mtat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
mtat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster


Muhtemelen, insan doluluğunun yarattığı yalnızlaşma hissiyatı doğrultusunda kocaman harflerle sorunlar inşa ediliyor. Bunu bariz bir şekilde görmek aşırı zekanın ürünü değil elbet. Bunu yapan insan kafası, başka bir şey değil. Ya samimiyet, neşe, şen olma? Hiç biri yokmuşçasına davranır bazen insan. Ne oldum delisi olma yolunda bunlar da yaşanır, daha doğrusu. Kimi duygusunu yokmuş kabul eder, kimilerini de sevmeye sevmeye gözünün önüne koyar. Daha çok canı yansın, daha çok içerlesin, kahrından öldürsün ister insan. Hem de kendini. Buna dahil yaşamak, mekan kavramını ölesiye tatmak. Zor olanı seçiyorum dercesine kafayı kaldırmak, kolaya kaçtığını eziş büzüş beyninde yankılamak. Mekanları seçerler, ellerindedir biraz diye, zaman aramadan yerleşmeyi ad gibi bellerler ya bir de.

Nereye gider, ne yaparım. Duvarların örüldüğü minnacık evlere nasıl sığarım. İçine koyduklarıma nasıl eşya derim, sabahları uykumu alırım? Bunları düşünmekten yorulur beden. Aidiyetinin sorunları kazıklarıyla beynine doğru hücum ederken, koşmaya başlarsın. Dala, ağaç gövdelerine takılır, tozun toprağın içinde kalırsın. Şanslıysan gözüne toprak kaçmaz o ara. Dizinde aşınma izleriyle doğrulursun, sanırsın vahşi doğa, olmuş sana kaç yıldır tüm insansı dediğin ahmaklığına sahne olmuş odandır, başka bir yer değil. Kocaman kocaman sen lekeleri çıkar. Kimini ciflersin, kimini daha bir parlaklaştırırsın. Aidiyet, alır seni, tutar yakandan getirir eski aitliğine. Bir yenisi başlayana kadar gözünü ateşin parkalığına alıştırır. Göz korkutmasıdır, şeytani varlığın bu yaptığı.

Evim evim. Neresi benim yerim?
-
Rachel Gettin Married, 2008, Jonathan Demme




Stefan Zweig  “Begegnungen mit Menschen, Büchern, Stadten”
(S. Fischer Verlag, 1955, Berlin)

Ahmet Arpad çevirisi ile bilinen ismi “Buluşmalar – insanlar, kentler, kitaplar” (Yordam Kitap).

Zweig, 1881 Viyana doğumlu, ünü günümüze kadar gelen bir romancı, oyun, biyografi deneme yazarı ve gazeteci. Çeşitli, dolu geçen eğitim hayatının ve savaşların ardından Yahudi kökeni yüzünden bulunduğu yerden gitmeye zorlanmış, Avrupa’da çeşitli illerde yaşamıştır. Hayatının hemen her anında kalemi elinden düşmeyen yazar çeşitli türlerde eser vermişse de, ölümsüzlüğü adına gerçekten çalışmıştır.

Yazar sadece kendi mesleğinde ilerlememiş; bugünkü Avrupa’nın düşünsel temellerinde yer alan taşları zaman zaman metinlerden taşırsa da, Salzburg’da yaşadığı süre içinde çeşitli yollarla dönemin aydınlarına ve diplomasisine fikir alışverişlerinde bulunduğu söylenir. Ki, örneğin adı geçen kitapta adım adım izlenen “Avrupa Öğrenciler Arası Eğitim Birliği” ile LL Erasmus programını çok öncesinde anlatırken, İsrail oluşumu sırasında antisemitist ve ya semitist düşünceler eşliğinde fikirlerini çok rahat bir şekilde ortaya koymuştur. Ancak, idareten edindiğim ironisi ise kitabın içinde gerçekleşmektedir:

Zweig, Londra’da 1937 yılında kitabın ön sözünü kaleme aldığında şu cümleleri okurları ile buluşturur: “(…)Bu yazılar, gençliğinde beni yüreklendirmiş olan olayların, mutluluğun, kazancın ve deneyimlerin birikimidir. Onlar, insanlarla, kentlerle, kitaplarla, resimlerle ve müzikle buluşmalardır. Kimi zaman kişiyi coşturan, kimi zaman ise aklını başına getiren anlardır. Belki bazı okurlar bu yazılarda, günümüzde çoğu insan için (ne yazık ki) pek önemli sayılan bir konuyu, politikayı bulamayacaklardır. Eğer kitap bir anlamda bir bütün oluşturabiliyorsa, ancak yaşamım boyunca inandığım her zaman tarafsız kalma ilkem sayesinde mümkün olmuştur bu. (…)”

Politik anlamda, kitapta –hatırladığım ve dikkatimden kaçırmadığım kadarıyla- elbette direk olan söz edilen bir parti, eleştirilen bir hükümet veya sağ-sol ikilemesinin yarattığı seçme zorunluluğu gibi belirlenmiş bir kimlikte yazılmadığı doğru. Oldukça. Ama gelin görün ki tarafsızlık konusunda yanılgılara düşmüş olması, böyle büyük bir yazarın ilk cümlelerinden duymak benim için üzücüdür. Tarafsızlık derken pasif bir akıl çizmemekle birlikte, tarafını kitabın ince detaylarında bulmak mümkündür de aynı zamanda. Şimdi sizlere sorarım: Ne zaman, ne ile tarafsız kaldığınızı düşündünüz? Zweig’ı düşündüren geçmişteki acıları mıydı? Yaşanan acılar tarafsızlığı da öldürür mü? Veya sizce tarafsızlık hiç var oldu mu?

-
Kitabın ismine aksi dört bölüme ayrılmış olması ile ilkin “İnsanlar” bölümü bizi kapılarını açarken yaptığı konuşmaları-konferansları, dönemin büyük insanları ile yaşadıkları anıları, doğum günü ve ya hayranlık mektupları, saygı, sanatsal kaygı ve vedalarını dile getirir. İçtenliği ve akıcı dili ile gözler önüne gelen imgelerle Zweig’ın anılarına bir eş oluşturursunuz bu bölümde. Sevdikleri ve yorumlarıyla fikir birliği ve ayrılığına gider, birden bire kendiniz ile tartışmaya gidersiniz.

İkinci bölüm ise Zamanlar’dır. Zamanlarla Buluşmalar. Savaş dönemlerini, tarihte yaşanan burjuvazi çelişkilerini ve çekişmelerini, Avusturya’dan çıkan Neue Freie Presse (Yeni Özgür Basın) isimli gazeteden alınan I. Dünya Savaşı zamanı yazılan metinleri, umursamazlıklar, felaketler, Avrupa sorunları ve Kadın Haklarının ateşlenmesi zamanlarından gelen düşünce ve konuşma metinlerini konu edinir.

Üçüncü bölüm Kentler’e ayrılmıştır: gezi yazılarının toplamalarıdır, ancak Paris, Brüksel, Roma’yı gezmek yerine dünyada belki bildiğiniz, belki ilk defa duyacağınız yerlere götürmeye karar verir. Panama Kanalı, Ypern, yaşadığı bazı illeri ve hayran olduğu o Rusya’yı ve niceleri anlatmaya başlar. O yazdıkça görmek yerine kıskançlığa bırakırsınız kendinizi. En azından naçizane “gezi-kıskançlığı” kavramını kitap yüzünden veya sayesinden bilime armağan edebilirim.

