Şevin'in KIŞ BAHÇESİ

Gökten onca kar tanesi düşer, hiçbiri bir diğerine değmezmiş.



9/24/2010

Higgs Bozonu


Belki sana yazarım, uğradığım bir şehirden… Renkli bir kart atarım Mekke ya da Kudüs’ten… Yedinci kez aynı şarkıyı dinliyorum. Bilgisayarımda yalnızca beş tane şarkı yüklü olduğunun farkında değildim. Bunun dışındaki şarkılar da ruh halime uymuyor bu gece. Kuşadası’nda musluğundan deniz suyu akan bir otel odasında yalnızım. Into the Wild Soundtrack olsaydı sabaha kadar dinleseydim diye hayıflanıp duruyorum. Ama tek bir şarkı dinleyebiliyorum ne hikmetse. Dünya döner hep bir yana… Biraz gürültülü geldiği için, sessizliği bastırsın diye tekrar tekrar aynı şarkıyı dinliyorum.

Otel yemeği denen şeyden nefret ettiğim için limana indim. Azıcık hüzünlendim yalnızım diye. Ama tatlı bir hüzün. Aslında keyfim yerinde çünkü. Hüzünlenmeye halim yok bu aralar. Düşünüp düşünüp mutsuz olacak sebep bulamıyorum. Alçakgönüllü bir mutluluk. Anneannemin gülümsemesi gibi. Geçenlerde gördüğüm bir rüyaya takılıp duruyor aklım. Kalabalık bir grubun arkasından bana gülümsüyor anneannem. İçimdeki bütün endişe eriyip gidiyor. Her zamanki gibi sakin, huzurlu gülümsüyor. Huzuru bulaşıcı… Sonra bir başka gülümseme beliriyor yanında. Daha belirgin bir gülümseme. Daha neşeli; Zehra Teyzem tabii ki… Küçükken anneme sorardım, en çok hangi teyzemi seviyor diye. Hepsini derdi, hepsini çok seviyorum ama… Zehra Teyzenin yeri başka. Neden derdim çocuk merakıyla. Zehra Teyzen çok acı çekti, derdi annem… Acı çekmek bir insanın diğerlerinden daha çok parıldamasını mı sağlar? Kaç çocuğu ölmüş Zehra Teyzemin diye sorardım anneme. Düşünürdü, her seferinde de şaşırırdı sayarken. Bir, iki, üç, dört.. ne bileyim, bir sürü çocuğu öldü! Kucağında yeni doğmuş ve zamansız ölmüş bebeğiyle, yollar kardan kapandığı için yürüyerek köye döndüğünü anlatırdı. Belki bu hikâyeyi ben uydurmuşumdur. Zehra Teyzemle ilgili bir sürü hüzünlü hikâyeye çocuk hayagücümle katkıda bulunmuş olabilirim. Ama yine de kucağında ölü bir bebekle kardan kapanmış, buz tutmuş yollarda yürümeye çalışan bir kadın görüntüsü gözümün önünden gitmiyor. Bu konudaki çocukluk anılarıma ne kadar itibar edebilirim bilmem. Bir ara bunu Ayşe Teyzeme sormak gerek… Şarkı bir kez daha başa döndü, belki onuncu kez. Dünya döner bir gün daha…

Kızım olursa günün birinde adını Zehra koymaya karar vermiştim. Ama vazgeçtim son zamanlarda. Gizemli aile sisteminde çocukların geçmiş acılardan ne çok etkilendiğini öğreneli beri, vazgeçtim. Annemin, ismi Emine olan anneannesinin kaderiyle özdeşleşmesi gibi. Aile dediğimiz tam bir network ağı. Hepimiz görünmez ağlarla birbirimize bağlıyız. Yıllardır görmediğim kuzenimin ben acı çekerken beni rüyasında görmesi de bu yüzden. Acılar, korkular, trajediler, kavgalar, haksızlıklar çözülmediği takdirde gelecek kuşaklara aktarılıyor. Çocuk hep ebeveynin acılarını eşitlemeye çalışırmış. Geçmişte çözülmeyenler bugün gelip bizim omzumuza yükleniyor. Ailemizin çektiği acıları yüklenince ebeveynimizden daha çok sevgi göreceğimizi sanarmışız safça. Ailede acı çeken birilerinin acılarını devralıp, unutulan ya da dışlanan birisinin kaderiyle özdeşleşen ve bir türlü huzuru bulamayan bir sürü insan var. Kendi hayatını yaşamaya gücü yetmeyen bir sürü zavallı insancık. Kimin acısını çektiğini bile bilmeden acı çeken bir sürü yolunu şaşırmış ruh. Bir jenerasyonda çözülmeyen sorun, bir sonraki jenerasyona aktarılıyor. Aşk acısı mı çekiyorsun? Dikkat et. Çocuğun ya da torunun günün birinde sebebini bile açıklayamadan aşk acısı çekmeye eğilimli olabilir... Şarkı bitince hava ağırlaşıyor hemen. O zaman bir kez daha; belki sana yazarım, uğradığım bir şehirden…

Şöyle bir teorim var.

Aynı seride üretilmiş bir grup makine aileyi oluşturuyor. Benzer özellikleri var. Her bir makinenin yaşadıkları, acıları, hayalleri, travmaları, kavgaları, aşkları, korkuları, hevesleri bir nevi kablosuz internet ağı aracılığıyla aynı serideki diğer makinelere aktarılıyor. Diğer bir değişle, tüm bu yaşanmışlıklar, yeni sürümler tarafından download ediliyor. Yeni sürümlerin, yani yeni bireylerin tüm bu travma, korkularla nasıl baş edebildiğine bakılıyor. Baş edemezlerse, her sürümde yüklü olan bir nevi Norton virüs programı devreye girmiyor demektir. Öyleyse bu ürünü mükemmelleştirmek için yeni yazılımlar ve programlar üzerinde çalışmak gerektiği ortaya çıkıyor. Darbelerle baş edemeyen sürümler yürürlükten kaldırılıyor. Yeni sürümler, yani bebekler piyasaya sürülüyor. Bullet proof zihinler yaratma peşinde döngü devam ediyor. En önemli nokta döngüyü bozmayı başarabilen sürümler elde etmek. Ailenin travmalarından en az etkilenen, aslında aile ağına değil de yaşamın kendisine ait olduğunu sezen sürümler yaratmak… Peki bu döngünün amacı ne? Dedim ya, en kusursuz ve aile network’ündeki travmalardan en az etkilenen makineleri, yani bireyleri yaratmak. Bir nevi üst insan. Peki neden? Ne amaçla? İşte burası en büyük sır. Çok büyük ihtimalle Cern’de yanıtı bulunacak olan sır işte bu… Tüm bu oyunun amacı ne peki? Oyunun amacı, oyunun amacını bulmak! Oynamaya cesaretin varsa!… Şarkı bir kez daha dönsün öyleyse: Dünya döner tek bir yana, doğsun diye gün bir daha. Ben de döndüm tekrar sana, sönmek için yana yana…

9/15/2010

İyi ki doğdum!




