İşitin ey yarenler aşk bir güneşe benzer
Aşkı olmayan kişi misali taşa benzer
Taş gönülde ne biter dilinde ağu tüter
Nice yumşak söylese sözü savaşa benzer
Aşkı var gönlü yanar yumuşanır muma döner
Taş gönüller kararmış sarp kah kışa benzer
Hayat denen sürprizler ve ihtimaller manzumesinin bizi nereye taşıyacağı belli değil diyerek kader akışının gücünü ve her şeyin geçip gideceğini vurgulayan bir dostum vardı bir zamanlar. Yıllar rüzgar gibi geçse de kalbime konukluğu geçmeyen dostlarımdandı. Evet, her şey geçer diyordu sık sık. Geçmez mi hiç, sevinç de keder de akıp gidiyor ömrümüzle beraber gönlümüzden. Hani bir gün sen de demiştin ya, buradan gideceksin unutacaksın geçen güzel günleri. Hayatımızdaki ortaklıklar azaldıkça kopacak bağımız. Sonra başkaları girecek hayatımıza, başka yerler, başka insanlar… Her gittiği yere gönlündeki dostlarını da taşıyan biri olarak önce üzülmüştüm söylediğine. Ama bunun hayatın bir gerçeği olduğunun da farkındaydım. Lakin bu gerçeği hatırlattığın anda içim öyle acımış, bir anda unutuluşun soğuk duvarlarına çarpan zihnim yıllar öncesine gitmişti: Biz bütün torunlar olarak Hacıbabama çok düşkündük. O da hepimize özel hissettirirdi kendimizi. Zaten bu sebeple sevmez miyiz gönlümüzdekileri. Hacıbabam, o en sevdiğim, sırtını verdiğinde kendini güvende hissedeceğin, heybetli bir dağ misali o güçlü adam, ömrünün sonralarına yaklaştığı malum olmuş gibi bir akşam hepimiz toplanmışken dizinin dibine “hayat hızla geçiyor, ölüp gideceğiz, unutulacağız, belki de unutulduğumuz bile unutulacak” demişti. Sarılmıştık ellerine gözlerimiz dolu dolu olmuştu, biz seni unutur muyuz demiştik dedemize. “Unutursunuz “demişti, “En çok seveniniz bile 1 hafta ağlar, 40 gün üzülür, dualar okur arkamızdan, sonra zaman geçtikçe adımızı bile anmaz olur, hayat gailesi fırsat bırakmaz buna, bari arada arkamızdan bir Yasin okuyanınız çıksa !” diye ilave etmişti. O an kendimize söz vermiştik hepimiz, unutmayacak öldükten sonra da hergün Yasin okuyacaktık ruhuna ve unutmadığımızı ispatlayacaktık ona. Kısa bir süre sonra onu ani bir trafik kazasında kaybettik, O zaman lisede birinci sınıfta okuyordum, hacıbabamı kaybetmeden az bir zaman önce bir arkadaşımın yakını ölmüştü ve benim hiçbir yakınım ölmedi diyerek içimden geçirmiştim. Bir de o yıllarda okulumuzda yatılı öğrencilere misafir gelir danışmaya gelmeleri için isimleri anons edilirdi, ben de bir gün beni de çağırsalar diye özenirken işte bir sabah henüz ilk dersin tenefüsüne çıktığımızda adımın anons edildiğini duyunca heyecanla inmiştim merdivenleri üçer beşer.Ardından kardeşimin ve kuzenimin de adları okununca bir korku sarmıştı içimi. En büyük ben olduğum için ilk bana söylemişti görevli “hemen anneannenlere gidin deden kaza geçirmiş” demişti. Bir yandan ağlayıp bir yandan koşarak durağa gitmiş dolmuşun gelmesini beklerken önünde durduğumuz caminin minaresinden okunan sala da hacıbabamın adını duyup yıkılmıştık olduğumuz yere. Sonra birileri bizi alıp eve götürmüştü ama gerisini çok hatırlamıyorum. Hatırladığım sadece ölüsünün yüzüne bakmamıştım, onu her zaman gülen yeşil gözleriyle hatırlamak için. O günden sonra adımın bir yerde anons edilmesinden de aklımdan olumsuz şeyler geçirip beni bulmasından da korktum. Zihnime yerleşen olumsuz cümle kalıplarını silmek için hala uğraş vermekteyim. O nedenle senin de unutursun dediğin noktada derin bir hüzne yuvarlandı yüreğim, çünkü artık onbeş yaşında değildim, kendimize verdiğimiz her sözü tutamayacağımızı, ayrıldığımız sevdiklerimizi hergün anamayacağımızı bilecek kadar büyümüştüm. Ama hemen ardından bu unutu(lu)ş gerçeğinin kederini dağıtacak bir ışık belirdi zihnimde ve tutup kalbimin ellerinden, çekip aldı beni karanlık düşüncelerden: “Birimiz doğuda, birimiz batıda, birimiz güneyde, birimiz kuzeyde hatta birimiz âhirette, birimiz dünyada olsak, biz yine birbirimizle beraberiz. Âhiret hakikatine inandığımız için, mânevî olan bu sevgi ve tesanüdümüzü elbette hiçbir kuvvet sökemeyecektir” Bu müjdeyle gülümsedi gözlerim, kalbime güneşi astı değer verdiğim.
Evet her şey unutulur, geçer, gider… Belki de böyle olmasa yaşayacak dermanı bulamaz insan kendinde. Güzelliklerin unutuşun derin uçurumundan yuvarlanıp gitmesi acı verse de bize geçen kötü zamanları da unutuyor olmak insana en büyük hediye.
Sen, hep “Yürüdüğün yolda ne kadar az iz bırakırsan kendini o kadar az bağlarsın insanların nezdinde” desen de ben hep bile isteye sesli düşündüm senin yanında. Çünkü dostun lügatımdaki karşılığı, yanında sesli düşünülen kimseydi. Bu düşünceyle içimdekileri saklamadan emanet ettim hep sana. Sen ve değerli eşin de evinizi, gönlünüzü açıp geceler boyu muhabbetinizi sundunuz kader defterimin yalnızlık başlığı ile açılmış sayfalarına. Söz uçar yazı kalır derler ya işte bu yüzden, anlattıklarım yetmedi bana ve kaleme kağıda sarıldım ki, hayatın gerçeği unutuluşun soğuk duvarlarına çarpmadan dostluğumuz, belgelensin, yıllar geçtikçe dönüp dönüp baktığımız fotograflar gibi açıp okuyacağınız iki satır kalsın benden size, her daim birlikte geçirdiğimiz günleri hatırlatacak, güzel gönlünüze hediye.
