öz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
öz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster


Zaten SİYAD'ın sitesinde verilen yıldızlara bakıldığında görülen durum, ödüllerede yansımış. (Hayat Var 3.48, Vavien 3.00) Reha Erdem'in 'Hayat Var'ı en iyi film ve en iyi yönetmen dahil 4 ödül kazandı. Diğer dallarda da genel olarak beklenen isimler kazandı ödülleri. Kişisel olarak beklenenler olmayabilir ama kazandığı için şaşırılacak isimler değil hiçbiri. Vavien benim gözümde her şeyi güzel olan ama bir türlü çok sevemediğim, en iyi olamayan filmlerden birisiydi. Ödüllerden SİYAD üyelerinin de benim gibi düşünmüş olduklarını söyleyebilirim. Ödül tahminlerimden de altı tanesini de bilmişim. Ödüllerin tamamı şöyle:

42. SİYAD ÖDÜLLERİ
EN İYİ FİLM
HAYAT VAR (Yapımcı: Ömer ATAY)
EN İYİ YÖNETİM
Reha ERDEM (Hayat VAR)
CAHİDE SONKU EN İYİ KADIN OYUNCU PERFORMANSI
Binnur KAYA (Vavien)
EN İYİ ERKEK OYUNCU PERFORMANSI
Nadir SARIBACAK (Uzak İhtimal)
EN İYİ YARDIMCI KADIN OYUNCU PERFORMANSI
Büşra PEKİN (Neşeli Hayat)
EN İYİ YARDIMCI ERKEK OYUNCU PERFORMANSI
Settar Tanrıöğen (Vavien)
MAHMUT TALİ ÖNGÖREN EN İYİ SENARYO
Engin GÜNAYDIN (Vavien)
EN İYİ GÖRÜNTÜ YÖNETİMİ
Florent HERRY (Hayat Var)
EN İYİ MÜZİK
Atilla ÖZDEMİROĞLU (Vavien)
EN İYİ KURGU
Reha ERDEM (Hayat Var)
EN İYİ SANAT YÖNETİMİ
Elif TAŞÇIOĞLU (Vavien)
EN İYİ BELGESEL
5 NO’LU CEZAEVİ (Yönetmen: Çayan DEMİREL)
EN İYİ KISA FİLM
CENNETTE DE ÖLÜM VAR (Yönetmen: Savaş BAYKAL)
AHMET ULUÇAY UMUT ÖDÜLÜ
Melih SELÇUK
ONUR ÖDÜLLERİ
Sezer SEZİN
Süleyman TURAN
Vedat TÜRKALİ
TUNCAN OKAN EMEK ÖDÜLÜ
Atilla DORSAY
EN İYİ YABANCI FİLM
AÇLIK-HUNGER (Yönetmen: Steve McQUEEN; İthalatçı: KUZEY FİLM)

42. SİYAD Ödülleri bu yıl 31 Ocak akşamı sahiplerini bulacak. Bu senenin adaylıklarına bakıldığında, Vavien 11 adaylıkla göze çarpıyor. Salkım Hanımın Taneleri'nden sonra 11 kategorinin hepsine aday olan tek film oldu. Vavien'i 8 adaylıkla Reha Erdem'in Hayat Var'ı takip ediyor. Hayat Var'da başrol erkek ve önemli yardımcı kadın oyuncu bulunmadığını düşünürsek adaylık bazında Vavien ile aralarında pek fark kalmamış gibi gözüküyor, en azından benim için öyle. Diğer en iyi film adayları ise İki Dil Bir Bavul, Pandora'nın Kutusu ve Süt.


Bütün adaylıklar şöyle;

En iyi film:
Hayat Var, İki Dil Bir Bavul, Pandora’nın Kutusu, Süt, Vavien

En iyi yönetim: Reha Erdem (Hayat Var), Semih Kaplanoğlu (Süt), Yağmur-Durul Taylan (Vavien), Yeşim Ustaoğlu (Pandora’nın Kutusu), Derviş Zaim (Nokta)

Senaryo: Reha Erdem (Hayat Var), Yılmaz Erdoğan (Neşeli Hayat), Engin Günaydın (Vavien), İnan Temelkuran (Bornova Bornova), Yeşim Ustaoğlu, Sema Kaygusuz (Pandora’nın Kutusu)

Kadın oyuncu: Nesrin Cavadzade (Dilber’in Sekiz Günü), Tsilla Chelton (Pandora’nın Kutusu), Elit İşcan (Hayat Var), Binnur Kaya (Vavien), Nergis Öztürk (Kıskanmak)

Erkek oyuncu: Erdem Akakçe (Karanlıktakiler), Öner Erkan (Bornova Bornova), Mert Fırat (Başka Dilde Aşk), Engin Günaydın (Vavien), Nadir Sarıbacak (Uzak İhtimal)

Yardımcı kadın: Derya Alabora (Pandora’nın Kutusu), Övül Avkıran (Pandora’nın Kutusu), Büşra Pekin (Neşeli Hayat), Damla Sönmez (Bornova Bornova), Serra Yılmaz (Vavien)

Yardımcı erkek: Erdal Beşikçioğlu (Hayat Var), Kadir Çermik (Bornova Bornova), Settar Tanrıöğen (Vavien), Mustafa Uzunyılmaz (Mommo: Kız Kardeşim), Onur Ünsal (Pandora’nın Kutusu)

Görüntü yönetimi: Özgür Eken (Süt), Florent Herry (Hayat Var), Levent Semerci, Vedat Özdemir (Nefes), Gökhan Tiryaki (Vavien), Ercan Yılmaz (Nokta)

Müzik: Mazlum Çimen (Nokta), Fairuz Derin Bulut (Acı Aşk), Reşit Gözdamla (Hayatın Tuzu), Erkan Oğur (Mommo: Kız Kardeşim), Attila Özdemiroğlu (Vavien)

Kurgu: Reha Erdem (Hayat Var), Orhan Eskiköy, Thomas Balkenhol (İki Dil Bir Bavul), Bora Gökşingöl (Vavien), Çiçek Kahraman (Gölgesizler), Levent Semerci, Erkan Erdem (Nefes)

Sanat yönetimi: Eren Akay (7 Kocalı Hürmüz), Ömer Atay (Hayat Var), Nilüfer Çamur Giritlioğlu (Kıskanmak), Naz Erayda (11’e 10 Kala), Elif Taşçıoğlu (Vavien)

En iyi belgesel: 5 No’lu Cezaevi, Ölüm Elbisesi: Kumalık, Şairin Ölümü, 100 Bin Kişiydiler, Ziyaretçiler

En iyi kısa film: Cennette de Ölüm Var, 2932, Köy, Üçte Bir, Yazlık



Tahmin yapacak olursam.