Yılın en can sıkıcı günü. Doğumgünüm. Kendimi en fazla eleştirdiğim, kendime karşı en acımasız olduğum güne bir saat var. Bu sefer bir değişiklik yapıp bir gün önceden başladım. Yorulana kadar kendimle kavga ettim. Sanki iki kişiyim. Bir tanesi diğerine düşman. Hep diğerine çelme takma peşinde. Bir de arkasına geçip sanki, "gördün mü bak, yine nasıl zor durumda bıraktım seni" der gibi sırıtıyor acımadan. Bu acımasız öbür yanım arkama geçip fısıldıyor: O yeni kitap çevirisini sen almak istememiştin ama ben sırf seni zor durumda bıramak için aldım! Çevirmek için zamanın olmayacağını ben biliyordum ama yine de ikna ettim seni. Neden mi? Seni zor durumda bırakmak için! ... Sanki içimde bana bunları söyleyen diğer bir yanım var. Üstelik her şeyi yapmama engel olan yanım da işte bu acımasız tarafım. Neler yapmam gerekiyordu bugün! Sabah yürüyüş yapacaktım. Sonra evle ilgilenecektim. Yemek yapacaktım. Bir sürü ütü yapılacaktı. Lilo'yu veterinere götürecektim. Akşam Buket'le kürek çekmeye gidecektim. Şu Katalan dergisi için istedikleri makaleyi yazmaya başlayacaktım. Yanıtlanmamış elektronik postaları gözden geçirecektim. Kitap okuyacaktım. En sevdiğim televizyon programının tekrarı vardı, yine kaçırdım. Giymediğim kıyafetleri ayırıp, bir yerlere gönderecektim. En önemlisi, oturup çeviri yapacaktım. Sonuç? Sıfır. Peki ne yaptım bugün ben? Bilmiyorum. Günlerin nasıl böyle uçup gittiğini anlamıyorum. Daha doğrusu, yapmam gereken şeylerin hiç birini yapmadan, günlerin böyle çarçabuk uçuk gitmesine nasıl izin verdiğimi anlamıyorum. Her günün sonunda yapmam gereken şeyler tortop bir yumak haline geliyor ve bu sorumluluk yumağı başımın üstüne çöreklenip beni aşağı doğru itiyor. Boyun fıtığı olmam da bu yüzden... Akşam olunca bünyemde tuhaf bir sinirlilik hali oluştu. Önce Lilo'ya kızdım sonra da Kaan'a huysuzlandım. Lilo'nun patilerindeki yaralara baticon almak için nöbetçi eczane aradık. Eczane bulamadık, daha çok sinirlendim. "Bir şeye mı kızdın", dedi Kaan. Bilmiyorum, dedim. Kızıp kızmadığımı bilmiyorum diye daha da çok sinirlendim. Sonra durdum durdum, yine sinirlendim. Bir türlü anlayamadım sinirimin sebebini, sonra durup düşününce yine bir sonraki güne ertelediğim sorumluluk baloncuğunun ruhuma baskı yapmakta olduğunu fark ettim. O zaman içimdeki o acımasız tarafım arkama geçip yine başladı söylenmeye. Bugün de tek bir sayfa bile çeviremedin değil mi! ...
İnsan hayatını nereye kadar erteleyebilir? Yarın otuz iki yaşına basıyorum. Aslında öyle memnunum ki bu yaşlarda olmaktan. Hayatımda ilk defa aklım başımda. Prenses öldüğünden beri de eskisi kadar kötü değil erteleme hastalığım. Arada bir, bugün gibi bazı günlerde nüksediyor ama genelde sorumluluk yumağını eskisine oranla daha iyi taşıyorum. Haydi itiraf edeyim, çok daha huzurluyum son zamanlarda. En iyisi bugün hisettiğim şu
günleri boş geçirme ve erteleme korkusunu yine kronik hale getirmemek. Şu acımasız diğer yarımı da sevindirmeyeyim boşu boşuna. Günü boş mu geçirdim? Peki o zaman, geceyi değenlendiririm. Biraz az uyurum bu akşam ve çeviriye kaldığım yerden devam ederim. Bugün çevireceğim bölüm bana doğumgünü hediyesi olsun. Hem o kadar da boş geçirmedim ki ben bugünü! Lilo'yu gezdirdim, Belgin'le güzel bir kahve içtik; Lara'nın bir milyon sorusundan bir kaç tanesine cevap verdim; Ayşegül geldi, bahçede başımız dönene kadar salıncakta sallandık; Lilo'yla Nancy'nin bahçede koşturmasını seyrettik; harika bir fırında makarna yaptık; Ayşegül bana stumble upon denen sitenin nasıl çalıştığını gösterdi, kendimi hala sms bile okuyamayan annem gibi hissedip eğlendim.
Daha ne olsun? İçimdeki diğer yanım hala söyleniyor: Yetmez, yetmez! En az on sayfa çeviri yapıp, yeni yıkanmış gömlekleri ütüleyecektin! Sen bir susar mısın?! Hüzünle oturup geçen güne hayıflanmak bana mı kalmış! ... Ne demişler, evren sana dikenler gönderiyorsa üzülme, yakında güller gönderecek demektir. Küçük bir kızın bünyesi için fazla dikenli bir çocukluk ve gençlik geçirdiğime göre ... burnuma gül kokuları geliyor sanki! Bu anlamsız ve çocukça yazıyı burda sonlandırıp kitabıma dönüyorum. Hayata dönüyorum. Doğumgünüm kutlu olsun. İyi ki doğmuşum!

9/06/2010

U2 Konseri Öncesi Yapılacaklar Listesi


Büyük gün; 6 Ekim 2010


To do list:


Bütün gün istisnasız U2 dinle.

YouTube hala yasaklı olduğundan, ktunnel üzerinden youtube giriş yap ve canlı U2 performansları seyret.

Unuttuğun eski U2 şarkılarını hatırlanmaya çalış. (Ör:Mothers of the disappeared, Bullet the blue sky, One tree hill; you run like the riveeeer to the sea diye devam eden şarkı.)

İlk dinlediğin U2 şarkısını hatırla. (In the name love olabilir mi?)

İlk aldığın U2 albümünü hala saklıyor musun, ara bul. (Achtung Baby miydi, Joshua Tree mi, Rattle and Hum mı, Sidar'a sor, o bilir)

İlk dinlediğinde seni en çok etkileyen U2 şarkısı hangisiydi, düşün. (Mothers of the disappeared olabilir mi? Hem yağmur sesleriyle başlar, bayılırım yağmura!)

Kalbini en çok acıtan U2 şarkısı hangisi, düşün. (With or without you çok klasik bir yanıt olur, So Cruel'dan yana oyumu kullanıyorum. Peki, Ground beneeth her feet, ne olacak? O şarkı kalp acıtan değil, intihara sürükleyen şarkılar listesinde bir numara olabilir, bir kaç level üstte olduğundan şimdilik saymıyoruz.)

U2'nun yaptığı en iyi film şarkısını araştır. (Hold me, thrill me, kiss me, kill me, yani Batman için yaptıkları acaip ötesi çılgın şarkı derim. Million Dollar Hotel için yapılan şarkılar sayılmaz!)

Her daim ilk akla gelen U2 şarkılarını bul. (Still haven't founf what i'm looking for, With or without you, Desire, Pride-In the name of love, One ve bütün Joshua Tree şarkıları olsa gerek)

Bütün gün her ne yaparsan yap, arka planda U2 olsun.

Akşam konserde 25 şarkı söyleyeceklermiş, hangileri olabilir, tahmin etmeye çalış.

Bundan sonra boğaz turlarından köprüden geçerken, burdan yürüyerek geçmek yasak ama Bono, The Edge, Adam Clayton ve Larry Mullen yürümüştü diye anlat.

Hiç duymadığın U2 şarkısı var mı araştır. (White as snow, Stand up comedy ve çok geç keşfettiğim Vertigo gibi)

U2 ve Pearl Jam birlikte Keep On Rocking in the Free World söylemişler, hemen bul, en az üç kez üst üste dinle.

Aklın hemen Pearl Jam'e kaymasın, bugün U2 günü. Bruce Springsteen'le de düet yapmışlar, hem de I still haven't found what i'm looking for söylemişler. Bir kaç kez dinle. (Bono giriş yapıyor, I still haven't found what i'm looking for dedikten sonra, I'm looking for the Boss diyor! Boss arkada The Edge'le gitar çalıyor, Bono kızıyor, Bruucee?? Gel buraya da şarkıyı söyle der gibi mikrofonu gösteriyor. Ondan sonra Bruce Springsteen çıkıyor devam ediyor; I believe in the kingdom come, then all the colors will bleed into one, well yes i'm still running... but I still haven't founf what i'm looking for...)

Bir de U2, Sting, Bruce Spreensteen The River'ı söylemişler ki, ona hiç bulaşma, sonu yok. Achtung Baby dinlemeye geri dön.

Düet demişken, Wanderer'ı unutma. (I went with nothing, nothing but the thought of you, gibi sözleri olan şarkıyı nasıl unuturum!)

You're an accident waiting to happen, hangi şarkıda geçiyordu, bul. (Who's gonna ride your wide horses olsa gerek, Sidar'a sor. Evet, evet o şarkıydı, You're dangerous, because you don't know what you want. Live versiyonunu bul, dinle.)

Arka arkaya Mysterious Ways, Fly ve Until the End of the Word dinleyip de hala durağan kalabilir misin, bir bak bakalım. Olmazsa üstüne bir de Hold me, thrill me, kiss me, kill me dinle. Sesini iyice aç. Sesi kısmadan bir de In the Name of Love dinle, dışarı çıkıp koşma isteğini bastırabiliyor musun, bir bak.

Desire'ın klibini ilk seyrettiğinde ortaokulda mıydın gerçekten, bir düşün.

Şimdi biraz ara ver, Lilo'yu dışarı çıkar. Sonra eve dönüp Kite'ın live versiyonunu dinle. (Bono şöyle diyor şarkıya başlamadan önce: This is a song about letting go of somebody, you don't want to let go of. Could be a lover, could be a father, could be a child, could be a friend...this is Kite!... Ve şarkı başlar; Something is about to give... Who's to say where the wind will take you. Who's to say what it is will break you. I don't know which way the wind will blow. Who's to know when the time has come around....)

Eskilere geç sonra. October dinlemeyi unutma.

En acaip U2 şarkısı Numb mıdır, bir sor eşe dosta. (Too much is not enough...)

U2'nun en güzel aşk şarkısı hangisi olabilir, bir düşün. Million dollar hotel soundtrack içindeki bütün şarkılar olabilir mi, kafa yor. (The ground beneeth your feet ve Never let me go, nasıl bir kafayla yazılmıştır!)

Kapanışı ruh haline göre So Cruel ile ya da Mysterious Ways ile yap. Giyin, hazırlan, U2 konserine git.

8/14/2010

Gelecek bahçede!

Eskiden de yazlar bu kadar sıcak mı geçerdi? Böyle giderse en sevdiğim mevsim açık ara olarak kış. Aslında mevsimlerden çok mevsim dönümlerini severim ama artık mevsim dönümü de yok. Ya bunaltıcı yaz ya buz gibi kış. Yine de tercihimi kıştan yana kullanıyorum. Bu sıcak hava can sıkıntısından başka ne getirebilir? Lilo bile bunaldı sıcaktan.

Şev: Lilo, hala uyuyor musun? Biraz daha dayanırsan tüm gün uyuma rekoru kıracaksın!


Lilo: Hava çok sıcak, beni rahat bırak! Ya da sen de yat uyu!


Şev: Uyuyamıyorum, çok sıcak.


Lilo: Aşağıya çardağa inelim desem?


Şev: İnsaf biraz Lilo, bir saatten fazla yürüyüş yaptık biraz önce, hala çardak diyorsun.


Lilo: Tamam o zaman otur da bunal sıcaktan, beni de rahat bırak. Git Kaan'a falan bulaş.


Şev: Kaan fotoğraflarını düzenliyor. Burda işi gücü olmadan bütün gün yan gelip yatan sensin, bu durumda sana bulaşmayı daha uygun görüyorum koca kulak.


Lilo: Bana bak insancan, ısıracağım şimdi nazik bir yerlerinden. Ondan sonra gidip Kaan'a şikayet edeceksin beni.


