Eskiçağ pagan dinlerindeki Güneş, Ay, Venüs üçlemesi Hıristiyanlığa da girdi. Mezheplere göre Baba-Oğul-Kutsal Ruh veya İsa-Meryem-Vaftizci
Yahya şeklinde tezahür etti.
Esasen Hıristiyanlıktaki pagan sembolleri çok uzun bir
yazının konusu olacaktır, nitekim Batı dünyasında bu duruma kafa yormuş çok
sayıda araştırmacı ve onlar tarafından kaleme alınmış birdolu kitap var. Özetle
şunları söyleyebiliriz:
Doğu Roma İmparatorluğu’nda dönemin kurnaz imparatoru Konstantin (ki kendisi pagandı ve
resmen Hıristiyan da olmamıştı, ancak öldükten sonra vaftiz edilmiştir), yeni
bir din olan ve kendi yönetim anlayışına daha uygun görünen Hıristiyanlığı
resmi din olarak kabul eder, ettirir. 325 Yılı’nda kendi başkanlığında
topladığı İznik Konsili’nde Hıristiyan teolojisine kendi kabulleri
doğrultusunda çekidüzen verdirir ve farklı isimler tarafından kaleme alınmış
çok sayıdaki İncil nüshasını imha ettirerek bunları bugün geçerliliğini
sürdüren dört İncil’e indirger.
İşte Hıristiyanlık içindeki, Doğu Roma’da
dönemin hakim kültürü olan pagan sembollerinin doluşması en çok bu tarihten
sonraya rastlar.
Taşra (=dışarı) anlamına gelen ve pagan inanışlara sahip Natolia’da, merkezden, yani Polis’ten (şehir demektir ve
Konstantinopolis, Roma gibi büyük şehirler için kullanılan tabirdir, sadece
“Şehir” denilir. İstanbul da Yunancada “nereye” sorusunun yanıtıdır, Stinpoli,
“Şehre” demektir) dayatılan din kabul görmeliydi. Böylece bu yeni din pek çok
pagan sembolü ile harmanlandı ve Natolia/Taşra’daki
aykırı unsurlar merkeze bağlanmış oldu. Bu birlik sağlandıktan sonra bu tabir
değişecek, yerini Anatolia/Taşra-olmayan
alacaktır!
İnternet alemini bir dönem kasıp kavuran The Zeitgeist Movement’ın
belgesellerini izleyenler bilir. Kafası çalışan ancak kültür fukarası, devrimci
ruhlu birkaç kafadar tarafından hazırlandığını düşündüğüm belgesellerin
birincisi Tanrı (gerçekte Hıristiyanların tanrısı) üzerinedir (aslında bu
belgesel dizisinin Illuminati’nin
işi olduğunu söyleyenler de var, mantıksız gelmiyor açıkçası). Az-çok mürekkep
yalamış ergen ve üniversiteli gençlerimiz bunların üzerine atladı ve baş tacı
etti. Birinci belgeselde Hıristiyan inancı için çok önemli olan birkaç
doğrudan, bizim gençler de “ateizmin ne
kadar güzel bir şey olduğu” sonucunu çıkarmış olacaklar ki, sosyal medyada
ve sözlüklerde bunun bayraktarlığını yapar oldular.
Neyse, konudan fazla uzaklaşmadan bu belgeselin konusunu
teşkil eden şeye gelelim. Belgesel özetle diyor ki: Aslında tanrı diye bir şey
yoktur, İsa diye biri de hiç olmamıştır; İsa’ya atfedilen mucizelerin,
öğretilerin, sembollerin tamamı pagan kültüründen kaynaklanır. Ona atfedilen
bütün bu “tanrılık” öyküsü, aslında eskiçağda pek çok toplumda bilinen, pek çok
kaynakta yazılı efsaneler veya astrolojik simgelerdi. Bakire anneden doğum, on
iki havari, ölüleri diriltme, öldükten üç gün sonra dirilme, Doğu’dan gelen üç
kral gibi… Ve onun yaşamında kişileştirilmiş pek çok unsur, aslında birer
astrolojik olguya işaret etmektedir. Bunların kökenleri de Eski Mısır’da ve
Mezopotamya’da mevcuttur.
