İnsan, bir kere yaşar da ömür dediği kimi zaman dinlendirilir, bazen coşar, bazen erir ve nihayet bitirilir…Başlangıçların sonu mu, yoksa sonların başlangıcı mıdır bu, bilinmez…
Başını okşadığı çocuklarının oyunlar boyunca oradan oraya savrulduğu evinden çıkarken, her seferinde avludaki küçük fıskiyeli havuzdan bir avuç suyu alır, kapı kenarındaki zeytin ağacını sıvazlar ve çıkardı…Her sefer, binlerce dalga demekti.
Sol omzundan dirseğe kadar uzanan bir dövmenin gönüle yakınlığı, sevdânın hasretini anlatırdı.
Hangi yazıya, hangi şiire bilinmez, ilhâm verecek kadar çakırdı gözleri.Her daîm dudağının kenarında ise bir sarma cigara.Bir nefes uzak kalsa bile evinden, memleketinden teselli olan bir sarma cigara.
Gemiler, pusulalar, boranlar, fırtınalar…Ömrün her safhasına dağıtılmış anılarla cebinde, gamlar, türlü tasalarla ve defalarca sıralanan küfürlerle dillerde yine de yaşadığı her ana şükreden bir öz taşırdı, asla isyân bilmeyen.
Varılan limanlardan bir çakıl taşı hatırasıydı.Eve her dönüşte ceviz, oymalı, eski bir usta işi, bir parça sedef serpiştirilmiş küçük sandıkta biriktirilmiş nice seferler.
Kulağındaki lyra efkârın adıydı ve gözlerine yansıyan bir çift Halcyon kanadı sancılara merhemdi.
Doğduktan bir gün sonra adı kulağına hem komşu evde yaşayan, hem de mahalledeki camî imamı Hacı İsmet Efendi tarafından ezan-ı şerîf ile okunmuştu.Zaman zaman o ses halâ kulağında bir lezzetli akîs hâli alır, ömre ödünç bedeni işte o anlarda, sadece o anlarda yorgunluktan rehavete bir yol alırdı.
Uzun zamandır söylentileri vardı “göç”ün…Ama nasıl ve ne zaman işte o tam bir muammaydı.Kendisi uzun seferlere çıkan gemilerde hasretliğin en hakîkisini yaşasa da, anam, karım, çocuklarım ne eder diye diye göğsü daralmıştı ve gönül hiç de ferâh gelmiyordu o gün, seferdeki son gündü.Seferden son dönüşü olduğunun hazırlığı vardı, yine de içinde…Bu hazırlığı da yapmak farzdı…
Yaklaşırken gemi limana, uzaktan küçük kızının kurdelesini tanıdı…Maviş… Limanda bekleşenlerin yüzü hüzün, yüzü telâş içinde.Nereden geldiği belli olmayan bir rüzgârla düşmüş onlarca omuz.Anladı…O yokken haberi gelmişti…
Yolculuk yakındı.
Limana ayak bastıktan sonra birkaç adım sendeler gibi oldu.Onu bekleyen ailesiyle sessiz bir kucaklaşma ile eve, evlerine yürüdüler…Sessizlik perişanlıktandı.
Yol bitmek bilmedi.
Ve mavi kapı…Numarası bir süre sonra buradaki her bir varlık gibi silinecek o masmavi kapı, gözlerine yaş doldurdu.Zeytin ağacını yine sıvazladı, havuzdan bir avuç suyu yine aldı.
Ve yolculuk yakındı.
Birkaç gün içinde “toparlanın” haberi geldi.Çocuklar çocuk hâlleriyle, bir şey sormadan, yaşlılar yaşlarının en tevekkül hâlleriyle, gençler gençliklerini bilmeden hazırlandılar.
Sabah herkes limanda, ortalık mahşer…Kucaklaşmalarla birbirine karışan gözyaşları…Eş, dost, akraba.Kim nereye varacak, kimin kısmetinde ne var…Tam bir muamma.
Ve ortalık mahşer.
Ellerde birer bohça, belki bir sandık eskisi.Gözler dalgın, gözler kendilerince sebepsiz sürgünün yasında.Ve halâ bir mucize beklentisinde yarışan, kırık dökük gönüllerle, adım adım toplandırlar gemilerce.Haykıran, feryâd figân eden bir rüzgâr uğurladı onları o sabah.Gittikçe uzaklaşan vatan, yurt, memleket.
Büyüklerden küçüklere elele, kadere isyânkar olmayın öğütleriyle, gözden kayboldu memleket.
Kolunda dövmesiyle çocuklarına, karısına ve anasına kol kanat geren babanın omuzları güç belâ dik duruyordu, bunu yapmak zorundaydı…O ailenin babasıydı.
Ne kadar gittiler belli değil, ağıtların dalga sesleriyle karıştığı ve usulca varolan bir sessizlik içinde, bir adanın yakınından geçiyorlardı şimdi…Kıyı boyunca küpler sıralanmış, sakız kokan bir garip ada.
Yıllar sonra anlayacaktı o gündü, göç günüydü, o gün vurgun yemiş bir sürgün kafilesinin günüydü…
Ve içini sızlatan Sakız’ın martılarına, Sakız’ın çakıl taşlarına bakıp geçerken, yıllar sonra duyacaktı “Bizim de bir ADA’mız vardı” diye haykıramamanın pişmanlığını.
18 Aralık' 08 İstanbul
Gelenlerin, göçenlerin aziz ruhlarına, saygıyla...