Şev: Çok korktum gerçekten! Kanım dondu desem yeridir! Üç senelik hayatında kaç kere ısırmıştın sen?!


Lilo: Gururumla oynama! Ben de köpeğim, gerekirse ısırabilirim. Her cumartesi koşa koşa eve gelip seyrettiğin o belgeseldeki adamdan hiç öğrenmemişsin. Ne diyordu senin o yüce ilah kabul ettiğin sözümona eğitmen?


Şev: Anlaşılan belgeseli seyreden tek canlı ben değilmişim! Ne diyordu bakalım Cesar?


Lilo: Doğada "şu anda" yaşamayan tek canlı türü insandır diyordu, hatırladın mı? Köpekler doğada kendi başlarına zaten denge halindedirler. İnsana ihtiyacımız yoktur. İnsan işin içine girince de dengemiz bozulur. Çünkü biz her zaman şu anda yaşarken, insan ya geçmişte ya da gelecektedir. Hatırladın mı Şevcan? Yüzüne buruşturma hiç!


Şev: Hatırladım, hatırladım. Başlama yine anı yaşa vaazlarından birine. Hem anlamadım, senin ısırmanla falan ne ilgisi var bunun?


Lilo: Şöyle ki, senin Cesar Millan'ı doğru dürüst dinlemiş olsaydın bilirdin; şimdiye kadar hep böyle oldu, ben bu filmi gördüydüm, ben bu kitabı okuduydum, ay ben bunu yapamam, daha önce hiç yapamadıydım tarzı yaklaşımlar siz insanoğluna özgü. Hayatı kısıtlamaktan ibaret. Senin Cesar diyor ki, geçmişteki bilgiye takılma, geçmiş az önce geçti. Ay bu köpek hep havlıyor, çok geçimsiz, çok agresif dediğin an geçmişe takılıp çözümu unutuyorsun. Gelecek şu anda başladı. Köpek geçmişte agresif tavırlar sergiledi ama bunun gelecekte de devam edeceğine emin olan ancak bir insanoğlu olabilir. Köpek havladığını unuttu bile belki.


Şev: Sadede gelecek misin bu yaşamda? Yoksa senin sadet geçmişte kaldı, yeni sadet peşine mi düşelim!?


Lilo: Ortalığı karıştırıp konuyu sulandırma Şevcan! Sadet şu ki, hayatım boyunca seni hiç ısırmadığım bilgisine çok da güvenip tepemi attırma! Hrrrrr hav hav!!!!!


Şev: Aman hadi yat uyu! Öldüm korkudan!


Lilo: Üşenmesem ısıracağım şimdi ama çok sıcak, patimi kaldıracak halim yok.


Şev: Isırmış kadar oldun Lilocan, dehşete kapıldım, korkudan tir tir titriyorum!


Lilo: Bana bak, sen adam olmazsın Şevincan, seni şu insan eğitmeni Cesar bile eğitemez bence!


Şev: Pardon?? İnsan eğitmeni mi dedin? Köpek eğitmeni olmasın o?


Lilo: Cahil ve kötü niyetli bir insanoğlusun Şevcan! Bir kere senin o ayıla bayıla seyrettiğin konferansının adı neydi bu adamın??


Şev: Bilmem, unuttum gitti, geçmişe önem vermiyorum, şu anda yaşıyorum çünkü!!


Lilo: İronik de konuşurmuş bizim insancan! Neyse ben sana hatırlatayım o zaman: Human training for dogs! Yani, senin anlayacağın dilden meali: Köpekler için insan eğitimi!


Şev: Sen ne zaman çevirmen olduydun! Anlıyorum o kadar ingilizce, sagol! Tamam hatırladım, kapatalım bu bahsi de sen yat uyu diyorum ben!


Lilo: Tipik insanoğlu psikolojisi! Neyse, son olarak bir Cesar Millan değişiyle bitirelim; kötü köpek yoktur kötü insan vardır!


Şev: Uykun yok muydu senin?


Lilo: Gitti uyku falan, uyandırdın ya karnım acıktı işte, uyuyamam artık, makarna yok muydu?


Şev: Yahu daha iki dakika önce gözünden uyku akıyodu, şimdi yine yemek peşindesin pisboğazcan! Ben nasıl bulaştım ki sana?! Keşke Kaan'la uğraşsaydım, o senin gibi huysuzluk da yapmazdı. Hiç anlamıyorum seni Lilocan!


Lilo: Anlayacaksın küçük padawancık, yokuş aşağı yuvarlanır gibi yaşamaya başladığında daha iyi anlayacaksın. Hesapsız, kitapsız. İki kere ikinin her zaman dört etmediğini öğrendin uzun zaman önce. Yine de muntazam dört işlemler peşindesin. Ya geçmiştesin ya gelecekte. Anda tutunmak ne zor şeymiş insan oğlu denen tür için. "Şu anda" ne çok renk var. Oysa geçmiş ve gelecek hep belirsiz, gri renkli. Evet kabul ediyorum, bir geçmişin tek bir gelecek sunması haksızlık gibi geliyor. Ama yine de...


Şev: Şşşt boşversene bunları Lilo, çardağa inelim mi?


Lilo: İnelim, inelim, haydi nooolur gidelim, hem top oynarız, oyun oynarız, kozalak kemiririz!!! Hav hav hav!!!


Şev: İşte buraya kadar! Bakıyorum birden kendin oldun yine!


Lilo: Boşver yaa, sen anlamıyorsun zaten. Haydi kalk bahçeye gidiyoruz! Gelecek bir kez daha "şu anda" başladı, kaçırmayalım!






6/06/2010

Sağanak




Ve nihayet... Sağanak vadileri yıkamaya başladı. Bugün biraz gösteriş meraklısı yağmur. Kendini bir gösterip, bir uzaklaşıyor. Gidenin ardından üzülüp yas tutmayı huy edinmiş bir insan oğlu olarak bakakalıyorum ardından. Böyle ani çekip gitmeseydi, böyle şiddetle özlemezdim... Bulutlar bile dağıldı. Şimdi geriye tatlı bir serinlik kaldı. Bu haziran yağmurunun serinliği de son günlerdeki tuhaf ve ağırlaşmış ruh halimi dağıtmazsa artık ne dağıtır bilmiyorum. Yalnızca yorgunlukla açıklayamayacağım bir garip yorgunluk hali. Uzunca bir yolun sonuna gelip, nereye geldiğimi anlamaz, nerden geldiğimi hatırlamaz gibiyim. Devam etmek için fazlasıyla yorgunum. Geri dönmek de mümkün değil. Olası geleceklerden birinin beni beklediği şu meşhur çatallanan yollardan birine sapmak üzereyim. Böylesi bir dönüm noktasına gelindiğinde devam etmek ancak cesaretle mümkün olur. Hangisi daha acıklı bilmiyorum; beni kendisini seçtiğime en çok pişman edecek yola sapmak mı, yoksa hangi yola sapacağını bilmeden öylece durup, sonunda hiçbir yola sapamamak mı? Bilincini bir tarafa bırakıp yalnızca içinden geldiği gibi yürümelisin diyor her şeyin üzerindeki görünmez, sessiz yasalar. Bilinç, hafıza; işte en büyük düşmanların! Ama yolun başına kadar içinden geldiği yollardan geçerek gelmemiş olursa insan, yolun ayrıldığı yerde seçim yapması gerektiğinde de böyle şaşkın ve ürkek kalakalır. "Bilinç böyle korkak ediyor hepimizi" diyen Hamlet kadar kafam karışık. Yolumu kaybettiğim her seferde olduğu gibi içime bir kaçıp gitme arzusu yerleşti. Kendimi ve endişelerimi götüremeyecek kadar uzak bir coğrafya bulup çekip gitmek... Bir fotoğraf gördüm dün. Galatasaray'da Yapı Kredi'nin önündeki sergiden... Karlar içinde bir manzara, Grönland'da bir yerlerde çekilmiş. Arkada belli belirsiz sisli dağlar, sol köşede donmuş bir göl, ortada bir yerlerde terkedilmiş köpek kızakları ve nihayet fotoğrafın sağ üst köşesinde masmavi küçücük bir kulübe. Mavi kulübenin içinde bir küçük soba yansa, kıvrılıp uyusam diye hayıflandım durdum. Fotoğrafın başından ayrılamadım bir türlü. İsiyorum ki seçeceğim yol beni oraya götürsün; o karlı fotoğrafın sağ üstköşesindeki mavi kulübenin hisettirdiği huzura. Sonunda, göz açıp kapayana kadar eriyip giden umursamaz sağanak gibi, kısacık süren acımasız aşklar gibi gelip geçti mavi kulübe. Ben de hangi yoldan gidersem oraya varırım bilemeden, çatallanan yolun başında kalakaldım. Hangisi daha acıklı bilmiyorum, hangi yoldan gideceğini bilememek mi, içten içe nereye gitmek gerektiğini sezip de gidememek mi!

5/22/2010

Ignorance is bliss!

