin ne olduğunu bir türlü anlayamamak gibi. “Bu burda olmamalıydı” demek ve ne olduğunu anlayamadığın ama bir türlü de ilerisine geçemediğin şeyin önünde durup şaşkınca ve biraz da karikatürize bir biçimde kafanı kaşımak gibi. Gözünün önünden aynı anda bir milyon tane film karesi geçiyor da sen her bir karede aynı anda bir milyon farklı şey hissediyormuşsun gibi. Ya da, gözünün önünde sadece boş beyaz bir dosya kağıdı varmış gibi. İşte, hafta sonu, bana “Hadi, anlatmalısın” dendiğinde aklımdan geçenler bunlardı. Ve düşündüm uzun uzun; “Acaba neyi anlatmalıyım?” diye. En son vardığım yer; “Galiba kendimi anlatmalıyım” oldu.

Bir de bunun, “Pekiii, bu hissettiklerim bana ait olanlar mı yoksa dışarıdan gelenler, bana verilenler mi? “versiyonu var. Yani, “Bir ben mi var acaba benden içeri?” hezeyanları. “Eh, varsa da malzeme bu yoksa da bu” denebilir pekala. Ancak, işte bu kabuk meselesi orada devreye giriyor. Hani kabuğu kırmak ya da kabuktan sıyrılmak dediğimiz şey. Bu ne demek? Çıplak kalmak demek. Çıplak kalınca ne olur? Her türlü saldırıya açık hale gelirim. O zaman belki de, kabuğu kırmak yerine kabuğu inceltmek daha iyi bir fikirdir. Hem o zaman, hissettiklerimle ilgili de kendime yabancılaşmam belki de.

Yine de, sanıyorum ne olursa olsun, asla tam olarak ne olduğundan emin olamadığım hislerim olacak hayatımın sonuna dek. Korktuğum şey, yani bu yazıyı yazma motivasyonunu bana kazandıran, bir gün kabuğun bana dönüşmesi. Yani, kabuk=ben olmam.
Yani, belki duygusuzlaşmam. Korktuğum bu. Hımm, bu korku bana bir yerlerden tanıdık geliyor...

Bu, evvelki bir yazıma gönderme yapacak olursam eğer (bkz. İnsan Denen Küçük Çılgın Şey), bir çeşit mesleki deformasyon galiba yine. Her şeye, her yere her türlü açıdan bakmak, bir içgörü, bir empati süreci ve tuhaf bir anlamayı getiriyor beraberinde. Bu da, yine beraberinde, bir eylemsizlik getiriyor aslında. Fazla anlamak eylemsizleştiriyor insanı. Sanırım, içimdeki korkunun biraz yukarısında bu var.

Bu yazı da, aslında bir çeşit sayıklama olmuş gibi görünüyor: Dağınık, takibi ve anlaşılması zor. Ama bana bir şeyler anlattı. Dolayısıyla bir yazıyı da sizin için değil kendim için yazmış oldum. Yoksa, aslında bütün yazıları mı kendim için yazıyorum?
Hehehe...

Çarşamba, Aralık 17

Dost Olmak...




Sağduyun

Sağ yanağın
Sağ kulağın

Sağ kolun olmak

"Olsa ne derdi"diyen

Öfkelenen, tepinen

Ve oturup düşünen tarafın olmak

Sen olamadığında...

Salı, Aralık 16

Dost Olmak...


"İyi hissetmiyorum" deyip dudağını büktüğünde

Son hız Beşiktaş Çarşı'ya gidip

Bir çift "fil patik" almaktır

Toynaklar üşümesin diye

Ve gözlerinin taa arkasına bakmaktır

Her şeyi iyice görebilmek için...

Pazartesi, Aralık 1

Küçük Kurbağaların Kuyrukları Nerede?


Küçük kurbağa kafasını kaldırıp gökyüzüne baktığında gördüğü vakit bir daha asla dönemeyeceği bir vakit. Ancak küçük kurbağa henüz bunu bilmiyor. Hunharca harcıyor enerjisini, çılgınca yoruyor hiç yorulmaz bildiği/sandığı bacaklarını.
-O taşa da zıplarım, bu taşa da hoplarım,
- Derenin en güneyine de giderim
-Çok hızlıyım; altımdaki balıkların bazılarını göremem bile.
Küçük kurbağa böyle giderken ya da bazen dururken, diğer kurbağaya ilişiyor gözü.
Diğer kurbağa, bir taşın üstünde ellerini bacaklarının arasına koymuş derin derin düşünüyor.
-Ne düşünüyor?
-Diğer taşa zıplamanın ve orada durmanın hayatında nasıl bir değişime neden olacağını, kendini nasıl hissettireceğini, neler kaybettirip neler kazandıracağını… Ve elbette ki; oraya atlama isteğinin aslında hayatında nereye temas ettiğini…
- Ha ha ha, ne salak hayvansın sen, diyor küçük kurbağa.
- Sen de ne edepsizsin!
Su samuru geçiyor önlerinden. Ne hızlı, ne yavaş…Gözlerinin içine baka baka…
-Ne güzel kürkü var…
-O kürk benim olmalı, su samuru benim olmalı, istiyorum, hayatımda hiçbir şeyi bu kadar istememiştim.
- Ne güzel kürkü var…
- O kürk benim olsa, o kürke dokunsam, üzerime sarsam, acaba nasıl hissederim, acaba bu kayadan insem ve onun yanına gitsem, bu kayadan indiğim için pişmanlık duyar mıyım?
-Aptal, deyip suya atlıyor küçük kurbağa ve bu gözü kayanın altında yüzen altın renkli balığa takılmadan tam 3 saniye önce oluyor.
-Ah, ne güzel balık, benim olsun!
Ve bu kuyruğunun olmadığını fark etmesinden yaklaşık 8 saniye önce oluyor.
Ve bu diğer kurbağanın da, kuyruğunun olmadığını fark etmesinden belki 10 saniye sonra oluyor.
Birinin kuyruğu dururken düşmüş, birininki giderken.
Samurun kürkü çok güzel…
Geçiyor; ne hızlı ne yavaş…

Pazartesi, Kasım 3

Sayıklamalar: Ortaya Karışık


“Çocukluğun arka bahçesi vişne ekşisi tadındadır.
Tadına bakanın dişleri kamaşır.”

Ne olmuş da böyle olmuş? Kim demiş, neden demiş? Neden bana demiş? Ben neden ona demişim? Neden bunu böyle demişim de öyle dememişim? Öyle deseymişim işler değişir miymiş? Acaba bunu değil de onu seçsem ne olurmuş? Öyle olsa ne olurmuş? Birisi bana gelmiş ve demiş ki “Korkuyorum” , bundan ne çıkarmış? Ben ona sorsaymışım ki, “Ne olmasından korkuyorsun?”, ne değişirmiş? Niye bunu ben demek zorundaymışım? Bütün bunlar değişseymiş ne faydası olurmuş? Peki, şimdi ne faydası varmış? Yoksa Pandora’nın kutusu mu açılmış? Kim açmış? Toplanamayacak bir sandık deşilmeli miymiş? Tutsam kolundan, çekip alsam, yine öyle durur muymuş? Her zaman olduğu gibi? Yoksa? Geçmiş geleceğin neden aynasıymış? Geçmiş, şimdinin sırtına pençelerini geçirmiş vahşi bir hayvansa ne yapmak gerekirmiş? Bazen kendini anlatmaya çalışmayı bırakıp susmak ve durmak mı gerekirmiş? Bazen de aptal olmak mı gerekirmiş? Yanlış anlaşılsam ne olurmuş? İnişlerim çıkışlarım o kendimden kaçışlarım mıymış? Kime kızmalıymışım? Kendimi bağlayıp bir yerlere/birilerine, patlatsam neye yararmış? Artık yoksa içimden nasıl geliyorsa öyle mi davranmalıymışım? O divanda oturmuş saatin tiktaklarını dinlerken elimden ne gelirmiş? O zaman gelmemiş de şimdi gelir miymiş? Sağa sola çarpmadan da olur muymuş? O, siyah şemsiyeli şerlok holms kılıklı “adam” şemsiyeyi yüzüme doğru sallarken tek çıkış yolu o kapı mıymış? Ben neden alıp o şemsiyeyi...? Neden –mış gibi yapmak iyi gelirmiş bir insana? Benim başımı kim yarmış? Hayır, aslında kim yarmış? Neden “flashback” diye bir şey varmış? Hayat bir müzikal olsa ve ben onun başrol oyuncusu olsam nasıl olurmuş? Yes, orrayt derken neyin sonu gelirmiş? Kim önemliymiş, kim değilmiş, bu önemli miymiş? En önemli kimmiş aslında? Kimler itile itile sahneden atılmış? Kim varmış kim yokmuş?

