4 Ocak 2012 Çarşamba

Jodaeiye Nader az Simin


















Sınavlar, dersler, projeydi, ödevdi falan oldukça yoğun günler geçiriyorum. İşin aslı, ne film izleyecek ne kitap okuyacak ne de birkaç satır bir şeyler karalayacak çok fazla vaktim olmuyor. Uzun bir aradan sonra bugün fırsatım oldu ve Jodaeiye Nader az Simin(A Separation) isimli İran yapımı bu filmi seyrettim. Pek çok yerde yılın en iyi filmi veya o tatta yazılar okumanız kuvvetle muhtemel ve olası. Uzun zamandır elimin altında bulunan bu filmi bugün oturup izledim. Sonuç ise mükemmel. Uzun zamandır izlediğim en iyi filmdi diyebilirim. Aslında Moneyball'u izlemeyi planlıyordum ama son anda A Separation'a karar verdim. İyi ki bunu izlemişim dedirten türden bir filmdi.

Çalıştığım birkaç kongrede yabancı katılımcıların olduğu yerlerde bulunmuştum. İranlı insanlarla sohbet etme fırsatım olmuştu. Kongreye katılım problemleri, devrimden önceki İran fotoğraflarında gördüklerimiz, davranışları, görüntüleri gibi faktörleri kafamda birleştiriyorumda, bence bu dünyanın en talihsiz coğrafyalarından bir tanesi. Hatta kısaca bir anımdan bahsetmek istiyorum. Poster salonunda çalıştığım bir işte biri erkek diğeri kadın iki tane İranlı katılımcı posterlerini almaya gelmişlerdi ve giderken erkek olan teşekkür edip tokalaştı benimle. Gayriihtiyarı olarak arkadan gelen kadına ben de elimi uzatmıştım ki, "Ben müslümanım."  deyip elini geri çekmişti. "Ben de müslümanın bunun müslümanlıkla bir alakası yok." demiştim ama bütün gün sürecek moral bozukluğuma yetmişti o durum. Yani dünyanın en eski toplumlarından bir tanesi, devlet olma geleneğine sahip en önemli ülkelerden İran. Cidden üzülmemek elde değil ve aslında bu tarz şeylerin bir çoğunu A Separation'ı izlerken görmek mümkün. 
 
Film 2011 yılında yapılmış. Filmin yönetmen Asghar Farhadi. Daha önce yaptığı işlerle adından söz ettiren yönetmen, bu filmiyle yerini oldukça sağlamlaştırıp kendini kabul ettirmiş gibi görünüyor. Başrollerde Peyman Maadi, Leila Hatami, Sareh Bayat isimlerinden oluşuyor. Senaryoyu yazan isim ise yine Asghar Farhadi. Uluslararası alanda pek çok ödülü adeta silip süpüren film Oscar Ödülleri'ne de oldukça iddialı geliyor ve bir sürpriz olmazsa bu senenin En İyi Yabancı Film Oscarı'nın sahibi olacak. 

Hollywood'un senaryo konusunda tek kelimeyle ıkındığı son yıllarda ne kadar sıkıntılı bir süreçten geçtiğini biliyoruz. Artık senaryoyu bir kenara bırakıp, müzikleri süperdi, oyunculukları kusursuzdu, görüntü yönetmeni çok iyi iş çıkarmış gibi cümleler kurmaya başladık. Bence bu sebepten ötürü Inception da 2010 yılının filmiydi ama hak ettiği değeri Akademi'den bulamadı. Bugüne kadar hiçbirimiz Inception'a benzer bir film seyretmemiştik. Neyse konuyu dağıtmadan sadede gelirsem, alın size senaryo, alın size oyunculuk, alın size film diyorum.