Dördüncü ve en son bölüm “Kitaplar” Buluşmalar’ın bitmesine yakın güzel bir gerçekle başlar: “(…) Günümüzde düşün hareketinin temeli kitaplardır. Materyalizmden daha yüce olan ve adına kültür dediğimiz yaşam şeklinin kitaplar olmadan gerçekleşmesi mümkün değildir. Kitapların, insan ruhunu özgürleştiren, hatta bir yerde dünyayı yaratan gücünün özel yaşamdaki etkileri sonsuzdur, ancak biz çoğu zaman farkında değilizdir. Kitaplar günlük yaşamın ayrılmaz parçasıdır, onun varlığına teşekkür borçlu olmamız gerekir. Nasıl her nefes alışımızda ciğerlerimiz hava doluyor, görünmeyen bu besinle damarlarımızdaki kanı besliyorsak; okuyan gözümüzle de düşün organlarımızı sürekli canlandırıyor ve onları yoruyoruz. (…)”

Bu kadar övgü, bir yazara normal ve gerçekçi gelmesi onun Goethe’ye, çoğu Rus yazarına, Rimbaud’a ve nice yazarlara duyduğu hayranlık ve yine yaptığı konuşmalarla oluşturur. Yazarın besin kaynağı kitaplara teşekkürünü etmeden önce, bu kitabı başucu yaparak, zaman zaman rehber gibi kullanılmasını sağlayan Zweig’a, 2011 yılından teşekkür borçlu olduğumu düşünüyorum.


Sevgili Travis’in ardından benim de Rock’n’coke festivalinde destek çıkmam ve muhakkak söz etmem gereken gruplar vardır deyip, sözü müsaadesiyle devralıyorum.

Travis


Her zamanki Travis, kendini korurken popüler şarkılarıyla herkese eşlik ettirdiler. Ve yeniden gelmekten keyif almış duruyorlardı. Sadece iyi ki “Sing” diye şarkıları varmış, dedim, binlik koro Hazerfan’î çınlatırken. Kapanışı “Why does it always rain on me?” ile yaparken, merakla beklediğim, yaşlanan Travis tam olarak değişimi şurada yaşamıştı: hiç değişmeyerek.





Moby

Biraz gecikmeli çıkmaları hafiften şüphe uyandırdı ilkin Moby. Biraz da etrafta kel ve gözlüklü hatta biraz da kısa boylu olanlara yapılan “Aha Moby!” esprisine epey maruz bırakıldı. Sonra da Joy Malcolm denen vokalist, konserin çoğunu almaya başlayınca iyice gözleri kısıp izlemeye başlamıştık.  Ancak, millet zıplamaktan, dans etmekten, alkışlamaktan, senk you denmekten bir hal olmuştu birden bire. Moby kaç bin kişiyi büyüleşmişti adeta. Tüm yorgunluğa X2 bir hızla gecenin kapanışını mükemmel bir şekilde bitirmeyi başardı. Bildiğimiz Natural Blues, Porcelain, Why Does My Heart Feel So Bad? Ve de kötü bir In This World yorumuyla “best of”unu çalmış bulunuyorlardı.

1,5 saatlik konserin sonunda alkışlarla yeniden gelip, son kez daha gönül fethetmeyi başarmıştı… Kimisi kızmış, kimisi sevmiş ama Festival’in en iyisi Moby’di denebilir, tarz ayrımı yapmaksızın.


Beach House


Tokyo Witch’siz ve yetişemediysem Gila’sız bir konser düşünemezdim, kendileri bunu ortaya koymuşlardı bile. Sıkıcı, yoğun ve karanlık melodiler eşliğinde süren Beach House konseri, çılgın sıcaklığın altında deri ceketli V. LeGrand ve çetesi Türkiye’den memnun olduklarını söyleseler de, ışıklı veya filli bir gösteriyi kimse beklemediği için yeterli miktarda hayranını memnun etmişti. Ancak tabi bazı şarkıları atlamasalardı daha harika olurdu. Akabinde dumanın ve yoğunluğun verdiği sarhoşluğu bira kuyruğunda ve ya birden gelen soğuk rüzgârla hissetmek zor olmadı.


2 MANY DJS

Çok ama çok enteresan bir girişle başlayan Dj ikilisi, Selda Bağcan’dan MGMT’ye, oradan Nirvana’ya ve hatta Justice ayrıca Daft Punk’a kadar uzanan yelpazesi, alanda bulunan veya geçen canlıyı zıplatmadan bırakmamış olabilir. 

-Fotoğraflar kişisel albümdendir.

Film posterinin altına tebeşirle iliştirilmiş “Valentine”-Sevgili yazısının ve V harflerinin kalp içine alınıp sergilendiği bir film bu, gördüğünüz üzere. "Gerçek bir aşk hikayesi" izlemek üzeresiniz ifadesiyle can bulmaya çalışıyor hem de. Korkunçlaştırmanın ya da buram buram aşk kokacak, ağlamaktan öleceksiniz demesinin bir nevi imzası gibi bir şey bu ilk görsel materyal. Yine de bir adım ileriye gidip fragman, belki filmi de izleyebilirsiniz, ne kadar ön yargıyla dolsanız da. Hem ayrıca Ryan Gosling etmeni var, pek aşık madur son filmlerinde. Belki de yeni bir Sil Baştan gelmektedir.

Şu satırlara devam ediyorsanız, yine muhtemelen Amerikan-aşk filmi-bağımsız yapım üçlemesinden çok fazla sıkılmamışsınız demek. Sıkılmanız için binlerce film çekmelerine rağmen hem de. Ne zaman birilerine önerilse, “ya aşk filmi bu” sözlerine maruz bırakılmak vardır ucunda. Üzülürsünüz, romantizme yanarak hem de. Amerikan filmi nasıl mıhlanmışsa dünyaya Hollywood yüzünden,  bu bağımsız piyasasının ne derece başarılı olabileceğine kimileri burun kıvırıp binlerce bahane bulabilecek veya ihtimal verilmeyecektir nasılsa. Hakları da vardır, onların geçmiş tecrübesi, bilgi insana ağırlık verir nihayetinde, bazen bulamazsınız aradığınız şeyi. 

Ancak gelin görün ki Tom Waits’i sevmemek işten bile değil, onun bir şarkısı vardı bu isimde, bir aralık da şunları söyler şarkı: “ …To send me blue valentines/ Like half forgotten dreams/ Like a pebble in my shoe…” Sadece şarkının hassasiyeti “izlemek için bir neden.” Alakası olmasa da filmle.

Aşk-meşk karışık işler. İçten duygular ve nedense dürüst bir doğa olayı adeta. İçinde kadın-erkek ilişkileri de ayrı boyut. Bunlara bir de evliliği eklediğinizde insanların çözemediği o nicedir tartışılan şeyler seriliyor pat diye. Film de bunu konu ediniyor. Ama pek çoğundan farklı olarak: en brütal haliyle, kısmi nedenselliğine dokunmadan hem de. Sudan beton etkisi gibi bir film çıkıyor karşınıza.

Yönetmen, bütün güzelliği gitmiş bir evliliğin evini gösteriyor, baba sevgisiyle dolup taşan 5 yaşındaki çocuk ve kayıp bir köpekle. Köpek metoforu  oldukça yerinde; uzaklaşıyor huzursuz evden otoyola bırakıyor kendini. İlk etapta edinemediği özgürlük bilinci, birden vurunca bambaşka bir dünyayla karşılaşıyor. Bu da biraz o evliliği çağrıştırıyor ister istemez. Küçük kız onun yokluğunda telaşlanıyor, anne biraz daha rahat ama gene de üzülüyor, baba ise anneyi suçluyor içinden ve ağlamaklı.  Ancak evliliği kurtarmak isteyen ve boyutsal farklılığı taşıyan çift taraf var film boyu. En azından başlangıçta çift görünen bu mesele  kafamızda beklerken, flashback’lerle geçmişe dönülüyor sık sık. O ilk görüş anını, karın kelebeklenmesini, duygusal ve hormonel yoğunluğu, arama isteği öte yandan biten bir ilişkiyi, biraz huzuru, aileden kopukluğu ve kariyer istekleri odaklanıyor.