Bir varmış bir yokmuş...
Bir zamanlar bir Ayşecik varmış küçük kızlar diyarında. Bir babası, bir üvey annesi, iki üvey kardeşiyle yaşarmış bodrumdan bozma evlerinde. Hikaye malummuş. Dayakçı üvey anne, hiç bir şeyden habersiz baba, umursamaz üvey kardeşler. Bir de tek kollu bez bebek, Ayşecik’in göğsüne bastırdığı, bulaşık yıkamadığı, yemek yapmadığı ve dayak yemediği zamanlarda. Bir gün babası, saklandığı kapı arkasından çıkıp anneyi ve kardeşleri kapı dışarı etmese, Ayşecik kimbilir daha neler görecekmiş? Huzuru babasının pişmanlığında, suçluluğunda ve utancında bulamayan Ayşecik, onunla kalmak yerine başka masal kahramanlarıyla birlikte bir eve yerleşmiş ve orada büyümüş, büyümüş, büyümüş.

Şimdi bu masalda kahraman kimmiş? Ayşecik mi? Baba mı? Orada hiç olmayan/olamayan anne mi? Bez bebek mi? Yoksa, Ayşecik’i kolunun altına alıveren diğer masal kahramanı/kahramanları mı?

Peki bu sorunun cevabı var mıymış?

Salı, Ekim 14

Dedem ve Oğlum


Zamanın izafiliği bazen nasıl da sokuluyor gözümüze gözümüze. Tuhaf oluyorum, içimden bir sıcak hava dalgası geçiyor, beynim kafamın içinde bir tam tur atıp yerine oturuyor sanki. Algı sınırlarımı zorluyor, fiziksel varlığımı sorgulatıp tinsel varlığıma tutunduruyor. Üzerinden geçeli epey bir olmuş REM konseri için bilet aldığımız, “o zamana kadar kim öle kim kala” dediğimiz gün 2 saat önce gibi de, dedemi kaybettiğim günün üzerinden yüzyıllar geçmiş.

Dedemle tanıştığım günü hatırlamıyorum. Aslında ona dair bir portre var gözümün önünde, bir de çok net ama bir video kaydını anımsatan hatıralar. Yakın geçmişimizi hatırlamama da, bir şeyler paylaşmamızın önünde bir cehennem zebanisi gibi durmuş olan hastalığı engel oluyor. Sanırım, ilk kar gördüğüm gün yanımda dedem vardı. Ben, yerle aramda 30 santimetre, neredeyse belime kadar gelen kara şaşkınlıkla bakarken beni karların içinde yuvarlamıştı. Tek katlı bahçeli evlerinin arka bahçesindeki tulumbadan su çeken ve ardından beni yanına alıp ellerimden tutup “Annem babam tulumbadan su çeker, halka da boynundan geçer” şarkısını söyleyip kollarımı boyunuma dolayıp beni eğlendiren bir dedem var bazen de gözümün önünde. Annenannemin bahçeye kurduğu ve ipi bacaklarımı kesmesine rağmen sallanmakta ısrar ettiğim salıncakta üzerimde annenannemin diktiği pembe çiçekli elbisem, kafamda aynı kumaştan şapka ve altımda aynı desenli lastikli bir külot karşıdan gelen dedeme doğru koşuyorum. Sanki hiç yoktu saçı ve hep beyazdı, ama kesinlikle gözleri hep gök mavisiydi.

Daha büyüdüğümde ve başka bir eve taşınıldığında travmatik bisiklet maceramı anımsıyorum. Dedem beni komşunun iki tekerlekli bisikletiyle stadyuma götürüp orada bisiklete binmeyi öğretme çabasındaydı. Ama bir türlü öğrenemiyordum. Bir kaç saatin sonunda dedemin “Senden bunu hiç beklemezdim, halbuki ben 1 saatte öğrenirsin diye düşünmüştüm” demesiyle yıkıldım. O’nu hayalkırıklığına uğratmıştım. Bir daha dedemi asla hayalkırıklığına uğratmadım. Son zamanlarda belki üzülürdü benim için, ama hayalkırıklığına uğramazdı. Hatırlayabilseydi...

Dedemle başka yerlerden söktüğümüz domates fidelerini getirip bahçeye dikmiştik. Bir de ceviz ağacını. O ceviz ağacı büyüdü. Bana da dedem “Bak sen büyüdükçe o da büyüdü” dedi hep. O evden taşındıktan sonra da uzun yıllar önünden geçtikçe hevesle baktım ceviz ağacının ne kadar büyüdüğüne. Bir gün dedem “Kesmişler be ağacı” dedi. Mavi gözleri doldu.

Evin iki apartman aşağısındaki çocuk esirgeme kurumu yurduna o pembeli beyazlı uzun şekerlerden götürürdük. Çocuklarla olmak hoşuma gidiyordu, ama şeker işini anlamamıştım. Dedem dedi ki “Onların anne babaları yok, onlara şeker alacak.” Olsun biz alırdık, hem de bir sürü, haftada en az bir gün.

Dedemi en son ne zaman gördüm hatırlamıyorum. Açıkçası bunun için de hafızamı zorlamıyorum. Çünkü, onu evlerinin küçük odasında pencerenin önünde, tek ayağını altına almış, elinde sigarası bana çocukluğunu anlatırken; ya da anneannemin bana diktiği şeyleri denerken ve ona gösterirken gözlerindeki parıltıyı saklamaya çalışmazken hatırlamak istiyorum.

Dede’cim,
Biliyorsun ki bizim ailede böyle şeyler pek söylemez insanlar birbirlerine, ben de sana söylemedim hiç. Ama seni çok seviyorum. Benim yumuşak karnım oldun hep sen. Her şeye rağmen insanı seven tarafım. Bugün yılanlar beni dehşete düşürüyorsa, vallahi de sen olmadığın içindir. Yoksa sen bana onu da sevdirmenin bir yolunu bulurdun.
Bir gün, bir oğlum olacak; adı belki Derin olur, belki Arda. Ve ben ona diyeceğim ki; “Annecim, biliyor musun, benim bir dedem vardı; ve o harika bir adamdı.”

Beni orada bekle...Bekle de o namussuzların kestiği ceviz ağacını birlikte cennete dikelim...

Perşembe, Eylül 11

Tam Göremedim...Öyleyse Rüyadır!


Rüya görmenin bazı insanlar için bir lüks olması bana çok tuhaf geliyor. Yaklaşık 5 yaşlarındayken gördüğüm ve bir horozun beni gagalayarak kanlar içinde bırakmasını içeren son derece simgesel rüyadan beri, rüya görmek bana enteresan kapılar aralayan, daha küçükken geçmişten, şimdiyse kendimden haber verdiğini düşündüren heyecanlı bir iş. Bir ara, üniversitedeyken bir vesileyle rüyalarımı yazmaya koyulmuştum. Gördüğüm rüyalar pek de eğlenceli olmadığından olsa gerek, benim için sancılı bir işti. Bir diğer nedeni de, o dönem itibariyle bir gecede 365 bin rüya görüyor olmam ve hepsini bir yerinden hatırlıyor olmamdı. Bir ara elime geçmişti yazdıklarım. O dönem işin içinde çok olmadığım için sanırım, bana çok anlamlı gelmiyordu. Oysa şimdi, her rüyanın ardından kendimi “hımmm” diyorken bulmak bir tarafıyla enteresan bir tarafıyla da –aslında can sıkıcı. Hayatta insanın deneyimleri, öğrendikleri ve farkındalığı arttıkça daha fazla kurcalamaya başlıyor. Her kurcalama, bir şeyleri çözüme kavuşturmaya yaklaşmak şöyle dursun, başka kurcalama kapıları, hemzemin geçitleri ve köprüyolları seriyor önüme. Bir “hımm” başka bir “hımmmmmm” a yol açacak bir başka rüyaya geçit veriyor. Ve uzayıp gidiyor, karmaşık bilinçaltı serüveni. Diğer taraftan, her rüya, net, anlamlı, bir şeyler ifade eden bir yerde durmuyor elbette. Ama bazı rüyalar da unutulmuyor, dönüp dönüp duruyor, sorgulatıyor, kurcalatıyor, kanırtıyor. Çok da yakın olmayan bir zamanda gördüğüm kafa yarılması ve cerrah konulu rüyam da bunlardan biri. Gecenin bir yarısı rüyanın en kritik yerinde zorla uyandıran, kağıt kalem alıp yazdıran, “ Dün gece çok acayip bir rüya gördüm” diye anlattıkça anlatmaya ve daha da anlatmaya sevk eden rüyam. İnsanın kendi kendine inanmasını zorlaştırıp hayret etmesini kolaylaştıran rüyam.
Bu aralar da ziyadesiyle çok, sık ve kesintisiz rüyalara gark olmuş vaziyetteyim. Biri hariç, ne maksatla gördüğümü anlayamıyorum, ve bu hoşuma gidiyor :). Zira, hayatta her şeyi anlamlandırmaya çalışmak, hoşuma gitmiyor. Tabi bu, “neden şimdi, neden bu şekilde, neden bu kadar çok” sorularını sormamdan da alıkoymuyor beni. Bazen de korkarak bir cevap buluyorum. Sonra o cevap tatmin etmiyor, başka cevaplar arıyorum.
En anlamlı, ya da en çok anlamlandırdığım rüyaları Datça’da görmem de tesadüf olmamalı diye düşünüyorum. Konuşup konuşup sustuğumuz, sustuğumuz noktalarda işle, evde birikmiş ütülerle ya da kapıcıyla değil de kendimizle ama sadece kendimizle muhattap olduğumuz bir coğrafyada bu kadar çok sembolik rüya görmemek sanırım kayıp olurdu.
Belki de rüya görmek bir tür alışkanlıktır, bir tür beklentidir. Belki de bazen rüyaya yatmak gerekir. Belki bazen bir süre hiç rüya görmemek gerekir…
Anlaşılan alışmışım, sensiz olmaz :)

