Parmaklarım uzuncadır Uzağa Giden’e bir şey yazmak adına tuşlara dokunmamıştı. Kelimeler ve ben teğet geçiyorduk birbirimize, dün geceye kadar…
Bir süredir uyuyamıyorum. Uykum, yine geç gelen sevgilim. Çok olmuş gelecek birini, bir şeyi beklemeyeli. Şikâyetim yok bu yüzden. Yatak battı demiyorum. Sağa sola dönüp durmuyorum. Bir noktaya da gözümü dikip saatlerce bakmıyorum. Koyun da saymıyorum. Benim tilkilerin kuyruğu birbirine dolanmış durumda, hiçbir düşünceyi kovalamıyorum. Sakince uyur numarası yapıyorum. Şaka bir yana kendimde buna inanıyorum. Uyur gibiyim. Sevgilim birazdan gelecek biliyorum. Bu hal içinde oyalarken kendimi, dilimden bir cümle kayıp gitti: Dünya parmaklarımın ucunda, belki bu yüzden bir süredir usul usul yürüyorum.
Doğruldum yatağın içinde. Gözlerimin karanlığa alışmasını bekledim. Aklımdan bir sürü şey geçti. Geçip gitsinler istedim. Bir tek onun dışında. O da beni bekledi. Birkaç kez aynı cümleyi mırıldandım durdum. Dünya parmaklarımın ucunda, belki bu yüzden bir süredir usul usul yürüyorum. Ayaklarımı bastım yere. Parmak ucunda! Sanki ayağım yere dokunsa, bir şeyler kırılıp dökülecek. İlerlemek için ayağımı yere basıp kaldırmalıyım. Yürümek diyorlar buna. Aslında hayat bu.
Sahiden dünya parmaklarımın ucunda mı? Ayaklarıma bakıyorum. Daha narin olsunlar istiyorum. Dünyaya basmaya kıyamıyorum. "Yaşamayı ertelemek denir mi buna?" diye geçiyor aklımdan. Risk almalıyım. Yumuyorum gözlerimi sımsıkı. Basıyorum ayaklarımı yere. Dudaklarımı ısırıyorum derin bir nefes eşliğinde. Ellerim kavramış dizlerimi sımsıkı. Ayaklarım yerde... Biri halıda, diğeri betonda. Biri sıcağı ve yumuşaklığı, diğeri sertliği ve soğuğu hissediyor. Tezatlığın içinde dilimi temizliyorum sanki aynı cümleyi söyleyerek. Aklımdaki bozguncu düşünceleri halının altına sürüyorum. Elim klavyeye dokunuyor. Yazıyorum…
Sahiden dünya parmaklarımın ucunda mı? Ayaklarıma bakıyorum. Daha narin olsunlar istiyorum. Dünyaya basmaya kıyamıyorum. "Yaşamayı ertelemek denir mi buna?" diye geçiyor aklımdan. Risk almalıyım. Yumuyorum gözlerimi sımsıkı. Basıyorum ayaklarımı yere. Dudaklarımı ısırıyorum derin bir nefes eşliğinde. Ellerim kavramış dizlerimi sımsıkı. Ayaklarım yerde... Biri halıda, diğeri betonda. Biri sıcağı ve yumuşaklığı, diğeri sertliği ve soğuğu hissediyor. Tezatlığın içinde dilimi temizliyorum sanki aynı cümleyi söyleyerek. Aklımdaki bozguncu düşünceleri halının altına sürüyorum. Elim klavyeye dokunuyor. Yazıyorum…
Bu eski sevgiliyle aniden karşılaşıp, bir bardak çay içmeye benziyor. Gözler çoktan kucaklaşmış. Eller tedirgin, masada nereye konacağı bilmez bir durumda. Bir anlık dokunuş geçmişi bugüne getirmeye yetebilir derken, bacaklar değiveriyor birbirine. Çekmek istemiyorum kendimi. Geçmişten gelen bu sıcaklık sarsın istiyorum bedenimdeki en ücra köşeyi. İçimdeki göl yalnızlığına bir taş atıyor sevgili. Dalga dalga büyüyor içimdeki sıcaklık. “Seni özledim” diye fısıldıyorum belli belirsiz. O bir şey demiyor. Yüzüme bakıyor sadece. Eşzamanlı konuşmaya başlıyoruz. Dinlemiyoruz birbirimizi. Anlatılacak çok şey var, anlatılacak hiçbir şey yok. Saçlarını kesmiş, gözleri yine ışıltılı. Az kilo vermiş sanki. Giyim tarzı değişmiş. Belki de tam tersi. Geçmişi bugüne taşıma arzusuyla, sandık lekeli bir anıyı bulup getirmek ister gibi masaya. Sigarayı bırakmamış hâlâ. Dudağına kondurmuş yine o haylaz gülümsemeyi. Beni fark etsin istiyorum. İnce bellide içtiğimiz çay yakarken boğazımı, içimdeki benler bir bir harekete geçiyor.
