Fantastik bir buluşmaya evsahipliği yapacak yarın bu şehir. Dostların buluşması. Bu 4 kadın, 3 gün boyunca hiç susmadan anlatacak ve hiç konuşmadan dinleyecek. Morarana dek gülünecek, burunlar çekilecek, bu şehrin sokaklarında, yer altımızdan kayana kadar kendiliksizleşilecek. Dost olmanın her türlü hakkı verilecek, bir de üzerine alacaklı olunacak.
Yarın akşam dostlarımla, tarihimle, aynalarımla kadeh tokuşturacağız ve dileyeceğiz yine:
80 yaşımızda da...
Pazartesi, Aralık 27
Pazartesi, Aralık 20
Yaşadığımızı Anladık Mı?
Her yıl olduğu gibi bu yıl da, ağzımızın, burnumuzun yerini bulmaya çalışırken bitiverdi. Ne olup bittiğini anlamadan. Ya da bazen anlayıp da anlamamazlıktan gelerek. Yani yine türlü kandırmacalarla. -mış gibi yaparak.
Şimdi böyle söylüyorum ama, aslında bir zamandır sinyalizasyon hataları veren bünye yılın ikinci yarısı itibariyle meğer, şimdi içinde bulunulan duruma hazırlarmış kendini. Orada o becerilemedi, aa çok acayip bir şeylerle karşılaşıldı, sonra kaygılara gark olundu, aman be diyerek uzaklaşıldı, e ne olacak şimdi dendi, derken, bir de üzerine grupta oynanan bir rüyanın altından "tutulamayanlar" çıkıp da zorunlu temas sağlanınca, bir de baktım herşeye kuşbakışı bakılan bir tepedeyim. Vay dedim!
Yeni yıldan şimdiye kadar bir şeyler bekledim de ne oldu? Buyursun gelsin nasıl geliyorsa...Yeter ki "yeni" gelsin!
Trolollololololoo...
Perşembe, Aralık 2
O Meşhur Mavi Yağmurluk Kimin?
Bülent Somay'la ilk karşılaşmam Arzu'nun kütüphanesinden aşırdığım Bir Şeyler Eksik'i okumaya başladığım güne rastlar. Sonra kendisini başucu kitabım yapmakla kalmayıp eşe dosta doğumgünü hediyesi olarak paketlettirdim de. Bazıları kapağını bile kaldırmadı tabi. Ama ne oldu? Kendileri kaybetti :)
Yenilerde, hediye olarak gelen "Şarkı Okuma Kitabı" nı bitirdim. Şimdi de "Tarihin Bilinçdışı"na başladım. Bazı kitaplar vardır. Bitmesin diye okumak istemezsiniz. Ya da bana bazen olur böyle. Bülent Somay'ın kitapları da bu kategoriden. Aslında kurmaya çok da uzak olmadığınız ama tam olarak bir türlü aklınızı da yatıramadığınız bağlantıları, "Buyrun burada kurulmuşu var" diyerek önünüze koyuyor. Size de "hımmm evet" diyerek kendinizi tuhaf hissediyorsunuz. Ben bazen arabayla hızla giderken birdenbire yokuş aşağı inmeye başladığımda hissettiğim şeyi hissediyorum, bazen de kalbim yumuşuyor. Bazense öfkeleniyorum, bağlantının haklılığı karşısında. Bir fark ediyorum ki, ben kurmuşum o bağlantıyı da, yok saymışım hep. Bülent Somay burnumun dibine kadar getirdiğinde reddedemiyorum. İyi ki de edemiyorum.
Şarkı Okuma Kitabı'nda severek dinlediği ve icra ettiği şarkıların bir nevi ondaki yansımalarını yazmış. Bunlardan biri de - kesinlikle benim de üzerine söyleyecek bir sürü laf bulabileceğim- Famous Blue Raincoat. Kadın ve erkekten ve kıskançlıktan, öldürmekten ve iktidardan bahsetmiş. uzun ve hoş çözümlemeler yapmış. Yaklaşık olarak da şöyle bitirmiş:
"If you ever come by here, for Jane or for me
Well, your enemy is sleeping and his women is free"
(gönderme yaptığı kısım burası)
"On beş yaşında bir "erkek" adayı iken, henüz tanımadığım bir kıskançlığı reddetmiş, sevdiğim (seveceğim) kadını özgür bırakmanın en büyük erdem olacağına inanmıştım..."
"Büyüyüp gerçek kıskançlığı tanımaya başladıkça bu formülün pek de işlemediğini fark ettim."
"..."Kıskanmamaya çalışmak" iktidarını kendi elinle teslim etmeye gayret etmek, olsa olsa yeni baskılar yaratıyordu insanda. Başka bir dünyayı, insanların birbirlerinin sevgisini hiçbir zaman parayla ya da güç ilişkileriyle alıp satmamış oldukları bir yaşamı hayal etmek, onu yaşamak anlamına gelmiyordu. Tersine "o dünyadaymış gibi" yaşamaya çalışmak insanı (kötü anlamında) iktidarsızlığa, eylemsizliğe mahkum ediyordu. Felce uğratıyordu. Aşkı da yaşanmaz kılıyordu. Kim kendi elleriyle iktidarını feda etmeyi başarmış ki zaten? Bunu isteyebilir ancak. Şiirini, şarkısını yazabilir..."