Pazartesi, Eylül 1

25 Ağustos Datça Çıkarması




Çok eski zamanlardan beri bahsi geçen Datça tatilini yapma planları kıştan beri devam ederken Arzu'yla kendimizi Datça'ya giden otobüste buluvereceğimiz gün çok da uzak görünüyordu. Şimdi, burada, bilgisayarın başında oturmuş anılarım silinmeden ya da detayları kaybolmadan bu tatili kelimelere dökme çabasındayım. Ah zaman! İyi misin kötü müsün bilemedim...






Efendim, 14 saatlik pek de bahsedilmeye değer olmayan az sıkıntılı bir gidiş yolculuğundan sonra (ki dönüş yolculuğu gerçekten bahsedilmeye değer!) Datça terminaline indik. Daha evvel sözleştiğimiz gibi, Arzu'ların evi yapan Kamil Bey bizi arabasıyla alıp eve götürmeden önce yiyecek içecek vb alışverişini yapmaya koyulduk. Ancak aç, susuz ve yorgun olduğumuzdan mıdır nedir; İstanbul'a dönüşte eve 10 kutu bira, 2 kilo patlıcan ve 1 şişe şarabı geri getirecek kadar şuursuzca bir alışveriş yaptığımızın zerre kadar farkında değildik. Sonuçta bir biçimde kendimizi eve attık. Aslında ev ev diyerek bu kişilik sahibi yapıya bir miktar haksızlık ettiğimi düşünüyorum; zira evin asıl sahibi olan Nagihan Abla'nın, evin dış cephesine konacak her santim taşın üzerinde bile uzun süreli düşünmüş biri olarak, burayı sıradan bir yer olmaktan fazlasıyla çıkardığı benim gibi dikkat edemeyen biri için bile oldukça netti.



Arabası olmayan insanlar olarak, çok açık bir biçimde dağ başı olarak nitelendirilebilecek evden denize gitmek için ya 1 saatlik bir yolu yürümek ya da minibüs beklemek durumundaydık. Ve biz ilkini tercih ettik. Gördüğünüz gibi tatil olsa da sporumuzu ihmal etmedik. 3 gün boyunca 1'er saatlik yürüyüşlerle Hayıtbükü'ne ulaştık. Hayıtbükü temel olarak iki dağ öbeciğinin arasında saklı, Mavi Göl filmini anımsatan küçük bir koy. Bu bük kelimesi de koy anlamına geliyor ve Datça'da kendilerinden oldukça fazla var. Aslında iki gün yayılıp yatmak, denize girmek ve sonra yine yayılıp yatmakla geçti. Yani tatil anlayışıma fazlasıyla uygun bir biçimde. Üçüncü gün sabahtan yine Hayıtbükü'ne inip sonrasında Sinem'i karşılamak üzere Datça merkeze vardık. Amaa, bundan önce atlamadan bir şey anlatmalıyım:


İkinci gün akşamüstü saatlerine doğru, Arzu ile hem ev arkadaşlığı, hem tatil arkadaşlığı hem de bilimum şey "daş" lığı yapa yapa geldiğimiz nokta itibariyle birbirimize sarmış, saçma sapan şakalar yapıp gülmekteydik. Denize girdik, orada da aynı durum devam etti; bir deve güreşi yapmadığımız kaldı. Bu arada, arkadan bir "merhaba" sesi duyduk. Ben sesin nereden geldiğini anlamaya çalışırken, Arzu da yapılan şakalar nedeniyle bir taraftan gülüp bir taraftan da kendini suyun üzerinde tutmaya çalışıyordu ki, bu gerçekten zor bir şeydir. Ama durumumuz oldukça komik dışarıdan bakan biri için. Ben kol kuvveti yardımıyla kendimi 180 derece suyun içinde döndürdüğümde bu "merhaba" nın sahibinin biz yaşlarda bir adam olduğunu fark ettim. Ben de meraklı bir "merhaba?" patlattım. Adam başladı takır takır saymaya: Ben de şuyum, ayrıca da şu pansiyonun işletmecisiyim, siz nerde kalıyorsunuz, adınız ne, vıdı vıdı vıd. Biz neye uğradığımız şaşırıp oradan uzaklaşmanın yollarını ararken adam saymaya devam ediyordu: İlk kez mi geliyorsunuz? Ben en sonunda "pek sayılmaz" gibi kendimden oldukça beklenecek politik bir cevap verdim. Ve kıyıya doğru yüzmeye başladım. Bu sefer adam "Erken kaçıyorsunuz" dedi. "Evet" dedim. "Yapacak bir şey yok". Ve adam ekledi: " Siz de Nikol Kidmın sayılmazsınız ama!" Haydaa! Bir kere bu nerden çıktı be adam, bu nasıl bir kendini ve sinirini ifade etme biçimidir. İkincisi, bakalım Nikol Kidmın ben sayılır mı? Bir de ona bakmak lazım. Ben adama bu inceliği için teşekkür edince, bu kez de "Ben de Biret Pit sayılmam" dedi. Galiba bunu söyleme nedeni eğer ben Nikol değilsem o da Biret değilse ikimizin bu dünyadaki en ideal çift olacağımızı ifade etmek istemesiydi; ancak bu esnada ben adam için olası tanıları gözden geçiriyordum: Asperger, Bipolar, Psikoz?. Sonunda depar atarak kıyıya çıkmanın daha uygun bir davranış olacağını düşünerek öyle yaptım. Arzu da baktım, çip çip kıyıya çıkmaya çalışıyor. Şimdi dağ başındaki karakter sahibi yapıda yalnız başına kalan iki kadın olarak biz hafiften korkmaya başladık. Adamla ilgili görüş alışverişinde bulunurken bir taraftan da eğer olur da evin oraya gelirse neler yapabileceğimizi planlıyorduk. "Şimdi Raid var, onu sıkarız gözüne, oda kapısını kilitleyip Panik Odası formatı yaratırız, alt panjurları kapatırız, Kamil Bey'i ararız o zamana kadar gelir, vb." Akşam eve geldiğimizde bütün duyularımız ziyadesiyle açıktı, bu şekilde de uyumaya çalıştık. Neyse ki, bu enteresan arkadaşımızı tatil boyunca bir daha görmedik.


