vaftizci yahya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
vaftizci yahya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Ocak 2012 Salı

Güneş Tanrısı Olarak İsa Peygamber


Eskiçağ pagan dinlerindeki Güneş, Ay, Venüs üçlemesi Hıristiyanlığa da girdi. Mezheplere göre Baba-Oğul-Kutsal Ruh veya İsa-Meryem-Vaftizci Yahya şeklinde tezahür etti.

Esasen Hıristiyanlıktaki pagan sembolleri çok uzun bir yazının konusu olacaktır, nitekim Batı dünyasında bu duruma kafa yormuş çok sayıda araştırmacı ve onlar tarafından kaleme alınmış birdolu kitap var. Özetle şunları söyleyebiliriz:

Doğu Roma İmparatorluğu’nda dönemin kurnaz imparatoru Konstantin (ki kendisi pagandı ve resmen Hıristiyan da olmamıştı, ancak öldükten sonra vaftiz edilmiştir), yeni bir din olan ve kendi yönetim anlayışına daha uygun görünen Hıristiyanlığı resmi din olarak kabul eder, ettirir. 325 Yılı’nda kendi başkanlığında topladığı İznik Konsili’nde Hıristiyan teolojisine kendi kabulleri doğrultusunda çekidüzen verdirir ve farklı isimler tarafından kaleme alınmış çok sayıdaki İncil nüshasını imha ettirerek bunları bugün geçerliliğini sürdüren dört İncil’e indirger. 

İşte Hıristiyanlık içindeki, Doğu Roma’da dönemin hakim kültürü olan pagan sembollerinin doluşması en çok bu tarihten sonraya rastlar.

Taşra (=dışarı) anlamına gelen ve pagan inanışlara sahip Natolia’da, merkezden, yani Polis’ten (şehir demektir ve Konstantinopolis, Roma gibi büyük şehirler için kullanılan tabirdir, sadece “Şehir” denilir. İstanbul da Yunancada “nereye” sorusunun yanıtıdır, Stinpoli, “Şehre” demektir) dayatılan din kabul görmeliydi. Böylece bu yeni din pek çok pagan sembolü ile harmanlandı ve Natolia/Taşra’daki aykırı unsurlar merkeze bağlanmış oldu. Bu birlik sağlandıktan sonra bu tabir değişecek, yerini Anatolia/Taşra-olmayan alacaktır!

İnternet alemini bir dönem kasıp kavuran The Zeitgeist Movement’ın belgesellerini izleyenler bilir. Kafası çalışan ancak kültür fukarası, devrimci ruhlu birkaç kafadar tarafından hazırlandığını düşündüğüm belgesellerin birincisi Tanrı (gerçekte Hıristiyanların tanrısı) üzerinedir (aslında bu belgesel dizisinin Illuminati’nin işi olduğunu söyleyenler de var, mantıksız gelmiyor açıkçası). Az-çok mürekkep yalamış ergen ve üniversiteli gençlerimiz bunların üzerine atladı ve baş tacı etti. Birinci belgeselde Hıristiyan inancı için çok önemli olan birkaç doğrudan, bizim gençler de “ateizmin ne kadar güzel bir şey olduğu” sonucunu çıkarmış olacaklar ki, sosyal medyada ve sözlüklerde bunun bayraktarlığını yapar oldular.

Neyse, konudan fazla uzaklaşmadan bu belgeselin konusunu teşkil eden şeye gelelim. Belgesel özetle diyor ki: Aslında tanrı diye bir şey yoktur, İsa diye biri de hiç olmamıştır; İsa’ya atfedilen mucizelerin, öğretilerin, sembollerin tamamı pagan kültüründen kaynaklanır. Ona atfedilen bütün bu “tanrılık” öyküsü, aslında eskiçağda pek çok toplumda bilinen, pek çok kaynakta yazılı efsaneler veya astrolojik simgelerdi. Bakire anneden doğum, on iki havari, ölüleri diriltme, öldükten üç gün sonra dirilme, Doğu’dan gelen üç kral gibi… Ve onun yaşamında kişileştirilmiş pek çok unsur, aslında birer astrolojik olguya işaret etmektedir. Bunların kökenleri de Eski Mısır’da ve Mezopotamya’da mevcuttur.