Yağmur yağdığında kendimi evimdeymiş gibi hissediyorum... Ya bütün bunlar bir çeşit bilgisayar oyunu ise! Sonunda o büyük ve herşeyin üzerinde olan gerçeğin farkına vardım! Sadece yağmur yağdığında gerçek hayata geçiş yapıyoruz. Kuru havalarda hep suni bir dünyadayız. Bir çeşit deney içinde yaşıyoruz. Diyelim ki din etkisi altında yaşayan bir grup insan çeşitli şartlar karşısında nasıl tepki verir, nasıl yaşar? Ya da, kutuplarda eksi kırk derecede yaşayan bu hayat formu ne yer, ne içer, çeşitli durumlarda ne hisseder? Daha medeni, daha ileri diyebileceğimiz bir toplum içinde yaşayan bu gelişmiş makina nasıl davranır? Şaşırma hemen; bizim bir tür makina olmadığımızı kim iddia edebilir? Bir tür saylon, yarı tanrı, yarı makina olmadığımızdan nasıl oluyor da bu kadar emin olabiliyorsun? Bu gezegene uzun zaman önce bırakıldık! İzleniyoruz! Bir tür test, deney. Her yaptığımız kayıt altında. Hem artık internet var. Hayatın anlamını bile arayabilirsin google'da. Herkes herkese ulaşabilir. Deneyin bir sonraki seviyesine geçmek üzereyiz. Bu yeni makina türü gelişen teknolojiye nasıl adapte olacak. Evrilecekler mi? Yoksa cahil, ilkel yaşamlarına daha da sıkı mı tutunacaklar? Ya da deneyin başka yönüne bakalım; cehaletten kırılan yaşam formları ile CERN'de Hadron Çarpıştırıcısında proton çarpıştıran yaşam formları aynı coğrafyada yaşarsa ortaya ne çıkar? Cehalet mi zeki bir yaşam formuna evrilir, zeka mı körelir? Bu zavallı deney yaratığı hengisiyle daha mutlu olur? Cehalet mi sonsuz ve kaygısız mutluluk sağlar yoksa doğru bilgiye ulaşabilmek mi? Deney sonuçlarını değerlendirenler kimler? Kediler belki! İşte bu kedilerin o kendini beğenmiş tavırlarını açıklayabilir. Her neyse yağmura dönelim... Büyük dünya deneyini gözlemleyen bizden daha üstün olan yaşam formları (muhtemelen sokak kedileri), deneye ara verdiklerinde yağmur yağıyor. İşte onun için sadece yağmur yağdığında özgürüz! Ne yapmak istiyorsan işte şu anda, yağmur yağarken yap. Yoksa hep kayıt altındasın, anlamsız testlere maruz kalıyorsun farkında bile olmadan. Stres altında nasıl davranır bu yaşam formu? Aşık olduğunda ne yapar, neden yapar? Test sonuçları da senden daha kusursuz yaşam formları yaratmaya yarayacak. Peki ya deneyin amacı ne? Oyunun amacı ne? Caprica'da dedikleri gibi, oyunun amacı oyunun amacını bulmak gibi bir şey! Her şey belirsiz. Tek bildiğim, yağmurda izlenmiyorsun. Saklayacak bir şeyin varsa, yağmuru bekle.

5/12/2010

Caprica'dan

Zoe Graystone: The human brain contains roughly 300 megabytes of information. Not much when you get right down to it. The question isn’t how to store it, it’s how to access it. You can’t download a personality. There’s no way to translate the data. But the information being held in our heads is available in other databases. People leave more than footprints as they travel through life…. medical scans, dna profiles, psych evaluations, school records, emails, recording, video, audio, cat scans genetic typing, synaptic records, security cameras, test results, shopping records, talent shows, ball games, traffic tickets, restaurant bills, phone records, music lists, movie tickets, tv shows… even prescriptions for birth control.

4/27/2010

Görev Tanımı

Görev tanımı olmayan bir meslek sahibi olmak ne tuhaf şey! Ne yaparsam yapayım hep eksik kalıyorum. Ya da hep suçluyum. Ya da belki de fazlasını veriyorum. Kimse bir rehbere iş verirken bunun görev tanımı şudur ya da budur diye kafa yormaz mı? Yormaz! Çünkü rehber olmak karşılıklı insan ilişkisi demektir. Öyleyse biz rehbere işi veririz ve rehber ondan ne istenirse gerektiği kadar grubuna yardımcı olmaya çalışır. Grubunda bir kaç tane seri katil bile olsa rehberin görevi, her tür kaprisi ve saçmalamayı ustalıkla savuşturmak ve nezaketle verilecek en doğru yanıtı bulup buluşturup gruba vermektir. Görev saatleri, yemek saatleri, dinlenme saatlerine grubun durumuna göre kendisi karar verir. Yazılı kurallar yoktur bu işte. Rehber insiyatif kullanır... Şimdi bir de şöyle düşünelim; bir grup rehberden maksimum ne ister, en olmayacak şeyler için saçmalayabilme kapasitesi nedir? Yanıt: Grubun rehberden herhangi bir şeyi talep etme ve saçmalama kapasitesi kesinlikle sınırsızdır!

Grubun en suratsız, en iflah olmaz mutsuz teyzesi sorar:
-Biz karar verdik, Ürgüp'ten Şili'ye bir çanta göndereceğiz. Kargo kaça götürür? Postayla kaça göndeririz?
Rehber görev bilinci ve aşkıyla hemen atılır:
-Bilmiyorum ama hemen araştırıp öğreneyim!
Kadın hemen pes etmez, sorup öğreneyim cevabıyla yetinecek bir yaşam formu değildir! Rehberden gelen bilmiyorum yanıtı grubu hemen üstün duruma getirir!
-Hmmm, bilmiyormuş!
Kendisi de artık tuhaflaşmış bir yaşam formuna dönüşmeye yüztutmuş rehberimiz şaşkın ve kırgındır! Ama görev aşkıyla, mutlu olabilme kaslarını aldırmış olan huysuz teyzeyi mutlu etmek için çırpınmaya bir süre daha devam etmesi gerektiğini düşünür.
-Ama hanımefendi, ben rehberim evet ama benim bunun gibi ayrıntıları bilmem mümkün değil. Yardımcı olmaya çalışacağım tabii ki, izin verirseniz kargo şirketini arayıp hemen öğrenmeye çalışayım!
-Peki öğren. Ama çabuk ol çünkü ona göre ne yapacağımıza karar vereceğiz!
Mutsuz ve huysuz olmaya yemin etmiş grup üyesinin çabasını takdir etmesi bir yana, hala hırçınca üstüne gitmesi kırılgan rehberimizi pek üzer. Bir yandan da görev tanımı denen ve diğer meslek gruplarına bahşedilmiş ama asla bir rehber için geçerli olamayacak kavramı düşünür. Görev tanımı! Kafasında bir kaç kez yankılanır bu iki kelime. Görev tanımı! Nedir benim görev tanımım?! İçindeki isyankar çocuğu bir yana bırakıp hemen tam tehcizatlı bir rehber olarak kargo şirketlerini aramaya koyulur. Sonuç beklediği gibidir ve zaten kadına dakikalarca fiyatın çok yüksek olacağını anlatmaya çalışmıştır. Terbiyeli bir şekilde yanıtlar:
- Şili 7. bölgede olduğu için o bölgede bulunan ülkelere uygulanan fiyat tarifesi uygulanıyor hanımefendi. Kilo başına 148 avro!
Huysuz teyze ve klanın diğer üyeleri oturdukları sandalyeden düşecek gibi olurlar! Rehberciğimiz yine açıklamaya girişir:
-İşte ben de size bunu açıklamaya çalışıyorum hanımefendi. Eğer fazla bagajlarınız için havaalanında ücret öderseniz bu size çoz daha ucuza gelecek. Şu anda kargo şirketlerini arayarak boşuna zaman kaybediyoruz.
Ama kadın hafife alınacak bir müşteri değildir. Memnuniyetsizliğinin ve buyurganlığının da sınırı yoktur. Hemen yapıştırır rehbere cevabı:
-148 avro mu? Bir dakika, bir dakika... Yoksa sen kargo şirketine uçakla nakliyat ücreti mi sordun? Ben uçakla göndermek istemiyorum ki! Tekrar arayıp sor bakalım, gemiyle giderse kaç para eder!
Meslek aşkıyla yanıp tutuşan rehbercik şöyle yanıtlar:
-???!??!?!??!?!?!?!?!!!!!!!!!!!!!!!! (Gemi mi tutalım yani, anlamında boş bakışlar demeti!)
Rehber arıza verip bir an için boş gözlerle bakakalınca kadın devam eder:
-Bir de neden postaneye de telefon etmiyorsun?!
Bu kadar inat karşısında rehber bir an kendine gelir ve o an verilecek en doğru yanıtı arar:
-Tabii ki arayabiliriz hanımefendi ama birincisi saat akşamın dokuzu oldu ve ikincisi de sonuç yine benzer olacak, inanın bana. Tekrar hatırlatayım, burası Şili'ye hiç ama hiç yakın değil. Üstelik büyük bir şehirde bile değiliz. Burdan taaaaaaa Şili'ye postayla bagaj göndermeye çalışmak inanın pek ucuza gelmez. En iyisi havalanında ekstra bagaj ücreti ödemeniz.
Gruptaki diğer kadınlar bile bu ısrardan sıkılmış olacaklar ki, aksi şeytanı susturular.
-Tamam tamam, bir bölümünü el bagajı olarak almaya çalışırız, bir bölümünü de öderiz artık.
Rehbercik o gün gruptan duyduğu ilk ve tek mantıklı cümle karşısında duygulanır ve hemen anneannesi yaşındaki bu teyzeciklere neredeyse şefkate benzer bir his duymaya başlar! Ama çok sürmeyecektir bu sevgi pıtırcığı ruh hali! En fazla yarım saniye! Yeniden soru gelir:
-Bir dakika, bir sorunumuz var. Biz neden bu masaya oturduk da yandaki masaya oturmadık?
Rehbercik görev aşkıyla iki masa arasındaki 7 farkı bulmaya çalışır!
- Eeeeee ıııııımmmmm bu iki masa arasında ne fark var?! Neden diğerine oturmak istemiştiniz?!!!!
Grubun yangında ilk terkedilecek üyesi yeniden söze karışır:
-O masa pencereye daha yakın! Biz yemek yerken dışarıyı seyretmek istiyorduk!
Boş gözlerle arkasında karanlık dışında hiçbir şey görünmeyen pencereye bakar rehbercik!
- Ama hanımefendi, pencereden hiçbir şey görünmüyor, dışarısı tamamen kararmıs!
Kadının siniri şahlanır yine, yoksa bu cibiliyetsiz zavallı rehber parçası onunla dalga mı geçmektedir!
-Ben pencere kenarından oturmak istedim beni oraya oturtmadılar, orda oturmak benim hakkım, dışarıda ne görünürse görünsün!
Rehbercik görev aşkıyla şefi bulur:
-Ne yaptınız yahu? Bu huysuzlar şahını nasıl olur da istediği masaya oturtmazsınız?!
Şef rehberden de şaşkındır!
-Ama orası açıp büfeye uzak diye oturmak istememişlerdi! ?!?!?!??!
Sabrının son demlerinde çırpınıp duran rehbercik gruba döner artık konuyu kapatıp daha sonra da kendini odaya kapatmak isteğiyle, içinde kalan son enerji kırıntısını kullanıp yanıt verir:
-İsterseniz yarın orda oturursunuz, sizin için rezervasyon yapıyorum şimdiden.
Kadın huysuzca teşekkür eder. Rehber arkasına bakmadan olay mahallinden uzaklaşırken hayatı film şeridi gibi gözlerinin önünden geçer. Arka planda aynı iki sözcük, Görevvvvv Tanııımııı!! Adeta beyninde bir zonklama yaratır bu iki sözcük. Her şey için bir görev tanımı olmalı diye düşünür. Rehber olmak için. İnsan olmak için. Eş olmak için. Anne baba olmak için. Sevgili olmak için. Her şey için yazılı bir görev tanımı çizelgesini cebimizde taşıyabilseydik belki insan ilişkileri daha sorunsuz olur ve de bu kadar suistimale açık olmazdı. Birisi olmayacak bir şey istediğinde ya da sorduğunda şöyle derdik o zaman:
-Hmmm bir dakika lütfen, hemen görev tanımı çizelgeme bakıyorum. Hmmm maalesef bu konuda yardımcı olamayacağım, görev tanımım dahilinde değil!
Kesinlikle daha kolay bir hayat sağlardı bu çizelge. Kıssadan hisse: İnsan ilişkilerini asla insanlara bırakmayacaksın kardeşim!