Çarşamba günü zavallı Sinem uçağı ve dolayısıyla feribotu kaçırıp karayoluyla Datça'ya gelmeye çalışırken, biz de Datça sokaklarında fink atıyorduk. Sanırım bir sahil kasabasında olmanın/yaşamanın en güzel taraflarından birisi, iki dakika önce sabuncu dükkanı gezerken iki dakika sonra "aman ben bir serinleyeyim" deyip çat diye denize girebilme olanağı olmalı. Biz de Sinem'i beklerken Hastane Altı denilen bölgeden denize girmek istedik. Ancak bu isteğimizin önüne Datça'da başka yerde rastlamadığımız deniz kestaneleri geçti. Ben taşların üzerinden dikkatle suyun derinliklerine doğru ilerlerken deniz kestanelerini görüp olduğum yere çöküp kafamı da suyun içine güç bela soktuktan sonra kıyıya çıktım. Yani elimde bir beyaz sabunumla maşrapam eksikti. Sonuçta orada sadece gerçekten "serinlemiş" olduk. Bir kaç saat içinde Sinem geldi ve biz bir araba kiraladık. İşte çılgın üçlünün maceraları o dakikalarda başlamış oldu. Gece Datça'nın meşakkatli yollarından eve dönerken aslında korku usta şoför Sinem'in yüzünden okunuyordu; ki karanlık, virajlı ve " Geçen Yaz Ne Yaptığını Biliyorum" u anımsatan yollarda korku filmi senaryoları üretme timimize kendisi de eklendi.



Ertesi sabah "yumurtamı ben mi yiyorum arı mı" konulu kahvaltı faslından sonra ilk durağımız Palamutbükü idi. Burası aslında bir çok insanın bayılarak, koşarak gittiği bir yer olmasına rağmen bizi pek açmadı, o gün deniz de pırıl pırıl değildi zaten, o yüzden alternatif yerler aramak için tekrar arabamıza atladık. Ve Arzu'nun da yönlendirmeleriyle aşağıdaki yeri bulduk. Burası Kaş'taki Kaputaş bölgesini hatırlattı bana, o derece kum olmamakla beraber denizin turkuazı ve berraklığı ile en muhteşem yerlerden biriydi. Oradan da tekrar Hayıtbükü'ne yollandık. Burada gözleme yediğimiz yerde Sinem aşağıda gördüğünüz akrobatik tavuğun fotoğrafını çekti. Denize girmeye karar verdiğimizde oldukça karanlıktı; ama çılgın olduğumuz için tabi ki bizi bu da yıldırmadı. Akşam tahta sandalyelerinde oturup soğutulmuş bardakta soğuk bira içtiğimiz çay bahçesinde öyle bir muhabbete dalmış, o kadar acayip şeyler konuşmuşuz ki, gece herkes tuhaf tuhaf rüyalar görmüş. Bilinçleraltında 20.000 Fersah!






















Kahvaltıda artık arıların hakimiyetini kabul etmiş, kalan yemeklerimizi onlara vermiştik. Arabamıza atlayıp Akdeniz ve Ege'nin kesiştiği nokta olan Knidos'ta aldık soluğu. Aslında bir ören yeri olan Knidos'un ören kısmı değil deniz kızmı ilgilendiriyordu bizi. Ama yoldan geçerken tarihçesini okumayı, Hellenistik yapılara da göz ucuyla bakmayı ihmal etmedik diğer taraftan. Patikadan sapıp çalılara çizlie çizile bir koya indiğimizde çektiğimiz çilelere değdiğini düşünüyorduk. Dünya yüzündeki bütün sularda yüzmek istiyorum! Burası da harika bir denizdi.
















Kafamıza Bördübet Koyu'nu takmıştık, arabanın torpido gözündeki Muğla kitapçığındaki fotoğrafı yüzünden. Orayı bulmak üzere yola düştük. Yaklaşık 40kmlik bir yoldan sonra Bördübet yazan levhadan içeri girdik, ancak aradığımız fotoğrafa bir türlü ulaşamıyorduk. En sonunda elimizdeki kitapçıkta bulunan fotoğrafı yolda gördüğümüz bir adama gösterdik, de şıp diye anlayıverdi nereye gitmek istediğimizi. Çam kokuları ve kuş sesleriyle olduğu kadar, geçen sene yandığı için zavallı çıplak tepeleri ile de çevrili ortamlardan aradığımız yere nihayet ulaştık. İşte aşağıdaki gibi bir yer:













Gerçek bir dinlenme mekanı. Gürültü yok, müzik yok, bağırış yok. Diğer taraftan kampta kalmayanlara şezlong ve şemsiye de yok. Biz de 3 sandalyeye yerleştik, önümüzde bir masa elimizde birer bardak çay. Kafamızda örtüler. Bir çekirdeğimiz eksik. Sonradan Tutku'dan öğrendiğim üzere Bördübet Koyu'nda sırtüstü yüzersen deniz çiyanı yapışıyormuş. Ben kendisini görmedim. Yoksa zaten sıkıntı olurdu.


Bördübet'e veda edip Eski Datça'nın yollarına vurduk kendimiz. Evlere hayran olduk. Sokaklarda yatmak istedik. Aşağıdaki kediyi bulduk. Kendisi bize yüz vermedi. Sinem de bu fotoğrafları evde yalnız bıraktığımız Hodbin'e göstermekle tehdit etti. Aşağıda kendisini " N'apıyoduk şimdi kediyle?" temalı fotoğrafta görüyorsunuz. Soluklanmak için bir kafe/bara oturduk. İçeride Sezen Aksu çalıyordu, ama eskilerden. Bir sıkıntıya gark olduk, bir daraldık anlatamam. Kafalar masaya yapıştı filan. "Hemen" dedik, "eğlenceli şeyler bulmalıyız". Fevzi'nin Yeri'ni bulduk. Açıkçası süper otları ve deniz ürünleri ile benim kalbimde ikinci sıraya oturdu. Birinci sırada hala Bay Nihat var zira :). Bir kadeh şaraptan sonra biz başladık gülmeye. Vara yoğa gülüyoruz. Yorgunluk ve alkol pek sevimli yapıyor insanı.






















Son gün sabah Hayıtbükü'nde bir yüzüp gelelim dedik. Beni arı soktu. Sonra bizi Arzu'yla denizde arı kovaladı. Bir dertleri vardı ama bilemedik. Katil Arılar!



Şimdi tabi teşekkür faslı gelmeli. Ama Sinem çok gülüyor buna. Sadece şunu söyleyeyim: Yine yapalım.






















Salı, Ağustos 19

Böyle Olur Pınar'ların Düğünü ve yahut Bir Başka Ankara Macerası




En son Mart ayında gidip bir kısım maceraya gark olduğumuz :) Ankara'ya bu kez ulvi bir amaç için gidiyordum: Pınar evleniyor! Her zamanki "6 saatlik yolu kim gidecek şimdi, bir de bir film koyup sesi sonuna kadar açarlar, nasıl olacak nasıl olacak" düşünceleri kafamda dönüp dönüp duradursun, ben çoktan yolu yarılamıştım, Fast Car eşliğinde. Gecenin bir yarısı Pınar'ın evinde aldım soluğu. Başladık hazırlıklara. Burcu'nun elbisesi, saçı, küpesi, Pınar'ın balayı planları ve Nazime Teyze ve ekürilerinin muhteşem yaprak sarmaları eşliğinde galiba sabahı ettik bir miktar. Sabah Pınar'ı kolundan çeke çeke kaldırıp kuaförün yolunu tuttuk. 11'de girdiğimiz kuaförden 5'i 5 geçe zorla çıkabildik. Kuaförden eve giderken 2 arabalık konvoyda korna sesleri arasında ben de gelinin yanında oturma şerefine eriştim.

