En iyi film: Hayat Var
En iyi yönetim: Reha Erdem (Hayat Var)
Senaryo: Yeşim Ustaoğlu, Sema Kaygusuz (Pandora’nın Kutusu)
Kadın Oyuncu : Binnur Kaya (Vavien) / Elit İşcan (Hayat Var)
Erkek Oyuncu: Öner Erkan (Bornova Bornova)
Yardımcı Kadın: Derya Alabora (Pandora’nın Kutusu)
Yardımcı Erkek: Onur Ünsal (Pandora’nın Kutusu)
Görüntü Yönetimi: Florent Herry (Hayat Var)
Müzik: Adayların çoğunu izlemedim
Kurgu: Reha Erdem (Hayat Var)
Sanat Yönetimi: Elif Taşçıoğlu (Vavien)



12. si düzenlenmesine rağmen, benim ilk kez katıldığım bir organizasyondu Sinema - Tarih Buluşması. Daha önce hiç filmini izlemediğim ülkelerden film izleme şansını vermesi ve biletlerin 4 Tl olması 11-17 Aralık tarihlerinde Alkazar sinemasında olmama sebep oldu. Darbaraye Elly / About Elly, El Secreto De Sus Ojos / The Secret in Their Eyes, Original, De Laatste Dagen Van Emma Blank / The Last Days Of Emma Blank, Daniel & Ana gibi bazı istediğim filmleri izleyemedim ama yinede güzel geçti benim için.


Francis Ford Coppola'nın son filmi olan Tetro, festivalin en beklenen filmlerinden biriydi herhalde. Benim girmem gereken bir dersimin iptal olması sonucu, kendimi filme girerken buldum. Açılışındaki ışık oyunları ile iyi bir film olduğuna dair sinyalleri veriyor ve oluyorda. Küçük kardeş Bennie 'nin uzun zamandır görmediği abisini aramaya gitmesi ve tekrar bir aile olma çabasını anlatıyor film. Vincent Gallo, Maribel Verdu ve Alden Ehrenreich başrolleri oluşturuyorlar. Vincent Gallo haricinde oyunculuklar harika diyebilirim ama Vincent Gallo karaktere tam uymamış gibi geldi bana. Her türlü duyguyu içinde barındırıyor film ve teker teker yaşatıyor size bu duyguları. Gölgeler ve aynalarla yapılan oyunlarda filme ayrı bir renk katmış. Siyah-Beyazın yakıştığı nadir filmlerden biri benim için.

Phantomschmerz / Phantom Pain konusu, yönetmeni veya oyuncuları açısından benim için pek bir önem ifade etmiyordu ama Alman filmi olması, benim gibi almanca öğrenen biri için filmi kesin gidilecekler listesine ekleyiverdi. Phantomschmerz, bacak kesilmesi gibi durumlarda, hastanın ameliyattan sonra rüyalarında bacağı kesilir gibi duyduğu acılar için kullanılan bir terim. Türkçeye Acının Hayaleti olarak çevrilmiş. Til Schweiger, Jana Pallaske, Stipe Erceg gibi oyuncuları barındıran film, Matthias Emcke'nin ilk uzun metraj denemesi. Hayatı zaten yeterince dağınık olan bisikletçi Mark'ın, uğradığı bir vur-kaç yüzünden sol bacağını kaybetmesinin ardından tekrar hayata tutunmaya çalışmasını anlatıyor film. Aşırı derecede dağınık ilerliyor film. Senaryo sanki defalarca farklı şekilde yazılıp sonradan her birinin iyi yanları alınmış gibi duruyor. Sıra sıra dizilmiş olayları izliyoruz sadece. Oyunculuklar diğer unsurlara göre gayet başarılı ama olağanüstü denilecek bir tarafları yok malesef. Filmin en büyük artısı ise açılışı Sia - Breathe Me ile yapması. Kısacası benim açımdan eğitici ama hafif sıkıcı bir deneyim oldu.

Robert Glinski'nin yönetmenliğini yaptığı Swinki / Piggies, festivalin en iyilerinden biriydi bana kalırsa. Polonya'nın Almanya sınırındaki bir kasabasındaki gençlerin komşularının özendikleri hayatlarını yaşamak için aradıkları çıkış yolları ve bu arayışta düştükleri durumları anlatıyor film. Başrol oyuncusu Filip Garbacz'ın olağanüstü performansı sayesinde film bir üst seviyeye çıkıyor. Klasik bir küçük kasabadan kurtulmaya çalışan gençlerin hikayesi olmuyor film, senaryo ve yönetmeninde başarısıyla. Her ne kadar güzel olsa da, bahsettiği konularda biraz daha derine inmeyi başarsa çok daha etkileyici olmayı başarabilecek aslında. Sahne devamlılığı konusunda ise biraz sorunu varmış gibi geldi ama çekilen sahnelerin zorluğu ve başrolünün yaşı göz önüne alınınca, olur o kadar denilebilir. Sonuçta izlenmeyi hak eden bir yapım çıkarmış ortaya yönetmen. Başrolü Filip garbacz ise hem Karlovy Vary'den hem de Polonya F. F.'den ödül almış.