Şarkı Okuma Kitabı, sy.85
Çok, pek çok tavsiye ediyorum...
P.S: Resim ELIZABETH LAISHLEY
Cumartesi, Kasım 13
Bir Bloğun Caz Hali
Cazdan caza koşuyorum şu aralar. Ne smooth jazz kaldı ne bebop. Bir heyecan bir heyecan bende. Dinledikçe kalbim daha hızlı atıyor.
Mevcut bir durumdu. Son zamanlarda iyiden iyiye yer kaplamaya başladı.
Elbette, demirbaşlarım duruyor olduğu gibi. Tori Amos beni benden alıyor, Cohen ve Rufus içimi kıpırdatıyor. Bazen de soğutuyor.
Ciddi ciddi, eğer beni alırlarsa, tedrisattan mı geçsem demeye başladım. Şimdi düşünüyorum ne bu kadar bağlıyor beni kendine diye. Hala bulamadım.
Hastasıyım.
Pazar, Kasım 7
Merak Ettiğim Şeyler Var!
Dün Radikal'de H&M'in Türkiye'deki mağazasının açılışına VIP kontenjanından davetli bir kadının gözünden insan manzaraları okudum. Ancak büyük resim içinde kendi manzarasına rastlayamadım.
Yazının tamamına buradan ulaşabilirsiniz: http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetay&ArticleID=1027677&Date=06.11.2010&CategoryID=80
Merak ediyorum: Acaba yazar bu makaleyle bize ne anlatmak istemiştir?
a- İstanbul'un VIP kızları, çekilmiyor nazları -ki ben onlardan değilim
b- Nerde beleş oraya yerleş düsturu benimsenmiş, jet sosyete, ikoncan filan dinlemememiş - ki ben onlardan değilim
c-Artık H&M de ayağa düştü, kaldıranı yok... ho ho ho
Şimdi niye sinire kestim bu kadar? Çünkü daha dün yolda yürürken Derya'ya, bir kısım insanın sokakta, kalabalıkta, orada sadece o varmış gibi davrandığından, metrobüste lobloba durmaktan imtina etmediğinden, sokağın ortasında dikilip telefonunu karıştırmanın dokuz kusurlu hareketten biri olduğunun farkında bile olmamasından; ya da tam tersi, insanların kalabalığın içinde kendilerini unutup feci şekilde ötekileştirmesinden bahsediyordum.
Ör: (İstiklal'de yürürken, sinirli bir ses tonuyla) Bir tatil olmayagörsün herkes soluğu burda alıyor, bıktım yahu bu kalabalıktan.
"Sen nerdesin yavrum? İstersen bir aynayla yardım edeyim" demek istiyorum yukarda bahsi geçen herkese.
Bir de, mensubu olduğum bir e-posta grubunda, evvelden bir vesileyle tanıdığım, şimdi de kendini - beni hayretler içinde bırakacak kadar- pek bir çok titrle ifade eden (uzman, terapist, vb) birinin yazdığı e-posta neticesinde sinire kestim. Kendisi görüşmelerde 10 lira bile indirim yapılmasının görüşmelerin gidişatını, osunu busunu şusunu ne biçim de etkileyeceğinden iştahla bahsediyordu.
Her türlü sosyoekonomik, sosyolojik, fenomenolojik, psikolojik tartışmayı bir tarafa bırakıp merak ediyorum: Kaç lira kazanıyorsun?
Bazı mağazalarda çalışanlar vardır: Bir şey beğenirsin, fiyatını sorarsın. Off çok pahalıymış dersin. Çalışan sana küçümseyerek bakar. Hatta bazen bunu ifade eder: Burada fiyatlar bu aralıkta, bizde böyle, vb diyerek, demeye çalışarak. Bana bu çok acayip gelir. Nasıl bir rol değiştirmektir o? Nasıl takmışsın o bilmemne mağazası çalışanı olma, ya da bilmem nerde "uzman" olma şapkasını kafana? Şapka o canım benim. Eve giderken gene otobüse bineceksin, elektrik faturası 100 lira geldi mi, açıp elektrik kurumuyla kavga edeceksin. Bununla derdin varsa, o zaman bunun için bir şey yap. Sağla solla uğraşma.
Yarın sabah anneannem ameliyat olacak. Sanırım en çok bundan sinire kesiyorum. Umarım her şey yolunda gider.
Şimdi önümüzdeki günlerde Pera'da gösterilecek filmlere gideceğiz. Umarım çok kalabalık olmaz yoksa kapıda durup "Dağılın!" diye buyurabilirim, bugünden uyarımı yapmış olayım...
Cuma, Kasım 5
Empatinin Eylemsizleştirdiği İnsana Ağıt
Başıma bu geldi: acaba ne yaptım, nasıl algıladım da bu geldi? Bu mevzuda bak gene aynısı oldu: nasıl bir örüntü bu? nerede takılıyorum ve aşamıyorum? Bu insan bana böyle davrandı: acaba ne yaparak böyle davranmasına neden oldum...
diye diye ömrümü empati ve farkındalık dehlizlerinde yedim.