Bir yanda Nasıra’da ortaya çıkmış, çevresindekileri
etkilemiş ve dönemin kısıtlı kaynaklarına göre en çok bin kadar müride sahip
olduğu düşünülen ve otuz üç yaşında öldürülen (biz Müslümanlara göre göğe
çekilen) İsa peygamber var. Öte yanda onunla yaşıt –birkaç yaş da büyük-,
doksan yıldan fazla yaşamış ve Anadolu, Arabistan, Kafkaslar, Kuzey Afrika ve
hatta Hindistan’a, hem de birden fazla kez seyahat etmiş, dönemin en ünlü
şifacısı, büyücüsü (büyünün o dönem için olumsuz bir anlam taşımadığını, bir
çeşit bilim olduğunu belirteyim. Kaldı ki bugünün pozitif bilimleri de aslında
simya gibi büyü işlerinden gelişmedi mi, veya Newton, Bacon gibi ünlü
bilim adamları okült (gizli) öğretilerle meşgul değil miydi, neyse geçelim), çağdaşları tarafından adı
zikredilen, seyahat ettiği yerlerde kendisine ilişkin emareler bulunan, dönemin
imparatorluk kaynaklarında da adı defalarca geçen, en az dört imparatorla
görüştüğü kesin olan (gerek dostluk
gerekse ihtilaf nedeniyle), mahkemede yargılanmış (dolayısıyla resmi kayıtlarda
bir kez daha ismi geçen), gezip dolaştığı yerlerde bir peygamber gibi kabul
görmüş ve onbinlerce müridi olan okült öğretilere hakim Apollonius.
O dönem Hz. İsa kendi kısıtlı bölgesi hariç hiçbir yerde
tanınmıyor, ama Apollonius neredeyse dünyaca meşhur. Kaldı ki Yahudi
Cemaati’nin baskısıyla Roma valisi tarafından çarmıha gerildiği iddia edilen
Hz. İsa ile ilgili, bu duruma ilişkin bile bir resmi kayıt yok. Hz. İsa
devrinde onun çevresinde olanların ve İnciller’i kaleme alan ardıllarının Apollonius’u
tanımamaları olanaksız. Öte yandan kayıtlara göre, Hıristiyan şeriatini
şekillendiren Yahudi dönmesi Tarsuslu Pavlus
ile Apollonius’un da yolları Tarsus’ta kesişmiş olmalı. Apollonius’a ait ölüyü
diriltme, şifa dağıtma gibi mucizeler de, Hz. İsa’nın –belki “tanrılığını”
pekiştirmek üzere- ardılları tarafından kendisine atfedilmiştir.
Buna göre Hz. İsa’ya, onun yaşantısına ve öğretisine ilişkin
dezenformasyon onun hemen ardından başlıyor. Kilisenin –ve ruhban sınıfının-
kurucu babası Pavlus önderliğinde şekillenen yeni öğretiyle Apollonius
İsa’laştırılıyor, dahası kilise tarafından adı yasaklanıp unutturuluyor, ona
ilişkin kayıtlar da ya gizleniyor, ya da imha ediliyor, hatta neredeyse “anti-christ/deccal” halini alıyor. Ta
ki 16. Yüzyıl’a kadar… Bu tarihten sonra Apollonius ismi, mezhep çatışmalarının
da etkisiyle temayüz etmeye başlıyor ve 20. Yüzyıl’da onunla ilgili pek çok
araştırma yapılıyor (belki Apollonius’un okült geçmişinden haberdar Masonik
teşkilatların da bunda payı vardır).