“Celâli maruziyetler, Cemâli lütufları barındırır." demişler, ne güzel söylemişler. Yolum zor bir ayrılık vesilesi ile bir şekilde bu şehre düşmese, gelir gelmez marazlı bir el dokunmasa ruhuma düştüğüm bu yerde yalnızlığımla debelenip duracaktım belki de. Ama işte her şerde bir hayır var ki, en kalbi dostluklar kalbin en çok kırıldığı yerde başlıyor, dost acı günde belli oluyor. Gönle güneş doğuyor. Bir ses en umutsuz anınızda tutuyor ruhunuzun ellerinden ve “Ben senle güneşi bulmaya geldim, ürkme kavganı sormaya geldim, gücenme güneşten sunmaya geldim,” diyen şair gibi çocukların ellerindeki güzel günlere doğru yürürken bir yoldaş bulmanın sevincini bırakıyor içinize.
Nuri Pakdil 1979 da değerli büyüğü bir dostuna ithafen yazdığı Bağlanma adlı eserinde “İnsanlar cümlelerle yaklaşırlar birbirlerine: sonra uzatırlar ellerini: tutunmak için. Çok güçtür insanın tutunabilmesi insana! “diyor. Günümüzde bu zorluk kat kat artmış durumdayken herkes menfaatin peşinde, kimse kimseye vakit ayıramayacak kadar meşgulken insanın kalbi dostluklar kurabilmesi altın madeni bulması ile eşdeğer hale gelmiş durumda. Ama bir gerçek var ki, insanları yaklaştıran cümlelerin yapıtaşları kelimeler sahibinin neresinden çıkarsa muhatabının orasına değermiş ya demek ki kalp de dimağ da yanılmıyor sözün samimiyetini test ederken. Ve böylece insan dostunu düşmanını seziyor, yüreğinin götürdüğü yere giderek doğru insanları se(ç)(v)iyor.
Ingmar Bergman bir sözünde “Gerçek olduğumu hissetmem için birinin bana ulaşmasını bekliyordum." diyor ya, ben de bana gerçeğimi hatırlatacak, bana ben olduğumu hissettirecek, kendim olmanın güzelliğini yaşamaya fırsat verecek, yargılamayacak, yadırgamayacak, zihin kalıplarına sıkıştırıp kategorize etmeyecek insanlar arayıp durdum ömrümce. Ve Allah bana böyle insanlar tanımayı, onları yüreğime almayı, onların da gönül kapısından geçebilmeyi lütfetti yolumun uğradığı şehirlerde. Tek tüktü sayıları ama işte hayatımda “var”lardı ve bana maddi manevi değer katıyor, dostlukları ile gönlüme umut oluyorlardı.
Aslında her insan bir ayna karşısındaki muhataba. Aynada kendini gördüğün an, işte o an, yarana eş yarasını görünce karşındakinin, gönlünü açıyorsun umarsızca. Bırakıyorsun kendini muhatabının gönül denizinin ılık kıyılarına. Boğmaz diyorsun beni böylesi bir sevgi, boğulursam da onun sularında olmuş ne gam. Sırtını dönebiliyorsun mesela, bir gün bana kızsa da, kırsam da onu beni bıçaklamaz ya sırtımdan diyorsun. Yalnız değilim diyorsun, o var, bırakmaz beni. Çünkü dost insana O Yüceler Yüce’si Dost’un emaneti, emanette emin olanı affeder Dostların, dostluğun muhabbetin Sahibi…
Hayatın yarın bizi nereye taşıyacağı, kimlerle karşılaştıracağı belli değil lakin “Karşılaşmak” yolculukların belki de en sırlı kavramı. Sadece nesnelerle- kitaplarla değil insanlarla da ilişkilerimizin bu büyülü kavram üzerinden aktığını düşünürüm. Hiçbir şeyin raslantı ile açıklanamayacağı bir dünyada sürekli birileriyle kesişir yollarımız. Hayatlarımıza konuk olanlar bazen bizden bir şeyler götürürler kendi yolculuklarına dönerken, bazen de güneş gibi doğarlar içimizin karanlıkta kalmış labirentlerine. Akibeti ne olursa olsun yaşanması gerekmektedir ve olanda da olacak olan da da hayır vardır dediği gibi bilgelerin yolculuklarımız, yoldaşlarımız, konuklarımız,konukluklarımız, ilişkilerimiz, kitaplarımız, filmlerimiz mutlaka bizi zenginleştirir. Sonuca ulaşmak çoğu zaman irademizi aşan birçok etkene bağlı iken önemli olan yolda olmaksa, bir yolcuysak bu dünyada, “karşılaşma” nın sırrıyla yolumuza çıkan mektupları okumalıyız her fırsatta. İşte bu gri beldede bahtıma düşen en güzel mektuptu varlığınız, dostluk adına. Şükür yollarımızı kesiştiren Yaradan’a.
“İnsan insanın yurdudur” diyor ya Mustafa Kutlu, yurdum olduğunuz için bana ne mutlu… Tebdil-i mekanda ferahlık vardır dediği gibi eskilerin benim gelişim zorunlu bir nedene dayansa da insan arada bir de olsa yüreğine eş yürekler bulmak adına keyfekeder ayrılışlar yaparak da düşmeli yollara. Yeni insanlar tanımalı, yenilenmek, umut ışığını hayatının merkezine tekrar oturtmak, yılların yorgunluğuna yenilmiş, gizini kaybetmiş dostlukların-ilişkilerin yükünü üzerinden atabilmek adına çıkmalı yola, yolculuklara.Sonra tazelenmiş bir yürekle döndüğünde yurduna, yani dostlarına kalbine güneşi asmaya geldim diyebilmeli, konuşmadan da anlaşabilmeli…
Mehmet Akif’in “… Bir yığın söz ki, samimiyyeti ancak hüneri… dili yok kalbim bundan ne kadar bizarım “ dediği gibi belleğimdeki kelimeler anlatmaya yetmiyor kalbimdeki dostluğu… İşte bu noktada bir başka şaire kulak kesilip söze son vermeli...