6'da fotoğraf stüdyosunda randevusu olan bir çift olarak evden adeta rüzgar gibi geçip bütün ritüelleri ve gözyaşlarını arkalarında bırkamayı beceren Bayram ve Pınar'ın bir sonraki duraklarında yanlarında tabi ki yine ben vardım. Pınar, her kendisine göre olmayan aktiviteden hızlı bir biçimde sıkılan bir insan olarak, fotoğraf çeken kadını da "evet daha bitmedi mi?", " bir de böyle mi poz vereceğiz?"diyerek hayattan soğuttu. Ancak kendisinden beklenmeyecek bir performans sergileyerek tüm süreci kazasız belasız atlatıp düğün salonuna attı kendisini. Gelin odasında beklerken, şaraplar çıkarıldı, kadehler kaldırıldı, gelen eski ve yeni konuklar, tanıdıklar ve arkadaşlarla kucaklaşıldı. En sonunda ben ve Burcu, volkan gösterileri ve "kilise korosunda solo söylüyorum, sesim güzelmiş peder öyle diyor" ana temalı şarkı eşliğinde giriş yapacak olan Pınar ve Bayram'ı beklemek üzere salona yollandık. Burada nicedir görmediğim Nurdan, Çiğdem, Sevgül ve Ali'yle buluştum, adeta eskilere gittim, ne kadar da zaman geçtiğini ve ne kadar da enteresan bir durum olduğunu fark ettim. Bir de aslında özlemişim onu fark ettim. Ve işte geliyorlar...Tamam, dans ediyorlar "Esmeralda" eşliğinde ve benim gözlerim nemleniyor, ne olmuş? Bu kısmı hızlı geçiyorum. Bir de bakıyorum ki doğduğu zaman ziyaretine gittiğim kuzen Berkin ve o sıralarda 3 yaş civarında olan kuzen Alkım bir güzel dans ediyorlar. Aşağıda görülen fotoğrafı çekiyorum, biraz zamana öfkelenerek. Ama hoş tabi yine de! Hadi bakalım gelsin oyun havası, gelsin roman havası. Arkadaşlar bir geldi pir geldi inanamazsınız. Kaba bir hesapla saat 9:30'dan 23:30'a kadar durmaksızın oynamanın ertesi gün bacak kaslarımda bir çeşit felç hali ile sonuçlanacağını bilsem bir ara pistten iner miydim? Hayır inmezdim. Ama 2 gün boyunca inledim ve yokuş inerken çok fazla acı çektim. İnanmayan Rabiş'e sorsun. Düğün Pınar'ın ailesinin toplu Harmandalı gösterisi ve Bayram'ın ailesine mensup genç arkadaşlarımızın kolbastı isimli enteresan performansı ile devam etti. Kolbastı için videoları buraya koyamıyorum. Ama biz Umut'la onların düğünde kuracağımız kolbastı ekibi ile sergileyeceğimiz gösteri için şimdiden çalışmalara başladık. İsteyen gelir görür. Son olarak 11:30'da ayrılacağım düğünde herkesle vedalaşıp çıkmama 5 dakika daha olduğunu görüp " Dur 5 dakika daha oynayayım" dediğim an, bu mevzuda iflah olmayacağımı anladığım an olarak tarihe geçti.



































Ertesi gün kendimi yine Rabiş'in mutfağında çayı koyup salatalıkları doğrarken bulduğumda bir şeylerin asla değişmeyeceğini görmenin derin huzuru içindeydim. Rabiş beni bir kenara itip meşhuuur sosisli yumurtasını yapmaya girişince ben de kahvaltı için orada bulunan Umut'la kolbastı çalışmaları yapma fırsatı buldum. Kahvaltı faslını takiben Umut'u postalayıp Rabiş'le "Bilmem Kaçıncı Geleneksel Aslı-Rabiş Oda Sohbetleri" ni başlattık. Ordan, burdan, şurdan, eskiden, yeniden, düğünden, dernekten birbirimizin ağzından laf çala çala milyonlarca lafın belini kırdık. Sonra da elbette ki, ver elini " Bilmem Kaçıncı Geleneksel Aslı-Rabiş Zara, Mango ve Ayşe Teyze Turları". Arada soluklanmak için Mado'ya oturup Kestaneli, Cevizli ve Karamelli dondurmayı yalana yalana yeme, yol boyunca olduğu gibi orada da iki dakika çeneyi tutamama vır vır vır konuşmaya devam etme kısımlarını zaten detaylandırmıyorum. Sonunda bacaklarımı sürükleyerek kendimizi akşam yemeğine davetli olduğumuz Umut oğlanın evine attık. Umut, hayatımda gördüğüm en hamarat ve becerikli erkek olduğu için, aşağıda fotoğrafını gördüğünüz sofrayı hazırlamasına da hiç şaşırmadım. Tabi bu durum Rabiş'i de o an ve ileriki hayatı açısından oldukça keyiflendirdiği için fondaki Yunan havalarına eşlik etmeye başladı. Oturduk sofraya başladık yiyip içip anlatmaya. Psikolojiden girip siyasetten çıktığımız sohbet kardeşlere gelince iyice alevlendi. Kardeşleri çekiştirmeye başladığımız dakikadan sonra zamanın nasıl geçtiğini hatırlamıyorum. Ama seslerin yükselip kaşların çatıldığını, ağızlardan köpükler çıktığını hatırlıyorum :)





















Son gün kahvaltı için tercihimizi okulun güzide mekanı Doyurucu'dan yana kullanmaya karar verdik. Ozan da bir miktar gecikmeli olarak bize katıldı. Baktım Ozan biraz mesafeli duruyor bana, böyle bir uzak uzak. Meğer nedeni sevgilisini ondan daha yakın zamanda görmüş olmammış. Bak şimdi. Benim ne kabahatim varsa! "Bak gelecek zaten, 1 ay kaldı, aman ne güzel vakit geçireceksiniz bir sürü" filan diyerek sakinleştirebildik kendisini. Takiben, klasik bir Umut-Ozan buluşmasının olmazsa olmaz konusu siyasete bir daldık, pir daldık. Ozan, " Ya biraz Şok manzarası seyretsek" deyip de biz bunu anlamlandırmak için düşünmeye zorlanmasaydık da çıkacağımız yoktu. Meğer güneş vurmuş çocukcağıza da "Biraz kaçılın da ben de gölgeye geleyim" demeye çalışırmış. Komplike Ozan :). Eh şu durumda mekan değiştirelim ferahlayalım diyerek kortlar bölgesine yöneldik. Burada "Şimdi o zaman Ramazan Bayramı'nda şuraya gitsek, yok orası şöyle olur burada kalsak" planlarıyla kendimizden geçtik, koltuklara yayıldıkça yayıldık, planı yaparken gitmiş kadar olduk. Otobüs saatim yaklaştı, yavaş yavaş yola koyulduk.




Ben Ankara'nın en çok İstanbul'a dönüşünü değil, içinde barındırdığı insanlarını seviyorum. Ankara benim için Rabiş demek, Berfu demek, Pınar demek, şimdi bir de Umut ve Ozan demek, hatta ve hatta Beyza, Zü ve Hatice demek. Onlar olduğu sürece benim için bırakıp İstanbul'a dönmek hep zor olacak, hep kalbimi kıracak.




Sevgili Paynır, buraya lisedeki yıllığa senin için yazdığım yazıdan bir kaç cümle koymak istedim, ama yıllığı bulamıyorum :) Şunu söyleyebilirim: Ben o yazıyı yazalı 10 sene oldu. Ama yazmak isteyeceğim şeyler değişmedi. Sen hayatta nerede olursan ol, ne durumda olursan ol, her zaman seni gerektiğinde kolundan sürükler, gerektiğinde arkandan iterim. Bana her telefonda teşekkür edip duruyorsun ya, asıl ben sana teşekkür ederim, buralarda olduğun için.



Ispanak gözlü kardeşin...

Salı, Ağustos 12

İnsan Denilen Küçük Çılgın Şey....


Radovan Karadzic’le ilgili bir makale okudum. Evet, kendisi bir psikiyatrist ama burada bundan bahsetmeyeceğim. Aslında neden ondan başladığımı da tam olarak bilmiyorum. Çağrışımlar çok yoğun yine bu aralar :) . Adamla ilgili okuduklarım arasında pek çok enteresan şey vardı. Ancak hiç biri tek başına neden “ Hadi Şehre İnip Bir Kaç Pislik Öldürelim” isimli bir şiir yazdığını açıklamıyor. Ah, işte çağrışımımın kaynağını buldum. İnsan yapısının kaynağını ne açıklıyor? Davranışının, alçaklığının ya da erdemliliğinin. Çok yenilerde, peş peşe ve de tesadüfen aldığım bir kaç haber beni – hayır bunları düşünmeye sevk etmedi. Tam aksine uzun bir süredir bunları düşünmenin aslında zamanımdan ne kadar çaldığını, bana nasıl havanda su dövdürdüğünü ve hissetmem gereken duygulardan nasıl da alıkoyduğunu fark ettirdi. İsterseniz buna bir çeşit aydınlanma diyelim. Ya da şöyle bir kaç metafor işimizi görebilir: Denizin kenarında otururken ve karşı kıyıdaki ışıklar hakkında spekülasyon yaparken birden bire bir kısım ışık toplu halde söner: Muhtemel bir elektrik kesintisi. Ve spekülasyonların anlamsızlığı ile kalakalırsınız. Her an kopabileceğini ve canınızı acıtabileceğini düşündüğünüz bir paket lastiğini çekmeye devam edersiniz, edersiniz ve kopar. Şak diye. O kopunca artık geriye kaygı, heyecan, vb. kalmamıştır. İşte benim aydınlanmamın bana hissettirdiği böyle bir şeydi.