Ben de öfkeden deliye dönüp ağzımdan köpükler çıkarak, alıp telefonu elime, ağzıma geleni söylemek istiyorum.
Ben de her ne olup bittiyse, "ne biçim insandı ya o, gerizekalının önde gideniymiş adeta, hep de beni bulur zaten böylesi" demek istiyorum.
Ben de hiçbir soru işaretine meydan vermeden, eteğimdeki tüm taşları takır takır döküp, arkama bile bakmadan yürümek istiyorum.
Ben de - bazen - tekme tokat dalmak istiyorum.
Farkındalık abamı, bir süreliğine ihtiyacı olanlara bırakıyorum an itibariyle.
Kendimi de aydınlanma konusunda nadasa bırakıyorum, buyurun...
Salı, Ekim 19
Yaş 30! Sorunsalı...
Baktık birbirimize özeniyoruz. Herkes kendisinin sahip olmadığına has(r)etle bakıyor. İş güç, aşk, evlilik, ve elbette en mühimi çoluk çocuk derken, saatten haberimiz olamamış. Dinçer, Alis'in tavşanı gibi, ne uzun muhabbet ettiğimizi bildirmek üzere mutfağa gelene kadar.
Sonuç olarak bir yere varabildik mi? Sanmam. Ama ben en azından kendi adıma bu 30 yaşın ne fena kafa karıştırıcı bir hal olduğu konusunda yalnız olmadığımı anladım. Geçenlerde de canım tavığım Rabiş'le konuşurken aynı şeyi düşünmüş, abuk sabuk fantezilerimize delice gülmüş idik. Sanırım hayatta bir sürü şeyi halledip geldiğin bir yer 30 yaş. Ee şimdi ne yapıyoruz? sorusu karşısında derin bir suskunluğa gark olunan bir yer. Ama bir arkadaşım bu "hal"in 32 yaşında geçtiğini söylemişti. Nedense...
Artık bekleyeceğiz 2 sene...
Zaman! E biraz yavaş geç yav.
Pazartesi, Ağustos 2
Biberden Gömlek
Haftasonu Arzu tatilden döndü. Evde dedikodudan dedikoduya koştuktan sonra ayıptır söylemesi (niyeyse? yiyebilen var yiyemeyen var ondan mı acaba? neyse...) patlıcan yemeği yapmaya karar verdik. Soğan ve biberler tarafımdan doğrandı. Biberleri alırken, kendileriyle isimleri nedeniyle dalga geçmiştik: Kıl biber. Ama pek güzel görünüyorlardı maaşallah. Biz de aldık. Ben doğrayıp tencereye yerleştirdikten sonra elimde hafif bir yanma hissettim. Daha önceden de biber doğrarken elimin yanması vakasıyla karşılaştığımdan tuhafsamadım. Geçen sefer de epey yanmıştı elim ama, buzdur, bepantendir, önünü alabilmiştim. Bu nedenle, amaan benim de yine elim yanıyor, afacan diyerek geçiştirdim.
Böyle geçiştirmemden yaklaşık yarım saat sonra başlayan ve takriben 8 saat kadar devam eden iki elimin de avuç içi ve dışı, komple, bileğime kadar cayır cayır yanması oldu.
Önce beze sarılmış buz ile başladım. Sonra Silverdin ve Bepanthene'e geçtim. Ancak giderek şiddetlenen yanma ağrı ve acıyla birleşerek arttı da arttı. Şöyle anlatayım: İki elinizi fokur fokur kaynayan suya sokmuşsunuz ve orada tutmaya devam ediyorsunuz. Ya da, iki elinizi de tam ateşin ortasına koyuyorsunuz. Bir ara, "Acaba cehennem böyle bir şey mi diye düşündüm?" çünkü elimde hafif kızarıklıklar dışında gözle görülür hiçbir değişikliklik yoktu. Yani fiziksel farklılık yok, ama çekilen acı dayanılır gibi değil.
İmdadıma sevgili arkadaşım Tanyel yetişti. Bana bir ilaç ismi verdi. Aslında önce gelip beni alıp acile götürmeyi teklif ettiler, ama ben "Yok artık Lebron Ceyms" diyerek teklifi reddettim. Acile gidip rezil mi olacaktım?
-Neyiniz var?
-Ühüüü, baak elimi biber yaktıııııaaa...
Orada insanlar canıyla uğraşıyor, benim acili meşgul etme nedenime bak. O yüzden hemen ilacı aldım ve içtim. Bu arada buz kompresleri filan devam ediyor. İlacı tamı tamına saat 22:25'te içtim ve saat 23:45 olduğunda ben vantilatörün önünde elimde buzluktan çıkardığım yufka paketi, iki elim paketin arasında olduğu halde acıdan zıplıyordum. O yüzden yine Tanyel'i aradım, kendisi o sırada nöbetçi olan arkadaşını aradı, bir iğne hazırlamasını istedi ve biz Arzu'yla soluğu Çocuk Acil'de aldık.