Beğendiğim filmlerden bir diğeride Demain dès l'aube / Tomorrow at Dawn oldu. Yönetmeni Denis Dercourt'un bir önceki filmini de izlemiş, beğenmiştim. İkisi arasında tarz olarak pek bi' farklılık yok ama güzel bir film ortaya koymuş yine. Kendisinin de müzisyen olmasından kaynaklı olsa gerek izlediğim her iki filminde de piyanist olan bir ana karakter vardı. Filmin konusunu ilk okuduğumda hayalimde canlandırdığım film bambaşkaydı. Bu kadar teferruatlı bir film beklemiyorum açıkçası. Piyanist Mathieu, annesinin rahatsızlığı nedeniyle hastaneye yattığı süre boyunca kardesi Paul'e göz kulak olmak için, eski evlerine taşınır. Paul de bir süredir devam ettiği Napolyon Dönemindeki savaşları canladırma işini takıntı haline getirmiştir. Onunla aynı kafadan yüzlerce insan, haftasonları buluşup, savaşları yeniden canlandırmaktadırlar. Paul'ün ısrarı üzerine, bu toplantılardan birine Mathieu da katılır ama bilmiyodur ki bu oyundan istediği zaman çıkamayacaktır. Gerilimi sonuna kadar size hissettiren bir film olmuş. Bunda senaryonun başarısından çok iki başrol Vincent Perez ve Jeremie Renier'ın çok çok iyi performanslarının payı var. Yönetmenin müzsiyen olması, müziklere yansımış tabiki. Düellolar ve müziği çok iyi harmanlayıp sunmuş önümüze, izlerken etkilenmemek, havaya girmemek elde değil. Kısacası "Ne insanlar var yahu" düşünceleri eşliğinde izlenen, başarılı bir film olmuş.

İzlediğim ilk Macaristan yapımı film olan Utolsó idök / Lost Times'ı pek beğendiğim söylenemez ama Macar sinemasını merak ettirme açısından başarılı oldu sayılır. Yönetmenin aynı zamanda senarist yani Áron Mátyássy'in sammiyetine bir türlü inanamadım film boyunca. Birkaç filmi bir araya getirmiş gibi geldi bana. Taşrada geçen, ana karakterlerden birinin otistik olduğu, diğerinin ' o kahrolası küçük kasabadan' çıkış yolları aradığı, içinde tecavüz olan ... filmlerin tuttuğunu görüp yapılmış bir film gibi geldi bana her saniyesi. İçinden gelen yerine, tutması mümkün olan bir film yapmak istemiş bence. Filmin müziklerinin çoğunluğunun ( belkide sadece onlar aklımda kaldı, tam bilemiyorum) ingilizce olması filme hiç yakışmamış bence, özelliklede filmin adının verildiği şarkının. Bunların dışında otistik karakteri canlandıran kız biraz aşırıya kaçıyor gibiydi ama diğer oyuncular genç olmalarına rağmen, iyi oynamışlar. Birde ufak bir ayrıntı vericek olursam, filmde kullanılan yolcu otobüsü, şu anda İstanbul'da kullanılan 2 tür kırmızı belediye otobüslerinden biriymiş. Koltuklu haliyle ben pek benzetemedim ama arkadaşım kendinden çok emin konuştu.

İlk uzun metraj filmiyle tanıştığım bir diğer isim Mona Achace oldu. "L'Elégance du Hérrison" adlı kitaptan uyarlanmış Le hérisson / Hedgehog. Kitabını bilemeyeceğim ama filmi çok güzel olmuş. Senaryo üzerinde çok uğraşılmamış ama kötüde olmamış. Karakterler üzerinden giden bir film "Le hérisson". Yönetmenin karakterleri oluşturmadaki ve bir o kadar önemli olan doğru oyuncu seçimindeki başarısı filme çok şey katmış. 12. yaş gününde intihar etmeyi düşünen, büyük akıllı, küçük bedenli Paloma Josse, apartman görevlisi Renée Michel ve apartmanın yeni ev sahibi Kakuro Ozu'nun evdeki yaşamlarını ve birbirleriyle olan ilişkilerini anlatıyor film. Çok sade ve içten karakterler oluşturulmuş. Onları sevmek ve empati kurmak hiç zor olmuyor, böyle olunca filmden alınan zevk kat kat artıyor. Küçük oyuncu Garance Le Guillermic'i ağzınız açık bir şekilde izlememek imkansız. Büyümüşte küçülmüş dediğimiz çocuklardan birini değil (zaten hiç sevmem öyle çocukları) harbiden yetişkin birinin görüşlerine sahip ve o kadar olgun bir karakteri çok başarılı bir şekilde canlandırmış. Diğer performanslarda çok iyi ama Garance Le Guillermic'in gölgesinde kalmaktan kurtulamıyorlar malesef. Kaire Film Festivalinde almadık ödül bırakmamış. Zaten bırakmasın da.


İzlediğim yedi film arasından en beğendiğim ise Flickan / The Girl oldu. Yine ilk filmini çeken bir yönetmen (Fredrik Edfeldt) ve yine çok başarılı. Bu sene ilk filmlerin yılı oldu neredeyse. Aliesi bir yardım programıyla Afrika'ya gidip, 10 yaşından küçük olduğu gerekçesiyle küçük kızı evde halasıyla bırakır. Halasının tanıştığı bir adamla çekip gitmesinin ardından, küçük kız kendi başının çaresine bakar. Bu arada komşuları ve edindiği arkadaşlar sayesinde yetişkinlerin hayatlarını tecrübe eder. Bütün bir filmin yükünü başroldeki kız çok başarılı bir şekilde taşıyor. Bütün olayları onun penceresinden izliyoruz. Bu yaşta bu kadar ağır bir rolün altından çok iyi kalkmış. Film oldukça sade ama bir o kadarda etkileyici. Senaryoda çok iyi yerlere temas edilmiş ve çok güzel ayrıntılar oluşturulmuş. Bu kadar güze film ödülsüzde kalmamış tabiki. Berlin ve Atina'dan ödüllerle dönmüş. Kuzey taraflarının filmlerini sevenler için güzel bir öneri olur.



Roy - O ne?
Alexandria - Yiyecek.
Roy - Nereden buldun?
Alexandria - Kiliseden.
Roy - Sana bağırdım, özür dilerim.Sinirliydim.
Alexandria - Önemli Değil.
Roy - Ruhumu kurtarmaya mı çalışıyorsun?
Alexandria - Hımm
Roy - Ruhumu kurtarmaya mı çalışıyorsun? Beni anlıyor musun?
Alexandria - Ne?
Roy - Ne demek istediğimi anladın mı?
Alexandria - Ne dedin?
Roy - Dedim ki, ruhumu kurtarmaya mı çalışıyorsun? Şunu veriyorsun ya.
Alexandria - Şu dediğin ne?
Roy - Evharist. Bu...
Alexandria - Ne?
Roy - Evharist.Bana verdiğin şey. Bir tür... Ruhunu kurtarıyor.
Alexandria - Sana verdiğim şey, ne?
Roy - Az önce bana verdiğin küçük ekmek parçası.Ruhunu kurtarıyor.
Alexandria - Ne? Ne? Ne?
Roy - Benim için endişeleniyor musun? Ruhunu kurtarır.
Alexandria - Ne?
Roy - "Ruh" ne demek, biliyor musun?
Alexandria - Hayır.
Roy - Güç gibi bir şey.