 Belgesel bunları söylüyor. Önemli ölçüde doğrular ve ciddi yanlışlarla birlikte. Belgeselin kritiğini yapacak değilim ancak bu noktada Aytunç Altındal’ın kitabı, “Yoksul Tanrı”’yı şiddetle tavsiye ediyorum. Bu eser Hz. İsa’nın çağdaşı, hatta yaşıtı Tyanalı (bugünkü Kemerhisar) Apollonius’un hayatını ve Hz. İsa ile aralarındaki ciddi benzerlikleri inceliyor. Tabii bu benzerlikler tesadüf değil. Bugün Hıristiyan dünyasındaki pek çok entelektüel de bu konuya kafa yoruyor. Bu tez özetle şunları söylüyor:

Bir yanda Nasıra’da ortaya çıkmış, çevresindekileri etkilemiş ve dönemin kısıtlı kaynaklarına göre en çok bin kadar müride sahip olduğu düşünülen ve otuz üç yaşında öldürülen (biz Müslümanlara göre göğe çekilen) İsa peygamber var. Öte yanda onunla yaşıt –birkaç yaş da büyük-, doksan yıldan fazla yaşamış ve Anadolu, Arabistan, Kafkaslar, Kuzey Afrika ve hatta Hindistan’a, hem de birden fazla kez seyahat etmiş, dönemin en ünlü şifacısı, büyücüsü (büyünün o dönem için olumsuz bir anlam taşımadığını, bir çeşit bilim olduğunu belirteyim. Kaldı ki bugünün pozitif bilimleri de aslında simya gibi büyü işlerinden gelişmedi mi, veya Newton, Bacon gibi ünlü bilim adamları okült (gizli) öğretilerle meşgul değil miydi, neyse  geçelim), çağdaşları tarafından adı zikredilen, seyahat ettiği yerlerde kendisine ilişkin emareler bulunan, dönemin imparatorluk kaynaklarında da adı defalarca geçen, en az dört imparatorla görüştüğü kesin olan (gerek dostluk gerekse ihtilaf nedeniyle), mahkemede yargılanmış (dolayısıyla resmi kayıtlarda bir kez daha ismi geçen), gezip dolaştığı yerlerde bir peygamber gibi kabul görmüş ve onbinlerce müridi olan okült öğretilere hakim Apollonius.

O dönem Hz. İsa kendi kısıtlı bölgesi hariç hiçbir yerde tanınmıyor, ama Apollonius neredeyse dünyaca meşhur. Kaldı ki Yahudi Cemaati’nin baskısıyla Roma valisi tarafından çarmıha gerildiği iddia edilen Hz. İsa ile ilgili, bu duruma ilişkin bile bir resmi kayıt yok. Hz. İsa devrinde onun çevresinde olanların ve İnciller’i kaleme alan ardıllarının Apollonius’u tanımamaları olanaksız. Öte yandan kayıtlara göre, Hıristiyan şeriatini şekillendiren Yahudi dönmesi Tarsuslu Pavlus ile Apollonius’un da yolları Tarsus’ta kesişmiş olmalı. Apollonius’a ait ölüyü diriltme, şifa dağıtma gibi mucizeler de, Hz. İsa’nın –belki “tanrılığını” pekiştirmek üzere- ardılları tarafından kendisine atfedilmiştir.

Buna göre Hz. İsa’ya, onun yaşantısına ve öğretisine ilişkin dezenformasyon onun hemen ardından başlıyor. Kilisenin –ve ruhban sınıfının- kurucu babası Pavlus önderliğinde şekillenen yeni öğretiyle Apollonius İsa’laştırılıyor, dahası kilise tarafından adı yasaklanıp unutturuluyor, ona ilişkin kayıtlar da ya gizleniyor, ya da imha ediliyor, hatta neredeyse “anti-christ/deccal” halini alıyor. Ta ki 16. Yüzyıl’a kadar… Bu tarihten sonra Apollonius ismi, mezhep çatışmalarının da etkisiyle temayüz etmeye başlıyor ve 20. Yüzyıl’da onunla ilgili pek çok araştırma yapılıyor (belki Apollonius’un okült geçmişinden haberdar Masonik teşkilatların da bunda payı vardır).