İçeri girdiğimizde saat 24:00 idi ve acil tıklım tıklım doluydu. Ben bir türlü orada yardım bekleyen çocukları atlatıp doktorla temasa geçemedim, çok utandım. Zira ortamda bir kireç çözücü ve bir parfüm içme ile bir naftalin yeme vakası vardı. Düşününce benim de eblehlikte onlardan aşağı kalır yanım yoktu aslında. Sonunda doktora ulaştım. Doktor, bir enjeksiyon yapılacağını ama bunun işe yarayıp yaramayacağını pek bilemediklerini, mevzunun biraz zamanla alakalı olduğunu söyledi. Sonra hesapladım, 12 yaşımdan beri iğne olmuyordum. Bu nedenle biraz korktum, çocukluğuma döndüm filan. Ama hemşirenin eli çok hafif olduğundan hiç sıkıntı olmadı. Biri yakan, biri yakmayan olmak üzere iki iğneyi yiyip eve geldik, ama eller aynı durumda. Arzu vantilatörü benim odaya taşıdı, ben de yatağıma buzluktan çıkardığım dondurma kabını aldım. Ellerimi üzerine koyarak rahatlamaya çalıştım. Bu arada iğnenin ve aldığım antihistaminik ilacın etkisi nedeniyle uykudan bayılmak üzereyim. Gerçek dünya ile rüya alemi arasındaki çizgide gide gele dalmışım.
Sabaha karşı uyandığımda ilk işim ellerimi kontrol etmek oldu. Elbette geçmişti. Artık biberle ilişkim fotoğraflarına bakmaktan ibaret olacak.
not: Arzu'nun iştahı kapandı ben acı çektiğim için, üzüldü durdu, Tanyel, zehir dolaşım sistemine karışır diye endişelenip saat başı aradı. Ertesi gün de bir o kadar insandan azar işittim, niye bize haber vermedin diye.
Dostlarla hayat çok kolay yav! :)
Pazartesi, Temmuz 19
Kaptanın Tatil Defteri- Bozcaada
Oldukça eski zamanlardan beri gitmemiştim Bozcaada'ya. O nedenle, dostlarla tekrar gitmek benim için ziyadesiyle anlamlıydı. Yes, orrayt derken, hiç alışılmadık bir biçimde bir ay evvel verilen karara uyup cuma günü Yenal ve Gizem'in hususi vasıtası ile yola düştük. Arabada bir de Sinan olunca, 3 şoför değişe değişe kullanırken biz de Çiğdem'le arkada yayılarak manzaranın ve Işın Karaca'nın arabesk albümün tadını çıkardık. Dert bendeeee, derman sendeee diye diye 4 saatte Çanakkale'ye girmişiz. Oradan ver elini Bozcaada. Vallahi hiç değişmemiş. Aynı Koreli, aynı Polente. Ancak, akşamki kalabalığı görünce, "Bozcaada bitmiş mi acaba?" diye düşündüm. Sonra da " Yok ya, bitmemiş daha bence" filan diyerek kalabalığı ve uçuşan beyaz elbiseli, mantar topuklu, kocaman küpeli ve bronz tenli kadınları rasyonalize temeye çalıştım. Ettim de. O gece Çiğdem ve Sinan'ın kurtlarını dökerken ben de omuz oynatarak oturduğum yerden kendilerine eşlik ettim. Bir de karadut votka içtik ki, bardak bardak içilir, o derece. Ama o kadar içemedik tabi, zira fiyatlar biraz artmış ben görmeyeli. Neyse, az içelim öz içelim dedim ben. Sonra zaten odamızın yolunu tuttuk.
Ertesi sabah erken kalkan ben oldum tabi. Gittim sahilde yürüdüm biraz. Denize baktım, ufka baktım. Bir pardesüm eksikti. Orada hülyalara dalmışken Çiğdem'in telefonu ile kendime geldim; uyanmışlar beni bekliyorlar. Gittik kahvaltı ettik, Ayazma'nın yolunu tuttuk. Orada Vahit'in Yeri'ne yerleşip soluğu denizde aldık. Ancak o da ne? Bozcaada'nın demiri kesen soğuğundan eser yok. İnsanın çıkası gelmiyor. Çip çip çip yüzüp güneşlenmeye çıktığımızda Yenal'ın, lise arkadaşları Saygın'la karşıdan geldiklerini gördük. Meğer denizden çıkmış kendisi. Ayrıca, meğer Saygın benim de lise arkadaşımmış. Böyle enteresan olaylar. Sonra biz kızlar olarak adayı gezmeye karar verdik. Aman ne güzel de olmuş. Kesinlikle her gördüğüm sulak alanda yüzmenin bana ayrı bir keyif verdiğini bir kez daha anladım. Akvaryum koyunda yüzdük. Evimize geri geldik ve akşam için hazırlanmaya başladık. Çünkü Gizem'in doğumgünü idi. Süper mezeler, donmuş pasta ve başarılı balıklar eşliğinde geçirilen güzel bir gece yine maalesef sona ermişti. Ertesi gün yaşadığımız rezervasyon krizi ve Silivri'den dönen yazlıkçılar sorunsalı dışında elbette tatile damgasını vuran Mardin kapısından atlayamadım, liralarım döküldü toplayamadım isimli şarkının her fırsat bulunduğunda zılgıtlar ve halaylar eşliğinde icra edilmesiydi. Tabi ilk gece içilen çorbaları, "Buradan ev alacaktık zamanında" konulu pişmalık konuşmalarını ve kafaya konulan gelecek planlarını da unutmamak lazım.