Başlık için Fırat'a teşekkürler.


Bu sene en merak ettiğim filmlerden birisiydi 'My Sister's Keeper'. Abigail Breslin'i izleyecek olmanın yanında, Cameron Diaz'ın düzgün oynamış olma olasılığı ve konusu beni meraklandıran unsurlardandı. Jodi Picoult'un aynı adlı romanından uyarlanmış film. 'The Notebook'un yönetmeni Nick Cassavetes'in bence başarısız bir deneme olan 'Alpha Dog'tan sonraki ilk filmi. Cameron Diaz ve Abigail Breslin' e ek olarak Jason Patric, Sofia Vassilieva ve Alec Baldwin gibi oyuncular bulunuyor filmde.


Sara ve Brian'ın iki çocukları vardır, Kate ve Jesse. Kate'in küçük yaşta lösemi olduğu anlaşılır ve anne- babası bu konuda ona yardım edememektedirler çünkü uyuşmazlık gösterirler. Doktorlarının bir önerisi üzerine, tam anlamıyla ablası Kate'in donörü olması için Anna'nın yapılması planlanır ve yapılırda. Çok küçük yaşlardan itibaren, çeşitli sebeplerle Anna'nın istediği dışında vucüdu kullanılır, ta ki Anna buna dur diyene kadar. Anna'dan bir böbreğini ablası için vermesi istenir ama Anna bunu kabul etmez. Buna bulunacak sebep çoktur, içki içemeyecek, spor yapamayacak yani yarım olarak kalacaktır eğer böbreğini verirse ama diğer yandan, böbreğini vermezse ablası ölecektir. Anna her şeyi düşünmüş, kararını vermiştir ve bu konuda daha da ileri giderek bir avukatla anlaşır ve tıbbi bağımsızlık için ailesine karşı dava açar.


Filmin daha doğrusu kitabın konusu bana çok ilginç gelmişti. Eğer böbreğini verirsen, bundan böyle istediğin her şeyi yapamayacaksın ama diğer yandan vermezsen kardeşin ölecek. Gerçekten içinden çıkılması zor bir durum. Filmin bu konu üzerine yoğunlaşmış olduğunu düşünerek başladım izlemeye ama ne yazık ki film kendini bu konulardan olabildiğince uzak tutmaya çalışıyor, elini kire bulaştırmadan kurtulmaya çalışıyor. Hasta kızın yaşadıkları öne çıkıyor ve daha ağlak bir hal almaya çalışıyor. Filmin bize hazırladığı son ise çok sıradan. Sonradan birkaç yorum okuyunca, filmdeki sonla, kitaptakinin aynı olmadığını öğrendim ve büyük farkla kitaptaki sonu daha fazla beğendim. Filmin iyi taraflarıda var tabiki. Oyunculuklar açısından başarılı sayılabilir. Abigail Breslin yine çok samimi oynamış, diğer oyuncularda gayet iyiler. Filmde performansını en çok merak ettiğim Cameron Diaz ise geçmişteki performanslarına kıyasla çok iyi oynamış, aralarda yine aşırılıklara kaçmıyor değil ama genelinde başarılı. Müzik kullanımı açısından da gayet başarılı film ama senaryonun eksikiği ve kolaya kaçması yüzünden benim açımdan sıradan bir film olmaktan öteye gidemedi.


Çetin : Neriman teyze. Köpekler bizi içimizde kemik var diye mi ısırıyor?

Neriman : Hayır. İçimizde kalp yok diye ısırıyor.


İlk olarak kasım ayında Reha Erdem üzerine yapılan etkinliğin aralık ayındaki konuğu ise Zeki Demirkubuz. Aralık ayı boyunca Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi'nde Zeki Demirkubuz'un 'İtiraf', 'Bekleme Odası', 'Kader' ve 'Masumiyet' filmlerini izlemek mümkün olacak. Bunların yanında 11 Aralık günü Zeki Demirkubuz, Mehmet Demirhan ve Zahit Atam'ın katılacağı bir söyleşide olacak.

1-3 Aralık / 12-13 Aralık - İtiraf
15-20 Aralık - Bekleme Odası
22-27 Aralık - Kader
29 Aralık - 3 Ocak - Masumiyet

Seanslar 14.00, 16.30 , 19.00
Öğrenci 2.50 Tl, Tam 3.50 Tl


"Shaun of the Dead"ten sonra korku-komedi türündeki ilk zombi filmim oldu 'Zombieland' ve bu tarzdaki filmlerin bende bıraktığı etkiyi korumayı başardı. Yönetmen Ruben Fleischer'in ilk sinema filmi olmasına rağmen kısa bir süre önceye kadar IMDB Top 250 arasında yer alıyordu film ve hala 8.1 gibi yüksek bir puana sahip. Oyuncular arasında Jesse Eisenberg, Woody Harrelson, Emma Stone ve Abigail Breslin gibi isimler var.


Kural 1 : Kondisyon
Kural 2 : Çift Vuruş
Kural 3 : Tuvaletlere Dikkat!
Kural 4 : Emniyet Kemerini Bağla!