Yukarıda anlatılanlar gerçek olaylara dayanmaktadır!

3/19/2010

Avlu

Sıcak hava tüm ağırlığıyla avluda bekleyenlerin üzerine çöküyor. Sonra buhar olup en yakıcı haliyle yerden yine yukarı yükseliyor. Sıcaktan kaçış yok. Üstelik belki de saatlerdir bekliyorlar. Böylece sıcağın etkisi katlanarak artıyor. Beklemek zorundalar. Avludan çıkış yok. Henüz... Gelişigüzel bir kalabalık. Telaşlı gibi görünen ama kararla bekleşen, birbirini tanımayan insanlar. Etrafı tel örgülerle çevrili küçük, gri bir avlu. Yukarıda görünen gökyüzü bekleyenlere ferahlık vermekten çok uzak. Gökyüzü bugün yalnızca sıcak ve bunaltıcı havayı vurgulamak için sahnede. Bekleyenler yüzünü avludaki küçücük kapıya dönmüş. Kapının ardından gelecek haberi bekliyorlar. Kapının ardında üniformalı insanların belli belirsiz silüeti bir görünüp bir kayboluyor. Kalabalığın yeterince beklediğine henüz kanaat getirmemiş olmalılar ki saatlerdir süren bekleyişi uzattıkça uzatıyorlar. Sıcak hava katlanarak ağırlaşıyor. Herkes gözünü kapıya dikmiş umutla açılmasını bekliyor. Ne tuhaftır ki onca sıcağa rağmen kimse de bir adım ileri atıp kapıya yaklaşamıyor. Kimsenin elinden bir şey gelmez gibi. Kalabalık, gittikçe artan sıcağa rağmen sabırla itaat ediyor. Avlunun kuralı bu. Küçük kapı kim bilir ne zaman, kim bilir kimin canı istediğinde açılana kadar kimsenin bu uysal bekleyişi bozmaya cesareti yok. İtaatkar kalabalığın gözünde korku okunuyor. Kapının ardındakilere duydukları sonsuz korku, bekleyiş daha saatler sürse de, yakıp kavuran güneşten korunacak tek bir gölgelik olmasa da onları sessizce beklemeye mecbur ediyor. Kimsenin kapıyı açın demeye gücü ve cesareti yok. Her yaştan insan var avluda. Bekleyiş ne karar sürerse sürsün isyan etmemeye gizli ve sessiz bir anlaşmayla karar vermiş her yaştan insan. Kapının ardındakilerden daha acımasız olan sıcak hava dayanılmaz hale geldiğinde tekdüzeliği bozan cılız bir ses duyuluyor. Annesinin etekleri dibine sokulmuş küçük bir kızın belli belirsiz sesi:
-Anne, üşüyorum!
Katlanarak artan sıcaktan ve sonu gelmez bir itaatle beklemekten bunalmış genç anne duraklıyor. Sonra ani bir hamleyle elini çocuğunun başına koyuyor. Su diye bağırıyor sonra. Çocuk iyi değil, hemen ateş gibi yanan başına su dökmeli. Kalabalık şimdi biraz hareketleniyor. Anne ve çocuğun olduğu yöne doğru bir dalgalanma oluyor. Bir yerden bulup buluşturuyorlar ve genç anne küçük kızın kafasına biraz su döküp her teli kor olmuş dalgalı kısa saçlarını ıslatıyor. Küçük kız kış ortasında mantosuz sokağa çıkmış gibi bir titreme ve güçsüzlük hissediyor bütün vücudunda. Anne çaresiz. Küçük kız yineliyor:
- Üşüyorum!
Anne bu sefer silkeleniyor, aniden uyanıyor sanki. Çocuğu kolundan sürükleyerek kapıya koşuyor. Yaklaşmanın bile yasak olduğu kapıyı olanca gücüyle yumruklamaya başlıyor. Arkada görünen belli belirsiz silüetler hızla bir yaklaşıp bir uzaklaşıyorlar. Kalabalık tedirgin ve uğultulu. Kadının arkasına doğru yaklaşıyorlar. Kalabalık şimdi bir kişi gibi. Genç anne sanki başka bir şeye dönüşüyor. Bütün yasaklardan, avlunun kurallarından muaf artık. Kapının ardındakilere karşı gelmekten korkmuyor. Durmadan yumrukluyor kapıyı. Açın, diyor. Çocuk iyi değil! Belki bir dakika, belki daha fazla sürüyor genç annenin çabası. Bu kısa sürelik zaman dilimde, titreyen küçük kızın ruhunda bir şeyler değişiyor. Korkuyor. Hem de çok. Annesi onun yüzünden avlunun kurallarına karşı geldi. Kapı her an açılabilir ve anne cezalandırılabilir diye korkuyor. Benim yüzümden diyor. Ve tam da o anda artık üşüyüp üşümediğinden bile emin olamıyor. Belki de üşümemiştim! Keşke söylemeseydim! Ya annemi de alırlarsa! Bu kısa zaman diliminde hissettiği ağır vicdan azabını yüklenecek küçük kız. Bunun sonucu olarak da hayatı boyunca ne hissettiğinden bir türlü emin olamayacak. Çok üşüyüp titrese bile söylemek istemeyecek.

....

3/03/2010

Lilo'dan mucizeler!