İlk zamanların güzelliği her aşkın içinden çıkılabilecek bir düzeyde. Cindy, doktor olma yolunda kararlarıyla, sevmediği bir aile düzeni içinde ve arasıra kavga ettiği bir erkek arkadaşı var. Pek sevgi dolu olduğu büyükannesiyle ilgileniyor. Bu arada adam, Dean çıkageliyor birden. İlk görüşte aşk sadece ona  vuruyor. Böylece günlerce Cindy’yi arıyor, iş arkadaşlarıyla aşk’ı tartışyor:


Yüzyılın tartışmasını yukarıdaki paragrafı destekleyerek yapacağımı düşünmenizi istemem. Enteresan bir durum, kendi anlarını özetliyor ve hem Cindy hem de Dean konusunda o kadar isabetli olmuş. Herkes için değil bu tabi ki. Film baştan sona karşılıklı aşkı anlatmadığı için, bir dönem Dean’in Cindy’ye olan sonsuz aşkını ve onu her haliyle kabullenip, hayallerinde bile olmamasına karşın evlenmesi, onunun için dayak yemesi ve sürekli fedakarlık yapmasıdır bahsedilen. Cindy ise, bunalımlı aile ortamından kaçmak, kavgalı olduğu erkek arkadaşını hayatından uzak tutmak için ve hamileliği yüzünden evlenir Dean ile. Başta belki Cindy’nin de aşık olduğunu düşünürüz, ama onunki bambaşka bir aşktır, adını ne koyarsanız koyun Dean’inki ile aynı kefeye koyulmayacak cinsten. Cindy belki de Dean’in aşkının hayranıdır ve karşılıksız sevildiği için bırakmamıştır onu. Çoğu zaman da olan budur sanırım.

Yıllar geçtikçe hayallerine ulaşamayan, sıkı aile bağlarına sahip olamayan bir aile çıkar ortaya. Sadece çocuk ve babanın sevgisi evi çınlatır, belki annenin biraz kıskançlığı örter durumu. Kavgalar yaşanır ve başta seyirci için anlamsız kavgalardır, çünkü biraz anlaşılmaz bir üslubu vardır. Cindy’nin kavgalarında kendini savunması bile son ana kadar soru işareti bırakır, çünkü film hiçbir zaman birbirlerine dayanma seviyesini doldurmaya kalkmamıştır. Özellikle Dean’i sadece seven biri olarak göstermiştir, en azından bunu Cindy’nin diğer erkek arkadaşının davranışlarından çıkarılabilir iki erkek  kıyaslandığında. Dean’in geri dönüşleri kendiyle değil, sadece aşkına olan dönüşlerdir. Burada biraz eksiklik hissedebilir izleyici. Dean’in iç dünyası sadece aşkı bulan yabancıdır.

Karşılıksız sevgi biraz da arabesk anlamıyla parayı getirmeyecektir elbette. Kadın tıp fakültesini tam olarak bitiremediği için hemşirelikte kalmıştır, adam ise günlük işler peşindedir eskiden olduğu  gibi. Bir süre sonra maddiyatın gerilimi ve yetersizliğin hissi yaşanmaya başlar. Kadın başka bir hayat beklentisine girer çünkü, adam ise hala bitmek bilmeyen o aşktan bahseder, fedakarlıklarını anlatır. Ama kadın zaten bitirdiği evliliğine bencilce üzülmektedir. Eski erkek arkadaşını markette gördüğü ve konuştuklarını bile yalanla anlatır adama. Adamsa attığı alyansını dakikasında aramaya başlar, kadının ona olan hislerini ve yaptıklarını bildiği halde.

Ryan Gosling ve Michelle Williams’ın başrolü paylaştıkları filmde, flashbacklerle renklenen ancak çoğu zaman depresif moddaki filme gidebilecek daha iyi bir ikili bulmak olanaksız olabilirmiş. Oyunculuklar o kadar taktire şayan ki, filmin nice eksikliğini unutturup neredeyse anın içine onların yüzünden binbir üzüntü ve sinirle girebiliyor insan. Geçmişteki ve şimdiki görüntüleri de, muhtemelen çoğu makyaj olsa da dikkat çekici nitelikte. Cindy’nin yıllar içinde kilo alması ve çökmesi, Dean’in saçlarının açılması filmi yıllara  yaymanın önemli bir ölçütü. 

Bu film anlatınca komik olmuyor ama aslında komik bir film olmuş.


Hailsham yatılı okulu. İngiltere. Süslenmiş yeşilliklerin içinde oynayan, ders gören nice öğrenci. Naiflikleriyle, anlatılan hikayelere aldanmarıyla ve birbirlerine alay eden bir sürü çocuklar yetişiyor Madame’ın emrinde. Ciddi yasakların getirildiği okulda, aşırı sağlık denetimleri ve despotluk had safada. Burada sessizliği ve örnek davranışlarıyla bir şekilde ilgi Kathy karakterinin üzerine çekiliyor. Diğer kızlar gibi dedikodu yapmayıp, sessizce köşesine çekilen ve Ruth’un yakın arkadaşlığını yapan bilge Kathy.

Okulda sürekli sinirlenen, arkadaşları tarafından alay konusu edilip hırpalanan Tommy, yalnızlığında bulduğu Kathy sayesinde arkadaş gruplarının içinde buluyor kendini. Bu güzel giden günlerin ardından, yaşadıkları çocuksu olaylar, düşünceleriyle Ruth, asıl kahraman Kathy ve ardından Tommy, Hailsham bitene kadar beraberce geçiriyorlar günlerini. Hayatlarında önemli bir yer kaplayan öğretmenleri bayan Lucy, ‘galeri’ isminde yaptıkları resimleri toplayan yer ve fişleri ile kırık dökük eşyalar alabildikleri alanlarla ve asla sınır dışında çıkmamakla geçiriyorlar günlerini bir şekilde.

Yeni gelen gözetmen Bayan Lucy ise, çocuklara diğer öğretmenlerin yaklaşmadığı şekilde yaklaşıyor: sevgiyle. Tommy’nin mevcut sorunlarına yardımcı olmaya çalışırken, Kathy’nin yine Tommy ile ilgilenmesini destekleyerek arkadaşlıkların kurulmasına yardım ediyor bir şekilde. Ancak okul içinde yaşadığı travmatik olaylar, onu 4. Sınıflarda yaptığı duygu dolu ancak bir çoğu için kafa karıştırıcı konuşmasının ardından, yokluğa teslim ediyor kendini ve esrarengiz bir şekilde Hailsham’den uzaklaşıyor.

Bu üç arakadaşın Hailsham’den uzaklaşmasıyla amaçlarının ne olduğunu ve neden yetiştirildiği anlamaya başlıyoruz yavaş yavaş. Yine okulun ve milli sağlık kuruluşunun gözetiminde dışarıda ve dışarıyla yaşamaya başlıyorlar. Kısıtlanmış özgürlükleri ile adeta hapis hayatından kurtulmuş mahkumlar gibi şen bir şekilde yaşama adapte olmaya başlıyorlar. İçlerindeki aşk üçgeni, pornografi-esasen meraktan ve yaşanmamışlıktan gelen yaklaşımlar-, televizyon ve ilk defa çitlerin ardına çıkmaları gerçeklik algılarını oluşturuyor. Bu arada ebeveyn ve ya orijinallerini ararlarken buluyorlar kendilerini, binbir hayal kırıklığı ile.