” Söylediklerimden çok sustuklarımda saklıyım… Ve gizlediklerimde gizliyim… Beni anlamak için; Konuştuklarımdan çok, ... Sustuklarıma kulak verin..
... Aklım sukütu sever benim. Çünkü çok ağır ödeştik biz hayatla... Ben sonu olmayan çok yollardan geçtim... Üç Noktalar Koymaz Bana…” Nazım Hikmet
Belki hatırlamazsın ama bugün sen öleli tam iki yıl oluyor. Ne yazık ki bu süre içinde ben daha iyi ve akıllı olamadım; bu fırsatı da kullanamadım. Oysa yıllar önce, bazı zamanlar, sen olmasaydın bir çok şey yapabileceğimi düşünürdüm. Şimdi artık suçun kendimde olduğunu görmek zorundayım.
Sana bazı şeyleri anlatamadım. Bir iki yıl daha yaşasaydın ya da dünyaya dönseydin – kısa bir süre için- her şey başka türlü olurdu sanki. Çaresizlik yüzünden bir çok şeyin anlamı kayboluyor. Sen olmadıktan sonra sana yazılan mektup ne işe yarar? Fakat ben artık bir meslek adamı oldum babacığım. Yakın çevremde seninle ilgili bir hatıramı anlattığım zaman, “Ne güzel” diyorlar, “Bunu bir yerde kullansana.” Onun için, çok özür dilerim babacığım, seni de bir yerde, mesela bu mektupta kullanmak zorundayım. Geçen zaman ancak böyle değerleniyormuş; insanın geçmiş yaşantısı ancak böylece anlam kazanıyormuş. Ben, seninle ilgili olayları anlatırken aslında senin nasıl bir insan olduğunu belli etmemeye çalışıyorum; aklımca asıl babamı kendime saklıyorum. Sonra da seni anlamadıkları zaman onlara kızıyorum. Bana kızınca –bu çok sık olurdu- “Senin aynadan gördüğünü ben ‘dıvardan’ görürüm,” derdin. Annemle birlikte ‘dıvar’ sözünle alay ederdik. Ben de şimdi küçüklerime karşı –artık benden küçük olanlar da var babacığım- bu cümleni kullanıyorum, gülüyorlar
Yine zamanın döngü vakti geldi, bir yaş daha eskiyor dünya ve bizi de katıyor önüne. Her yıl düşerken takvimin son yaprakları bir hüzün sarar insanı. Birkaç çizgi daha belirir yüzünde.
Eskiden “yeni bir başlangıç” tarafını görürdüm, yeni yılı öne çıkarır, bir sürü umudu yüklerdim bu döngüye. Ama artık yenisindense eskisinin muhasebesini yaptığım, hayallerimden biraz daha uzaklaştığımı fark ettiğim, umudu rafa kaldırdığım zamanları yaşıyorum her sene sonunda.
Bu belki bu ara daha fazla hissettiğim bir duygu. Aslında çok hastayım. Hasta olunca insanın gözünden siliniyor her şey. Göremediğimiz bir mikrop gördüğümüz, sevdiğimiz her şeyin önüne geçiyor. “Canımı veririm” ler siliniyor, “can”ın ne kadar da önemli olduğu anlaşılıyor.
Günlerdir hiçbir şey gözümde yok, uykum sık sık, uzun ve derin öksürük nöbetleri ile kesiliyor. İlaç içmemekte ısrar ediyordum ta ki bu sabaha kadar. Bugün artık dayanacak gücüm kalmayınca antibiyotiğe başladım. Biraz gözüm açıldı da kalkıp iki satır yazayım dedim.
Bir haftadır gecem gündüzüm karıştı. İşin kötü yanı, mutlaka tarafımdan yapılması gereken resmi işlemler vardı. Bu nedenle her gün dışarı çıktım ve dinlenemediğim için bir türlü iyileşemedim. Akşamları erkenden yatıp sabahları erken uyanamadım. Oysa rutinim geç yatıp erken uyanmak, sabah yazısında rüyalarımı yazmaktı. Bu hafta öyle çok rüya gördüm ki çoğunu da hatırlamıyorum ama genel olarak kaos hakimdi gece sinemama.
Büroyu resmen kapattım. Maliyede, defterdarlıkta, muhasebecide, sigortada orada burada derken yanlış yapılan hesaplamaları düzeltme telaşındaydım gündüzleri. Tabi gecelere de bunların yansıması düşmüş olmalıydı ki hep bir mücadele söz konusu idi.
Yine kısa çöpü ben çekmiştim, yine bir sürü yanlışlık bana rastlamıştı.
Neden mi? Sorgulamayı bıraktım artık.
Demek ki öyle gerekiyor ki bunları yaşıyorum.
Eskiden yanlış bir sokağa bile sapınca tüh ya zaman kaybediyorum diye canım sıkılırdı, söylenir dururdum.
Artık acaba burada görmem gereken ne var da buraya yolum düştü diye bakıyorum. Olayları, çevreyi, yaşadıklarımı daha sakin karşılayıp daha yalın bir okuma yapmak istiyorum.
Belki de bu kaçan trenlerden umudunu kesen bir yolcunun istasyonu sevmeğe mecbur kalışıdır. Gidemediği bir yerlere olan özlem yerine kaldığı bu yeri sevme gayreti.
Geçen her yıl kaçan bir tren gibi aslında. Ve bir eşik var, bir yaş eşiği, bu herkeste değişir sanırım ama otuzla başlıyorsa yaşınız biraz biraz istasyonu sevmeniz gerektiğini kabullenmeye başlamışsınızdır.
Olanla yetinmeyi, kalanların kıymetini bilmeyi ve yeni bir şeyler yapılacaksa artık bu ülkede olması gerektiğini kabul ederseniz.