Bu 4 kuralın görsel olarak anlatıldığı sahneyle başlıyor film. Colombus'a göre bunlar, eskiden Amerika olan artık 'Zombieland' te hayatta kalmak için uygulamanız gereken en önemli 4 kural. Çünkü burdaki zombiler koşan cinsten ve giderek akıllanıyorlar, ayrıca çift vuruş hem emin olmak için lazım hem de gayet zevkli, emniyet kemeri ise bilindik nedenlerden ötürü. Colombus, oluşturduğu bu kurallar sayesinde zombiye dönüşmemiş birkaç kişiden biri olmayı başarmış ve ailesini bulmak için memleketi 'Colombus'a gidiyor. Yolda artık bir nevi zombi avcısı olmuş 'Tallahassee' ile karşılaşıyor ve beraber yolculuk etmeye başlıyorlar. Zombieland'te bir kişiye bağlanmamak kurallar arasında olduğundan, kahramanlarımızın isimleri doğdukları yerlerden geliyor veya kendileri isimler uyduruyor. Zombi öldürmek Tallahassee için çok kolay olsa da, onunda karşı koyamadığı birkaç şey var ve bunlardan en önemlisi 'Twinkie'. Gezegendeki bütün 'twinkie'lerin birkaç ay içinde bozulacağı gerçeği onu 'twinkie' bulmak konusunda daha da sabırsızlandırıyor. Yolculuk sırasında karşılaşılan bir markette bulunması muhtemel 'twinkie'ler için durulup, araştırmak için içeri giriliyor ama 'twinkie' yerine bir abla-kardeş ile karşılaşıyorlar (Wichita ve Little Rock). İlk olarak pek iyi anlaşamayan bu iki grup, zamanla birbirlerinden hoşlanmaya başlıyorlar ve doğudaki bir yerde zombisiz bir bölge olduğu dedikodusuna inanmak isteyip, yollara düşüyor.


Açılış sahnesi büyük umutlar veriyor izleyiciye ve film bu beklentiyi karşılıyor sonuna kadar. Bir yol filmi Zombieland ve arayışta olan 4 insanın ilişkilerini anlatan bir film. Uzun zamandır başka bir insanla iletişim kuramamış ve hala zombilerin olmadığı yere inanmıyor gibi görünüp ama inanan 4 kişinin filmi bu. Ufakta olsa korkmak amaçlı izlemeyi düşünenlar varsa bence vazgeçsin, çünkü birkaç görüntü dışında (ki bence yukardaki palyaço en korkunç olanı) korkmak çok zor bu filmde. Bilindik bir senaryoya sahip film ama karakterlerini güzel yazmış senaristler. Hepsinin zayıf yönlerini ve ne yapmak istediklerini gösteriyor bize ve bu, filmde yaptıkları bütün hareketlerin daha anlamlı olmasını sağlıyor. Bu karakterleri hayata geçiren oyuncular daha başarılı, o ayrı. Oyuncular arasında Tallahassee rolündeki Woody Harrelson başı çekiyor. Kovboy tarzının bu kadar yakıştığı çok fazla insan yoktur herhalde. Jesse Eisenberg, filmin 'Michael Cera'sı olmayı layığıyla başarıyor. Emma Stone da 'taş hatun' rolünde ne yapması gerekiyorsa yapıyor. Benim oyunculuk anlamında gördüğüm tek eksik Abigail Breslin. 'Little Miss Sunshine'da harikalar yaratırken izlediğimiz için mi bilmiyorum ama burda biraz donuk geldi bana. Birde küçük sürprizi var filmin. Bill Murray kendisi olarak karşımıza çıkıyor kısa bir süreliğine ve gerçekten renk katıyor filme. Bilindik karakterlerle, bilindik bir senaryoyla yola çıkılmasına rağmen güzel hatta çok güzel bir film çıkmış ortaya ama 'Shaun of the Death' olması için 30-35 fırın ekmek daha yemesi gerekecek, şimdilik çıtır çerez niyetine izlenebilir keyifle, o ayrı.

ve işte twinkie


FilmEkimi'nde en çok beklediğim filmdi 'Humpday'. Hiçbir sorun yaşamadan hem de ucuza izleyebilmem yerinde oldu gerçekten. Yönetmeni, senaristi hatta oyuncusu Lynn Shelton'ı tanımazdım ama tanımak için çok büyük bir neden verdi bana bu filmiyle. Önemli üç karakteri Mark Duplass, Joshua Leonard ve Alycia Delmore oluşturuyor. Film Sundance'te büyük ödül için yarışmış ve eve Jüri özel ödülüyle dönmüş. Buradan filmin tarzını çıkarmak zor olmasa gerek.


'Humpday' iki üniversite arkadaşının uzun yıllar sonra tekrar bir araya gelmesini anlatıyor basitçe. Bu arkadaşlardan Ben, evli, düzenli bir işe ve sıradan ama mutlu bir hayata sahiptir. Andrew ise Ben'in tam tersi biçimde, göçebe bir şekilde yaşamaktadır ve bir iş için geldiği Seattle'da gecenin ikisinde eski okul arkadaşı Ben'e uğrayıp, geceyi orda geçirmeye karar verir. Andrew'ın bulduğu Ben, aradığıyla pek örtüşmez, en azından o gece için. Bir sonraki gün Andrew yine kendini göstermiş ve çoktan bir kızla tanışıp, akşamı orda geçirmeye karar vermiştir. Andrew'ı alıp, evde Anna ile birlikte yemek için götürmeye gelen Ben, bir süre sonra ortama alışır ve Anna'yı unutup, akşamı orada Andrew ve yeni tanıştığı 'rahat' insanlarla geçirir. Laf bir şekilde yerel bir gazetenin düzenlediği 'Hump-fest', diğer bir deyişle sanatsal porno festivaline gelince, herkes neler yapıp katılacağını anlatır. Kafaları iyi olan Andrew ve Ben de yeni bir ortamda ezik kalmamak için beraber katılacaklarını söylerler. Daha önce hiç yapılmamış bir şey yapacaklardır. Bu film gayliğin ve pornonun ötesinde olacaktır, çünkü içinde iki arkadaş- heteroseksüel erkek olacaktır. Ben, bu düşüncelerle o akşam bir otel odası bile ayarlar. Ertesi sabah uyanınca ikiside bu işin pek iyi bir fikir olmadığını idrak eder ama hiçbiri çekilmeyi erkekliğine yediremez ve diğerinin çekilmesini bekler. Neden bunu yapamayacaklarına dair nedenler bulurlar karşılıklı olarak ve doğrudur bu nedenler. Özellikle Ben'in eşine bu olayı nasıl anlatacağı büyük bir sorundur. İşte bu noktadan sonra "yapacaklar mı acaba?" sorusunun cevabı üzerine eğiliyor film.