Sürekli olarak buruk, dolayısıyla üzücü bir şekilde ilerlerken durumdan çıkma ve biraz daha fazla özgürlük arayışına gidiliyor çeşitli metoforlar eşliğinde. Zaten film her an yeni bir kapı açarken, aklımızın almadığı ve daha önce görmediği insanlık dışı eğilimlerle karşı karşıya kalıp en doğal tepkilerle izlenebilirliğini sağlıyoruz. Kathy’nin hikayesi zamanla oluştuğu hastabakıcılık karakteri ve kendi çitler içindeki yaşamı ile hızla ilerlerken kaybettiği ve aslında bıraktığı arkadaşlarını da bulduğu an kendiyle ve diğerleriyle ilgili gerçekliği yakalayabiliyor.
-
Sade bir aşk üçgenini görmekten ziyade sürekli insanlığı, varoluşu ve fedakarlığı, kendinden vazgeçmeyi ve de çeşitli garipliği barındırıyor. Bu garipliği basit cümlelere dökmek gerekirse aslında insanlığın kurtuluşu ve bilim adına yapılanların ne derece insansı olduğudur. Muhtemelen, izleyiciler için merak konusu olan taraf ise film boyu saklanan fikrin “gerçekliği” konusudur. Tüyler ürpertici, bir o kadar gerçeğe yakın olması filmin başında geçen ve ortasında vuku bulan şu cümleler: “Tıp bilimindeki devrim 1952'de gerçekleşti. Önceden amansız olan hastalıklar artık tedavi edilebiliyordu. 1967'de ortalama yaşam süresi 100 yılın üzerine çıktı.” İlkin bir mutlulukla izlerken bu cümleleri, çok da aldırış etmeden hızlıca geçiyoruz sanırım. Ama bilimin tarihindeki 1957 bizi aslında nereye götürmeli? Gizli yapılmış çalışmalara sadece insanlığın faydası için çıkıldığı aşikar, ancak ne derece insansı? Sanırım bu sorular insanlık tarihi için –yakından görmeyenler hariç- sadece cevapsız sorular olacaktır. Veya film sadece basit bir kurgu, hatta bilim-kurgudan ibaret olabilitesi daha yüksek görünüyor olabilir.

Ufak bir not: The Island filmini hatırlamanızı diliyorum.
-
Yönetmen Mark Romanek’in geçmişini genelde video klipler ve video belgesellerin tamamladığını görüp şaşırmamak gerçekten enteresan olur sanırım. Film boyunca duyulan soğukluk ve depresif tavır haliyle izleyicide de üzüntü ve endişeye mahal veriyor. Ancak filmi zileyip de, sahildeki gemi sahnesini kolay kolay silinecek türden değil. Filmin renkleri ise, “pastel”. Hah, yeni bir soluk olduğunu düşünmeyin hemen. Bu paleti de 68 İngiliz yapımı “If…” filminden çarpmış olduğunu zaten söylemiş bir röportajında.
Hali hazırda Carey Mulligan (Kathy)’ı görüp de sevmeyen insan yoktur diye düşünürken, filmde uzun uzun karakter gelişimlerinden ve başarısından, filmi götürdüğü çok açık ve durgunluğu, masumiyeti ile isteklerle ve parlak zekasıyla başrolün üstesinden gelmiş olduğu gerçekten sevindirici. Ancak burada Tommy rolünü üstlenen Andrew Garfield ise sanırım daha iyisini yapamazdı, biraz naif, pasif ve agresiflik kolay olmasa gerek. Ruth karakteri ise Keira Knightley’nin soğuk yüzünden ve dudaklarından çözümlenirken, ne kadar nefret ettiğinizi hissettiriyorsa, sanırım o da altından kalkmış.

Tabi bir de küçük halleri var filmin başlarında, özellikle Kathy’yi oynayan Izzy Meikle-Small ise gerçekten taktire şayan bir çocuk. (Özellikle, filme ismini veren şarkı sözünde yastığa sarılıp, o gencecik yaşta farklı dürtülerle şarkıyı hissetmesi, Ruth’un ruhsuzluğuyla birleşmesi.)

Kazuo Ishiguro’nun kaleminden çıkıp aslında roman olan bu film, yine kitabın filmi olmalı mı, kitap mı daha iyi, film mi gibi tartışmaları bölerken, filmden sonra muhtemelen okuma merakını geliştirebilecek türden. Mina Haydaroğlu çevirisi ile de YKY’da Türkçe’de yerini almış. 

Semih Kaplanoğlu geçtiğimiz gün bir Anadolu şehrine söyleşisi için geldi ve onun öncesinde son filmi ve bol ödüllü Bal’ın gösterimi de gerçekleştirildi. Kısaca Bal filmi hakkında hatırlatma yapmak gerekirse; Yumurta ve Süt filmlerinin devamı niteliğinde, insanlardaki hakikatin açlığını yaşadığı Yusuf karakterinin gençliğine doğru giden filmler serisidir.  Bu başarılı yapımlardan Bal ise Berlin Altın Ayı ödüllerinde en iyi filmi ve ekümenik Jüri Ödülüne de layık görülmesinin yanı sıra şu an tam olarak bilgisine ulaşamadığım bir sürü ödülün de sahibi (İçerir: Alın Koza, Ale Kino, Asya Pasifik Ekran…) ve pek çok yerli-yabancı film gösterimlerinde de yerini almıştır.

Bal’ın Altın Ayı’dan sonra yer yer gazetelerde boy göstermesi ve biraz daha halk tarafından bilinmesiyle oluşan karşı tavırların veya saçma elitist hislerle izlememezlik değil, sadece tarafımdan sürekli ertelenen bir film olması sizin için pek alaka teşkil etmese de, dünyada yalnız olmadığımı biliyordum. Benim gibi bir sürü insan o küçük Anadolu şehrinde belki bedava film gösterisinden, belki reklam panolarında karşı entelektüel ilgi uyandıran haberi görüp gelenlerle doldu ve taştı. Gözlerime inanamıyor gibi davranmasam da benim gibi öğrencilerin ve yaşını almış- gözlüğünü takmış yerli insanlarla da doluydu. Bu coşkuya ise Semih Kaplanoğlu’nun tepkisi bizim için biraz trajik, komik ve anlamlı oldu (kelime kelime ezberlemediysem bile hemen hemen söylediği şuydu:) : “Pek çok film gösterilerine davet ediliyorum dünyanın ve ülkenin her bir yanından. Ama en çok küçük şehirlerdekini seviyorum, büyük şehirlerdeki yapaylıktan ötürü derinlikten uzak buluyorum. Ve sizin şehrinizdeki bu etkinlik nice sanatsal etkinliğinizin bolluğunu gösteriyor.” Benim sıramda oturan genç kız ve onun arkadasındaki bir erkek grubu ve arkadaşlarım kahkahayı istemsiz bir şekilde attıklarında, elbette karanlıkta diş sayımı yapıyordum. Şu an o ayrı sosyal sorunun paylaşma yeri değil elbette ama bazen de bazı şeyleri yüzeye çıkarmak gerekiyor sevgili İstanbullular.

Mütevazi ve biraz daha tutucu kısımlar tarafından sevildiğini basından duymayan kalmamıştır belki. Kaplanoğlu sürekli gezdiği ülkelerden ve haklı gururu ile filminden bol bol söz etti ki, tek istediğimiz buydu allah için. Tutucu kısımla bir kısmı gücendirmek ve ya yüceltmek için yazmıyorum. Filmde görülen dini ögeler ve film isimlendirilmesinin altında yatan maneviyat bir nevi görülmek istenen yüzü olmuştur. Bununla ilişkilendirilmiş popülerlik sorunu çıktı hemen ortaya. Madem maneviyatı güçlü bir yapısı vardı filmin, neden dünyada bunca izleyici ile buluşurken Türkiye’de 30bin ile sınırlı kalmıştı? Eğer maneviyat önemseniyorsa kitlelere ulaşmalıydı bir konuk için. Hatta “tabiri caizse film sektörünün Mevlana’lığına soyunuyorsanız, halkımızın bu filmi bilmesi gerekmez miydi?” şeklinde soruya oldukça sakince böyle bir dertten uzak olduğunu ve isteyen-ulaşmak istenenler için yapıldığını belirtti. Bu kelimeleri anlamak oldukça güçtü elbette, soruya cevap verirken biraz konunun dağılmasına aldırış etmiyordu. Ancak anlam güçlüğü yaşarken güzel soruların altında aslında tek kelimelik cevaplar ve konudan bağımsız hikayeler duymaya başlamıştık. Güzeldi ama kafa karışıklığı yaratıyordu.