Senaryodan bahsedecek olursak, film boşanmak üzere olan bir çift üzerinden anlatılıyor. Simin(Leila Hatemi) hayatına yurt dışında devam etmek istemektedir. Kocası, kızı ve kendisi için böylesinin daha iyi olacağını düşünür. Nader(Peyman Maadi) ise karısıyla gitmek istemez çünkü babası hastadır ve her geçen gün durumu kötüye gitmektedir. Simin başka bir ülkeye gitmese bile kendi anne ve babasının evine taşınır. Nader işe, kızları da okula gitmek zorundadır ve Nader hasta babasına bakıcı bir kadın tutar. Ne olacaksa bundan sonra olur ve film tadına doyulmaz bir hale gelir. 

Filmle ilgili bahsetmek istediğim çok fazla ayrıntı var ama film zaten standart bir filmden biraz farklı olduğu için hakkında en ufak bir şey bilmeden izlemek, etki altında kalmadan yorumlamak adına daha etkili olabilir diye düşünüyorum. Ama anlatmadan geçemeyeceğim birkaç ayrıntı var.

- azıcık spoiler -

Yönetmenin filmde öyle bir akıl oyunu var ki hayranlık duymamak elde değil. Bir yandan filmi izlerken bir yandan da filmde yer alan karakterlerle ilgili sorgulamalar yapıyorsunuz kendi kendinize. O karaktere acıyorsunuz, kendinizce haklı buluyorsunuz... Öyle anlarda filme öyle bir ayrıntı dahil ediyor ki Asghar Farhadi, aslında karar veremediğinizi anlamanız çok sürmüyor. Filmin sonunda yaptığı şey ise, aslında bütün filmin özeti gibi.

- spoiler biter -

A Separation'da günümüz İran'ının toplum hayatı, yargı sistemi, eğitim hayatı gibi günlük yaşantısının da ilerleme şeklini bize anlatan pek çok ayrıntı mevcut. İran'a dair pek çok şey yakalamanız mümkün bu şekilde. Ben filmi çok beğendiğim için birini alıp karşıma uzun uzun gevezelik etmek istiyorum. O yüzden tadını kaçırmadan bitireyim yazıyı. Siz hâlâ izlemediyseniz en kısa zamanda aradan çıkarın bence. Şimdiden iyi seyirler. Bu harika İran filmini kaçırmayın derim.

16 Aralık 2011 Cuma

Following












Christopher Nolan, yaptığı işlerle şu aralar en gözde yönetmenlerden bir tanesi konumunda. Henüz kırk bir yaşında olan Nolan'ın yönettiği uzun metrajlı yedi tane filmi mevcut ve bu filmlerden beşi an itibarı ile IMDB'nin TOP250 listesinde yer alıyor. Bu basit istatistik bile ne kadar başarılı olduğunu göstermeye yeter diye düşünüyorum. Yönettiği uzun metrajlı filmler kronolojik sırasıyla Following, Memento, Insomnia, Batman Begins, The Prestige, The Dark Knight ve Inception. Bunların ilki olan Following hariç diğer hepsini daha önce izlemiştim. Birkaç yıldır sürekli aklımda olan Following'i de izleyerek, hem uzun zamandır izlemek istediğim filmlerden birini daha aradan çıkarmış hem de Nolan'ın bütün uzun metrajlı filmlerini izleyerek tamamlamış oldum.

Nolan'dan kısaca bahsedecek olursak, yönetmen 1970 Londra doğumlu. Yönetmenliğe çok küçük yaşta merak salan Nolan, henüz yedi yaşındayken babasına ait olan kamerayla çekim yapmaya başlamış. Londra'da İngiliz Edebiyatı eğitimi alan yönetmen, uzun metrajlı filmler çekmeye başlamadan önce birkaç tane kısa film denemesinde bulunmuş. Bunlardan "Larceny" 1996 yılında Cambridge Film Festivalinde gösterilmiş. Bundan sonra ki denemesi olan "Doodlebug" ise 1997 yılında seyircisiyle buluşmuş. Bugün size yazacağım Following ise ilk uzun metrajlı filmi ve 1998 yılında izleyicisine sunulmuş.