Konuyu daha fazla dağıtmadan özetleyelim: Bugün Hıristiyan inanışındaki Hz. İsa tasviri, pagan inanışına göre şekillenmiş oluyor. İnanış, pagan üçlemesi (trinity/teslis), Hz. Meryem’in Venüs’vari tasviri, Hıristiyan Tanrı’sı yerine pagan Güneş tanrısının konulduğu bir karma din halini alıyor. Pavlus’un mektuplarında dile getirdiği Yahudi şeriatine ilişkin unsurlar Hıriasitan şeraitine pagan unsurlarla birlikte giriyor (erkeğin yabancı kadına dokunmaması/el sıkışmaması, kadının saçının bir telinin bile görünmeyecek şekilde örtünmesi gerektiği gibi… Aynı unsurlar bizim İslam inancına dahi giriyor, ne ilginç değil mi…)







Şunu da ekleyelim: Ortodoks dünyasının pek çok tasvirinde görülen Hz. İsa’nın da aslında Apollonius olduğunu, hatta en ünlüsünün Ayasofya’da şu an görülebileceğini biliyor musunuz? Apollonius’un Hıristiyan görünen gizli pagan takipçileri, onu Ayasofya’ya ve Anadolu’da birçok kiliseye resmetmeyi başarmış. Hz. İsa tasvirinin sol kaşının yanında “11” işareti ile resmedilmiş. Bu okült öğretilerde kutsallık atfedilen asal sayı ve Apollonius’un mensup olduğu okült teşkilatta yapılması zorunlu olan bu dövme, onu tasvirlerde ayırt etmek için özellikle kullanılagelmiş. Tasvirlerde görülen üçlü, bilinen üçlemenin (teslis) yerine Hz. İsa, Hz. Meryem ve Vaftizci Yahya’yı barındırır. “Deesis” olarak anılan bu üçlü, bilinen tasvir tekniklerinin aksine, farklı bir yöntemle resmedildiğinden diğerlerinden ayırt edilir. Hz. İsa tasviri Apollonius’tur, pagan terminolojisiyle tarif etmek gerekirse bu üçlü Güneş’i, Ay’ı ve Venüs’ü temsil eder.



Şimdi buraya dikkat:

Hıristiyan teolojisinde iki önemli pagan unsur daha yer bulmuştur:

Logos: Kelime, kelam; eril ilkedir. Pagan kültürünü bu en temel şifresi ve kavramı, Dört İncil’in en tartışmalı yazarı Yuhanna’nın ilk cümlesi oldu: Başlangıçta logos/kelam vardı ve o Tanrı ile birlikteydi. (Yuhanna, 1:1). Bu da Hz. İsa’nın kimliğinde, “Tanrı’nın sözü” (kelimetullah) olarak kabul görmüştür.

Böylece “Tanrı’nın oğlu”, Yuhanna vasıtasıyla paganların “Logos”’u yapılmış oldu.

Öte yandan “Tanrı ile birlikte olmak” ifadesi de başlı başına pagan kültürüne aittir. Doğrusu Yuhanna, metnin orijinalinde Yunanca pros ton theon, “Tanrı’ya giden yolda” diyordu. Ama paganlara yaranmak isteyenler tatmin olmamış olacak ki, bunu önce “Tanrı ile birlikte olmak”, ardından da “Tanrı’nın kendisi” yapıvermişlerdi. 

Logos=İsa, Tanrı olmuştu!

Hıristiyan - Batı dünyasının özellikle “Aydınlanma” döneminde kutsayıp baş tacı ettiği ve bilimlerin temeli yaptığı “logic”, bu çok önemli pagan kavramından başka bir şey değildir.

Sophia: Hikmet, bilgelik (wisdom), dişil ilkedir. Logos ile birbirlerini tamamlarlar. Dört İncil’de adı geçmezken, İ.S. 5. Yüzyıl’da, yapılışından çok sonra Hagia Sophia olarak dönemin imparatoru II. Teodosius’un pagan eşi sayesinde bu ünlü mabede isim oldu. Ve giderek Hıristiyan dünyasında ve düşüncesinde yer etti. Muhtemelen sadece Hıristiyan dünyasında değil, İslam kültüründe de, diğer birtakım pagan unsurlar gibi, kendisine yer buldu. Tasavvuf’a isim teşkil eden kavram Sufi=Sophia olmuştur (sof’a, yün hırkaya bürünenler inancının aksine). Herhalde bu konu da başka bir yazının konusu olacak kadar uzundur.