'Mumblecore' denen bir türün çok başarılı bir örneği 'Humpday'. Mumblecore ise çok düşük bütçeyle, doğaçlama senaryolarla, insan ilişkilerini konu alan filmlere verilen ad oluyor. Türünün bütün özelliklerini gösteriyor film. Çekimlerde 2 adet dijital kamera kullanılmış, ki bu size beraber oturup, konuşuyormuşsunuz hissi veriyor. Bu histe sadece kameraların katkısı yok tabi ki. Oyuncuların inanılmaz doğal performanslarının bunda payı olmadığını söylemek haksızlık olur. Senaryonun kısmen oyunculara bırakılmasının meyvelerini çok iyi almış yönetmen. Ortaya harika diyaloglar içeren sahneler çıkmış. Bunca güzel özelliklerine rağmen, eğlenceyi son 25-30 dakikasına taşıyamamış malesef film. İki arkadaş otel odasına girdikleri anda bir duraksama oluyor. Fiziksel komediyi kaldıramıyor sanki film ve sahneler gereksizce uzamaya başlıyor. O garipliği ve rahatsızlığı vermeyi denemiş yönetmen ama bunda pek başarılı olamamış. Daha önce Baghead'in yönetmen koltuğunda gördüğümüz Mark Duplass burada oyuncu olarak çıkıyor karşımıza ve tüm filmi sırtlıyor neredeyse. Diğer başrollerde çok iyi oynuyor belki ama Mark Duplass'ın gölgesinde kalmaktan kurtulamıyorlar bence. Son yarım saatine rağmen, iyi bir film çıkmış orataya. Yönetmeni Lynn Shelton'u ve başrolü Mark Duplass'ı takip edilecekler listemize eklemeye yetiyor en azından.


Bu sene FilmEkimi maceram pek az filmle ve kötü bitmek zorunda kaldı. Bilet aldığım bütün filmlere gidemeyip, gittiklerimden de istediğimi alamadım malesef. FilmEkimi'nde zaten film seçme gibi bir lüksümüz olmadığı için ve bir filmde Monica Bellucci oynuyorsa o filmi izlemek farz olduğundan, gittik izledik bizde. Yönetmenin bundan bir önceki ve aynı zamanda ilk filminin üzerinden 7 yıl geçmiş. Bu zaman diliminde çok fazla şey izlemiş, çok fazla etkilenmiş, kafasında çok şey biriktirmiş olmalı herhalde, ki bu filminin tarzının ne olacağına bir türlü karar verememiş. Marina de Van'ın yönetmenliğini yaptığı bu filmde, Monica Bellucci'ye Sophie Marceau eşlik etmiş.


Jeanne (Sophie Marceau) başarılı bir biyografi yazarıdır. 8 yaşından öncesini hatırlayamaması, onu bu unuttuğu zaman dilimi konusunda çok meraklandırır ve annesinin ona anlattıklarından yola çıkıp çocukluluğunun romanını yazarak bu boşluğu doldurmak ister fakat yayımcısı onu reddedince çözemediği şeyler olmaya başlar. Öncelikle kocasının kamerayla çektiği ev görüntüleri ve kendi gördükleri uyuşmamaya başlar ve çok geçmeden kocası ve çocukları da başka insanlara dönüşmeye başlar. Kocasıyla beraber ona ne olduğunu çözmeye çalışırken, kendisinin de başka birine dönüşmesiyle iyice çileden çıkar, Jeanne(artık Monica Bellucci). Tanımadığı bir şehirde, tanımadığı bir evde, tanımadığı insanlarla yaşamak zorunda kalan Jeanne, bütün bunların cevabını hala başkasına dönüşmemiş annesinde aramaya çalışır. Annesinin evinde şans eseri bulduğu bir resimden yola çıkarak bütün bunların çocukluğunun hatırlayamadığı kısmıyla ilgili olduğunu düşünmeye başlar ve bunu araştırmak için yollara düşer.


Film güzel bir psikolojik gerilim olarak başlıyor aslında ama daha sonra bunu devam ettirmeyip, olayları karmaşıklaştırmayı ve hafif bir kabus havası katmayı deniyor ve böylelikle filmin bütün büyüsünü bozuyor. Bizde bu kadar güzel bir konun bile olsa, yapmak istediğin şeyi bilmediğin zaman ortaya nasıl bir film çıkacağına şahit oluyoruz. Filmdeki birkaç güzel şeyden biri efekt kullanımıydı. Karakterlerin yarı yüzlerinin başka birine dönüştüğü sahnelerde harikalar yaratmışlar. Oyunculara gelirsek, her ne kadar Monica Bellucci'yi çok sevsem de bu rolde Sophie Marceau daha başarılı olmuş sanki. Filmin son yarım saatinde çok fazla aşırı tepkiler veriyor Monica Bellucci, ona kıyasla Sophie Marceau daha tutarlı bir oyunculuk sergiliyor ve bence daha iyi Jeanne oluyor. Son bölümlerde Lynch tarzı şeyler denemeye kalkışıyor yönetmen ama pek başarılı olduğu söylenemez. Zaten çok geçmeden olayları çözmeye başlıyorsunuz yavaş yavaş ve bütün şeyler gereksiz gözüküyor. Belki çok fazla eksiği var benim gözümde ama seyirciyi geren bir hava oluşturmayı çok iyi becermiş, o konuda hakkını yememek lazım. Filmin bütününde bu kadar farklı olmayı denemişken, son sahnede klişelere başvurması olmasa ortalama bir film olabilirdi benim için ama malesef kötü.

Ayrıca hangi kadın Monica Bellucci'ye dönüşmeyi istemez, onu hala anlamadım. Sophie Marceau da kendi halinde güzel belki ama diğer tarafta Monica var.


Öncelikle söylemek istiyorum, sonra yanlış anlaşılma olmasın, filmin adı "Sarıyer, İstanbul " tarzındadır. "Moskova, Belçika'da değil ama" diye düşündüm tabiki en başında ama Belçika'da da varmış. Genth şehirinin bir bölümüne Moskova deniliyormuş ve filmin adının 'Moscow, Belgium' olmasının nedeni de orada çekilmiş olmasıymış. Filmin türü romantik - komedi ama Hollywood tarzı romantik-komedilerden çok farklı, güzel olanlarından bile. Filmin yönetmenliğini Christophe Van Rompaey yapmış, Jean-Claude Van Rijckeghem ve Pat van Beirs ise senaryosunu yazmışlar. Oyuncu kadrosu daha önce pek tanınmamış isimlerden oluşuyor. Barbara Sarafian, Jurgen Delnaet, Anemone Valcke bunlardan birkaç tanesi.