Konuyu daha fazla dağıtmadan özetleyelim: Bugün Hıristiyan
inanışındaki Hz. İsa tasviri, pagan inanışına göre şekillenmiş oluyor. İnanış,
pagan üçlemesi (trinity/teslis), Hz. Meryem’in Venüs’vari tasviri, Hıristiyan Tanrı’sı yerine pagan Güneş
tanrısının konulduğu bir karma din halini alıyor. Pavlus’un mektuplarında dile
getirdiği Yahudi şeriatine ilişkin unsurlar Hıriasitan şeraitine pagan
unsurlarla birlikte giriyor (erkeğin yabancı kadına dokunmaması/el sıkışmaması,
kadının saçının bir telinin bile görünmeyecek şekilde örtünmesi gerektiği gibi…
Aynı unsurlar bizim İslam inancına dahi giriyor, ne ilginç değil mi…)
Şunu da ekleyelim: Ortodoks dünyasının pek çok tasvirinde
görülen Hz. İsa’nın da aslında Apollonius olduğunu, hatta en ünlüsünün Ayasofya’da
şu an görülebileceğini biliyor musunuz? Apollonius’un Hıristiyan görünen gizli
pagan takipçileri, onu Ayasofya’ya ve Anadolu’da birçok kiliseye resmetmeyi
başarmış. Hz. İsa tasvirinin sol kaşının yanında “11” işareti ile resmedilmiş. Bu okült öğretilerde kutsallık
atfedilen asal sayı ve Apollonius’un mensup olduğu okült teşkilatta yapılması
zorunlu olan bu dövme, onu
tasvirlerde ayırt etmek için özellikle kullanılagelmiş. Tasvirlerde görülen
üçlü, bilinen üçlemenin (teslis) yerine Hz.
İsa, Hz. Meryem ve Vaftizci Yahya’yı barındırır. “Deesis” olarak anılan bu üçlü, bilinen tasvir tekniklerinin
aksine, farklı bir yöntemle resmedildiğinden diğerlerinden ayırt edilir. Hz.
İsa tasviri Apollonius’tur, pagan
terminolojisiyle tarif etmek gerekirse bu üçlü Güneş’i, Ay’ı ve Venüs’ü temsil eder.
Şimdi buraya dikkat:
Hıristiyan teolojisinde iki önemli pagan unsur daha yer
bulmuştur:
Logos: Kelime,
kelam; eril ilkedir. Pagan kültürünü
bu en temel şifresi ve kavramı, Dört
İncil’in en tartışmalı yazarı Yuhanna’nın ilk cümlesi oldu: Başlangıçta logos/kelam vardı ve o Tanrı ile
birlikteydi. (Yuhanna, 1:1). Bu da Hz.
İsa’nın kimliğinde, “Tanrı’nın sözü”
(kelimetullah) olarak kabul görmüştür.
Böylece “Tanrı’nın
oğlu”, Yuhanna vasıtasıyla paganların “Logos”’u
yapılmış oldu.
Öte yandan “Tanrı ile birlikte olmak” ifadesi de başlı
başına pagan kültürüne aittir. Doğrusu Yuhanna, metnin orijinalinde Yunanca pros ton theon, “Tanrı’ya giden yolda”
diyordu. Ama paganlara yaranmak isteyenler tatmin olmamış olacak ki, bunu önce
“Tanrı ile birlikte olmak”, ardından da “Tanrı’nın kendisi” yapıvermişlerdi.
Logos=İsa, Tanrı olmuştu!
Hıristiyan - Batı
dünyasının özellikle “Aydınlanma” döneminde kutsayıp baş tacı ettiği ve bilimlerin
temeli yaptığı “logic”, bu çok
önemli pagan kavramından başka bir şey değildir.
Sophia: Hikmet,
bilgelik (wisdom), dişil ilkedir. Logos ile birbirlerini tamamlarlar. Dört
İncil’de adı geçmezken, İ.S. 5. Yüzyıl’da, yapılışından çok sonra Hagia Sophia olarak dönemin imparatoru
II. Teodosius’un pagan eşi sayesinde bu ünlü mabede isim oldu. Ve giderek
Hıristiyan dünyasında ve düşüncesinde yer etti. Muhtemelen sadece Hıristiyan
dünyasında değil, İslam kültüründe de, diğer birtakım pagan unsurlar gibi,
kendisine yer buldu. Tasavvuf’a isim
teşkil eden kavram Sufi=Sophia olmuştur
(sof’a, yün hırkaya bürünenler
inancının aksine). Herhalde bu konu da başka bir yazının konusu olacak kadar
uzundur.