Haftaya yazımızın konusu: Paşalimanı adası
Herkes sevgiyle kalsın ve kendine iyi davransın. Dost başa düşman ayağa baksın. Bence.
Salı, Temmuz 6
Eh...Evet...
Bazı insanlar çok acayip be…Ne kadar değiştiklerini söyleyip duruyorlar. Ama bir taraftan da “hiç değişmedim aslında ben, hep aynı insanım” noktasındalar. Sanki şimdi olduklarını düşündükleri insandan görünüşte çok memnunlar ama, bir de tırsıyorlar ki, “Yav? Acaba?” . Böyle insanlara “ İstersen bir aynayla yardım edeyim” demek istiyorum. Yok kardeş, sen gerçekten çok değişmişsin. Hiç o eski günlerdeki gibi değilsin. Başka bir adam/kadın olmuşsun. Başka bir yere ait olmuşsun. Hiç geçmişe öykünme. Bitmiş o günler. Bunu görmek, bil ki en çok, seni en yakından tanıyana acı verir. Senin için de en çok o üzülür. Ama hayat da böyle bir şey işte. Fena. Adaletsiz. Kahpe. İyisi mi, bırakalım bunları. Yani, herkes bıraksın. Bunları. Bitsin gitsin işte. Köşesi yırtık eski, bakıp bakıp üzüldüğümüz, her seferinde “Atıcam artık bunu” dediğimiz, ama atamadığımız “hakkaten mutlu ve güzel suratlar” fotoğrafımızın üzerinde bir mürekkep lekesi. Kalsın.
Bırak.
Üstü kalsın…
Pazar, Haziran 27
Bir İnsan Evladının Köpekle İmtihanı: Çapkın
Önümüzdeki cumaya kadar misafirimiz kendisi. Yaklaşık 2,5 aylık bir Golden. Eve gelişi, bana çocuk sahibi olma isteğimi tekrar düşündürdü. Zira aynen bir bebek gibi ilgi ihtiyacı içinde. Bizim Hodbin hiç böyle değildi diye konuştuk Arzu'yla. Adeta insandan tiksinen bir yaratık kedi hayvanı. Sadece sırtını filan kaşıtmak istediğinde gelip yanaşıyordu. Ama Çapkın öyle değil.
Öncelikle tuvalet eğitimi olmadığından evde elimizde kağıt havlu ve Cif çamaşır suyu katkılı sprey ile geziyoruz. Ama biraz terbiye verdiğimi düşünüyorum. Zaman zaman serdiğimiz gazete kağıtlarına yapabiliyor. Bir de Hayır! dediğimde ürküp durmaya başladı. Ben de Gestapo gibi insanmışım, bunu anlamış bulunuyorum.
Öncelikle tuvalet eğitimi olmadığından evde elimizde kağıt havlu ve Cif çamaşır suyu katkılı sprey ile geziyoruz. Ama biraz terbiye verdiğimi düşünüyorum. Zaman zaman serdiğimiz gazete kağıtlarına yapabiliyor. Bir de Hayır! dediğimde ürküp durmaya başladı. Ben de Gestapo gibi insanmışım, bunu anlamış bulunuyorum.
Ayaklara özel ilgisi var: Sürekli ısırıp yalama peşinde. Ama ısıramıyor tam olarak henüz. Neyse ki. Ancak aşağıdaki gibi duruyor.
İki tane oyuncağı var ve ikisini de aynı anda ağzına alabilmek için yarım saat uğraşabiliyor. Yani tıpkı insan gibi o da, olmayacak işlerin peşinde vakit kaybediyor sıklıkla. Gerçi neye ayıracağı vakti orada kaybediyor, bunu bilemiyorum.
Çapkın Efendi bir de televizyon izliyor, özellikle belgesele pek meraklı. "Hayat" belgeselinde iki saat mercan resifi izledi, ne gördüyse artık.
Köpek sahibi olmak zor zanaat buna kanaat getirdim. Gece, düşünceli sahibinin evi kirletmesin diye alıp getirdiği, büyükçe bir kafes içinde muhafaza etmeye çalışıyoruz da pek alınıyor kendisi. Bir vızıklamalar, bir ağlak haller. Uyku bölük pörçük haliyle.
Ama olsun...Suratına bakınca bile gülüyorum ben. Komiklik her hareketinde mevcut. Şapşallık desen zaten doğuştan. Bu da böyle bir deneyim olsun bakalım. Ya da prova :)
Cumartesi, Haziran 12
Dünya Kupası Heyecanına Ortak Oldum, Yine Olurum...
Evet, kupa heyecanı yüz milyon desibellik vuvuzelalar ile başladı. Televizyon karşısında bizim sinirimiz kalktı, stadyumdakileri düşünemiyorum.