Konuya örnek teşkil edecekse filmin Kiliseler Birliği’nden ödül almasını bağlamlandırdı Kaplanoğlu. Ödüle şaşkınlığı şu imiş: jürinin Hristiyanların bazı mesheplerinden olan rahiplerinden olduğunu ve yarıştığı filmlerin ise Hristiyan temasından olduğunu.  Filmde Mirac’ı anlatan sahne ile belli ki rahipler mest olmuşlar ve içinde bulunan yoğun maneviyat sayesinde gerçekleşmiş bu olay. Kaplanoğlu; “Sinema bana göre sanat olan bir şey. Her sanat eseri gibi sinemanın da bizi maneviyata yükseltmesi gerekir."

 Filmlerine sıkıcılıktan ve duranlığından yakınan insanlardan eleştri alıyormuş çoğunlukla. İzlemeyi zorlaştırdığını düşünen ve biraz daha alışılagelmiş basit senaryo ve yönetmen kıvamında film görmeye alış olduğumuz bir dünyadayız, belki de Hollywood’un da büyük katkısı veya zararı olmuştur. İki karşıtlık arasında o tip filmlerin sadece tüketim amaçlı yapıldığını bahsederken derinlikten uzak olduğunu da araya sıkıştırdı açıkçası. Durup sadece şunu düşündüm: Bal, dediği kategoriye girmiyor belki ama apaçık bir tüketim aracıdır da! Sorularıma cevap aramak istemedim elbette, aklımdan Şehnaz Tango’dan nice sahne geçerken. Biraz daha derinlik çabasında olduğunu söyledi yine, evet dedim, fark sadece derinlik: tüketim mekanizmalarımızda. İstediği günlük yaşantımızda onun filmlerini anmak ve ona yaklaşmakmış. Eh, sıkıcılık ve durağanlık konusuna gelince açıklaması az ve özdü: “Sinema da müzik gibi bir sanattır ve ham maddesi zamandır.” Aslında kompleks kısmı ise sinemada zaman maddesinin modern felsefede bile büyük yer tuttuğu ve bunun halka indirgenip nasıl anlatılacağıdır belki de. Kaplanoğlu, sinemasındaki çekim tekniğinden ve doğallığı konusundan da ödün vermediğini anlattı bu konuda. Gerçi bu konu paradoks bir şekilde filmle zaman imgesi ve insanların bu konudaki yakarışı uzun bir süre devam edecek gibi. En azından sistem içinde yaşadığımız için devam edebilir diye düşünüyorum. Mançevski’nin çok sevdiğim bir sözü var bu konuda:  “Bir araç olarak filmin beni büyüleyen yanı, zamanla oynama konusunda sunduğu olanaklar ve sinemacının zamanı uzaya dönüştürmesidir.



Bal filmi konusunda endişelendiğim ve beni üzen bir konu vardı ciddi ciddi: ağız farklılığı. Oyuncuların gayet güzel İstanbul Türkçesi ile Rize’nin yerli halkından olması konusu başlangıçta bana estetikten uzak gelmiştir. En son dayanamayan bir amca bu konuya da parmak bastı elbette ve “neden?” dedi samimi bir şekilde.  Sebebi ise gene soru işaretleri bıraktı: “Oyuncular yöre insanı olmadığı için, sonradan ağız değiştirmeleri bana oldukça yapay geliyor.” Başka bir bakış açısı ise yine oyuncular eğilimindeydi. Aktörlerini öncelikle amatörlerden seçtiğini ve ya çok fazla tanınmamış isimlerle çalışmayı istediğini söyledi. Ona göre herkeste oyunculuk yeteneği mevcutmuş zaten, her insan rol yapabilirmiş, ancak sadece bunu ifade edebilecek yönetmen bulmak gerekirmiş. Klasik soru geldi aklımıza: doğalı mı oynamalı, rol mü yapmalı? Aslında oyunculukta ne yatıyor ki? Elbette kaldı bu sorular havada.

·        Yusuf karakteri kısmı otobiyografikmiş. Örneğin kekemelik ve kısık sesle konuşma önerisi.
·        Filmde müziğin kullanılmadığı ve tamamen doğal seslerden faydalandığını belirtirken, dram, gerilim vs gibi filmlerde müziği kısıp izlememizi de önermiştir.
·        Filmin neden Rize’de çekildiği sorusuna ise: öncelikle Gürcistan sınırında bir yerde çekmek istediklerini ancak çocukla çalıştıkları ve mayınlardan doğan güvenlik açığı olduğu için tekrar Rize’ye döndüğünü söyledi. Burada da pek çok yer ismi geçti, oldukça gezgin ve doğa sever bir yönetmen kendisi, filmlerinden de fark etmemek ahmaklık olur sanırım.
·        Yine Tarkovski’yi saygıyla andı. Tekel işçilerinin direnişini de haklı buldu.
·        Yeni filmi ise İstanbul’da geçecek ve aşkı anlatacakmış.

Bir de son olarak: Radikal’de yayınlanan sinema yazıları derlenmiş ve İletişim yayınları tarafından kitap formuna girmiş, ilgililere.

Söyleşinin bazı kısımlarını aldığım, bazı kısımlarına giremediğimi de belirtirim. Birikimi ve doğa sevgisiyle gerçekten gurur duyduğumuz yönetmenlerden biri olan Kaplanoğlu o gece ağzımıza –yöresel deyimiyle- bal çalmıştı. Kendi adıma ve o küçük şehir adına teşekkür ediyorum.


Virgin Suicides'ı izlerken bir hüzün kaplamalı insanın içini. Filmi izleyen veya kitabı okuyan varsa aynı hüzünle ve acıyla dayanır kapıya muhakkak. Halbuki bizi içine alan bir konusu da yoktur: çok ilgili değilseniz ne 70’lerdeki liberal akım, ne katolik ailelerinin katılığı ne de yine o dönemin gençlerinin düşünceleri ile ilgilenirsiniz. Önce 70’lerde ne vardı diye sorgularız, belki birkaç küçük beyin fırtınasıyla uzaktan ilgilenmeye başlarız. Bir bakıma başta burun kıvırdığımız ve ya “banane”lediğimiz o zamanlar ironinin ailelere nasıl yansıdığının bir aynasıdır. Konu ilginçleşir elbette. Amerikan Rüyası’nın yaşanacağı, o özgürlük dolu ülkenin muntazaman nasıl katı ailelere ve din baskısının nüfuz ettiğini görürsünüz. Etraf yeşilliktir, çiçekler açmıştır ama içerde istavroz dolu günahlar işlenmektedir.

Bu kısmından sonra bol bol “bozucu” olacak.

Virgin Suicides tam tarih vermese de ortalama bu döneme işaret eder. 5 kız kardeşinin ölümünün ardındaki sır perdesini kaldırmak istenir ve burjuva aileleri de içine alan geniş bir alana yayılır sorun. İçine televiyon haberlerini de alarak “intahar yılı” ilan edilir ve Lizbon ailesi sürekli olarak rahatsız edilir. Muhtemel gerçekliği bu olayda, 13-14-15-16-17 yaşlarındaki Lizbon kızlarından 13 olanının ölümüyle başlar. O ölmeden önceki teşebbüsünün dikkat çekme olduğuna karar verildiğinde yeniden ölümün eşiğinde bulur kendini. Elinde Meryem Ana’nın kartı bu ölümde büyük bir rol oynar aslında. Doktorun neden kendini öldürmek istedin dediğinde, 13’ün “Doktor, siz hiç 13 yaşında bir kız olmamışsınız” sözü ile düşündürür film.

Karaağaçların sararan yapraklarının ardından kesilme kararı hızla yayılır banliyö evlerinin bahçelerinde. Kırmızı kağıtlar üzerine kesilme emri vardır ve sırayla kesilmektedir. Aslında sararan kızların güzelliği ve iç dünyalarının kararmasıdır belki de. Hikaye karşı evde oturan bir grup erkek çoğu tarafından sürdürülür. Onların dünyalarına, renklerine, düşüncelerine girmek isteyen ve onları anlamak isteyen ergenlik çağında dört erkek çocuğu. Aslında birinin konuşmaları ile onları algılamaya çalışırız fakat, Lizbon kızları hep karışık, hep güzel ama gariptir.