Following'i enteresan kılan bazı sebepler var. Mesela bütçesi çok kısıtlı olan bir film. Bu sebepten ötürü, Nolan'ın bu filmde rol verdiği isimler kendi akrabaları ve arkadaşlarından oluşuyor. Daha sonra çalıştığı oyuncuların Amerikan Sinema Endüstrisinin en gözde oyuncuları olduğu düşünülünce oldukça enteresan bir not olarak göze çarpıyor. Daha önce Pi'yi izlemiş olan herkesin, Following'i izlerken o filmi hatırlayacağına adım gibi eminim. Siyah beyaz bir film, yakın çekimler, paranoya(paranoya konusunda Following, Pi'nin yanından bile geçemez ama bir miktar paranoya bu filmde de mevcut)...

Filmin türü ise polisiye dersek yanlış olmaz. Yazarlık yapan bir esas oğlan enteresan bir şey yapar ve tanımadığı insanları takip etmeye başlar. Cinsiyet seçmez, bir şeye ulaşmak istemez... Sadece takip eder ve günün birinde yapmaması gereken bir hata yaparak aynı kişiyi ikinci defa takip etmeye karar verir. Takip ettiği kişi bunu fark eder ve hikâyenin bundan sonrası biraz değişik bir hâl alır. Adı Cobb olan bu kişi, insanların evine girmekte, bir şeylerin yerini değiştirmekte, maddi değeri çok yüksek olmayan şeyleri almaktadır. Klasik bir hırsızdan farklı olan bu kişi, Genç Adam'ı kendi oyununa ortak eder. 

Kesinlikle Nolan harikası filmlerden bir tanesi olmuş. O zamanlar daha ilk filmi olan, bu kadar popülaritesi ve maddi kaynağı bulunmayan, uzun metraj konusunda henüz çaylak olan Christopher Nolan bu filmi bugün elinde olan imkânlarla çekmiş olsa neler yapabilirdi düşünemiyorum bile. Kurgusu kesinlikle mükemmel. Karmaşık kurgu tekniğiyle çekilen filmi garip bir gerilimle izleyeceksiniz. Yetmiş dakika süren film, zaten kısa olduğu için tek oturuşta müthiş bir heyecanla izleyebileceğiniz türden. Daha öncekileri de göz önünde bulundurunca, Nolan'ın bütün filmleri birbirinden güzeldi ve şu an benim için yüzde yüzle gidiyor. İşin aslı, favori yönetmenlerim içinde de yeri en üst sırada ve Following'i izlememle birlikte benim için bir adım daha yukarıda artık. 

Following'in ardından Nolan'ın da bütün filmlerini tamamlamış oldum. Bunu daha önce Darren Aronofsky adına başarmıştım. Christopher Nolan, bugüne kadar her filmini aylar öncesinden beklediğim bir yönetmendi. Following'i izledikten sonra düşünüyorum da şu an benim için bulunduğu noktaya uzun süre kimse yaklaşamaz sanırım. Artık yeni filmi The Dark Knight Rises'ı merakla bekliyorum. Bakalım o filmle bize ne gibi harikalar sunacak.

13 Aralık 2011 Salı

A Single Man


















Uzun süredir izlemek istediğim filmlerdendi A Single Man. Bugün nihayet izledim. Filmden önce IMDB'den bilgileri alırken yapımcı, senarist ve yönetmen kutucuklarında Tom Ford ismini gördüm. Tom Ford adı kolay akılda kalabildiği için hatırlamam zor olmadı. Daha önce bir gözlük markası olarak Tom Ford ismini duymuştum ama modayla uzaktan yakından bir ilgim olmadığı için Tom Ford'un dünya çapında bir modacı olduğunu bilmiyordum. Dolayısıyla iki Tom Ford'un aynı kişi olduğunu idrak etmem ancak film bittikten sonra bloglarda gezerken oldu.

2009 yapımı filmin başrollerinde Colin Firth ve Julianne Moore gibi iki güçlü oyuncunun ismini görüyoruz. Bu ikiliye Matthew Goode eşlik etmiş. Film Christopher Isherwood'un aynı isimli romanından beyazperdeye uyarlanmış. Türkçeye, Tek Başına Bir Adam ismiyle çevrilen kitap, film olarak uyarlandığında da aynı isimle yer bulmuş. En İyi Erkek Oyuncu Oscarı'na Colin Firth'le aday olan film, o senenin en iyi filmlerinden biri olarak göze çarpıyor. İzlemek için çok beklediğim bile söylenebilir.