Uruguay - Fransa maçı kanaatimce vasattı. Yaklaşık 20 yıllık profesyonel futbol izleyiciliği tarihimde rastladığım maçlara kıyasla söylüyorum bunu. Yok öyle bir tarih tabi. Ama hiç bir zaman bir çok hemcinsim gibi nefret etmedim bu ayak oyunundan. Mesefeli bir duruşum vardı kendisine, ama eğlenceli bulduğum bir tarafı da. Son yıllarda kendimle ilgili keşfettiğim bir çok şey gibi, bununla ilgilenebileceğimi de yakın tarihte keşfetmiş bulunuyorum.
Dediğim gibi, gol pozisyonu bulma konusundaki heyecanlı dakikalar bir tık ötesine gitmeyen dünkü takım oyunu, son dakikalarda Fransa'nın sıkıştırmaları dışında, pek açmadı. Yani beni açmadı. Ama açtığı insanlar da olmuştur elbet. Bu nedenle, amatör yorumlarım için bu insanlardan bu vesileyle özür dilerim. Yalnız maçın Capon hakemi Yuichi Nishimura, seviyeli hareketleri ve alnına düşüveren kakulü ile gönüllerde taht kurmayı bildi. Kendisinin daha evvel başka bir maçı sahaya atılan yabancı cisimler nedeniyle 20. dakikada tatil ettiğini öğrenmem de, gözümdeki değerini bir kat daha artırmanın yanısıra "Acaba bir Obsesif Kompulsif Kişilik Bozukluğu olabilir mi?" diyerek şüphelenmeme de neden oldu. Neyse, öyleyse de öyle ne yapalım? Adamı nüfusuma geçirecek değilim.
Kupadaki favorim Arjantin. Bunda elbette Maradona'nın, Arjantin'in kazanması durumunda Buenos Aires sokaklarında çıplak gezeceğini söylemesi çok etkili. Adamı çıplak görme ihtiyacından değil, ama yarın öbür gün torunlara anlatırım: "Sene 2010, Dünya Kupası'nı Arjantin kazandıydı da, Maradona çıplak gezdiydi Arjantin caddelerinde, teey tey." Onlar da "Aman ananeee, Dünya Kupası mı kaldı allasen" diyerek uçan arabalarına binip uzaklaşırlar. Ben de "Allasen demeyi biliyorsunuz eşşek sıpaları" derim. Bu arada anneanne dedim birden, hadi hayırlısı...
Dün, maç sırasında ofsaytı anlamaya çok yaklaştım. Hatta şımarıp, "Niye ofsayt diye bir kural var ki?" filan diyerek atıp tuttum. Sonra meğer o anladığım tam olarak öyle değilmiş diye aydınlanıp bu yorumları sağda solda yapmadığıma dua ettim. Ancak azimliyim; Dünya Kupası sonuna kadar ofsaytı hakemle aynı anda anlayabileceğime inanıyorum.
O zaman ne diyelim "May the Force be with you, Argentina!"
Son dakika: Maaşallah Arjantin, maaşallah Nijerya demek istiyorum! İşte yeşil sahalarda görmek istediğimiz türden hareketler...
Perşembe, Haziran 10
"Ne Yazayım Bilemedim" Yazısı
Bir kez daha bir yazı yazmak maksadıyla bu sayfayı açmış bulunmanın haklı sersemliği içindeyim. Aslında yazmak istediğim yığınla şey var. Ancak bu yazıların muhattabı bu blog sayfası değil o nedenle onları yazmıyorum. Ne yapıyorum o zaman? Ne yazayım diye düşünüyorum. Örneğin, şu anda dinlediğim Cohen şarkısı "Here It Is"in beni benden alan; "May everyone live, and may everyone die, hello my love, and my love goodbye" biçimindeki sözlerinin bünyemde yarattığı hüzün etkisini yazabilirim. Ancak bunu yazmıyorum.
Ya da, erkeklerin şarkı söyleyerek laf atmasını çok komik bulduğumdan bahsedebilirim. Bir keresinde Arzu'yla bir yerden geçerken orada bulunan iki adamdan birinin "Senin ağzını yeriim ben bu zamana kadar nerelerdeydin seen" diyerek laf atma çalışmalarının meydana getirdiği acayip havayı anlatabilirim. Ama yoo, bunu da anlatmıyorum.
Diğer taraftan, bu ara enteresan bir dönemden geçtiğimi, bu dönemin özelliklerini, bunu Rabiş'in nasıl tanımladığını ve bu tanımlamanın bana nasıl " vay anasını" dedirttiğini söyleyebilirim. Fakat gördüğünüz gibi, bu da yok.
O zaman yapacak bir şey yok. Şu kendiliksiz yazarın keyfi beklenecek. Bak ne diyor Cohen?
"But I know what is wrong
And I know what is right.
And I’d die for the truth
In My Secret Life."
And I’d die for the truth
In My Secret Life."