Bir alışveriş merkezi sahnesiyle açılıyor film. Üç çocuk annesi Matty'nin bezgin, her şeyden bıkmış bir surat ifadesiyle, yanında koşuşturan iki çocuğuyla beraber ruhsuz bir şekilde alışveriş yapmasını izliyoruz. Böyle olmasının nedeninin öğretmen olan kocasının 20li yaşlarda bir öğrencisi için onu terkettiği olduğunu öğreniyoruz. Daha da beteri, Matty hala onu seviyor ve geri gelmesini bekliyor, hatta bu yüzden daha boşanmamışlar bile. Kocasının bir başka kadından sıkılıp, kendisine dönmesini bekleyen 41 yaşındaki bir kadın için hayat pek eğlenceli olmasa gerek. Alışveriş bitiriip, malzemeleri arabaya yükledikten sonra eve gitmek için gaza basıyor Matty ama kocaman bir kamyona çarpıyor. Çarptığı kamyonun sahibi Johnny bir hışımla aşağı inip, bağrınmaya başlayınca, Matty aşağı kalmıyor tabi. Bütün hıncını Johnny'den çıkarıyor sanki. Johnny başta sevmediği bu kadına aşık oluyor birdenbire, tartışma sırasında söyledikleri yüzünden. Matty, önceleri ilgilenmiyormuş gibi dursada, bu tatlı adamın bitmek bilmez ilgisine kayıtsız kalamıyor tabiki. Kocasının geri dönmeye çalışmasıyla birlikte işler karışıyor ve işte film Matty'nin yaptığı bu seçimi anlatıyor bize.


Filmi bir müzik aleti olarak tarif etmek gerekirse bu alet ya akordiyon ya da mızıka olur herhalde. Benzerlerinden çok farklı bu film çünkü karekterleri çok sıradan ve çok gerçek. Güzel kadın ve yakışıklı erkek yok bu defa başrolde, onların yerine iki 'kaybeden' var. Tip olarak getirdikleri farklılığın yanında çok da iyi oynuyor bu oyuncular. Özellikle Barbara Sarafian rolünün hakkını tam anlamıyla vermiş. İlk baştaki soğuk ve kuşkucu tavırları ve zamanla değişen kişiliğini çok iyi yansıtmış bizlere. Bence geçen senenin en iyi performanslarından birini koymuş ortaya. 'Johhny' rolündeki Jurgen Delnaet de iyi belki ama şekerliği, oyunculuğunun önüne geçiyor sanki. Oyunculuğundan bahsetmek gereken bir diğer isim ise Anemone Valcke. Kardeşlerin en büyüğü rolünde, gelecek için büyük şeyler vaad ediyor bana kalırsa. Sade ve doğal bir oyunculuğu var, e eli yüzüde düzgün olduğuna göre, sırtı yere gelmez bence artık. Filmi bu kadar güzel yapan en önemli unsur ise senaryosu. Akıllıca yazılmış diyaloglar ve anlatılmak isteneni verebilen karakterler ustalıkla oluşturulmuş. Film Cannes Eleştirmenler Haftasından 3 ödülle dönmüş, onların dışında 11 ödül ve 3 adaylığı daha var. Böyle filmler çok fazla çıkmıyor ne yazık ki, bulunca kaçırmamak lazım. Geçen senenin 'Little Miss Sunshine' ı, izlenmeyi gerçekten çok hakediyor.


Avustralya'dan çıkmış çok fazla film izleme şansım olmadı şimdiye kadar ama küçük bir kısmı bile bu kadar güzelse izlemediklerimin, çok şey kaçırmışım demektir. The Black Balloon, yönetmeni Elissa Down'un ilk uzun metrajlı filmi ama bayaa bir kısa film geçmişi varmış. Senaristliğide Jimmy Jack ile paylaşmış Elissa Down. Başrollerde ise Rhys Wakefield, Luke Ford, Toni Collette ve Gemma Ward gibi isimler var. Katıldığı festivallerden 15 ödül ve 23 adaylıkla dönmüş. Kazandığı en önemli ödül ise Berlin Film Festivalinden aldığı Kristal Ayı ödülü.


Dört kişilik bir aileyi anlatıyor film hatta neredeyse beş. İki erkek kardeş, hamile bir anne ve babadan oluşan 5 kişilik bir aile bu. Ailenin küçük oğlu Thomas(küçük dediğim de film başladığında 15, bittiğinde 16 yaşında) üzerinden anlatılıyor hikaye. Baba asker olduğu için, belirli aralıklarla taşınmak zorunda kalıyorlar ve taşındıkları bu yerde iyi bir başlangıç yapmak istiyor Thomas ama ona göre önünde büyük bir engel var, otistik ağabeyi Charlie. Mümkün olduğunca saklamaya çalışıyor Charlie'yi okuldaki arkadaşlarından ve özellikle de hoşlandığı kız olan Jackie'den. Bu çabaları bir gün Charlie evden kaçıp, şans eseri Jackie'nin evini tuvalet ihtiyacı için kullanmaya karar verdiğinde boşa çıkar. İşler Thomas'ın düşündüğü gibi gitmez, en azından kısmen. Okuldaki arkadaşları konusunda haklı çıkarken, Jackie hakkında yanılır. Annesinin hamileliğinin en son safhada olması ve babasının yoğun işleri yüzünden Charlie'nin bütün yükü Thomas'a kalır ve bu onu iyice bunaltır ama Jackie ona destek olmak için onun yanındadır.