Senaryoya gelirsek, George Falconer(Colin Firth) bir edebiyat profesörüdür. Eşcinsel olan George, on altı yıllık sevgilisi Jim(Matthew Goode)'in ölümüyle oldukça sarsıntılı günler geçirmeye başlar. Kendini yalnız hisseden George, fiziksel ve ruhsal olarak çok acı çekmektedir. Nitekim bu duruma daha fazla dayanamaz ve Jim'in ölümünden sekiz ay sonra intihar etmeye karar verir. Geride kalanlara her türlü kolaylığı sağlayacak şekilde kusursuz bir planla hayatına son verecek olan George'un hesaba katmadığı şeyler olur. Kendisine aşık olan ve eski sevgilisi olan Charley(Julianne Moore) ise Jim'den sonra George'un en büyük destekçisidir. 

Filmin hemen her konuda dümenin başında olan ismi Tom Ford'un da bir eşcinsel olması, konusu itibarı ile filmi farklı kılan bir ayrıntı olmuş. Buna karşılık Ford'un filme yansıması iyi işlenmiş bir eşcinsel teması olarak değil de mükemmel adapte edilmiş bir görsel şölenle olmuş. Yakışıklı erkekler, güzel kadınlar, harika kıyafetler hatta ve hatta çok şık gözlük çerçeveleri... A Single Man'i izlerken bu görsellik beni içine aldı ve filmden sonra Tom Ford'un dünyanın sayılı modacılarından biri olduğunu öğrenmemle durumu anlamış oldum. Oyunculuklar kesinlikle mükemmel. Colin Firth birkaç sene önceden bu rolüyle En İyi Erkek Oyuncu Oscarı'na aday olarak The King's Speech ile aldığı heykelciğe göz kırpmış aslında. Julianne Moore ise yine harika görünüyordu ekranda. Keşke biraz daha görebilseydik dedirtse bile göründüğü kadarıyla bile beni heyecanlandırmayı başardı. 

- biraz spoiler - 

Aslında spoiler vermekten hoşlanmıyorum ama bahsetmek istediğim birkaç sahne var ve belki benim gibi filmden sonra birkaç defa açıp seyredersiniz. George'un intihar etmek için elinde silahla ıkındığı bir sahne var ki Firth'ün oyunculuğuna hayran olmamak elde değil. Bunun yanı sıra George ve Charley'in yere uzanıp sigara içerken girdikleri diyalog tadına doyulmaz cinstendi.

A Single Man'i özel yapan ayrıntılardan bir tanesi de flashbacklerinin başarısı diye düşünüyorum. George'un anılarıyla geriye dönüş yapılan sahneler dikkat çekiciydi. Bu sahnelerde yapılmış olan renklendirme yine bir Tom Ford etkisi diye tahmin ediyorum.  

- spoiler son - 

A Single Man'i izlemenizi şiddetle öneriyorum. Aslında anlayabildiğim en önemli ayrıntı bir modacının filme nasıl etki ettiği oldu bu filmde. Tom Ford sinema kariyerine devam eder mi bilmiyorum ama kesinlikle devam etmeli. Eğer ilk deneyiminde bu kadar başarılı olduysa sonrası o ve izleyiciler için çok daha parlak olabilir. Kendisini yeni projelerle görmeyi diliyorum.