Sanırım bu, maalesef bir çeşit mesleki deformasyon...Hayatı, olanı biteni bir “Kişilik Kuramları” kitabı gibi okumaya çalışmak, anlamlandırmaya ve anlamlar yüklemeye çalışmak bazen gerçekten sadece sıkıntı veriyor. Çünkü, bu hayat tam da üzerine bastığınız şey ve bu yüzden asla neyin ne olduğunu tam olarak göremiyorsunuz. Belki de yapılan açıklamalar, teoriler, hipotezler kendinizle ilgili bir yere tekabül ediyor. Ve hatta; “Belki de yapılan açıklamalar, teoriler, hipotezler kendinizle ilgili bir yere tekabül ediyor” cümlesi bile hayatınızda bir yere tekabül ediyor ve bunu “şu” çeşit bir insan olduğunuz veya “şöyle” bir takılma yaşadığınız için söylüyorsunuz. Bunun sonu yok. Dolayısıyla mevzu kendimiz ve etrafımızdakilerken, en doğru açıklama en basit açıklama oluveriyor: “Meğer öyle değilmiş, kendimi kandırmışım” ya da “ İşte saçma sapan bir bir durum/insan, yapacak bir şey yok” ya da “ ....olsaydı .....olurdu; demek ki ..... değil”, gibi.

Ben anladım anlayacağımı, eriştim erişeceğim yere. Artık daha rahat ve huzurluyum. Bazen de aslında bir tarafıyla kendimi şanslı hissediyorum. Fark ediyorum ki, insan hep anlamaya hep yorumlamaya uğraştıkça sadece kendine öfkeleniyor, ya da son derece çılgınca bir biçimde hep kendisiyle uğraşıyor. Karadzic’in kötü bir çocukluk geçirdiği için sebep oldukları, bu işlerle profesyonel olarak uğraşanlar için aydınlatıcı olabilir, ama sanırım, ölen, tecavüze uğrayan, işkence gören, evlerini ve yakınlarını kaybeden onca insanı hiç ama hiç ilgilendirmiyor. Ve biz kendi hayatımızın profesyoneli değiliz. Oldukça amatör bir ruhla yaşamaya çalışıyoruz.

Bu sürece yardım eden insanlara binlerce teşekkürler!

Çarşamba, Temmuz 30

Neler Öğrendik?


1- Almanların genel olarak son derece soğuk, insana gülümseyerek laf sokan, yardım etmekten imtina eden insanlar olduğunu (elbette, istisnalar kaideyi bozmaz!)

2- Berlin'de bütün sokakların bir noktasında o beni tiksindiren, tarif edilemeyen ve beni kahvaltı zevkimden alıkoyan kokuyu barındırdığını

3- Berlin'de gerçekten Berlin'e ait olan tek şeyin 2. Dünya Savaşı'ndan kalanlar olduğunu

4- Adamların oradan buradan topladıkları şaheserleri, sanat eserlerini, büstleri, sunakları tanesi en az 10 eurodan geziye açtıklarını

5- Checkpoint Charlie bölgesinde ve müzesinde komünizm ve SSCB'ne ait her şeyin adeta yerin dibine sokulduğunu

6- Berlin'de tuvalete gitmenin 50 cent'ten başladığını

7- Berlin'de döneri çok güzel yaptıklarını

8- Berlin'deki kusursuz otobüs ve metro ağı sayesinde her yeri adeta elinle koymuş gibi bulduğunu

9- Otobüs ve metroların 4.37 gibi saatlerde neredeyse saniyesine kadar dakik bir biçimde geldiklerini

10- Berlin'de insanların su yerine sodaya çok benzeyen "mineralwasser" dedikleri bir su içtiklerini

11- Pınar, Yeliz ve Pınar'ın süper insanlar olduğunu

12-Ülkenin gündemine, Tegel Havaalanı'nda Hürriyet'e 1 euro verip alabilecek kadar, yakın olmak isteneceğini

13- Hollanda'nın suyun üzerinde yüzen bir ülke olduğunu

14- Hollanda'da bırakın dağı tepeyi, yığılmış çimento harcı bile görmenin mümkün olmadığını

15- Trenle yolculuk yapmanın çok hoş bir deneyim olduğunun hatırlanması gerektiğini

16- Hollanda'da insanların bu popomu büyük gösterdi, buradan da göbeğim çıktı demeden çoook acayip şeyleri giyebildiklerini

17- Amsterdam'daki her evde yaşanmak istenebileceğini

18- Gülci'nin çok iyi bir ev sahibesi olduğunu

19- Olası bir kıyamet durumunda ilk gidecek yerin Amsterdam olduğunu

20- Bir şehri/mekanı güzel yapanın içindeki insanlar olduğunu

21- Vatanın aslında belki de doğduğun yer olduğunu

22- Derya'nın harika bir yol arkadaşı olduğunu

23- Berfu'nun çok ama çok özlendiğini...


Fırk...

Avrupa'yla Kazan Kepçe İlişkisi- Episode II: Rotterdam-Amsterdam

Nerede kalmıştık? Hah! Belediye otobüsünden bozma uçak. Evet, Transavia (bana Transilvanya'yı çağrıştırdığı için hoşuma gitmişti aslında :)) Havayolları uçağının kanadının artık patchworke dönmüş lehimlerine baka baka, ön koltukta oturan 3 tane zibidi ergenin debelenmelerine ve uçak iniş ve kalkış halindeyken fotoğraf çekmelerine sinirlene sinirlene, yan tarafta oturan yaklaşık 10 kişilik ergen/tikky/İtalyan/kız grubunun kikirdemelerini ve ekranda Friends dizisinin fragmanını görür görmez hep bir ağızdan "Fireeeeeeeeeennnnndddsssss" demelerini dinleye dinleye ve kaptan pilotun "inişe geçiyoruz" dedikten 10 dakika sonra "Öhm, dizinizi yarıda kestiğim için kusura bakmayın ama ben videoyu kapatmayı unutmuşum hihihi" diye anons yapmasına şaşıra şaşıra Amsterdan Schipol Havalimanına sağ salim indik. Valizleri beklerken ben de bizi karşılayacak olan Sarı Tavıım Berfu'yu aranmaya başladım. Baktım sarı bir şey zıp zıp zıplıyor camekanın arkasından. Hah dedim bu kesin Berf, ama değilmiş. Niye niye düşünürken hemen idrak ettim ki orada herkes sarı! Valizleri alıp dışarı çıktığımızda gördük ki; Berf her zamanki delişmenliği ve ağır çantasıyla bizi (ama önce beni:)) kucaklamak için ön saflarda yerini almış. Duygu yüklü vuslattan sonra biletlerimizi önceden almış ve tren saatini ayarlamış olan Berfu ile birlikte düştük Rotterdam yollarına. 1 saatlik yolculuktan sonra Rotterdam'da Gülci karşıladı bizi, ve kendisinin evine doğru yollandık. Ancak evi gördüğümüzde evin tam anlamıyla bir ev olmadığı, daha çok Hollywood filmlerinde kadın ve erkeğin piyano başında şampanya yudumladıkları New York manzaralı bir "daire" niteliğinde bir yapı olduğu kanaatimiz oluştu. Aşağıda fotoğraflarını gördüğünüz kanal gören evinden şu veya bu sebeple yakınan Gülci'yi esefle kınadık.
