İstasyon artık gidenlere el sallanan, gelenlere hoş geldin denilen bir yerdir. Bazen istasyonun bahçesinde oturmuş çay içerken yanınıza sokulanlar olur. Amaçları bekledikleri tren gelene kadar vakit geçirmektir. Hal hatır sorma faslından sonra telaşla bir şeyler sorarlar, dilin döndüğünce anlatırsın. Buradan, gideceği yerden, yolculuktan bahseder, kendi hikayen üzerinden paylaşımlar yaparsın. Tam en heyecanlı yerinde trenin düdüğü duyulur. Sevinçten senin sözlerini duyamaz olur yanındaki. Ve susarsın, buruk bir gülümsemenin kenarına sıkıştırılmış birkaç kelam eder, iyi yolculuklar dilersin.
“Çemberimde gül oya, gülmedim doya doya” diye her satırında ayrı bir “ah”ın gizlendiği türkü çalarken istasyonun salonunda “Hoşça kal 2010” yazan ışıklı tabela ilişince gözüne “Hoşça kal” diyerek bakarsın yılların ardından. Yürürsün karanlığın içine, trenin ters istikametinde, cebinde biriktirdiğin hayalleri tek tek bırakırsın rayların arasındaki taşların üzerine…
Yolculuk sürmekte, bazen durduğun yerde yapacağın bir yolculuk seni götürür daha ilerilere… İyi yolculuklar herkese…
“Avucunda biriktirdiklerin çok güzel” dedi bir seferinde.
Sabah uyandığımda hava bulutlu, içim yağmurluydu.
Sele dönüşmeden kalbime yağan, tedbirimi aldım, baraj kapaklarını açtım. Gözümden damlayan inciler göğe dönmüş avucuma düşünce birden ıssız geceme gelen bu sözü hatırladım: “Avucunda biriktirdiklerin çok güzel”
Avucumu açtım, biriktirdiklerime baktım…Acıların arasından gülümseyen yüzler gördüm, o günlerin geçtiğine sevinmiş, elemi eleyip huzuru duvara asmışlardı. Şarkılar vardı, hepsine denk düşen, yakan, yıkan aşka düşüren…
Mesela birinde;
“Fikrimin İnce Gülü
Kalbimin Şen Bülbülü
O Gün ki Gördüm Seni
Yaktın Ah Yaktın Beni..
Gördüğüm Günden Beri
Olmuşum İnan Deli
O gün ki gördüm Seni
Yaktın Ah Yaktın Beni..
Ateşli Dudakların
Gamzeli Yanakların
O gün ki Gördüm Seni
Yaktın Ah Yaktın Beni..” diye inliyor, sesi delip geçiyordu aşığın yüreğini.
Bir başkasından İstanbul göz kırpıyordu, masmavi… Özlemin de güzel olduğunu anlatıyordu, kavuştuğun günlerin resimleri. Musikinin hüzünlü nağmeleri bile serinletiyordu boğazın dalgalarına gizlenen hafif esintiler gibi.
Kırık bir kalbe söylenen teselli sözleri, yalnızlığın paylaşıldığı gecelerde yüze düşen bir tebessüm resmi, annesiz bir çocuğun bağra basılıp ısıtıldığı şiirler gibi nice güzel ses, görüntü, harf birikmiş avucumda meğer. Hepsi de öyle değerli ki…
Anıların kanatları alıp götürdüğünde bizi geçmişe, bugünkü sizi oluşturan her şeye teşekkür etmeli. Canınızı acıtanlar en çok merhameti istiyor belli ki, duyun onu, sevin, dokunun diye canhıraş bir halde acıtmış sizi. Sizinle gülen, sizi güldürenden daha çok gülümsemeyi öğretmiş belki. Sevgiyi sevip düşmanlığa düşman olmak bundan gerekli. Sıkıca kapadım hafızamın avuçlarını, akıp gitmesin hiçbiri. Avucumda biriktirdiklerim hem çok güzel hem çok kıymetli.
Yine dosttan bir inci: “Matematiğin bittiği yerde hesabı, hesabın sahibine bırakmayı bilmeli…”
Bırakıyorum kendimi, merhametinin enginliğine…Beni zayi etmezsin değil mi?
Öyle çok, öyle derin ki, "Hangi cebini karıştırsan yalnızlık." (Turgut Uyar) dedi.
Hangimizin öyle değil ki, dedim, bir yerden başla anlatmaya iyi gelir belki.
"Senin de kıyılarını/ elinden aldılar mı" (İbrahim Tenekeci) dedi, uzaklara dikti gözlerini.
Almazlar mı? Bazen kıyılarıma ulaşamadan çaldılar hayallerimi kelimeleri dökülünce dilimden, desene "Biz her çağda kızılderili/ Biz her yerde hep yerdeyiz."( Hüseyin Atlansoy) değil mi?, dedi.
"Nerelisin yeğenim? / Hüzünlüyüm dayı." derdim bir zaman memleketimi sorana, sonra hüzün gelip otağını kurdu kalbimin tam ortasına. "Hüzünceketimin iç cebinde bir tütün yaprağı gibi" (Cafer Turaç)
Benimse "Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile/ Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün."(E. Cansever) dedim.
"Yaşamak deriz -Oh, dear- ne kadar tekdüze." (İ. Özel) dediği gibi şairin, aynı düzlemde gidiyoruz işte, bir hayalin peşinde koca bir aldanmışlık sarmış evrenimizi, sarmalamış bizi gölgeler misali dedi.
“Yok bu şehr içre senin vasfettiğin dilber Nedîm Bir perî-sûret görünmüş bir hayâl olmuş sana” diyorsun yani diye ilave etti…
Elbette, öyleyse ne gerek var, her şeyi dert etmeye, dedim…
"Halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta/ Her şey naylondandı o kadar." Diyebiliriz değil mi dedim acı bir tebessümü iliştirip dudağımın kenarına…
Aynen öyle, her şey sahte…“Korkuların karanlıktan doğmadığını anladım – korkular da yıldızlar gibi – hep oradadırlar ama gün ışığı onları gizler...” dese de Nietzche, korku da bir ezberlenmiş bir replik sadece. Bir dekorda yaşıyoruz, rolümüzü oynuyoruz vakti gelince. Figüranlar gibi girip çıkıyoruz birbirimizin sahnelerine diyerek sığındı sessizliğe.