8 Aralık 2011 Perşembe

Hugo















Normal şartlarda iyi filmlerden, vizyona girmeden önce haberdar olurum ve beklerim. Yapımcılığını Johnny Depp 'in, yönetmenliğini Martin Scorsese 'in yaptığı kitaptan uyarlama bu film daha önce hiç dikkatimi çekmemişti. Beğenerek takip ettiğim bloglardan Altbilgi(takip etmeye başlayalı çok kısa bir süre oldu)'yi geçenlerde okurken bu filmin yazısını okudum ve blogun sahibinin Twitter 'da yazdıkları ister istemez büyük merak uyandırdı bende. Daha sonraları internette gezerken de bol bol güzel şeyler okudum filmle ilgili. Nitekim daha fazla dayanamayıp gün itibarıyla izledim. Ayrıca Altbilgi 'de yer alan Hugo yazısına buradan ulaşabilirsiniz.

Filmin yönetmenliğini Martin Scorsese 'nin yaptığını söylemiştim. Hollywood 'ın efsane yönetmenlerinden olan Scorsase 'i anlatmak için Raging Bull, Goodfellas, Taxi Driver, Casino, The Aviator, The Departed, Shutter Island gibi bir liste saysam size yeterli olur sanırım. Listeden de anlayabileceğiniz gibi Robert De Niro ve Leonardo Di Caprio 'yla çalışmayı çok seven bir yönetmen. IMDB 'nin TOP 250 listesinde birçok filmi olan yönetmen Oscar 'a ancak 2006 yapımı The Departed ile ulaşabildi. Aslını söylemek gerekirse birkaç önemli istisna hariç yaptığı işlerle bende derin etkiler bırakmış bir yönetmen değil. Ama başarısı yadsınamaz bir gerçek elbet.

MARTIN SCORSESE




Hugo 'nun kitabıyla ilgili bir fikrim yok. Böyle bir kitap olduğunu filmden sonra öğrendim. Projenin varlığından ne kadar uzakta kaldığımdan bahsetmiştim zaten. Spoiler vermemek adına - ki ben herhangi bir spoiler okumadan seyretmek için çok uğraştım - filmin konusundan detaylıca bahsetmek istemiyorum size. Kısaca, 1930 'ların Paris 'inde geçen sıcacık bir hikaye Hugo. Hikaye, ismini ana karakteri olan Hugo Cabret 'ten alıyor. Bir tren istasyonu hikayesi olan film, Charlie and The Chocolate Factory tadında bir film olmuş. En azından bana onu hatırlattı. O filmin başrol oyuncusu olan Johnny Depp 'in, Hugo 'nun yapımcısı olması güzel bir tesadüf olmuş. 

Oyuncu kadrosunda Christopher Lee, Ben Kingsley, Jude Law gibi isimler göze çarpıyor. Filmin akışı açısından önemli rollerde olsalar bile, Hugo Cabret 'i canlandıran Asa Butterfield ve Isabelle karakterine hayat veren Chloe Grace Moretz başrol karakterleri olarak karşımıza çıkıyor.






Kendi düşüncelerime geçmeden önce 3D teknolojisinden biraz bahsetmek istiyorum. Aslında daha önce yazdığım Pirates of the Caribbean : On Stranger Tides yazısında bahsetmiştim ama tekrar üstünden geçmek istiyorum. 3D teknolojisi bütün dünya genelinde bu şekilde mi bilmiyorum ama kesinlikle tam çözüme kavuşmamış bir teknoloji. Kullandığımız gözlükler çok rahatsız ve bir süre sonra baş ağrısı yapıyor. Filmi sürekli koyu renklerle izlemek zorundasınız ve 3D gözlüğü reaksiyonlarınızı minimuma indirgiyor. Aslında Hugo, 3D kullanılmadan çekilebilirmiş ve bence çok daha güzel olurmuş. 3D olayı filmin belli sahnelerine çok yakışmış. Günlerdir okuduğum "şimdiye kadar çekilmiş en iyi 3D film" yorumlarına da kesinlikle katılıyorum. Ama 3D 'nin genel problemleri Hugo 'da da sıkıntı yaratmış. 

Filmle ilgili çok takıldığım bir diğer ayrıntı daha var. Bir diyalog esnasında David Copperfield ismi geçti. Eğer bizim bildiğimiz Copperfield ise - ki emin değilim hata yapıyor olabilirim - 1930 'ların Paris 'inde ne yapıyor bilmiyorum. Belki de atladığım bir şeyler vardır. Patron Martin 'e haksızlık etmeyelim oturduğumuz yerden. 