Gittikleri lisede dikkat çektikleri ve flört ettikleri zaman ise önce aile gözetimi, sonra da bir başı boşluklukla ilk deneyimler yaşanır. Belki dudakların teması ile bütünleşen vücutlar, belki daha da korkunç bir genç kızdaki karadelik belirir filmde. Solan kızların, özellikle 17 yaşında Kristen Dunst tarafından icra edilen o genç kız hep gözünüze sokulur yönetmen tarafından. Garip tutumları, masum ve ya vahşilik arasında gidip gelen bakışları ile.

Ardından gelen korkunç ayrılık ve aile baskısı kızları yaşamdan tek tek koparır. Baba figürünün gittikçe zayıfladığını ve akli dengesizlikler yaşarken, anne figürü sertleştikçe ddaha da zorba tutumlara götürür. Psikolojikman çöküntünün toplu olarak yaşandığı evde tek yaşam belirtisini belki çiçekler verir. Plaklar yakılır, dışarı yasaklanır ve kızlar artık okul yüzü göremez.
Ardından gelen toplu inteharları ise ardında bırakan insanların sürekli olarak konuşmasına, anlam karmaşasına ve elitist yaklaşımlarında son bulur. Kızlar ölür, aile taşınır, ardında kalanlarda derin pişmanlıklar bırakır ve gerisi… tabii ki unutur.
-
Sofia Coppola, meşhur Lost in Translation filminden tanıdığımız ve şaşkınlığa yenik düştüysem de bir dönem Spike Jones ile evli yönetmen. Lost in Translation kadar ses getirmediyse de Virgin Suicides bir grup insan için oldukça başarılı ve en yakın gözlemleri yansıttığı düşünülürken, filmin durağanlığı ve sıkıcılığından yakınan bir grup insan tarafından da çevirili. Hani derler ya, ya çok seversiniz ya da nefret edersiniz: bu o air melankoliyi içinize çekmeden izlenecek türden bir film olamaz sanırım.

Film, öte yandan başarılı soundtrackleri ile de tanınıyor, ki bu başarı muazzam Fransız grup Air’a aittir. Belki hatırlanır ki, Sofia Coppola Air’ın Playground Love videosunun yönetmenidir de. Dikkat çekici olması, sahnelerdeki melodileri ile hatırlanacaktır izleyiciler için.

Son olarak aslında The Virgin Suicides, Jeffrey Eugenides isimli Amerikalı bir adamın romanıdır ki, romandan bazı diyaloglar zaten bire bire alınsa da değiştirildiği düşünülen pek çok sahne de mevcuttur. Bize ağır veya anlaşılmaz gelen tarih bilgisi veya nedenselliğini de öne çıkarabileceğini düşündüğüm bu kitabın Solmaz Kamuran çevirisi ve Bakir İntiharlar ismi ile de ülkemizde de mevcut.

11



Kendinden giriş ne kadar mantıklı bilmiyorum. Ama ne zaman film izlesem içinde buluyorum kendimi. Saçma sapan bir empati, bir o yıllara geri dönme ve ya geleceği kestirme. Gereksiz sanırım. Belki geliştirici bir şey ki bunu tartışmak, istemeye istemeye geriye atılan büyük bir adım olur. Sebep itibariyle kendime açılan yollarda filmi görüyorum, azizim. Nasıl bir egoizm çöküyorsa o an, film beni izlemeye başlıyor adeta. O kıyafetler, o dönem, o ilişkiler. Bizi içine alsa da, götüremediği şeyler de oluyor hani. Hayal edemediğimiz şeyler de var, gözümüzü gönlümüzü açıyor. Buraya kadar güzel. Tartışmak istememe kısmım ise gereksizliği yönünde. Şimdi gereksiz bu, filmi estetik hazzın için, içinde bilmemne varolduğu için, güzel mesajı için kuru kuruya izleme, bencilleştirmeme kısmı. Filmi kendim yaşamak istediğim için yaşıyorum. Bunu içten söylediğinizde zaten oluşan şahane şeye muhteremler haz diyor. İşte onu demeye çalışıyorum baştan beri.

Yine bu hisler içerisine girmeye hazırlanırken bir filmin konusunu yarım yamalak dilimle okumaya koyuldum. Üç sözlük açışından sonra, sinirlenerek sonuna kadar okumayı sürdürdüm. 11 yaşında bir derince bir çocuktan bahsediyordu. Bir çocuk 11 yaşında ne kadar derin olabilir ki, dedim. Sonra kafamda yankılanan 11 yaş oldu. 11, 11, 11… sonra tak etti ki, ben 11 yaşındayken diye başlamak istediğim cümlelerin sonunu getiremiyorum. Tamamen kendini silmeye odaklı geçen günler silsilesi. Bence çoğu kişi için de öyle. O kadar karanlık ki o zaman dilimi. Akla gelen ilk şey okul. Sosyal yaşama dair her şeyin sıfır olduğu zamanlar. Her şey aileye indekslenmiş veya kıskanç bir yakın arkadaşa, olmassa sınıf öğretmenine. Yine de şu an, o zamanların kararmasını sağlayan şey hafızanın yoksulluğu olsa gerek. Yoksa yaşamadık mı güzel günler? Yaşamışızdır elbette. Hayatta yenisin hala, kartlaşmamış sesin, pırıl pırıl bir kalbin var. Muhtemelen 5 ve ya 6. Sınıf. Kızlar erkekler çatışması, en yakın arkadaşlarım denen gruplaşma ve ruhsal fakirliğin doruk noktaları.

Şu okumaya başladığım metnin devamında aniden aklıma top, ip, tebeşirle çizilen seksek kutucukları beliriyor. Bunlar da hayatın bir döneminin hazzı değil mi? Ancak yaş 11. Oyun çağında bir çocuk değilsin, genç bir insan da. Nasıl bir aradasın biliyor musun; hiç kızma ama arafta’sın. Derken filmin konusunun sonuna geldiğini görüyorum, tek anladığım karakterin 11 yaşında olduğu.

Filmin enfes aynı zamanda sinir bozucu karakteri Paloma da öyle. O da 11 yaşında, Fransa’nın zengin apartman dairesinde yaşayan, klasik zengin ve alabildiğince sıkıcılıkla bulanmış bir aileden geliyor. Öyle ki, anne çiçekleri ile konuşan ve elitizmi simgelerken, baba figürü aileden gizli zevklere sahip (örneğin dış kapının önündeki paspasın altına atılmış izmaritler), abla ise günümüz sıradan zengin gencini çiziyor. Elbette film o ya, birileri enteresan olsun ki dünya dönmeye devam etsin. Bu Paloma her gün yolda karşılacağımız çocuklardan değil, zaten o yaştaki çocukların görünmezliği de var, bu aşikar. Birden varlık felsefesinden bahsederken muhabettinizin ilerleyen kısmında evrenin büyüklüğünden, iç dünyalarından ve ya yaşam-ölüm çizgisinden bahsetmeye hazır bir çocuk. Halbuki dış görünüşü akranlarıyla aynı. Kabarık saçlar, ergenliğe hazırlanan vücut, okul çantasından sallanan maskotlar. Tabi zeki ya, gözlük de takıyor. Bu zekilik tarifi yüzyıllardır edebiyat ve film dünyasının kıymetlisidir. Paloma da bunu bozacak değildir elbette.

Biz böyle değildik işte. Burası canımı sıkıyor. En azından gözlüğümü kulaklarımın ardına geçirdiğimde en az 14’tüm. Sartre’ı duyduğumda lisedeydim. Asla Paloma kadar güzel konuşamadım. Siz olsanız bir miktar kıskançlık etmez miydiniz?