Akşam aldı Gülci bizi, evinin hemen yakınındaki yemek salonuna götürdü. Zaten Berlin'den bu yana insan gibi yemek yiyememiş olan bizler yemeğe adeta saldırdık. Adamlar 3 tabak sos getirip götürdüler. Muhtemelen de arkamızdan "O nasıl bir yemek yemek, vay didim" diyerek dedikodumuzu yaptılar. Hiç mühim değil, biz pek mutluyduk. Tesadüfen o akşam Rotterdam'da zenci festivali varmış (bizim isim konusundaki duyumuz bu yönde, diğer taraftan adının "Negro Festival" olmadığını umuyorum). Biz de aldık soluğu şehir merkezinde. Aman efendim bir curcuna, bir kalabalık. Kocaman bir sahne kurmuşlar, üzerinde arkadaşlarımız samba, rumba, salsa, tamba tumba esmer bomba, ne bulurlarsa çalıyorlar. Etrafta yemek satan tezgahlar. Adeta bizim bahar şenliği ortamı. Pek tabii ki, tek tüketilen şey alkol ve sigara değil. İşte tam o saatlerde, ben anladım ki; 3-5 kişilik bir grup her biri 5'er taneden toplam 15 ila 25 adet -Umut'un deyimiyle- "üflemedilerse" ben bu meretin kokusunu almıyorum mirim. Vallaha da almıyorum billaha da almıyorum. Ki burnumun keskinliğiyle övünen bir insandım. Bünye nasıl reddediyorsa artık. Buralarda belli bir vakit geçirmek, insanların temiz bir fotoğrafını çekmek için yeterli oldu. Açıkçası hayatımda hiç bu kadar enteresan giyinen ve bu kadar yarı çıplak insanı bir arada görmemiştim. Bu arada yol üzerinde küp şeklinde evler gördük. Yani evler bildiğimiz küp şeklinde yamuk duruyor. anlatılmaz yaşanır, misal Gülci girmiş birinin içine, yamuk değilmiş ama tuhafmış. Vay be! Buradan kanal boyunda, sayfiye kasabasındaki çay bahçesini andıran sevimli mekanlardan birine oturduk. E, artık bir zahmet, oradan da kalkıp eve geldik; yatıp uyuduk.
















Sabah uyanıp da aynı kanepeyi paylaştığımız Derya'nın üstünde yorganın esamesinin okunmadığını gördüğümde içim sızladı. Zira yine kendimi yorganla mumyalayıp yanımdakine bir milimetrekare bile bırakmamıştım. İyi ki üşütmemiş sevgili arkadaşım...Kalktık ve kahvaltı ettik. Bakın dikkat edin kahvaltı ettik diyorum, Nutella'lı ekmek yedik demiyorum. Hatta çay bile demleyip içtik insan gibi. Ve vurduk kendimizi Amsterdam yollarına. O nasıl bir sıcaktı yahu. Eğer bu noktada yurda geri dönmüş olsaydık, anlattıklarımız ve fotoğraflarımı nedeniyle insanlar Hollanda'ya değil Cape Town'a gittiğimizi düşünebilirlerdi. Bol sıcak ve siyah insan. Ancak günün ilerleyen saatlerinde eser miktarda yağmur ve sarı insan gördüğümüzden tutarsızlık ihtimali de ortadan kalkmış oldu. Amsterdam'da Dam Meydanı'nı ve adım başı karşımıza çıkan tarihi binaları geçtikten sonra Rembrant Meydanı'na ulaştık. Burada Rembrant arkadaşımızın "Nightwatch" isimli tablosunun üç boyuta çıkarılmış, bir nevi heykelleştirilmiş, biçimi önünde soluklandık. Çünkü bir sonraki durağımız olan Rijkmuseum'ı arıyorduk. Sonunda bulduk, koşarak girdik içeri ( Neden koşarak? Çünkü müzeler genel olarak 6'da kapanıyordu ve bizim daha gezecek Van Gogh'umuz vardı.). Bu müzede saray takımının ya da bilemediniz üst tabakanın sahip olduğu eşyalar, gümüşler, tablolar, vb bulunuyordu. Berfu'nun da kendi blogunda bahsettiği gibi en çok dikkatimizi çeken, karşısında ağzımızın suyunu zor toparladığımız bebek evleri oldu. Yapanlar nasıl yaptıysa, nasıl bir işçilikse, nasıl bir sebatsa, ne tür ayrıntılara dikkat edildiğini görseniz aklınız şaşar. Yine Berfu'nun da dediği gibi buna bırak Amsterdam'da bir evi, han hamam feda olsun. Öyle bir şey...

Burdan çıktık, yine koşarak, Van Gogh'u görmeye geçtik. Başlarda oldukça hevesli bir biçimde gezip tüm tablo kenarı yazılarını okurken, 3. kata geldiğimizde Derya'nın spor ayakkabısının tabanı ayrılmış, benim ise Dikkat Eksikliği'm rekor düzeye ulaşmış bir biçimde oradaki koltuklardan birine yığılmıştık. Şu an fark ediyorum ki, o an bir Stendhal Sendromu'nun kıyısından dönmüşüz. Allah korumuş. Kendimizi müznin kapanmasına 15 dakika kala dışarı attığımızda artık gerçekten sıkıntıya gark olmuş dinlenmek istiyorduk. Bir yemek ve kahve faslından sonra artık bir kez hızını alan bizler yine oturamayıp kanal turu da kanal turu diye tutturduk. Hemmmencecik bir kanal turu bulundu, Berfu çok yakın bir zaman önce yaptığı için katılmadı, bizler de kendimizi kanalın serin sularına bıraktık. Fotoğraflarını çekmeye cigabaytlar dayanmayacak evleriyle, suyun üzerine küçük çapta bir motoru andıran ve ağzımızı açık bırakan " gemi evleri" yle, her bir tarafı yok aslan başı yok ejderha kuyruğyla bezeli kanal duvarları ve köprüleriyle, gerçekten olağanüstü bir geziydi. Hatta Derya böyle bir romantikleşti, Aykut'u andı. Aşağıda kendisinin bu anında çekilmiş bir fotoğrafını bulabilirsiniz.





Son ve de en son durağımız ise, Berfu'nun dolanırken tesadüfen bulduğu, ancak sonra yine yolunu bulabilmek için bir kaç kişiye sormak durumunda kaldığımız "Kırmızı Fener Mahallesi" yani Red Light District idi. Burayı görmeden olmazdı değil mi? Değil! O nasıl yer ya öyle...Hesaplanıp da çizilmiş gibi duran vücutlara sahip kadınlar, sadece göğüs uçları ve cinsel organları kapalı vaziyette, Altın Satır Mahalle Kasabı'nın vitrininde duran, kancalara asılmış koyunlar gibi, "red light" ların altında kendilerini sergiliyorlar. Ben utancımdan bakamadım kadınlara, çünkü hiç, bir kadını o kadar çıplak görmemiştim. Aslında neden o kadar utandım bilmiyorum. Belki bana bu kadar benzeyen bir mahlukatı bu kadar "namahrem" gördüğüm için utandım. Sadece bu da değil. Bir çeşit "tiyatro" olduğunu düşündüğüm kapıların önünde kadınlar ve erkekler "couple show" izlemek için bekliyorlar. Bu "couple show" un içeriği ve niteliği de hayalgücümüzün ve aile terbiyemizin sınırlarıyla yüksek korelasyon gösterir elbette.

Böyle pek bir muhafazakar göründüm kendime evvela. Ama sonra bu durumun kültür, sınır, din, ırk vb. den bağımsız bir durum olduğuna kanaat getirdim. Olur ama bu kadar da olmaz hocam. Mahremiyetin sınırları değişkenlik gösterebilir, ama sınırları vardır!

Oradaki kadınlara "Roxanne" isimli şarkıyı gönderiyorum buradan :(


Akşam eve dönerken artık tam manasıyla bitmiş, adeta, duracell reklamında duracell ayıcıkları karşısında fazla dayanamayan diğer pil ayıcıkları gibi olmuştuk. Ertesi gün kalkıp artık son dakika gezinmeleri ve kalkış için havaalanına yolculuk amacıyla yine Amsterdam'a giderken trende benim posterden, tez konusundan, tez konusu için diyanet işleri başkanlığına attığım mailden zindik.com isimi bir site açma fikrine giden geyik zinciri az kalsın gülerken boğulmamıza neden olacakken, yan tarafta oturup 1 saniye bile susmadan hayatını anlatan model kızcağız ve karşısındaki kimci ve neci olduğunu anlayamadığımız adamcağız bile bir dakikalığına dönüp baktılar. Amsterdam'da her türlü cinsel obje ve oyuncağın da bulunduğu "hediyelik eşya dükkanlarını" depar atarak gezip Gülci ve Berfu'yla vedalaşıp uçağımıza yetiştik.










Düşünüyorum da; böyle bir gezmek olamaz açık konuşayım...Hala kendimde değilim.