Sonuç olarak filmi çok beğendiğimi söyleyebilirim. Bugüne kadar yapılmış en iyi 3D film yorumlarına kesinlikle katılıyorum. En azından izlediklerim arasında - ki daha önce en iyi olarak çıkmış bütün 3D filmleri seyrettim - en iyisiydi. Film birkaç hafta daha vizyonda kalacak. Henüz izlemediyseniz vakit kaybetmeyin derim. İyi seyirler hepinize.

1 Aralık 2011 Perşembe

Dedemin İnsanları

















Dedemin İnsanları, geçtiğimiz cuma vizyona giren bir Çağan Irmak filmi. Vizyona girdiği ilk gün izleme fırsatı buldum. Adını ve kadroyu duyduğumuz zaman ister istemez "Babam ve Oğlum" gelmişti hepimizin aklına ve oldukça heyecanlanmıştık. Aslında Çağan Irmak da her projesi izlenmesi gereken sinemacılardan biri haline geldi bu ülkede. Arada birkaç tane orta şerbetli filmi olsa da, Asmalı Konak'tan bugüne yaptığı filmlerle ses getirmiş bir yönetmen. Bu sizin için yazacağım ilk Çağan Irmak filmi olduğu için kendisinden ayrı bir paragrafta bahsetmek istiyorum. 

4 Nisan 1970 İzmir doğumlu Çağan Irmak. Çocukluğunu da Ege Yöresi'nde geçiren yönetmen, Ege Üniversitesi Radyo Televizyon bölümünden mezun olmuş. Aslında birçoğumuz dönemin popüler dizisi Asmalı Konak ile tanıdık kendisini. Yıllar önce televizyonda izlediğim ve aklımda ciddi yer eden Günaydın İstanbul Kardeş(sanırım televizyon filmiydi) isimli projenin yönetmeninin de Çağan Irmak olduğunu yıllar sonra IMDB'den öğrendim. Çemberimde Gül Oya isimli dizinin hem senarist hem de yönetmenlğini yapan Irmak, daha sonra uzun metrajlı film projelerine ağırlık verdi. Mustafa Hakkında Her Şey, Babam ve Oğlum, Issız Adam en ses getiren projeleri olarak göze çarpıyor. Birçok projesinde aynı isimlere yer vermek, çok iyi gözlem yapıp bunu seyircisine aktarmak, görüntü kalitesine önem vermek(bunu Asmalı Konak izlediğim yıllarda fark etmiştim) gibi konular Çağan Irmak'ın kendi tarzını yaratan etkenler diye düşünüyorum. 

Kadro Çetin Tekindor, Hümeyra, Yiğit Özşener, Gökçe Bahadır, Sacide Taşaner, Mert Fırat, Ezgi Mola, Zafer Algöz gibi oldukça güçlü isimlerden oluşuyor. Filmde yer alan Ozan karakteri ise Durukan Çelikkaya tarafından canlandırılmış.  Ozan'ın büyümüş halini de kısaca filmde gördük. Bu karakter de Ushan Çakır'la hayat bulmuş.  Kendi hikâyesini anlatan Çağan Irmak, aynı zamanda filmin senaristi elbette. Birçok projesinde hem senaryoyu yazıp hem yönetmenlik koltuğuna oturan Irmak, Dedemin İnsanları'nda da geleneği bozmamış. Mayıs ayında başlayan çekimler Temmuz ayı itibarı ile son bulmuş. 

Senaryoya gelirsek, Çağan Irmak'ın kendi hikâyesini anlattığını söylemiştim. Irmak, kendine Ozan ismini vermiş. Ozan(Durukan Çelikkaya), henüz ilkokul çağında olup bir Ege kasabasında yaşamaktadır. Dedesi olan Mehmet Yavaş(Çetin Tekindor) halk arasında oldukça sevilen ve saygı duyulan bir manifaturacıdır. Mübadele zamanında henüz bir çocukken Girit'ten göçmüştür Mehmet Bey. Bundan dolayı arkadaşları Ozan ile gavur diye dalga geçer ve Ozan bu konuya oldukça kafasını takmaktadır. Türk olduğunu ısrarla söyleyerek arkadaşları ve ailesine kafa tutan Ozan ve Mehmet Bey 'in hikâyesi anlatılıyor filmde.   