Bütün bunlardan sonra şu formülasyonu yapmak da yanlış
olmayacaktır sanırım: Ayasofya’da gördüğümüz deesis=üçlü, bir yanında
Logos=eril unsur=Ay, diğer yanında Sophia=dişil unsur=Venüs bulunan paganların
Güneş tanrısından başkası değildir!
Eklemek gerekir ki, ilk inşasından sonra yenilenen
Ayasofya’nın bugünkü geometri temelli, Stoacı, pagan mabedi benzeri
mimarisinden ve mimarından, dönemin ruhbanlarının şikayetçi oldukları
biliniyor. Ama zaman, bu ruhbanların temennilerinin aksini getirdi, Doğu
Roma’da kilise ve bazilika mimarisinin mihenk taşı Ayasofya oldu, bütün
imparatorlukta bu mimari emsal teşkil etti. Küçük ama önemli bir not: Ayasofya
inşa edildiğinde kiliseye değil, imparatora aitti!
Daldan dala konmak zorunda kalıyoruz, ama burada bir
parantez daha açmam gerektiğini düşünüyorum. Yine farklı ve uzunca bir yazının
konusu olacak bu durumu şimdilik kısa bir parantezle geçelim. Türk-İslam mabed
mimarisinin şahikası, hiç şüphesiz Mimar Sinan’dır. Bilindiği gibi, ilham
kaynağı eklektiktir, ordu mensubu iken gezip gördüğü Osmanlı imparatorluk
coğrafyasında farklı kaynaklardan da beslenmiştir. Ancak onun da mimaride emsal
tuttuğu prototipi Ayasofya olmuştur. İstanbul’u ve imparatorluğun dört bir
köşesini süsleyen camilerimiz de bu Ayasofya’nın geometrik süslemelerle, Korint
sütunları (minareler) ile, ters lale motifleriyle süslenmiş versiyonlarıdır.
Mimar Sinan’ın etnik kökeni kesin olarak bilinmemekle
birlikte Ermeni olduğu sanılmakta, en azından bugün Ermenilerce
sahiplenilmektedir (Aytunç Altındal’dan naklen; burada etnik kimliği önemli
bulduğum için değil, belirleyici olabileceğini düşündüğüm için vurguluyorum). Mimar
Sinan’ı sahiplenen diğer bir grup Masonlar’dır!
Türk Mason Locası’nın süreli yayını onun adını taşımaktadır, buradan görülebilir. Aytunç Altındal, onu sahiplenen gruplara bir başkasını daha ekler:
Amerika’daki ünlü Skull & Bones,
Kurukafa Kemik teşkilatı! Altındal’ın iddiasına göre, mezarını açtığımız
takdirde Sinan'ın kafatasını yerinde bulamayacağız…
Parantezi kapatıp toparlayalım…
Peki’ nasıl olmuştur da paganlarla bu kadar mücadele etmiş Hıristiyanlar
şeriatlarını ve mabedlerini bunlarla doldurmuştur?
İşte bu da, Küçük
Asya’nın “Anadolu” olmasının
öyküsüdür!
Yukarıda belirttiğim gibi, imparatorluk, “Bizans oyunu”
yaparak Hıristiyanlığı, imparatorluk topraklarının birliği için uygun bulup resmi
din haline getirerek kullandı. Anadolu ve Mezopotamya topraklarındaki paganları
bu yeni dine ısındırmak için onların aşina olduğu öğeler, muhtemelen
Hıristiyanlık –ya da başka herhangi bir din- pek de umurunda olmayan yönetimce
harmanlandı. Bu süreçte açıkça veya üstü örtülü şekilde Hıristiyanlaşan
paganlar da eski dinlerini yaşamaya, ermiş kabul ettikleri ve kutsiyet
atfettikleri Apollonius’u da yaşatmaya devam ettiler.
Kuvvetle muhtemel, bugün
varlığını sürdüren gizli okült teşkilatlar da bu pagan değerlerini bilinçli
şekilde yaşatmaya devam ediyorlar.