Arka planda Eddie Vedder'dan Guaranteed. Hemen arkasından sıradakiler No Ceiling, Rise ve Society. Son zamanlarda beni en çok etkileyen filmin unutulmaz şarkıları. Filmin son sahnesindeki fotoğraf boğazımdaki düğümü bir kaç küçük gözyaşına çevirmişti. Artık eskisi gibi film seyredemiyorum. Ne zaman yeni bir film izleyecek olsam bir mucize gerçekleşmek üzereymiş gibi hissederdim. Yeni bir kitap okumadan önce de aynı his yerleşirdi içime. Artık mucizelere alışmış olmalıyım ki, hiçbir şey o kadar heyecanlandırmıyor beni.
...so this is what it's like to be an adult... Acaba Lilo ne düşünüyor bu konuda.
....
Şev: Lilo, uyuyor musun? Bir şey soracaktım.
Lilo: Uyuyorum.
Şev: E uyan o zaman, sana bir şey soracağım.
Lilo: ...
Şev: Bakma öyle ters ters. Bütün gün kendini yayıp uyudun zaten.
Lilo: Peki öyleyse, sabah seni uyandırdığımda sen de bana o kadar kızmayacaksın o zaman.
Şev: Pardon ama sen beni sabahın yedisinde uyandırıyorsun. Günlerdir yorgunum, uykusuzum, bir de sen başıma gelip dürtüyorsun sabahın köründe.
Lilo: Ne fark var anlamadım. Sen uyurken uyandırıyorum değil mi seni? Sen de beni ben uyurken uyandırmadın mı şimdi?
Şev: Lilocan insaf lütfen! Zaten bütün gün uyumuş olan birini akşamın bir vakti uyandırmakla, günlerdir uykusuz kalmış birini sabahın köründe uyandırmak arasında kusura bakmazsan eğer çok fark var.
Lilo: Offf, siz insanlar ve tuhaf zamansal kurallarınız. Haydi öyle olsun bakalım. Neyse sadede gel bakalım, tatlı uykumdan uyandırdığına göre önemli bir şey olmalı.
Şev: Lilo'cuğum, diyorum ki, sence hayat mucize mi?
Lilo: ... ??
Şev: Hayat diyorum, etrafımızdaki her şey, günün ağarması, mevsimlerin dönümü... mucize mi her şey?
Lilo: Bak Şevincan, önemli olan tüm bunların mucize olup olmamasından çok, senin bunları nasıl gördüğün. Einstein der ki, hayat iki şekilde yaşanır: Ya hiç mucize yokmuş gibi, ya da her şey mucizeymiş gibi.
Şev: Bak sen, neler de biliyorsun sen öyle! Yani şimdi sen diyorsun ki, her şeyi mucize gibi görmeye çalış, o zaman yaşamın kendisi bir mucize olur.
Lilo: Hiç de öyle demiyorum! Canın nasıl isterse öyle anlıyorsun. Hem bırak bu klişeleri! Sen mucize sandın diye hayat mucize mi olacak şaşkın! Ah siz insanlar kendinizi amma da ciddiye alıyorsunuz. The secret diye bir kitap çıktıydı, onu yazan da senin gibi kendini pek ciddiye alan bir arkadaş olsa gerek.
Şev: ...
Lilo: Yahu tamam alınma hemen! Bak anlatayım sana. Sen her şeyi mucize gibi görmeye çalış ...
Şev: E tamam işte, doğru anlamışım, bir de alay ediyorsun! Her şeyi mucize gibi görmeye çalış ki mucize olsun diyorsun işte!
Lilo: Yahu dur sözümü bitirmedim. Diyorum ki, her şeyi mucize gibi kabul et...
Şev: Eeee?
Lilo: Eğlenirsin!
Şev: Pardon?
Lilo: Eğlenirsin işte! Hayat daha eğlenceli olur diyorum! Neresini anlamadın akıllı bıdık!?
Şev: Bıdık sana benzer, koca kulak! Bu ne biçim teori! Hayatı mucize gibi gör, daha çok eğlenirsin! Bu ne şimdi!?
Lilo: Valla sen bilirsin! Sana şurda resmen hayatın anlamını veriyorum, hala bik bik konuşuyorsun.
Şev: Tabii zaten hayatın yegane anlamı eğlence, değil mi!?
Lilo: Yahu bana baksana sen! Hayatın anlamını, mucizesini falan bir cocker'a sorup daha nasıl bir yanıt bekliyordun hiç anlamadım doğrusu. Aç kulaklarını da dinle! Sana hayatın sırrını açıklıyorum.
Şev: Dur sen zahmet etme! Ben söylerim. Anladım artık senin kafan nasıl çalışıyor. Hayatın sırrı: Yemek, merak, oyun, uyku!
Lilo: Impressive!! Most impressive! Obi Van has taught you well!!
Şev: Aman pek de havalısın, Star Wars göndermeleri, Einstein'dan alıntılar falan...
Lilo: Ne sandın?! Bütün gün evde tek başıma ne yapıyorum sanıyorsun. Televizyon seyrediyorum, senin yarım bıraktığın kitapları okuyorum...
Şev: Bak şimdi ettiğin lafa! Yarım bıraktığım kitaplar ne demek oluyor?
Lilo: Anlamadın sanki! Yarım bıraktığın kitapları şöyle uç uca dizsek burdan Maçka Parkına yol olur!
Şev: Yahu sana ne şimdi bundan? Sana mı soracaktım neyi yarım bırakıp bırakmayacağımı? Sen hiçbir şeyi yarım bırakmıyorsun sanki!
Lilo: Bırakmıyorum tabii! Hiç yemeğimi ya da oyunu yarım bıraktığımı gördün mü?
Şev: E görmedim tabii çünkü yaptığın başka şey yok ki!
Lilo: Ben de onu diyorum Şevincan! O dediklerin var ya, yemek, top oynamak, kozalak dişlemek, bahçede taş aramak, yani oyun oynamak, işte bunlar benim mucizelerim. Ben mucizelerimden vazgeçmem, yarım da bırakmam.
Şev: ...
Lilo: Çocukken her şey mucizeydi de neden şimdi değişti diye merak ediyorsun değil mi? Küçükken benim gibiydin çünkü! Yemek, uyku, merak, oyun. Şimdi ise ne kadar taşıyamayacağın yük varsa almışsın sırtına. Bütün o istediğin kitapları okuyamazsın, sakin ol! Ondan sonra öyle yarım kalır hepsi. Herşeyin en iyisini sen yapamazsın. Beni günde beş kez dışarıya çıkaramazsın. En iyi yazıları sen yazamazsın. En unutulmaz sen olamazsın. Sırtında bu kadar yükle hangi mucizeyi göreceksin sen?
Şev: Biraz ağır oldu sanki bu söylediklerin.
Lilo: Hah tamam, bu söylediklerimi de al şimdi sırtına da yükünü daha da ağırlaştır. Yahu Şevincan hayat o kadar da ciddiye alınacak birşey değil. Ya da çok istiyorsan ciddiye almayı, ciddiyetle hafife almayı öğren. Şöyle bir sakin olsan, yavaşlasan, koşmasan... Bunu başarabilirsen çocukluğundaki gibi daha yavaş akmaya başlayacak zaman. Mucizeleri görmek için de daha çok zamanın ve yerin olacak hayatında. Cocker kafası nasıl birşey o zaman anlayacaksın!
Şev: Lilocan alınma ama cocker kafasına falan ulaşmaya çalışmıyorum ben.
Lilo: Zaten senden o performansı beklemiyorum! Neyse boşver, ne yesek?!
Şev: Buyur işte! Al sana cocker kafası!
Lilo: Sabah altıda uyandırayım mı? Top oynarız.
Şev: ...

3/02/2010

Konya yolunda tekdüze yolculuklar

Eylül, 2009



Yağmur hem yağıyor hem yağmıyor gibi. Sekiz saattir yoldayız. Konya ovası çölden farksız. Hep aynı renk, aynı iç burkan tekdüzelik. Küçük köyler görüyoruz. Merak içindeyim. İnsanlar nasıl yaşar bu köylerde, neler yapar diye düşünüp duruyorum. Peki ya ben nasıl yaşardım bu köylerden birinde. Hiç şüphesiz dünyayı kendi köyümden ibaret sanıp yaşayıp giderdim. Aynı şimdi yaptığım gibi... Arabanın içine kadar sızıp içeriyi dolduran o güzel toprak kokusunu içime çekiyorum. Bir Van Gogh resminde gibiyiz; her yer sapsarı. Ya da daha çok ağırbaşlı bir bozkır sarısı. Yollardan hayalet gibi geçip gidiyoruz. Buraya ait değiliz. Ama bir türlü çıkamıyoruz resimden.
Her uzunca düzlüğün sonunda, ufuk çizgisinin göründüğü yerlerde bizi bir şeyler bekler gibi. Ama ulaşmak ne mümkün, çizgi hep ötelere kaçıyor. Çocuğuna yüzme öğretmeye çalışan anne gibi ufuk çizgisi. Küçük çocuk fazladan bir iki kulaç daha atsın diye, fark ettirmeden geriye adım atıyor. Biraz daha geriye, biraz daha, şimdi bir adım daha geriye. Biraz daha dayan, neredeyse yüzüyorsun artık. Biraz daha dayanırsan daha güçlü olacaksın...
İleride tarlalar yanıyor. Sarı bir duman gökyüzüne doğru ayaklanmış. Toprak mutlaka tekdüzelikten tutuşmuş. Birden bir rüyaya dalıp çıktık. Uzun bir çizgi boyunca yanan tarlaların içinden geçtik.
Yağmur yağmıyor artık. Yine aynı tekdüzelik, yine yol boyunca küçük köyler, yine yoldayız.

2/25/2010

I'll just die another day!

Sabahın erken saatlerinde çıkılan yolculuklarda sonsuzluğa benzer bir tat var. Gün ağarmadan, herkes uykudayken uykudan sıyrılmak aynı anda hem yaşamı hem ölümü taşıyor. Dante'nin cennet ve cehennem arasında sıkışmış ruhları gibi arada kaldığım sessiz saatler. Sonra gün ağarmak üzereyken hissedilen sessiz coşku. Yaklaşan günün tarifsiz çekim gücü. Midemde şişmeye başlayan bir balona benziyor. Ağaran günün getirdiği heyecan mideme sığmaz olunca yoğun bir soluk olup çıkıyor... Bunlar henüz ne tarafı seçeceğime karar veremediğim saatler. Seçim benim elimde, kimsenin değil. Günün bu erken saatinde kendini tatlı uykunun kucağından söküp uyanabilenlere verilen bir imtiyaz bu. Hem ölümün hem de yaşamın içimde olduğu bu saatlerde nerede kalmak istediğime karar verme yetkisi bana ait. Gün ağarırken duyduğum yoğun çoşku da seçimin getirdiği heyecandan. Henüz kararımı vermediğim, güneşin hissedilmediği anlarda hem ölüyüm hem de hayattayım. Schrödinger'in kedisi gibiyim... Ve bu sabah ben, korku ve cesaretin, inkar ve teslimiyetin, tükenmişlik ve coşkunun iç içe girdiği o gizemli saatlerde bundan önceki sabahlarda yaptığım gibi yine yaşamı seçtim.

2/13/2010

İki fotoğraf

Gözümün önünde siyah beyaz bir fotoğraf. Aslında daha çok gözümün ardında bir yerlerde. Küçük bir kız çocuğu - 4-5 yaşlarında - okula gitmek için evden çıkmış, arkasına bakmadan kararlı adımlarla sakince yürüyor. Biraz da küskün sanki ama farkında değil. Aklında neler var, nasıl bu kadar kendinden emin ve adanmış ilerliyor bilinmez. Tek bildiği, bundan öncesini hatırlamıyor olduğu. Böyle kararlı ve emin adımlarla anaokuluna doğru gitmezden önce hayatında ne yaptığını bilmiyor. Sanki bir başka dünyadan ışınlanmış ve kendini hiç arkasına bakmadan sakince ilerlerken bulmuş. Işınlandığı yeni dünyaya alışamamış ama soru sormaya da gerek duymamış. Tek yapması gereken ileriye doğru yürümek. Asi bir kuçuk kız, hiç acele etmeden ama bir metronom gibi tekdüze ... yürüyor.