Bir ben var: Her gün olağan üstü bir şey olmuyor. Yeni bir gün başlıyor, ama… Bu, kalan ömrümdeki en harika şey mi bilmiyorum. Başıma talih kuşu konmuşçasına davranmadığım kesin. Hastayım. Kesik kesik öksürmelerimin yankısı, yüzümdeki uzaklara dalıp gitmişlik ifadesini bozuyor. Aynaya her baktığımda Kızılderili’nin karşısında iktidarı ele geçirmeye çalışan Sarı Benizli pozunu takındığımı fark ediyorum. Uygun bir zemin bulsam, fışkırmaya hazır bir yaşama arzum var. Biliyorum!
Ayak sesime kulak kabartıyorum. Bir süredir yürüdüğümde iç gıdıklayan o sesin zamana yenildiğini işitiyorum. Yürüyüşüm sessizleşiyor. Topuklar büyüdükçe ayakkabılarımın şarkısı o ritmi tutturuyor: Yalnızlık… Çıkardığım sesler ürkek. Sabah uykuyla uyanıklık arasında, biraz daha sıcak yatağın içinde kalsam diye düşlediğim anlardaki gibi. Yorganı, dış dünyanın tüm ürküntülerine karşı kalkan yaparak yatakta kalmayı yeğlemek mi yoksa ürkek de olsa yürümek mi? Yoruldum.
Bir başka ben daha var: Her zamanki neşem, insanı başka âlemlere sürükleyen kahkaham yok bu akşam. Dağınık saçlarımla, zamana dargın ihtiyar bir kadına benziyorum. Oysa bir süredir barışıktım saatlerle. Fırfır dönen saniye ibresi artık ürkütmüyor beni. Gece ile gündüzün oynadıkları kovalamacaya aldırış ettiğim yok. Günlerimin dünü yokmuş, yarını da olmayacakmış gibi zamansız geçtiğini fark ediyorum. Nefes almak dışında hiçbir mecburiyetim yok. Asgarisinden giyinmek ve beslenmek tek sorumluluğum. Meyhaneler evim. Bağlantısız olmayı seviyorum. O yüzden aynı meyhane, aynı masa, aynı meze gibi takıntılarım yok. Tuza, rakı basmayı seviyorum. Bir de makam farkı yaratıp, “Ah bu şarkıların gözü kör olsun…” diye name geçmeyi.
Ve bugün… Diğer günlerin tekrarı bir gün. Yine, ilk gördüğüm meyhaneye girdim. Herhangi bir masaya oturdum. Bakışlarım rakı kadehine düştü. Siyah ve beyaz hiç bu kadar birbirine karışmamıştı gözlerimde. Sigaramı yaktım, derin bir nefes çektim. Masada ne buz var, ne de peynir… Bir de soğuk su yerine, sıcağı katınca rakıya efkârlandım. Birazdan iki damla yaş gözümden akacaktı ve onu kimsecikler tutamayacaktı. Ne olduysa olmuş, zaman yeniden akmaya başlamıştı. İrkildim. "Hangi saat, iki damla yaş karşısında tutunabilir?" dedim kendi kendime. Yutkundum. Avuçladım kadehi, diktim tepeme.
Ölçüsüzce yuvarladığım rakı, yırttı gitti boğazımı. Çocukken de böyle olurdu. Güzel bir yemeğin ardından, bir yudumda içtiğim su, kesip atardı boğazımı. Ağzımda tat kalmaz, can acısıyla birkaç gün geçirirdim. Tuzu rakıya, acıyı güne katık etmeyi o günlerde öğrendim.
Öteki ben: Yazamadım. Sevgilim geldi. Uyumuşum…
***********************
Okura not: Sevgilinin gelmemesi iyi oluyormuş.
Fotoğraf: Özgür Çakır