"Biraz aklınız karışacak galiba efendimiz. Bilmem ki. Karışsın Olric. Bugüne kadar boş bir kağıt gibi temiz kaldı. İyi koruduk uzun süre. Biraz da zorlansın. Saflığını kaybetsin biraz. Aklımız, maceralardan korkmasın biraz. Ne demek biraz? Hiç korkmasın. Hiç yorulmadan mı ölelim istiyorsun? Sonra Oblomov gibi erken ölürüz. İyiyi kötüden ayırmasını öğrenmek istiyorum. Uğraştı da beceremedi desinler. Biraz heyecanlanıyorum; bilmediğim, görmediğim hayallerin baskısını hissediyorum, efendimiz. Sizin için korkuyorum. Belki, çok önceden hazırlığa girişmeliydiniz efendimiz. Gülünç olurum diye mi korkuyorsun Olric? Zarar yok, gülünç olalım. Bir yere varalım da ne olursak olalım. İyi aklıma getirdin Olric: Don Kişot'u da almalıyız. Çok iyi niyetli bir ihtiyardır. Aklın macerası önemli Olric. Ben de okumadığım kitaplardan en iyi anlayan insanım bu dünyada."diyor ya TUTUNAMAYANLAR’da Oğuz Atay, gülünç olmak da dahil korkulardan kurtulup yürüyelim hayatın içinde, aşkın izinde dedim bir doz heyecan katıp orta şeker keyfime.
Bak dedi; "Bizim gibiler... Kadın ve erkek fark etmiyor: yapayalnızlar: sizi aşka götüren yolda, kim ve ne olursanız olun, sonsuza dek yapayalnız. Kadınlığınız, erkekliğiniz işe yaramaz. Aşk ya yıkıp geçer ya da sizi yapayalnız bırakır." demiyor mu Selim İleri,Yarın Yapayalnız’da. Haklı değil mi söyle bana diye ısrarla sorunca şiirden bir dal uzattım ona:
Lale Müldür ne diyor biliyorsun: “Ormanda bir kuş hızla dönüyordu. Aşık olduğumuz zaman yürek denen ormanda bir kuş anormal bir hızla döner ve kaçmamız gerektiğini söyler bize çünkü her şey çok fazladır kendi etrafında nefes kesici bir biçimde dönen bir kuş kendini ve etrafındakileri yaralar tehlikedir onun adı… “
Tehlikeden sıyrılmak mı zordur, kendini aşkın sularına bırakmak mı bilinmez ama aşka kapısını aralamalı insan. “Aşkta ölüm gibi habersiz gelir” dese de şair açmayınca gönlünü aşkın frekansına geleni de duymuyor insan, kendini de tanımıyor bir başkasını kendine ayna kılmayınca dedim ümitvar bir tavırla.
“ Her seven Sevilenin boy aynasıdır. Sevmek Sevilenin o aynaya bakmasıdır.” der ya,Özdemir ASAF diye ekleyince, evet tam da bunu demek istemiştim: Bırakmalı insan kendini mutluluğa götürecek sevgiye. Emek vermeli, sevdiklerine, diyorum işte.
“Yorgunum. Açılan her kapının ardında gülümseyen bir yüz arıyorum." (Melek Paşalı) Anlıyor musun beni, yorgunum deyiverince atıldım hemen:
Yorulmak yok…Yürü ve vardığın duraklarda dinlen, konuk ol gönlünü açan talibe ve gülümse, bunca söz bunca kelime işte bu hakikati anlatmak için değil de nedir söyle?, hadi neşelen biraz, gül, gülümse…
"Harflerin gülüştüğünü senin adında gördüm!" (H. Ergülen) deyince, ne güzel bir mısra bak isteyince oluyormuş geçmek, hüzünden neşeye diyerek gülümsedim yüzüne.
O da gülümsemişken gözlerime, birden bire yüzü bulutlandı, “Korkuyorum yaklaşmaktan, yakınlaşmaktan” diye mırıldandı. “Hepimiz bazen birileriyle o kadar yakınlaşırız ki dostluğumuzu ya da kardeşliğimizi hiçbir şey engellemiyormuş gibi görünür; bizi ayıran küçücük bir köprü vardır, hepsi o kadar. Ama tam sen bu köprüye adım atacakken sana şu soruyu sorsam: “Bu köprüyü geçip bana gelir misin?” işte o anda artık bunu istemeyiverirsin; sorumu tekrarlasam öylece suskun kalırsın. O andan itibaren aramıza dağlar ve azgın nehirler girer; bizi ayıran ve birbirimize yabancılaştıran duvarlar bitiverir önümüzde ve bir araya gelmek istesek de artık yapamayız. Ama o küçücük köprüyü düşündüğünde, sözcüklere sığmayacak kadar büyüyüverir gözünde; yutkunur ve şaşar kalırsın.”( Irvın yalom-köprü) diye ekledi, korkusuna gerekçe gösterircesine.
"Benim harcım değil bir yâr sevmek gizliden." (İsmet Özel) diye de ekledi, şairden ödünç aldığı kelimelerle.
Aşk gizlenemez ki, dedim. Senden başka herkes görür bazen ışığı, insanın kendini görmesini engeller gözünün menziline giremeyen kör noktaları. Bu nedenle bir ayna önünde durmalı insan, yüreğine eş yüreğin sularına kendini bırakmalı…
“Bir bozuk saattir yüreğim hep sende durur." dedi, yüzünde muzip bir gülümsemeyle.
Aşka düşünce baktığın, gördüğün zaten hep o olur. Ve ondan sonra, aşığın kalbi ancak kavuşunca sükun bulur, deyince ben, orada dur bakalım dedi. Aşka geldiyse konu, evvel yükseklerden uçup şimdilerde düze inen gönlümün diyecek sözü çok:
“Ben pırıl pırıl bir gemiydim eskiden. İnanırdım saadetli yolculuklara. Adalar var zannederdim güneşli, mavi, dertsiz. Bütün hızımla koşardım dalgalara. O zaman beni görseydiniz.
Ben pırıl pırıl bir gemiydim eskiden. Beni o zaman görseydiniz Siz de gelirdiniz peşimden.
