Sen, ben ve başkası, bir ‘ülkenin vatandaşı’ olmaktan önce ‘hayatın sakinleri’yiz. Öznel durumlarımız bizi ayrıştırsa da, öznelliklerimizi toplayan ‘hayat’ta buluşuyoruz. Hayatın sokaklarına bırakılanız. Yaşadığımız bir cıngıl; arzuların, korkuların, gelmelerin, gitmelerin, kavuşmaların, ayrılmaların içinde çoğalıyor ve eksiliyoruz.
Bir yere kadar ‘sen’den farkım var; ‘bir yer’den sonra sen gibiyim. Giriş ve çıkışlara açık bir hayat yaşıyorum. Yolumun vardığı veya yolu bana varan çok insan olmuştur, oluyor. Sen gibi yani…
Anlaşılır bir şeydir bu! Zira insan ‘münasebet’tir; kendinden çıkarken vardığı şeyle geliştirdiği hukuktur, ‘bu’ ve ‘o’nun birlikte katıldıkları ‘dil’dir. Yeryüzünde şairane oturduğu için kıyılara düşmüş Hölderlin’in hatırlattığı gibi, “Biz bir söyleşiyiz.” Birbirimizi işitiyorsak, söyleşi(yor) oluruz.
İnsan çok şeyi toplayabilir kendinde, sahiplikleri çokça olabilir. Bu insanı belirlemez, insan kendinden çıkıp başkasına vardığında var olur. Kurduğu münasebette, geliştirdiği hukukta, katkıda bulunduğu dilde görünebilir.
Bütün mesele ‘dokunuş’tadır. Birine dokunurken hissettiğim neyse, bana dokunulurken ne hissediliyorsa, mesele odur. Dokunuşta insanın çiçeklendiğini, görünür olduğunu düşünüyorum. Temasta, yani hayatta! Önceleri çok şey sanılabilir ve söylüyor olabilirsiniz, ancak hakikatte hakikiliğiniz ortaya çıkar. Vardığınız, karıştığınız şeyde yaşanır, yaşanabilir olursunuz. Burası test noktasıdır; ya varsınız, ya da yok!
NİHAT DAĞLI