Genel olarak bu iki karakter üzerinde yükselen senaryoda Yiğit Özşener, Ozan'ın babası, Gökçe Bahadır annesi ve Sacide Taşaner de babaannesini oynuyor. Küçük bir çocukları daha bulunan bu aile, sıcacık bir aile portresi gösteriyor seyircilerine. Hümeyra ise bu ailenin yakın ilişkisi olan bir komşusunu canlandırıyor. Mert Fırat ve Ezgi Mola isimlerini de Mehmet Bey'in annesi ve babası rolünde flashbacklerle izliyoruz. 

Aktarmak istediğin bazı notlara gelirsek; filmi izlemek için acaba "Yeni bir Babam ve Oğlum olabilir mi?" diye düşünenler varsa aynı paralelde filmler değil. Kısacası gönül rahatlığıyla gidip seyredebilirler. Film, Babam ve Oğlum gibi ağlatmıyor. Belli sahnelerde duygulanmamak elde değil. Bence bu noktalarda Çağan Irmak devreye girmiş ve seyircisi çok fazla ağlamasın diye üzerinde çalışmış sanki. Eğer isteseymiş bu hikâyeyi de seyircisine hüngür hüngür gözyaşlarıyla izlettirebilirmiş diye düşünüyorum. Yine çok iyi gözlemler mevcut. Hayatın ve insanların içine çok iyi girmeyi başarmış yönetmen. Dolayısıyla bu hikâye de seyirciye bir nefes kadar yakın duruyor. Aynı oyuncularla çalışma geleneğinden Dedemin İnsanları'nda da vazgeçmemiş Çağan Irmak. Çetin Tekindor ve Hümeyra, Çağan Irmak filmlerinden oldukça aşina olduğumuz yüzler. Hatta Babam ve Oğlum ile Ulak'tan sonra yan yana oynadıkları üçüncü Çağan Irmak filmi oldu Dedemin İnsanları.  

İki dedesiyle de çok özel ilişkiler kurmuş ve yakın zamanda ikisini birden kaybetmiş biri olarak filme izlemeden önce biraz düşündüm açıkçası. Neyse ki filmin duygusallığı vurucu değildi ve korktuğum başıma gelmedi. Mehmet Bey'i seyrettikçe iki dedemden de bir şeyler gördüm aslında. Birinin Mehmet Bey gibi manifaturacı olması diğerinin torunuyla kurduğu sıcak ilişkiler ve güler yüzlü hâli bunlara verilebilecek örnekler. Filmle ilgili ciddi anlamda tek eleştirim var ki oda şu; ikinci perdede su yüzüne çıkan siyasal olaylar kısmı biraz fazla uzamış sanki ve ben buralarda biraz sıkıldım açıkçası. Tamam kabul ediyorum Çağan Irmak kendi hikâyesini anlatmış ve istediği gibi şekillendirebilir. Bunu oldukça iyi bir şekilde de başarmış zaten. Ama bir seyirci olarak bu kadar çok siyasi eleştiriden ziyade daha fazla dede-torun ilişkisi seyretmek isterdim. 

Dedemin İnsanları başarılı bir Çağan Irmak filmi olmuş kısacası. Size izlediklerimin içinde en iyi Çağan Irmak filmi diyemem ama en iyilerinden bir tanesi olmuş diyebilirim. Gidip izlenmesi gereken bir film. En kısa zamanda izleyebilmeniz dileğiyle. Şimdiden iyi seyirler hepinize. Günün birinde belki bende kendi dedemin insanlarını yazarım size ve umarım keyifle okursunuz. Yazarım yazarım kesin yazarım. Hatta yazacağım.