Ama simdi şu akşam saatinde Son liman kendim, bu döndüğüm, Bilmiş, bulmuş, anlamış. Hatırımda, bir vakitler güldüğüm. Yoluna can serdiğim o kaçış.
“O günden sonra kuracak güzel bir cümlem olmadı hiç dünya için. Rüyalarım tüller ve silahlardan bu yana sisli. Kıvrılıp giden dargın bir yol, yolda eski bir taş, Limanda bağlı bir tekne, yosunlu bir halat gibi durdum.
Uzağımda açık denizdi o yürüdü gitti. Ben kıyıda ıssız bir ev, ince boğazda gıcırdayan tahta iskele, iskelede bir lastik, az ilerde turuncu bir şamandıra, İçimde kuzeyden bir hatıra aksiyle durgun suya vurdum.”
“Okyanusta ölmez de insan, gider bir kaşık ''sevda'' da boğulur” dedikleri doğru demek ki.
Yine de emek vermeli insan, aşka uğramış gönlü, onu bilmezlere tercih etmeli. Ne diyor Halil Cibran:
“Yeryüzüne birlikte geldiniz ve sonsuza dek birlikte yaşayacaksınız, Ölümün ak kanatları günlerinizi bölene dek birlikte olacaksınız, Tanrı'nın suskun anıları katına eriştiğinizde bile birlikte olacaksınız, Ama bırakın da bunca beraberliğin arasında biraz boşluklar olsun, Ve Tanrısal alemin rüzgarları esip dolanabilsin aranızda, Birbirinizi sevin, ama sevginin üzerine bağlayıcı anlaşmalar koymayın, Bırakın yüreklerinizin sahilleri arasında gelgit çalkalanan bir deniz olsun Sevgi Birbirinizin kadehini onunla doldurun ama aynı kadehe eğilip içmeyin, Ekmeğinizi bölüşün, ama aynı lokmayı dişlemeye kalkmayın, Şarkı söyleyin, dans edin, eğlenin birlikte ama ikinizin de birer Yalnız olduğunu unutmayın, Çünkü lavtadan dağılan müzik aynı, ama nağmeleri çıkaran teller ayrıdır, Yüreklerinizi birbirine bağlayın ama biri ötekinin saklayıcısı olmasın, Çünkü ancak Hayat'ın elidir yüreklerinizi saklayacak olan, Hep yan yana olun, ama birbirinize fazla sokulmayın, Çünkü tapınağı taşıyan sütunlar da ayrıdır, Çünkü bir selvi ile bir meşe birbirinin gölgesinde yetişmez “.... Bireyliğini kaybetmeden bir olmayı becerebilmeli, başarırsan bunu, dünyada yaşarsın cennet gibi dedim ısrarla.
Hayat bir muamma, bunu unutma dedi, en ciddi, en mütevekkil ifadelerinden birini takıp yüzüne, artık geldiği gibi yaşıyorum, ne sağımdan solumdan esen rüzgara aldırıyorum, ne de neden ben diye soruyorum, sadece seyrediyorum, vardır bunda da bir hayır diyor, gözümü bir sonraki sahneye dikiyorum:
''Şiirler söylenir, şiirler biter Biz bu sevdayı neresine sakladıktı sen ona bak da Kahverengi avuçlarına mı gözlerinin Tam oradan mı kahverengi yağan bir aydınlığa.''
Kısa bir öyküdür hayat Uğruna upuzun acılar çektiğimiz Kısa bir türküdür Bir kez daha söylemek için delirdiğimiz(Yılmaz Odabaşı)” diye söylemiş ya şair, bak ne diyor bir başkası:
“Yüzgörümlüğü selamı gözlerin alır ancak müntehir bir şairin dudaklarından. Düşleri erken çalınan çocukların masalında bir varsın bir yoksun evvel zaman içinde, sol memenin altındaki cevahir, dövüldükçe uslanmayan bir çocuk gözlerin için. Kalbim kendi masalında kendi kahraman bir gladyatördür.
Anla sevgili! Kahraman bir aşkı olmalı insanın, kahraman bir hüznü ve ağlayan bir gözü olmalı. En çok ağlamayı becerebilen bir göz gözdür ve taşan bir pınardan içilen su ab-ı hayat suyudur. Kaldır gözlerindeki demir perdeyi ve gözlerinde demir taraklarla taranmış gövdeleri, aşk ehli raks etsin, cezbeye dursun kalpleri.
Kör olsun ışığa meydan okuyan dağlar, aşka geçit vermeyen demir kör olsun. (Nevzat ONMUŞ)”
İyi diyorsun hatta, Cezmi Ersöz’ün
“Artık şimdi o karanlık denizde
'binlerce hiç kimseyim'
İki karanlık orman birbirini sevse ne olur, sevmese..." dediği noktadasın.
Ve ekliyorsun, "Yalnız aşkı vardır aşkı olanın
Ve kaybetmek daha güç bulamamaktan"
Dahası var: Söz Atilla İlhan’ın:
“Hayır sanmayın ki beni unuttular
Hala ara sıra mektupları gelir
Gerçek değildiler birer umuttular
Eski bir şarkı belki bir şiir
Ne kadınlar sevdim zaten yoktular
Böyle bir sevmek görülmemiştir”
Başta söylemiştim sana, dünya sadece bir hayal… Bizi saran, sarmalayan, yıkan, her türlü duygu sanal…
“Halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta/ Her şey naylondandı o kadar."
Zaman, içinde bir daha yıkanılamayan bir nehir gibi hızla akıp gidiyor hayatlarımızdan. Sürekli değişiyor takvim yaprakları, eksiliyor ömrümüz biz farkına varmadan.
Gün geceye bırakıyor yerini, çocuk gence, genç yetişkine…
Yetişkin…Gelişimin herhangi bir yönünde veya tümünde duraklama düzeyine erişmiş olan diye tanımlıyor sözlükler bu kavramı. Artık yetişkiniz, duraklama döneminin yükü üzerimizde ilerliyoruz gelmesi mukadder çöküş dönemine.
Bugün bayram… Bayram neşe demektir, kalabalıkta koşuşturmak, el öpmek, harçlık dağıtmak-toplamak, hasretle kucaklaşmak demektir sevdiklerimizle.