Perşembe, Haziran 3
"Harleyem De Mi Gelem, Gürleyem De Mi Gelem?" Sorunsalı
Zamanın birinde Kütahya'da çobanlık yapan Sarı Kız, bir gün koyunlarını otlatmak üzere kırlarda gezerken bir mağaraya rastlamış. Merak edip mağaranın içlerine doğru devam ederken, derinlerden biri seslenmiş: "Harleyem de mi gelem, gürleyem de mi gelem?". Sarı Kız, bu sesin sahibi kimdir, necidir, yoksa psikotik atak mı geçiriyorum, vb. sorulara hiç bulaşmadan, temiz temiz: "Harla da gel bakem" diye cevap vermiş. Bunun üzerine, mağaranın derinlerinden sıcak su fışkırmış. Yöredeki kaplıcalar bu şekilde oluşmuş.
O günden sonra, yakın çevredeki evlenme niyeti olan genç kızlar, Sarı Kız'ın mağarasını ziyaret edip şöyle bir dilekte bulunmuşlar:
Sarı Kııııız Sarı Kız,
Bana ahir pencere
Düdüklü tencere
Tütmeyen baca
Yalnız koca
ver...
Şimdi bunu niye anlattım? Vallahi ben de bilmiyorum niye anlattım. İki sebebi olabilir: Hayatımda fantastik şeyler olsun istiyorum böyle. Mucizeler olsun mesela. Birden bire bir şey olsun ve bu müthiş bir şey olsun. Zira, fark ettim ki, işimiz mucizelere kalmış. Ama neden olmasın? Bence olabilir.
İkincisinin, dün tamamlanan olaylar zinciri olması muhtemel. Yani, bir süre önce bir şey olmamış olsaydı ve o olmasaydı ve şu olmasaydı, yaklaşık 1 hafta sonra daha kötüsüyle uğraşıyor olabilirdim. Düşündüm de, hayat çok acayip.
Bir dakika...
Aslında belki de mucize böyle bir şeydir?
P.S.: Resim başka "Sarı Kız"dan, ama bütün "Sarı Kız"lar bizim neticede...
Pazar, Mayıs 30
Protagonistle Protagonist Olunan Bir Bergama'nın Daha Ardından...
Gittim, Gördüm, Yendim...
Asistanlık diplomamı aldım. Sahne şovumuz infial yarattı.
Büyük ve küçük Apollon'lar, Vehbi'ler, rüyalar, dedikodular, yeni tanışmalar, aydınlamalar, çarpılmalar, kahkahalar, katılarak ağlamalar, deniz, kum, güneş, yorumlar, susmalar, durmalar, gruplar, "yaa keşke o da olsaydı"lar, protagonistler, ağlamamak için kendini tutmalar, ağlamadan duramamalar, kayıpları hatırlamalar, kayıplara ağıtlar, rakı - balık, düğünü Günbatımı Lokantası'nda yapma planları, sarılmalar, sarmalanmalar...ile bu seneki Bergama Grup Psikoterapileri Kongresi'nden de kesin dönüş yaptım...
Kendimi hoşbuldum...
Salı, Mayıs 11
Motor Sevdası
Pazar günü ilk kez, Barış'ın artçısı olarak motora bindim. Biraz tereddütteydim, tedirgin olurum ziyadesiyle, sıkıntı olabilir diye. Ama süper bir olaymış, ona kanaat getirdim. Barış son derece profesyonel bir motor binicisi olarak bana öncesinde gerekli bilgileri verdi. Ben de kendisinin verdiği bu bilgiler ışığında gerketiği gibi davranmaya çalıştım. Ama sanırım kendimi mevzuya fazla kaptırıp olaya bir deney gibi yaklaşmam neticesinde yapılması gereken hareketleri Barış'tan önce yapmaya başlamışım. ( Örneğin; virajı dönerken o yöne doğru yatarsın demişti Barış, ben virajı fark ettiğim anda yattım, sanki ben kullanıyorum aleti:)). Ama yine de oldukça uyumluymuşum, Barış öyle dedi.
Küçükken ben, koşup koşup koşup bir anda yerden havalandığım rüyalar görürdüm. Bir kaç saniye için bile olsa, vücudumun yere paralel bir biçimde hızla yol aldığını hissederdim. Sonra uyanırdım.
Motora binmek, bu rüyadan uyanmamak gibi...
Cumartesi, Mayıs 8
Bergama'ya Doğru...
Bu 3. sene olacak, Bergama'daki Grup Psikoterapileri Kongresi'ne geri saydığım... 4 gün, başka bir diyarda, kendimi kaybettiğim. Sabah yüzüp, öğleden sonra ağlayıp, gece deli gibi içtiğim.
Çok şey hissettim. Çok şey yaşadım. Acayip şeyler oldu Bergama'da. Bu 3 sene içinde, çok şey geçti. Çok fazla şey...
Ama bu kez başka bir şey daha var: Asistanlık belgesi
Bana diyecekler ki; " Artık sen de, biraz destekle, bunu yapabilirsin." Ben de artık birilerinin fantastik yolculuğunun rehberi olabilirim. Birilerinin kapılar açmasına yardım edebilirim. Benim yaşadıklarımı başka birilerinin de yaşamasını sağlayabilirim.
Psikodrama ve grubum, benim için tarif edilmesi mümkün olmayan bir yerde duruyor. Şimdi bunu başkaları için de yapma vakti...