Salı, Temmuz 29

Avrupa'yla Kazan Kepçe İlişkisi-Episode I: Berlin

Aslında macera çoook çok evvelinde başladı. Ancak ben burada sadece gezi kısmını anlatırım;zira sahifeler yetmez…O yüzden kemerlerimizi bağlayalım: Aslı and Derya are on board :)

Efendim, sabah 8.40 uçağına atladığımız gibi yaklaşık iki buçuk saat sonra kendimizi Berlin Tegel havalimanında bulduk. Elimizi kolumuz sallayarak geldiğimiz nokta pasaport kontrol noktası oldu ki bizi orada iki tane sarı, sarı oldukları kadar musibet iki polizei bekliyordu. Vizelere baktıktan sonra dönüş biletiniz nerede, davet mektubunuz nerede, otel rezervasyonunuz nerede gibi sorular yönelttikler ve Derya’yla aval aval birbirimize baktık. Tabii Derya benden daha organize bir insan olduğundan çat diye çıkarıp davet mektubu ve otel rezervasyonunu gösterdi, ben avallığa devam ettim. En sonunda bir de cebimizdeki parayı soran memurdan bozma arkadaşlarımızdan Derya’nın tarafında olan bana parmağını sallayarak “Baaah, bu seferlik alıyorum, ama bir dahaki sefere gözünün yaşına bakmam söyleyiveriyim” diyerek saldı bizi. Sonrasında Ninja Kaplumbağa kabuğu biçimindeki çantaları kapıp, Derya’nın, Resimli Berlin Ansiklopedisi (RBA) biçimindeki kitabından öğrendiğimiz üzere, x9 numaralı otobüse ve oradan da s-bahn isimli metro ağına binerek otele ulaştık. 1 saatlik uykudan sonra RBA’mız elimizde, vurduk kendimizi Messe bölgesindeki KantStrasse sokaklarına. “Bak buradan dönünce oraya çıkıyoruz” diye diye toplamda kesintisiz 3.5 saat yürüyerek kendimizi kaybettik. Bu esnada önümüze çıkan bilimum kilise, tiyatro binası ve tarihi ve turistik binaları da neredeyse tek tek keşfettik. Bu arada ben neredeyse her bölgede en az bir noktayı sonrasında pek çok özleyeceğim güzel ülkeme benzettikçe Derya'ya fenalık geldi. "Oğlum, burası aynı bizim Karadeniz" ya da "Aa, Haydarpaşa be burası" gibi. Gezimizi bizim Berlin’in Bağdat Caddesi diye tarif ettiğimiz ve Berlin’lilerin Ku’dam dediği bölgeyi de tavaf ederek sonlandırdığımızda ben belimi Derya da ayak tabanını Savignyplatz civarında bırakmıştık. Sızarak uyuduk.
















Ertesi gün, bundan sonraki maceralarımızda bize eşlik edecek Pınar, Yeliz ve diğer Pınar arkadaşlarımızla buluşup kendimizi müzeler adası olarak nitelendirilen alanda bulduk. Burada arka arkaya 3 müze gezince sanat zehirlenmesine gark olduk. Bunun üzerine bir de adamların yarısını Türkiye’den yarısını Suriye, Irak ve İran’dan yürüttükleri “Pergamon Museum” (tanıdık geliyor değil mii?) ı gezince zehirlenmeye sıkıntı ve sinir eklendi. Adamların koca sunağı, Halep kapsını, vb. gasp edip bir de üzerine Myth and Truth isimli bir bienal yapmaları kendilerine keserle saldırma ihtiyacı oluşturdu yorgun bünyelerimizde. Neyse ki, Berlin’de yiyip yiyebileceğimiz en iyi yemeklerden birine soluksuz atladığımız İtalyan restoranı vardı da kendimizi karbonhidrata verdik. Sonra odaya geldik ve yine sızdık.






















Oldu mu sana pazartesi…Artık dedik, aynı ekip, bir Zoologchisher Gartena (böyle yazılmıyordu galiba), yani hayvanat bahçesine gidelim. Buraya girmemizle kendimizi adeta bir çeşit safaride bulmamız aynı zamana rastlar. Bu arada girerken görevli insan bize dedi ki “Akvaryum için bilet kesmiyorum, hayatta gezemezsiniz, zira kapanmamıza 3.5 saat var”. Biz de mevzuyu anlamayarak “Hayırlara çıkar inşallah” deyip içeri daldık. Aman yarebbim! O delişmen filler, aslanlar kaplanlar, maymunlar, Almanca yazdığı için ne olduğunu anlayamadığımız bilimum mahlukat. Bir çoğunu alıp eve getirme isteği uyandırdı deli gönülde. Ama dikkatinizi çekerim bir çoğunu dedim; hepsini demedim. Sonra gel dolaş git dolaş akvaryum bölgesine geldik. İçeri girince kapıdaki kadın “Bilet kesemem size, 1 saat var gezmeniz için, hayatta kesmem” dedi. Biz de bir daha gelemeyeceğimiz bildirerek ısrar ettik. Bunun üzerine de kadıncağız bize çocuk bileti kesti, sonsuz adalet duygusuyla. Daldık ortama. 50 dakika sonra turu tamamlayıp aşağı indiğimizde yüzümüzde Türklere özgü bir gülümseme vardı. Heyt bee! Ancak bu hızlı tur içinde denizatlarını kaçırmış olmam, sonraki günler boyunca kızların başının etini yememe sebebiyet verdi. Neyse, o gün de o biçimde sonlandı diyelim.




















Bir sonraki durağımız Berlin Duvarı bölgesi ve Check Point Charlie idi. Buralarda çekilmiş çilelerin fotoğraflandığı müzeyi gezmek Almanya’daki en enteresan şeylerden biriydi diyebilirim, zor durumlar insanları nasıl yaratıcılıklara sürüklüyor, hayrete düştüm. Tabi bu noktada en çok aklımızda yer eden zamanın Doğu ve Batı Berlin’ini ayıran geçiş noktasında eşek kadar yazan “You are leaving the American Sector” yazısı ile bezenmiş kupalar, kartpostallar ve bu adamların bir savaşın getirdiği dayanılmaz acılardan sağladığı kardı. Ee, çalan çırpan adamdan da başka bir şey beklemiyorsun tabi. Bu durumun bünyemizde yarattığı sıkıntıdan kurtulmak amacıyla bir de Türk Mahallesi’nde turlayalım dedik. Bir de ne görelim, saat 9’dan sonra kabuğuna çekilen şehir değil burası, almış coşkuyu. Barlarda kahkaha atan insanlar. Olacak iş değil. Biz de aldık coşkuyu, oturduk bir bara. Meğer adamlar Türk’müş (aman pek tuhaf!). Derya ve Pınar Happy Hour’dan faydalanarak 2 kokteyl istediler. O an onların bittiği andı. Rengarenk kokteyllerin önce dış görünüşüne, sonra üzerindeki meyvelere, en son da tadına hasta olan arkadaşlarımız birden çarpıldı ve pek bir sevimli oldular. Paylaşılan sarhoşluk mudur nedir, biz de bira içen diğer 3 insan, bu duruma ortak olup vara yoğa nihuhaahaha diye kahkahalar atmaya başladık. O kadar ki yan masadakiler homurdanmaya başladı. Alışık değil tabii adamlar. Böyle böyle otele attık kendimizi.









Bundan sonraki günler Derya’yla artık isyan edip otelde kahvaltı edemediğimiz günlerdir. Peynirler o kadar yağlı, su o kadar kötü ve koku o kadar ağırdı ki, karşımızda bulunan marketten aldığımız Nutella’yı ekmeğe sürüp yemeyi tercih ettik. Gittiğimiz son yer ise, bir televizyon alıcısı (ya da vericisi, bilemiyorum) olup 365 metre yüksekliği ile tepesinde Berlin’in krokisini çizme isteği uyandıran bir kule(?) idi. Buranın en önemli özelliği ise kulenin şeklinden dolayı Pınar’ın “fallik obje” yakıştırması ve adının fallik obje kalması oldu. Cümle içinde kullanıldığında biraz tuhaf olmakla birlikte (Ör: Bugün fallik objeye çıktım) herkes bu adı benimsedi, ve koca televizyon vericisi (ya da alıcısı, bilemiyorum :)) nin adı “fallik obje” olarak hafızalara kazındı. Oraya gittik, dönen restorana çıktık, yarım saatte bir tam tur atarak denge zorlukları eşliğinde biralarımız içtik. Aşağı indik, bu delice Berlin turu için birbirimize teşekkür ettik. Ertesi günkü belediye otobüsünden bozma Amsterdam uçağını yakalayabilmek umuduyla yorgun ama mutlu bir biçimde, henüz batmış güneş ardından o bildik şarkıyı mırıldandık: i'm a lonesome cowboy and a long way from home…

Yok yok şaka, mırıldanmadık.
Yalnız mıyız ki yahu :p

P.S. Amsterdam notları, birazdan…