Bayramın yetişkinlere hatırlattığı ise zamanın akış hızı oluyor şimdilerde. Daha dün annemizin kollarında yaşarken, çiçekli bahçemizin yollarında koşarken şimdi bir garip halde gurbette olduğumuzu anımsıyoruz hüzünle.
Gurbet; gariplik, yabancılık, vatandan ayrı düşme mânâlarına geliyor. Herkes bir şekilde gurbet yaşıyor bu dünyada. “Garip” oluyor bazen, kocaman sevgi dolu kucaklar açılsa da. Çünkü gurbet; sofiye ıstılahında, Maksud'a ulaşabilmek için, o güne kadar alışılagelen dünya ve onun câzibedar atmosferinden uzaklaşma veya o atmosferde uhrevî buudlu yaşama şeklinde yorumlanmıştır ki, buna dünyanın mânevî mimarlarının hâlleri de diyebiliriz. Bu mana derinliğinde dahi, çeşit çeşittir gurbet; hâlden hâle intikal gurbeti, halktan Hakk'a yönelme gurbeti, Hakk'tan halka nüzûl gurbeti bu sözcükle zihinlerimizde canlanan ahvâlden sadece bazılarıdır.
Ama bir de ıstılahı manadan uzakta, yaşamın ortasında yapayalnız bir yetişkin olduğumuzda, maruz kaldığımız gurbet vardır ki, acısı yürek dağlar.
Hele de vakit bayrama uğramışsa gurbetteki yüreğin acısı kat kat artar. Zaman ırmağında yitirdiklerimiz arttıkça özlemlerimiz büyür, bayramın diğer adı olan neşe hüzün-sabır ortak yapımı bir tebessüme evrilir. Gurbet kalmadı yalanı gereği telefonlar açılır, görüntüler, sesler, kelimeler değiş tokuş edilir, bir nebze su serpilir yüreğe.
Böyle bir bayramdayım yine, bir sürü kelimeler hediye ettim sevdiklerime. Güzel dilekler, dualar aldım özlem dolu seslerden. Vazifemizi yapmanın rahatlığı ile açmış kitabımı okurken bilmem kaçıncı gurbet yılımda, garip bir bayramdayken Barış Manço’nun “Bu gün bayram” şarkısı değiverince yüreğime, gözyaşlarım boşandı bendinden hüzünle. Birbirimize baktık ve sarılıp ağladık eşimle, annelerimizin özlem kokulu sesleri içimizde. En azından hala aynı zaman ırmağındayız diyerek teselli bulduk. Mezarlarının başında anne-babalarını ziyaret edenler, hatta onu bile yapamayacak kadar uzağa düşenler gelince hatırımıza, her şeye şükür dedik, kalbi bir duayla.
“Sen gittin gideli içimde öyle bir sızı var ki Yalnız sen anlarsın Sen şimdi uzakta cennette meleklerle bizi düşler ağlarsın
Bugün bayram erken kalkın çocuklar Giyelim en güzel giysileri Elimizde taze kır çiçekleri üzmeyelim bugün annemizi
Sen yaz geceleri yıldızlar içinde Ara sıra bize göz kırparsın Sen soğuk günlerde kalbimi ısıtan en sıcak anısın
Bu gün bayram çabuk olun çocuklar Annemiz bugün bizi bekler Bayramda hüzünlenir melekler Gönül alır bu güzel çiçekler” diye söylerken Barış Manço, onu da rahmetli diye anmak derinleştirdi gurbetimi.
Erken kalmadım bu sabah, hatta hiç uyumadım. Ne kahvaltıya yetişeceğim bir yer vardı ne de el öpmek için çalacağım bir kapı. Uykudan talep ettim koynuna sığınmayı. Biraz izin verdi gözlerime, sonra bir sürü rüya arasından sıyrılıp çıktım güne,sessiz, sakin, kıpırtısız bir evin soğuk duvarlarına baktım öylece. Defalarca dinlediğim bugün bayram erken kalkın çocuklar şarkısı eşliğinde dolaştım hafızamın derinlerinde, en güzel giyisileri giydiğim zamanları, gözyaşları eşliğinde.
Bayram çocuklar içindir gerçeğine binaen bari yavrumuzun zihninde güzel bayram resimleri dizilsin diye yollamıştık onu büyüklerine. Bu teselliyi alıp sarıldım “oğlummm” deyip özlemle. Yetişkin olmak buydu işte, gereklilikler üzerinden verilen kararları yerine getirip sağduyulu bir şekilde hayatı kabullenme.
Oysa çocukken öyle miydi? Nasıl da güzel telaşlardı bahtımıza düşen. Mesela bayramdan bir hafta önce Kemeraltı’na gider, bayramlık arardık, anne ve babamla, kardeşlerim yanımda. Hacıbabamın Araphan’ındaki dükkanına da uğrardık mutlaka, cam şişelerden soğuk su içerdik. Hacıbabam hemen yemek söylerdi bize, bir daha o tadı hiçbir yerde bulamadığım lezzetli dönerler yedim o birkaç metrekarelik dükkanın bereketli atmosferinde.
En güzelini alırdı babam, seçtiğim ayakkabı kırmızı olurdu çoğu zaman. Bazen birkaç bayramlığımız olurdu. Teyzem ve annem rahat durmaz, konfeksiyon ürünlerini beğenmez, “Burda” dergilerinden çıkardıkları kalıplarla kıyafetler dikerlerdi illa ki, bayramda en şık biz olalım diye.
Evleri temizlerdik günler önceden, ben en çok cam silmeyi severdim, varendaları yıkamayı, toz almayı. Şimdilerde yetişmekte zorlandığımız bu işler o zaman ne kolay gelirdi, boyum kadar koltukları devirir, altlarını silerdim, perdeleri yıkar, ütüler ve asardı annem.
Teyzemlerle birkaç gün önceden bir araya gelip mutlaka cevizli ev baklavası yaparlardı. Hacıannem başlarında, olmadı öyle, becermezsiniz durun ben yapayım diye tez canlılığıyla atardı kendini hamurun başına, her biri ayrı usta olan kızlarına emirler yağdırırdı usulca. Yetişmeyecek, hadi sarmanın başına der bizi de harekete geçirirdi, dizildik mi bahçeden yeni toplanıp haşlanmış asma yapraklarının başına, tencerelerce sarmalar sarardık coşkuyla.