Bu genç Paloma, 12 yaşına bastığı gün kendini öldürmek istiyor. Belli bir sebep sunsa da kafasının karışıklığı ve elbette olmayan ve hatta dolmayan yaşam bilinci ile absürdlüğe kapı açılıyor. Pek konuşmayan, sadece babasının ona verdiği high-8 ile çekimler sırasında bize içini açıyor yavrucak. 165 gün kaldığını söylüyor hayatının sonuna. Adım adım intahar gününe yaklaştırıyor bizi. Bunun için annesinin psikolojik tedavisinde kullandığı hapları her gün tek tek aşırarak ve ailesini üzmek için evi de ölüm gününde yakacağını itiraf ettikten sonra içimiz burkuluyor. Odalar arası yalnızlığı, hatta kalabalıkta fark edilmeyişi görüyoruz. Metaforumuz ise ‘kirpi’. Genç kızın, apartman görevlisi için söylediklerinde de bakılırsa filmdeki üç ana karakter iki farklı kirpide can bulmuş: "Bayan Michel’i bir kirpiye benzetiyorum. Dıştan bakınca dikenli, bir kale gibi korunaklı ama bana öyle geliyor ki içini görebilsek, aslında hiç de uyuşuk olmayan, nevi şahsına münhasır, sadece göze batmaktan sakınan, son derece zarif o yaratıklar gibi sanki." Paloma’nın monologlarında, daha doğrusu bizle konuşmasında yaşam ve ölüm bilincini tartışıyor bizimle, çeşitli alıntılar ve mecazlamalarla güzel kesitler yakalıyoruz.

Filmin güzel karakterleri, olay bütünlüğü, sonunu yazma şansını bize veriyorlar elbette. Enteresan mesajları da yakalıyoruz veya anlıyormuş gibi yapıp irdelemeden kabul ediyoruz. Düşününce 11 yaşımızı geçeli epey oldu ama kafamızın alamadığı dünyaların içinde az buçuk kirpiliği paylaşıyoruz.

---

Le Herrison (Yaşamaya Değer, 2009, Mona Achache) , aslında romandan uyarlama bir film. Kirpi’nin Zarafeti ismi ile Işık Ergüden tarafından çevrilmiş. Hatta baya popüler bir kitapmış ki o yıl Fransa’da epey satmış. Bir de buradan umuyorum ki Sevin Okyay kitabı okuyabilmiştir.

Imdb ile açılan, daha doğrusu popülerleşen sitema sitelerine her gün yenileri eklenirken beğeneceğinizi düşündüğümüz bir kaç öneriyi alıp, ealtürk ile bir liste hazırladık.




Criticker:Criticker'a esasında fazla uzatmadan sinemanın lastfm versiyonu dersek yeterli olur sanırım.Çalışma mantığı bir bakıma lastfm ile örtüşüyor.Sinema tabanlı film sitelerinin en önemli sorunu databaselerinde yeterli sayıda film olmamasıdır.Criticker üyelerin eklenmemiş olan filmleri ekleyebilmesine olanak sağlaması ve her filmin hemen hemen trailer'ı olması sonucunda oldukça gelişmiş bir site.Criticker'ı film database'i tutan sinema sitelerinden ayıran en önemli etken ise kullanıcıların filmleri oylamasına müsade etmesi ve böylece kendi log'unuzu tutuyor olmanız.Özellikle son dönemde birçok site bu ve benzeri hizmetleri sunuyor lakin basit arayüzü ve kullanışlı olması nedeniyle Criticker onlardan bir adım önde.İzlediğiniz filmlere anında ulaşabiliyor ve izlemek istediğiniz filmleri de bir bakıma elinizin altında tutuyorsunuz.Kumpel mantığıyla sitenin diğer kullanıcılarını arkadaş olarak ekleyebiliyor ve site içierisindeki üyelerden sizin film zevkinize en uygun kişileri görebiliyorsunuz(TCI).Böylece diğer kullanıcıların listelerinden film tavsiyesi de alıyorsunuz.Belirli düzeyde film oyladıktan sonra size tutarlı film önerileri yapan veya izlemediğiniz filmleri eğer izlemiş olsaydınız muhtemelen kaç puan vericeğinizi de hesaplıyan sistemleri oldukça yararlı(PSI).Film ve arkadaş tavsiyelerini son derece tutarlı yapıyor olması ve sizin puanlarınızı baz aldığı için yanılma payının az olması siteyi popüler hale getirmiş durumda.Zira son dönemlerde merak ettiğim bir filmin Imdb linkine bakmadan önce Criticker linkine bakmakta yarar görüyorum.Kullanıcıların kişisel olarak hazırladıkları listelerle de beğendiiğiniz bir filmin benzerlerine bu koleksiyonlar sayesinde olaşabiliyorsunuz.Örneğin bu başlık altında küçük bir oyuncu ekibine sahip filmlerin listelenmiş halini görüyorsunuz.Bunun gibi kullanıcılar tarafından hazırlanan yüzlerce başlık var.Basit arayüzü ve kullanışlı olması nedeniyle sizlere önerebiliceğim en iyi sinema sitesidir.Hesabınız varsa veya açmayı düşünürseniz beni de ekleyebilirsiniz.
Criticker hesap: ealturk
Benzer siteler : www.flixter.com www.icheckmovies.com www.filmaster.com 



Metacritic:Metacritic sinemadan bağımsız olarak oyun,tv programları,müzik gibi konularda da kullanıcılarına bilgi vermeyi amaçlayan bir site.Sinema köşesinde fragmanlardan,film kritiklerine,yeni çıkıcak yapımlarla ilgili bilgilere kadar oldukça geniş bir database'e sahip.Takipçilerine Kullanıcıların verdiği oylar ve sitenin verdiği oylar olmak üzere ayrı puanlama sistemleri var.Çoğu kullanıcı için puanlama şekilleri tatmin edici olmasa da sinema database'leri arasında önemli bir yere sahiptir.


Trailerfreaks:Özellikle gösterime girmesini beklediğimiz filmi beklerken veya bir yapımla ilgili fikir sahibi olmak adına  filmlerin fragmanları bizlere çok yardımcı olur.Film fragmanlarını indirebilme kolaylığı da sağlayan Trailerfreaks sahip olduğu arşiv ile bu işi en iyi yapan sinema sitelerinden.Bunu HD formatında sunuyor olması da onu diğer fragman sitelerinden ayırıyor.
Benzer site:www.trailerspy.com

Yazar: ealtürk
 
-


MUBI: Mubi nedir diye düşünüyorum sitesine merakla girerken. İnternette surf yaparken rastladığım bir sinema sitesi sadece. Güzel ve açık bir ara yüz, “Her zaman, her yerden izleyebileceğiniz, keşfedeceğiniz, tartışacağınız online sinema” diye de tanıtıyor kendini. Memnuniyetimi hemen Facebook hesabımı kullanarak içeriye giriyorum ve acilen Mubi nedir diyorum yine. Tanıttığı kadarının dışında Nijerya’da da bir şehir olduğunu öğreniyorum ve yaşasın dünya bilgisi diyerek fonetik okunuşunu da öğretiyor: mōō'bē
Mubi kendini tanıttığı kadar açık bir site çıkıyor gerçekten. Site önemli sinema isimleri ile çalışıyor, rahat olun. Beğendiğiniz filmleri sevdikleriniz arasına alıp, puanlıyorsunuz. Kritiklerini okuyabiliyor, hangi listeye dahil olduğunu (örneğin o yılın Cannes adayı olup olmadığı, kişisel favoriler)  görebiliyorsunuz. Bunu yaparken hangi bölgede neler oynuyor görüyorsunuz. Ayrıca ayda belli bir miktarla bağımsız filmleri izleyebiliyorsunuz- ki zaten Mubi bağımsız filmler üzerine kurulmuş bir site. Örneğin ülkemize ne kadar bağımsız yapım giriyor? Bunlara nasıl ulaşabileceğiz? Mubi işi çözüyor! Ancak bu başyapıtları hiç bulamayacağınız anlamına gelmez! İnternette izlediğiniz düşük çözünürlüklü filmleri çöpe de attırıyor hani, kaliteyi doyasıya yaşayabiliyorsunuz.  Elinizde bir fincan kahve, siyah çerçeveli gözlüklerinizle bağımsız filmin kralı oluveriyorsunuz.
Bu şahane fikrin mucidi ise Efe Çakarel’miş. Kimin aklına gelirdi? Son dönemde adını duymaya başladığımız bu isme şükran hissediyorum ve Mubi’nin kuruluşunu, sayısal değerlerini ve Martin Scorsese ile olan ilişkisini merak ediyorsanız Kanat Atkaya güzel bir muhabbet paylaşmış bize.
Güzel bir film arşivi oluşturmak istiyorsanız hemen bir hesap açın derim.