Bu konuyu Çağan Irmak'ın eline verseniz, birkaç paket mendil eşliğinde izlemek zorunda kalırsınız herhalde ama yönetmen Elissa Down, iki otistik kardeşle büyümenin verdiği tecrübeyle olsa gerek çok daha sakin ve gerçekçi yaklaşmış konuya. Komediyi işin içine tam ayarında katmış yönetmen. Charlie için üzüldüğünüz sahnelerden çok daha fazla gülüp, eğlendiğiniz sahneler var. Oyunculuklar ise filmin en başarılı kısmı. Charlie'yi oynayan 'Luke Ford'un İmdb sayfasına girmesem ve biri bana ısrarla onun gerçekten otistik olduğunu söylese, inanabilirdim herhalde. Luke Ford'un yanında Rhys Wakefield ve Gemma Ward biraz sönük kalsalar da, gayet başarılı oynamışlar. Anne rolü için Toni Collette bence zaten biçilmiş kaftan, daha önce "Towelhead"de hamile rolünde izlemiş ve yine çok beğenmiştim. Burda oyunculuğu nedeniyle değilde daha çok filme dikkat çekmek için oynuyor gibi geldi bana, o ayrı. Toni Collette'nin anne rolünde olduğu filmlerin afişlerinde ağırlıklı sarı renk kullanılıyor olsa gerek(bkz. Little Miss Sunshine), ilginç(en azından bana ilginç geldi). Bu oyuncuların iğrenç Avustralya aksanıyla konuşmamaları ise ayrı bir hoş olmuş."The Black Balloon-Siyah Balon" farklılığa dikkat çekmek için konulan bir isim gibi gözüküyor ama daha yaratıcı bir şey bulabilirlerdi herhalde diye demeden edemeyeceğim. Sonuçta ortaya arşivlik bir film çıkmış, bulup izlemek lazım.


-the following is a work of fiction. any resemblance to persons living or dead is purely coincidental.
-especially you jenny beckman.
-bitch

Bu yazılarla açılıyor film ve daha en başından fazlasıyla eğleneceğimizin sinyalini veriyor. Jenny Beckman'dan çok çekmiş yönetmenimiz Marc Webb'in ilk uzun metrajlı filmi olmasına rağmen Imdb Top 250'de şimdilik 196. sırada yer bulmuş kendisine. Romantik-komedi türünü pek sevmeyen ben, filmi ilk olarak görücüye çıktığı ve büyük övgüler aldığı Sundance Film Festivali'nden beridir merak ediyordum, izlemek ancak nasip oldu. Başrollerde Joseph Gordon-Levitt ve Zooey Deschanel var, aşka dair bu hikayede. Türkiye'de "Aşkın 500 günü" adıyla gösterime girdi. Hala isminde 'aşk' kelimesi var diye film izleyen var mıdır bilmiyorum ama çevirenlerin bir bildiği vardır herhalde.

Klasik bir platonik aşk hikayesi gibi gözüksede, benzerlerinden çok farklı bir film. Zaten filmde de denildiği gibi "bu bir aşk hikayesi değil, aşk hakkında bir hikaye"."Kız ve oğlan tanışırlar. Çocuk aşık olur. Kız aşka inanmaz." yazıyor Türkçe afişinde filmin. Filmdeki çocuk, Tom Hansen (Joseph Gordon-Levitt) ilk görüşte aşka inanan ve hala hayallerindeki kızı arayan birisiyken, kız ise tam tersi aşka inanmayan, hafif deli dolu Summer (Zooey Deschanel)'dır. Tom işyerinde Summer'ı gördüğü ilk andan itibaren O'nun aradığı kişi olduğundan emindir ama bunu Summer'a anlatmak biraz zor olur. Bir şekilde Summer'a açılır Tom ama Summer her şeyi en başından söylemiştir, ciddi bir ilişki istemiyordur. Tom her şeyi göze alır ve bu ilişkiye devam eder ama gün gelip Summer ondan ayrılınca hayata küser. Ne yapıp edip Summer'ı geri kazanmaya çalışır.


Filmi izledikten sonra ''ben bu adamı bir yerlerden tanıyorum'' diyerek girdiğim Imdb, beni yanıltmadı ve hatırlamış oldum ki, Joseph Gordon-Levitt 'Brick'te oynayan elemanmış. Bütün duygularını sadece yüzü vasıtasıyla hissettiriyor bu filmde. Yaşlanınca oynayan o bütün kaslar biraz çirkin bir görüntü oluşturabilir belki ama oyunculuk kariyeri açısından çok yararlı oldukları kesin, o ayrı. Film boyunca 'Tom' ile beraber sevinip, beraber üzülüyoruz ve beraber Summer'dan nefret etmeye çalışıyoruz. Summer'dan nefret etmek o kadar kolay olmuyor tabiki. Zooey bütün o şirinliğiyle bakınca mavi mavi, insan unutuyor her şeyi, aynı şey 'Tom' içinde geçerli olsa gerek bir türlü kopamıyor ondan. Film Tom'un Summer'la yaşadığı 500 günü doğrusal olmayan bir şekilde anlatıyor ve bunu gelişigüzel de yapmıyor bana kalırsa. Kurgu açısından çok başarılı film. Bilmemiz ya da görmemiz gereken her şeyi tam zamanında gösteriyor ve ileri ya da geri sarıyor. Oluşturulan karakterlerin hiçbirinin içi boş değil. Herbirinin neye, nasıl tepki vereceğini az çok tahmin edebiliyorsunuz. Oyuncuların karakterleriyle ve birbirleriyle olan uyumları harika. Joseph Gordon-Levitt karakterin hakkını tam anlamıyla vermiş, e zaten Zooey'i bu tarz rollerde görmek onu tanıyanlar için pek yeni değil.


Yakaladığı renkler ve güzel kamera açıları filmi farklı kılan birkaç diğer unsur. Şimdiye kadar anlattıklarımın hepsi önemliydi tabiki ama Marc Webb'in yaptığı bir şey var ki; o, bu filmi benim gözümde özel bir yere koyuyor. Bir sahnede 'Tom'un aklından geçenleri iyice anlatmak için, ekranı ikiye bölüp, yarısında "expectations-beklentiler", diğer yarısında "reality- gerçekler"i göstermesi bence filmin doruk noktasıydı. Filme dair bir diğer güzel nokta ise soundtracki. The Smiths, Regina Spektor hatta Carla Bruni gibi isimler var soundtrackte. Benim en sevdiğim şarkı ise "expectations-reality" kısmında çalan Regina Spektor- Hero oldu. Tekrar tekrar dinlemeden edemiyor insan. Romantik komedilerin en sevdiğim yanı güzel soundtrackleri olmaları zaten.(Bkz. Once, Bkz. Nick & Norah's Infinite Playlist). Filmin sonunu eleştirmeden geçemeyeceğim birde. Sonunu söylemiyorum tabiki ama izleyince bana hak vereceksiniz zaten.