Şimdi, arayan ve bulmak isteyen herkes için, sahneye çıkma vakti...
Salı, Mayıs 4
Pazartesi, Nisan 26
Düşündüm de...
"...ve odadaki tüm havayı ciğerlerine çekercesine bir nefes alıp gözlerini kapının kolundan ayırmadan konuşmaya başladı:
Sanıyorum, eskiden pek düşünmediğim, düşünmeyi yasak saydığım şeyleri,bir süre evvel düşünmeye başladım. İnsanlardan uzak durmak istiyorsun, çünkü onlar her an seni eleştirebilirler. Yaptığın şeyi aslında öyle değil de böyle olması gerektiğini söyleyebilirler. Ve bununla baş edemezsin. Benden uzak durmak istedin ve bunun için milyonlarca geçerli sebebin vardı. Ama, aslında, gerçekte, doğruda, en içerde, senin bile bilmediğin bir yerde, benim kendi hayatımla baş edememem senin yetersizliğindi. Burada çuvallıyordun ve bununla baş edemiyordun.
Şimdi, burada, öylece duruyor olman ve bunu milyonlarca nedene bağlaman da bununla baş edemeyeceğini düşünmenden. Bu nedenle burada, bu kalemi kırıyorsun. Farkında mısın? İpi kendi elinle çekiyorsun. Ve gerçekten bunu istiyorsun.
bittiğinde, gözlerini alamadığı o kapıdan çıkıp gitmişti..."
İki Kişi, sy.107
Cuma, Nisan 23
Piknik...
Yarın pikniğe gidiyoruz.
Nasıl mutluyum anlatamam. İçim kıpır kıpır, 1 haftadır bunu bekliyorum. Zıp zıp zıplıyorum. Aklımda bir sürü anı. Çocukluğuma dair.
Yarın sabah erken kalkılır. Piknik sepeti, itinayla hazırlanır. Tuz ve şeker unutulmammalıdır. Çünkü en çok onlar unutlur. Oralarda bulmak da zordur. İp, top ve hatta uçurtma sepetin içine atılır. Hırka, mont gibi kalın şeyler de "nemelazım" alınmalıdır. Eşyalar alınıp dışarı çıkılır. Bagaj yerleştirilirken, "Bunu da mı aldınız yaa" gibi sitemkar, ama içten içe memnun konuşmalar yapılır. Bu arada, sabah soğuğu da sırtı yalayıp geçmektedir, ama olsun güneş vardır. Hiçbir şeycik olmayacaktır. Arabada, laflar birbirinin üstüne biner. Herkes heyecanlıdır. Bu seslerden anlaşılır. Piknik mekanına gelindiğinde oturulacak yer konusunda tartışmalar başlar. Ama sonunda, "Evet ya oturalım işte buraya"ya gelinir. Bir kısım kahvaltı hazrılıklarına girişirken bir kısmı da yakın çevreyi keşfetmeye başlar. Çay da olunca, kahvaltıya oturulur. Ortak sohbet konusu açık havanın iştah açtığıdır. Kahvaltı bitip de ortalık toplandığında masanın üzerine gelip giderken atıştırılmak üzere, kek ve börekler konur. Bu arada keşif alanı genişler. Küçük gruplar halinde farklı alanlara dağılınır. Yaklaşık 1 saat sonra ellerde değişik otlar, taşlar, hatta bazen hayvanlarla geri dönülür. Eh bir çay daha içilir şimdi. İçilir. Sohbet sohbeti açar. Öğleden sonra rehavet zamanıdır. Ağaçlar arasında kurulan salıncaklara, yerdeki kilimlerin üzerine ya da hamaklara uzanılır. Kimi kitap okur, kimi gazete karıştırır. Kimi, kendini gözkapaklarını ağırlaştıran uyuklama haline teslim eder. Biri diğerlerinden daha erken rehavetini atıp top ya da iple diğerlerini dürtüklemeye başlar. Sonunda herkes bir aktiviteye başlar. Kimi yakan top oynar, kimi ip atlar. Kimi uçurtma uçurmaya uğraşır. Artık akşamüstü olmuştur ve mangal yakma zamanı gelmiştir. Bir taraftan da, dometesler, biberler, patlıcanlar mangalda közlenmek üzere hazırlanmaya başlar. Etlerin başındakiler için içki ve mezeler hazırlanıp yanlarına koyulur. Diğerleri de yavaştan demlenmeye başlar. Etlerin kokusu herkesi fena halde cezbeder, herkes en az bir kere, ne kadar güzel koktuğundan bahseder. Mangal başındakiler, diğerlerinin soğutmaması gerektiğini, onların orada hem pişirip hem yediklerini söyler. Etler mutlaka kalır ve civarda duran en munis köpeğe bırakılır. Keyifler yerindedir, herkes çok iyidir. Ama gitme vakti gelmiştir. Arabada herkes sessizleşir, çünkü açık hava iştahı açtığı gibi yormuştur da. Uyuklayarak eve varılır. Üzerimizde mangal kokusu...
Ne güzel olacak. Ne güzel...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)