Rotten Tomatoes, bir üyelik karşılığında oluşturduğunuz profille istediğiniz filmlere oy vermenizi, pek çok makaleye ulaşmanızı ve eleştirmenler tarafından yapılan kimi zaman gerçekten iyi eleştirileri okumanızı sağlıyor. Bugüne kadar popülerliğini veri tabanındaki pek çok tarzda filmi barındırması, vizyon sineması ile ilgilenmesi ve tartışma, eleştirme ve forum bölümlerine bağlıyor. Ayrıca en çok satılan DVD’ler, ünlüler, film görselleri, haberler ve fragmanı da alt yapısında hizmete sunuyor.
Sitede filmler “Rotten” –Çürük ve  ya “Fresh”-Taze şeklinde kullanıcıların karşısına çıkıyor. E tabi havadan almadığı bu vasıfları ilkin eleştirmenlerce oylanıyor ve sonra kullanıcı oyları ile destekleniyor. Bir film 60’tan aşağıdaysa Rotten, bunun üzerinedeyse Fresh’leniyor. Pek çok kullanıcı için Imdb’den daha güvenilir olduğu söyleniyor. ‘Çok fazla şey’in içerdiği bu site çoğu zaman da haklı çıkıyor esasen.
Kendinize ait blog  ve ya liste yapabileceğiniz Rotten Tomatoes’a şuradan ulaşabilirsiniz.
 Yazar: mtat




Wes Anderson, bu dördüncü uzun metraj filminde kara mizahın doruklarında yaşayan enteresan karakterlerle tanıştırıyor bizi. Kendi tarzını yine gösteren (ki bu çoğu tanım estetik tarzının üzerinde duruyor – tek renk, metodik sinemacılığı ve planlanmışlığı.) bu şahane yapım fantastik, macera ve drama türüne giriyor ve anında 50 milyon dolarlık bir bütçeye varıyor. Suda Yaşam çevirisi ile de ülkemizde bazı televiyon kanallarının da yayınladığı film, 2004 Amerika yapımı. Çekimlerinin çoğunluğunu Napoli, Ponza ve İtalya’daki Rivyera’da gerçekleştirilmiş. Ayrıca yazımında hem Anderson hem de Noah Baumbach parmağı görüyoruz ki, çaktırmadan bu ikilinin gerçek kardeş çıkmasından korkuyorum.

Bu şahane teknik detaylardan sonra filmin içinde işlenen konulardan ziyade en çok ekranın içine çeken etmenden bahsetmek istiyorum. Bill Murray: Anderson’ın biricik yıldızı. Elimden gelse bütün ödülleri ona vereceğim. Filmdeki “Steve Zissou” kısmını dolduran Murray’in karakteri başlı başına filmin konusu olduğu için bu kadar şişiriyorum, bakmayın. Denizbilimci Zissou karakteri -Jacques-Yves Cousteau’nun saygı çerçevesinde yapılan bir parodisidir- dünyaca tanınan belgesellere imza atmış, ekibi ve filmleri ile sevilen bir adammış vakti zamanında. Gel gelelim zamanla azalan şöhretinin üzerine bir de en iyi arkadaşı Esteban çekimler sırasında Jaguar Köpekbalığı tarafından yenmesi ile çöküş onun başlamıştır. Zaten egoist Zissou kendinden ödün vermeden kara draması içine girer ve filmin güzel tarafı burada başlar. Zengin karısı, henüz bilmediğimiz oğlu, röpotajcısı, kıskanç Alman’ı ve tüm ekibi ile bizi de belgeseline alarak “film içinde film”ine dahil eder.


Burada hikayenin geri kalanını anlatmamak için çok acılar çeksem de, izleyip görmeniz gerektiğini düşünüyorum. Garip bir masal tadında ilerleyen hikaye oradan oraya alakasızca sürerken bir saniye bile sıkılma payı bırakmaması göze, kulağa (ki Anderson müzikleri başlı başına bir fenomendir. Folk ve Brit pop karışımını çoğu filminde kullanır) hitap etmesi pek de şahanedir. Karakterlerinden birinin de film içinde her fırsatta David Bowie çalması ise kanıtlar sanki durumu.

Bunun dışında o kadar nefes kesmeyen performansı ile yine Owen Wilson’ı Ned karakterinde canlı olarak görüyoruz. Yardımcı pilot olan Ned, annesinin ölümünden sonra tası tarağı toplayıp olası babası Zissou’nun yanına gelerek hayatının macerasına atılır. Yönetmenin torpili ile oynadığını düşündüğüm Wilson’ın oyunculuğunu “muhteşem” bulmasam da, düşününce bir yap-bozun parçası gibi geliyor. Yerine koyamadığım bu adam oldukça sinir bozucu. Burnu da kırılmış bence (meşhur Royal Tennenbaums’tan ve diğer tüm Anderson filmlerinde oynamışlığı vardır).



Cast’ta bir Cate Blanchett ismi görüyoruz, hatta sanırım film posterinde de kanguru gibi görünüyor. Jane Winslett-Richardson isminde bir gazeteciyi canlandıran Blanchett ağzında sakızı ile ve hamilelik hormonlarıyla kimi zaman sudaki yaşamları gerse de, kahkahalarla gülmemizi sağlayan şahane bir karakter. Zaten yeteneği ile son dönemlerde iyi yapımlarla da anılması çok da şaşırılacak bir şey değil.

Aslında pek çok orijinal karakteri bünyesinde bulunduran film, hepsi bir yana aslında çoğu karede esinlenme, parodisini de ironikçe çıkarıyor. Sessizlik sonrası gelen dolu cümlelerden kolayca çıkabiliyor ki, Jules and Jim’den, Fellini’nin 8½’una atıfta bulunurken, açık açık Emanuele Crialese’den esinlenmeler görüyoruz. Hatta yakalayamadığım pek çok sahne’yi -sağolsunlar- Wikipedia’da açık açık vermişler. Filmi ikinci defa izlerden alakasız gelen sahnelere “kime atıftı acaba” paranoyasına da dahil olduğum açıktır. Bunun için atıflama tarzını kimi zaman yorucu bulsam da, mizaha mizah kattığı doğrudur şimdi!

Proust, Jane ve 12 yıl sonra 11.5 yaşında olacak çocuk



Bir sahnede, sesli olarak kitap okuyan Jane bebeğine 6 ciltlik bir takım okumaktadır. Aslında elindeki ile 7 eder, bunu ifade etmese de. Kişisel merakım üzere ufak bir araştırmaya tabi etse de, mükemmel arama motorları doğru bilgiye elini hop diyerek attı.

İşte o kitaplar:

1. Swann'ların Tarafı
2. Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde
3. Guermantes Tarafı
4. Sodom ve Gomorra
5. Mahpus
6. Albertine Kayıp
7. Yakalanan Zaman

Proust’un bu yedi citlik dev serisi, modern dünya edebiyatının önemli eserlerini oluşturuyor. Filmde de önemli bir şeyler çağrıştırıyor olmalı ki, önem verilmiş. İlk kitaplı sahnede ise Jane elinde “Swann’ların Tarafı”nı tutuyor. Ama ne kitabın konusu ile, ne de sahne ile bir şey bağdaştırabildim. Anderson muhakkak, “zamanında ben de okudum” mentalitesinden yola çıkmıştır, yoksa yüksek sosyetede geçen bir aşk romanının Suda Yaşam ilene ilgisi olurdu? Ya da şu an en sığ sularda yüzen biziz. Bunu açıklığa kavuşturalım bir ara.

-

Eğer kara mizah seviyorsanız bana hatırlatın da kırmızı bir bere ve speedo yollayayım size.