Bir diğer fotoğraf. Yine siyah beyaz. Hatta belki de sepya. Genç bir anne kızını okula göndermiş, arkasından bakıyor. Ama garip birşeyler var; fazlasıyla temkinli. Perdenin arkasında saklanmış, görünmemeye çalışıyor. Gizli gizli seyrediyor uzaklaşan çocuğunu. Saklanarak... Çünkü küçük kızın kesin direktifi var! Arkamdan bakma, demiş. Ben kendim gidebilirim. Arkamdan sakın bakma! Huysuzluk ve kararlılık karışımı bir ses tonuyla söylemiş olmalı. Şimdi düşündüm de, daha çok asi ve kızgınlık dolu bir renk var sanki sesinde. Öyle hırçın bir asilik de değil hani. Daha çok yumuşak başlı bir isyankarlık. Minicik bünyeye fazla geldiği için geleceğe doğru tüm hayatına taşacak olan inatçı ama huzursuz bir kararlılık hali... Küçüğün isyanı devam ediyor katlanarak: Arkamdan da bakma! Anne biliyor ki kuçuk kız bir yandan ilerleyecek, bir yandan de onu kontrol edecek ardından bakıyor mu diye. Perdenin arkasına saklanması da bundan. Minik kız ilerliyor, arada bir de dönüp pencereyi kontrol ediyor. Annesinin bakmadığına ikna oldu, yürüyor. Annenin içinde endişeyle karışık şaşkınlık hali, kızı gözden kaybolan kadar perdenin arkasından ayrılamıyor...

2/12/2010

Sessizce

Evden çıkıp bir yerlere giderken her durakta aynı görüntü içimi burkuyor. Koyu renk mantolu mutsuz insanlar yığını. Üstüste binmiş gibi duran asık suratlı lekeler. Tüm bu gölgeler etraftayken nasıl neşeli olunur bu şehirde bilmem. İsteksizce bir oraya bir buraya koşuşan koyu karaltılar her yandayken nasıl olur da mutluluk içinde uçarcasına dalabilirim hayatın içine onu da bilmem. Kafamın içinde bir başağrısı: Peki senin farkın nedir bu mutsuzluk kümesinden? Nasıl oldu da muaf tuttun kendini bu hüzün ayininden? ... Hayır, hayır bu hüzün değil. Sağda solda koşturan karaltıların yüzünde gördüğüm şey hiç de hüzün değil. Hüzün dinmiş bir coşkudur, derdi Andre Gide. Bu hüzün değil, olsa olsa ... burnunun ucunda duran hayatı göremeyenlerin zavallı, çaresiz ama bir o kadar da kararlı sevinç yoksunluğu. Mutsuzluk demeye bile dilim varmıyor... Andre Gide yine imdadıma yetişiyor: Mutluğu her yerden başka yerde arama Nathanael! Bir de kitabın hiç unutmadığım o son cümlesi: Hiçbir şeyi putlara kurban etme Nathanael... Benim koşturup durmam da hep Andre Gide yüzünden olmasın! Ne diyordu yıllar önce okuduğum o kitapta: Ölüm uykusundan başka dinleniş istemem ben... İşte suçlu bulundu! ... Şimdi durmadan koşmak istemiyorum. Küçük dinlenişler arıyor ruhum. Şimdi tüm okuduklarımı, tüm duyduklarımı, kulağıma çalınan tüm sözcükleri unutmak istiyorum. Yaşamanın, hayatta olmanın kendisi dışında hiçbir şey önemli olsun istemiyorum. Dostoyevski'den okumuştum; şu hayatın sırrı denen şey öyle yalın ve öyle dosdoğru gözümüzün içine bakan birşey ki, onu bir türlü göremiyoruz! ... Hayatın kendisi olan o kuçuk sessizlik ve huzur anında şimdi dinlenmek istiyorum.

...

Gececil bekleyişler vardır, hangi aşkın daha bilinmez!

A.Gide

2/02/2010

Günün en güzel anı.



Kendi kendime uydurduğum bir oyun var. Oyun da denmez ya. Gün sonunda sormayı adet edindiğim basit bir soru diyelim. Sorumuz uyumadan hemen önce sorulur ve şudur: Günün en güzel anı ve en kötü anı hangisiydi? En kötü anını bulmak için uzun uzun düşünürsem günüm gayet iyi geçmiş demektir. En güzel an için de uzunca bir süre düşünmem gerektiyse iki seçenek var. Birincisi günüm harika geçmiş ve bir sürü güzel an içinden en iyisini bulamıyorum. İkinci seçenek ise tabii ki tam tersi, güzel bir anıdan yoksun pek zavallı bir gün geçirmiş olma ihtimali.
Bugün soruyu önce Lilo'ya soralım.

Şevin: Lilocan, bu günün senin için en güzel anı hangisiydi?
Lilo: Senin eve döndüğün an.
Şevin: Hmmm pekiii, günün en kötü anı?
Lilo: Kötü an diye bir şey yok, onu siz insanlar uyduruyorsunuz. Herşey iyi, herşey güzel!
Şevin: Hmmm bilmiyorum Lilocan, madem kötü an yok, o zaman iyi anlar da yok.
Lilo: İyiyle kötüyü tabii ki siz uydurdunuz. Ama şimdi seni üzüp kafanı karıştırmak istemediğimden iyi anla ilgili soruna cevap verdim.
Şevin: Ama Lilocan, esas şimdi aklımı karıştırıyorsun.
Lilo: Peki tamam, en baştan başlayalım. Öncelikle ben senin gibi değilim. Hafızama o kadar da bağlı olmadığım için iyiye ve kötüye pek kafamı takmıyorum.
Şevin: Ne demek şimdi hafızaya kafayı takmamak? Senin derdin gecenin bu saatinde iyice kafamı karıştırmak sanırım.
Lilo: Şöyle anlatayım, en iyisi bir örnekle... Bazen birlikte gezmeye çıktığımızda yerde ekmek parçası falan bulup hemen mideye indirmeye çalışıyorum ya?
Şevin: Evet?
Lilo: Ama sen izin vermiyorsun yememe, hemen beni sürüklercesine uzaklaştırıyorsun ordan. Ben önce ekmeğe ulaşmak için direnmeye kalkıyorum, ama hemen sonra vazgeçiyorum. Unutup önüme bakıyorum. Başka bir köşede başka bir ekmek ya da simit bulabilirim. Sonra hemen bir taş görüyorum, alıp oynamak istiyorum ama sen yine izin vermiyorsun, dişlerime zararlı falan diye. Çekiştiriyorsun beni. Ben önce direnir gibi yapıp sonra hemen unutuyorum, aynı coşkuyla bir yaprağa atılıyorum. Sonra yapraktan sıkılıp, aynı coşkuyla bir kozalağa doğru koşuyorum. Kozalaktan sıkılıp coşkumu hiç yitirmeden bir kediyi koşturuyorum.
Şevin: Yani sen canın ne isterse istesin, hemen unutup bir başka şeye yöneldiğin için mi mutlusun?
Lilo: Mutluluğu nerden çıkardın şimdi? Mutluluktan bahseden oldu mu? Ben sadece sana hafıza işin içine girdi mi herşeyi ne kadar ağırlaştırdığını, siz insanların bu yüzden herşeyi iyi ve kötü diye sınıflandırmadan yapamadığınızı anlatmaya çalışıyorum.
Şevin: Ne demek şimdi bu Lilocan? Sen şimdi bana, herşeyi unut mu demek istiyorsun? Herşeyi kolaylıkla unutursam o zaman iyi ve kötünün ötesine mi geçeceğim? Bu mu anlatmaya çalıştığın? Önüne çıkan ekmeği boşver, nası olsa bir taş bulursun. Taşı da boşver bir kozalak çıkar karşına. Onu da boşver, yapraklarla oynarsın. Yaprağı da boşver, kedilerle oynarsın. Doğru mu anlıyorum?
Lilo: Eksik anlıyorsun. Ve tabii ki esas noktayı kaçırıyorsun. Bir kere şunu unutma, bir saniye sonra unutacak bile olsam, istediğimi almak için çaba gösteriyorum. Üstelik anahtar kelimeye dikkat etmedin yine. Ne dedim; coşkuyla. Hep coşkuyla atılıyorum aklımı çelen şeye. Ama ulaşamayınca da karalar bağlayamam kusura bakma, afacan bir köpeciğim ben. Nasıl olsa beni oyalayacak birşey çıkar önüme. Hem ben ihtiyacım olmayan şeylerin tutsağı olamam sizin gibi.
Şevin: Tamam Lilocan, anafikir az çok alındı! Ama ben senin gibi afacan, yaramaz bir köpecik olmadığım için önüme çıkan ve elde edemediğim kozalakları, ağaç yapraklarını o kadar çabuk unutamam. Hemen kafamı çevirip bir başka kozalağa yönelemem.
Lilo: Yapamazsın biliyorum, nicedir anladım siz insanların ne garip yaratıklar olduğunuzu. Hem yapabilsen bile zaten bu da yetmez küçük Padawan! Ne dedim? Coşkuyla! Yerden alamadığın o kozalağa duyduğun coşkunun aynısıyla atılman gerek ağaç yapraklarına. Bunu yapabilir misin? Sanmıyorum. Baksana gün bitmiş, yenisi gözlerini dikmiş sana bakıyor ama sen hala bu günün en güzel anı, en kötü anı diye bir oyun tutturmuş enerji harcıyorsun.
Şevin:Ama yeter artık Lilo, biraz ağır olmadı mı bu eleştiriler? Koca kulaklı bir maymun suratlıdan işittiklerime bak! Benden intikam falan mı alıyorsun o son kozalağı eve getirmene izin vermedim diye?
Lilo: Hangi kozalak?
Şevin: Öfff tamam, tamam anladım. Unuttun gitti bile sen o kozalağı. Umurunda bile değil artık, doğru anlamış mıyım?
Lilo: En çok kendini akıllı sandığında gülüyorum sana Şevincan! Aslında biz köpekler hiçbir şeyi unutmayız. Sadece hafızamın tutsağı değilim, sana bunu anlatmaya çalışıyorum. Aradan on gün de geçse o kozalağı kapıdan çıkarken sana hiç çaktırmadan alırım ben. Ama şu noktaya dikkat et; şu anda aklım o kozalakta değil. Eve getiremedim diye dert etmiyorum.
Şevin: Neyse, onu bunu bırak da şu kozalak işini söylemen iyi oldu. Yarın senden önce davranıp bahçeye atayım en iyisi!
Lilo: Atarsan at Şevincan, bahçe kozalak dolu.
Şevin: Aman iyice bilge Yoda kesildin başıma! Haydi yatalım artık.
Lilo: Ya Şevincan, onu bunu bırak da mutfaktan fındık fıstık falan getirsene.
Şevin: Buyrun bakalım, senin bilgeliğin de buraya kadar!
Lilo: Ekmek de olur.
Şevin: ......