Bütün bunlardan sonra şu formülasyonu yapmak da yanlış olmayacaktır sanırım: Ayasofya’da gördüğümüz deesis=üçlü, bir yanında Logos=eril unsur=Ay, diğer yanında Sophia=dişil unsur=Venüs bulunan paganların Güneş tanrısından başkası değildir!

Eklemek gerekir ki, ilk inşasından sonra yenilenen Ayasofya’nın bugünkü geometri temelli, Stoacı, pagan mabedi benzeri mimarisinden ve mimarından, dönemin ruhbanlarının şikayetçi oldukları biliniyor. Ama zaman, bu ruhbanların temennilerinin aksini getirdi, Doğu Roma’da kilise ve bazilika mimarisinin mihenk taşı Ayasofya oldu, bütün imparatorlukta bu mimari emsal teşkil etti. Küçük ama önemli bir not: Ayasofya inşa edildiğinde kiliseye değil, imparatora aitti!

Daldan dala konmak zorunda kalıyoruz, ama burada bir parantez daha açmam gerektiğini düşünüyorum. Yine farklı ve uzunca bir yazının konusu olacak bu durumu şimdilik kısa bir parantezle geçelim. Türk-İslam mabed mimarisinin şahikası, hiç şüphesiz Mimar Sinan’dır. Bilindiği gibi, ilham kaynağı eklektiktir, ordu mensubu iken gezip gördüğü Osmanlı imparatorluk coğrafyasında farklı kaynaklardan da beslenmiştir. Ancak onun da mimaride emsal tuttuğu prototipi Ayasofya olmuştur. İstanbul’u ve imparatorluğun dört bir köşesini süsleyen camilerimiz de bu Ayasofya’nın geometrik süslemelerle, Korint sütunları (minareler) ile, ters lale motifleriyle süslenmiş versiyonlarıdır.

Mimar Sinan’ın etnik kökeni kesin olarak bilinmemekle birlikte Ermeni olduğu sanılmakta, en azından bugün Ermenilerce sahiplenilmektedir (Aytunç Altındal’dan naklen; burada etnik kimliği önemli bulduğum için değil, belirleyici olabileceğini düşündüğüm için vurguluyorum). Mimar Sinan’ı sahiplenen diğer bir grup Masonlar’dır! Türk Mason Locası’nın süreli yayını onun adını taşımaktadır, buradan görülebilir. Aytunç Altındal, onu sahiplenen gruplara bir başkasını daha ekler: Amerika’daki ünlü Skull & Bones, Kurukafa Kemik teşkilatı! Altındal’ın iddiasına göre, mezarını açtığımız takdirde Sinan'ın kafatasını yerinde bulamayacağız…

Parantezi kapatıp toparlayalım…

Peki’ nasıl olmuştur da paganlarla bu kadar mücadele etmiş Hıristiyanlar şeriatlarını ve mabedlerini bunlarla doldurmuştur?

İşte bu da, Küçük Asya’nın “Anadolu” olmasının öyküsüdür!

Yukarıda belirttiğim gibi, imparatorluk, “Bizans oyunu” yaparak Hıristiyanlığı, imparatorluk topraklarının birliği için uygun bulup resmi din haline getirerek kullandı. Anadolu ve Mezopotamya topraklarındaki paganları bu yeni dine ısındırmak için onların aşina olduğu öğeler, muhtemelen Hıristiyanlık –ya da başka herhangi bir din- pek de umurunda olmayan yönetimce harmanlandı. Bu süreçte açıkça veya üstü örtülü şekilde Hıristiyanlaşan paganlar da eski dinlerini yaşamaya, ermiş kabul ettikleri ve kutsiyet atfettikleri Apollonius’u da yaşatmaya devam ettiler. 

Kuvvetle muhtemel, bugün varlığını sürdüren gizli okült teşkilatlar da bu pagan değerlerini bilinçli şekilde yaşatmaya devam ediyorlar.