Muhabbetin ilişkilerin temelinde olduğu ve değdiği her yeri güzelleştirdiği, yorgunlukları neşeye çevirdiği zamanlardı çocukluğumuzun bayramları.
Tepsi tepsi su böreklerinin karnıyarıkların yapıldığı, tavukların, pilavların piştiği anneannemin iki metrekarelik mutfağını hatırlayınca daha da şaşırıyorum şimdilerde. Kocaman evlere sığamadığımız şu zamanlarda iki oda bir sofa, bir terasta nasıl onca kişi sığışır, mutlulukla kaynaşırdık anlamak zor. Demek ki büyüklerin sevgi dolu gönülleriymiş bizi ağırlayan. Dört oda bir salon değilmiş aslolan.
Lise ikinin başında ani bir trafik kazasında yitince Hacıbabam, bir daha bayram yaşamadım diyordum bunca zaman. Oysa dedemin ardından anneannem onbeş yıl yaşamış ve bize nice bayramlarda açmıştı kapısını. Son gününe kadar eksik etmemişti harçlıklarımızı, dualarını.
Anneannemin mis kokan ellerinden öpmekmiş meğer bayram, hacıbabamdan sonra da bayramlar görmüşüz aslında. Ama hacıannem de gidince ötelere, bayram sadece tatlı anıların eski adı olarak kazındı zihnime. Arada adını taşıdığım babaannem ve yirmi sekiz gün ardından dedem de gidince bayram çadırının tek direği anneannem kalmış meğer, o da bırakınca bizi gurbette, yürüyüp gidince sevinçle Sevgili’ye, yıkılmış neşe çadırı üzerimize. Çocukluktan yetişkinliğe çabuk geçiş yapıyor insan kayıplar üst üste gelince.
Bu sene de ayrılanlar oldu aramızdan, Hacı Enişte, Nuriye Teyze ramazanda yürüdü Cemal’e, büyük dayı daha önce. Artık memleketten sürekli kayıp haberleri geliyor, eksiliyoruz günden güne. Tabi yeni doğanlar, emekleyenler, yürüyenler, konuşanların haberleri de geliyor arada, yaşamın hızını anlatırcasına.
Daha dün anneannemin çatısında oyun oynadığımız, harçlıklarımızla çat-pat, çikolataalıp kavgalar ettiğimiz, sonra sarılıp barıştığımız, topladıklarımızı yarıştırdığımız kuzenlerim birer yetişkin olmuş, yüzlerinde kederli ifade, çocukları kucaklarında, her biri ayrı şehirde devam ediyorlar yaşamaya. Arada tatillerde kesişince yollarımız kısacık da olsa halleşiyoruz, eski bayramları yitirdiğimize değil, eskiyen yanlarımıza bakıp üzülüyoruz, ama yine de güler gibi yapıyoruz. Aslında biz yetişkinler ne de çok maske takıyoruz. Şöyle sarılıp birbirimize doya doya ağlayacakken, cebimizden başka bir maske çıkarıyor, ne olacak memleketin hali diyerek kaçıyoruz söze.
Çocuklar da çağın hız aldatmacasından nasiplerini aldığından olsa gerek, bizim gibi heyecanlanmıyorlar bayram deyince. Sürekli alışveriş yaparak, kıyafete, pastaya, böreğe doyurduğumuz ve farkında olmadan kapitalizm çarkına kurban ettiğimiz çocuklarımız sevinmiyor şimdilerde bayramlıklara, ayakkabısını alıp koymuyor baş ucuna. Bir sürü ayakkabı kutusundan seçerken birini, dudaklarını devirip, öf ya hangisini giysem diye kederleniyorlar hatta.
Her bayram bir şeyler daha yitiyor gönüllerimizden, doldurmaya çalışıyoruz yerini yitiklerin, anlamıyoruz çoğu zaman, sonsuz ihtiyaçlar yalanına kanıp esiri oluyoruz maddenin. Artıkça bağlarımız, azalıyor iç yolculuklarımız.
Eksiliyoruz sürekli, heyecanlarımız bizi terk edeli nice zaman olmuşken koca koca evlere, geniş gardroplara sığamazken neden daralıyor dersiniz içimiz? Nedir kaybettiğimiz? Dar zamanlarda geniş gönüller sürememek mi derdimiz?
Oysa gurbetteyiz işte. Gidenler ve gelenler, hızla akan zaman bunu haykırıyor durmadan. Gideceksin diyor. Şimdi gurbette olduğun gibi dünya da bir gurbet yeri. Asıl yurduna dönünce bitecek özlem dedikleri. Yoksa burada kalabalık zaman ve mekanlarda olsak da içimizdeki gariplik duygusunu silemeyiz ki!
Tabi gurbette olduğumuz bu dünyada bir de fiziki gurbet evreni sarınca atmosferimizi daha da yaralayıcı oluyor sevdiklerimizin sesleri. Yalnızlığı daha derinden hissedince insan, bayram gelmiş neyime duygusuna giriyor, bıçak olup saplanıyor sessiz sedasız geçen nam-ı diğer neşe günleri.
Bir çok ses, görüntü, ve kelimenin üzerimize akmasına rağmen hala garipse yüreğimiz bu bayram, uzaksak sevdiklerimizin şefkatli kollarından, hayatta bir türlü kimse çalmamışsa gönül kapımızdan garipliği basamak yapıp doğrulmak gerekiyor dualarla.
İnsan düştüğü yerden kalkar derler ya, belki yaşadığımız fiziki gurbetler aczimizi hatırlatan bir şans, asli yurdumuza götürecek bir Burak gurbette olana.
“Mevla bizi affede, bayram o bayram ola” dediği gibi bilgenin, hüzünle bizi terk eden Ramazan’ın yüzü suyu hürmetine Rabb’im,gönüllerimize genişlik, evlerimize huzur, ülkemize aydınlık günler sunsun dilerim.
Dar zamanlarda, geniş gönüller sürebilmek duasıyla, nice bayramlara.