2/01/2010

Silent all these years!

Lilo hayatıma girdikten sonra ne kadar da değişti herşey. Neler öğrendim koca kulaklı, maymun suratlı, yaramaz bir köpek yavrusundan. Hiç böyle koşulsuzca, teklifsizce kalbini açan yaratık görmemiştim. Bir köpeğe hiç dokunmamıştım kirlidir diye. Lilo daha kırk günlükken odada yalnız kalıp korkudan ağladığında daha önce hiç ağlayan köpek görmemiştim. Ya da görsem de bakmamıştım. Sonra Lilo çok hastalandığında, İmren Hanım boşuna para harcamayın isterseniz demişti, bu kesin gidici. En fazla terlik büyüklüğündeydi o zaman. Hergün aramıştık İmren Hanım'ı, sonra nihayet bir hafta sonra, tamam dedi, hayati tehlikeyi atlattı, bir de dedi ki, artık buna iyi bakın, bu küçük şey en az on sene sizinle yaşayacak. On sene. O an farkettim işin ciddiyetini. Bir ay sonra sıkılıp atmayacağız. Bir yıl sonra başkasına vermeyeceğiz. Minik maymun en az on sene bizim kızımız olacak. O günün üzerinden neredeyse üç sene geçti ve ben şimdi nasıl olur da bu kadar az yaşadıklarını anlamaya çalışıyorum.
Yalnızca bir kaç kez gördüğüm halde, eriyip gitmesini bir türlü kabullenemediğim Prenses'i düşünüyorum... Sonra da Lilo'yu. On sene. On beş sene. Bizden çok daha hayat ve sevgi dolu bu yaratıklar neden bu kadar çabuk pes ediyorlar anlamak mümkün değil. Birşey daha öğrendim Lilo'dan sonra. Bir köpek öldüğünde kimse öldüğünü söylemiyor. Hep, melek oldu deniyor. Köpek sevenler arasında sessiz bir anlaşma gibi. Köpeğimiz melek oldu! Yine de ben Prenses melek oldu demek istemiyorum. Böyle söylemek onun ölümünü hafife almak gibi geliyor. Prenses öldü. Kimsenin fark etmediği bir su damlacığı kadar yer tutsa da dünyada, şimdi o yokken hayat eskisi gibi değil.
Prenses'ten sonra ilk defa barınağa gittim. Dün... Ne yaparsam yapayım o küçüğün yitip gitmesine izin verenlerden biri olduğum hissinden kurtulamıyorum. İçimi acıtan bir suçluluk duygusu. Bir sürü keşke var arkamda bıraktığım. O küçük şey de onlardan biri artık. Kocaman da bir ders verdi bana. Hayatı erteledikçe pişmanlıktan kurtulamayacağımı çarptı yüzüme. Her keşke dediğimde, her sonra hallederim dediğimde, her cesaretsizliğimde, her kolay vazgeçtiğimde şu anın içinde olmaktan uzaklaşıyorum. Gözlerim hep arkada kalmaya mahkum... Küçükken çocuklara sorarlar ya, büyüyünce ne olmak istiyorsun, diye. Ben, ölümsüz olmak istiyorum dermişim. Sonra bir gün annemin bana, o zaman ben kızım yazar olacak, dediğini hatırlıyorum. Yazdıkları ölümsüz olacak... Anaokulundaydım o zaman. Şimdi ise otuzumdayım ve her keşke ile çocukluk hayalimden biraz daha uzaklaşıyorum.



1/28/2010

İkinci Avlu Yazıları

Topkapı Sarayı, 2. Avlu Girişi,

İlk gençlikte büyük heyecanla alınan kararlar nazlı kar taneleri gibi eridi gitti. Geriye kalan, uzak günlerin solmuş gölgesi. Hiç yaşanmamış günler, hiç alınmamış kararlar, hiç kurulmamış hayaller gibi... Ömrümün son günlerine yanaşır gibi küçük kayığım, sessiz, huzurlu. Limana yaklaştıkça durulurum. İçimde belli belirsiz, tatlı bir hüzün duyarken bir yandan da arar dururum ama mutsuz olmak için sebep bulamam. Bu tatlı, uysal yorgunluğum yalnızca kavurucu yaz ortasında yağan yağmurdan olamaz....
Temmuz, 2007


Topkapı Sarayı, 2. Avlu

Ayın 23'ü, temmuz. Hava sıcak. Tüketici. Günü anlatan en uygun kelime: hüzün? Ama bunu böyle birdenbire yazıverince anlamsızlaştı gitti. Başka kelime bulmalı. Hüzün? Emin değilim. Şöyle deneyelim; hata üzerine hata yapan bir küçük kızın, nihayet vardığı limandaki çaresiz ama uysal mutsuzluğu. Böyle daha iyi. Ama bir kelimeyi aştı şimdi de. Bugünü bir kelimeye sığdırmaya gücüm yetmedi öyleyse...
Ben kırmamıştım dümeni bu limana doğru, sadece rüzgardı, diyebilir misin? Zor. Öyleyse sorumluluk alıp kabullenme zamanı. Hayatının son günlerini yaşıyormuşsun hissine geri dön. Can simidi gibi sarıl, bırakma bu fikri. Herşey için çok geç. Avuntu: paralel bir evrende başka limandasın nasıl olsa. Yıldız fallarına göre bu iki sene çok zor geçecekmiş... İşte buldum en sonunda bu ağır düşüncelerin, mutsuz hislerin kaynağını; ard arda dinleyip durduğun şu melankolik şarkı: I can't take my eyes off of you... Budur. İşte herşeyin sorumlusu. Öyleyse bir sonraki şarkıya geçelim: the good times are coming... they'll be coming soon. İşte buna da inanasın yok, değil mi?!
Temmuz, 2007



Topkapı, 2. Avlu

Arka fonda "Silent all these years". Herşey yolunda. Tatlı bir serinlik, hafif bir esinti bile eksik değil. Yapraklar gürültücü biraz. Bütün bu hışırtıyı çıkaranlar yapraklarmış, şaşırdım kaldım! Bu duyduğum şelale sesi mi yoksa, demiştim! Şu ikinci avlubu tatlı eintiyle bugün, bir masal bahçesi gibi. Uzakta koşuşturan çocuklar uzak bir masal ülkesinin yetişkinleri. Şu koca gövdeli ağaç da hala gevezelik ediyor benimle. Neden bahsediyor, anlasaydım... Bugün herşey iyi, herşey güzel diyor olmalı. Rüzgarın savurduğu yalnız yapraklar değil bugün. Hiçbir kötü ve ağır düşünce bu rüzgarda tutunamaz. Köpük gibi erir gider en kasvetlileri... Aslında tüm sıkıntı hallerim bu yeni huzur haline alışmaya çalışmaktan geliyor. Daha fazla şekeri çözemeyen bir bardak su gibi, bedenim bu kadar huzuru eritemiyor. Kavga edip durmam hep bundan. Tam şu an içinde ölecek olsam, dünyanın en mutlu insanı olarak giderdim aslında...
Masal bahçesinin ağaçları söyleşmeye devam ediyor. Günün galibi esinti oldu, güneş kavuramadı bugün hiç. Bugün ne birşey eksik, ne birşey fazla. Bu geveze yapraklar, bu hafif esinti cennetten gelmiş olmalı ya da kaçınılmaz olarak burası cennetin kendisi. Bugün kimse beni bunun aksine inandıramaz.
Ağustos, 2007


Topkapı, 2. Avlu
Herşeyin normale döndüğü gün diye not düştüm ajandama... Sarayın ikinci avlusu... 3. kapının önüne yeniçeri kılıklı adamlar dikmişler, gelen geçen bunlarla fotoğraf çektiriyor. Adamların yüzünde bir garip sıkıntı, mahçubiyet sanki biraz da gurur ifadesi. Bunaltıcı ağustos sıcağı. Ağustos ayının şüphesiz en güzel yanı, hemen ardından eylül ayının gelmesi. Şerbeti fazla kaçmış bir tatlı gibi ağustos. İç burkan tatlıdan sonra bir bardak serin su: Eylül. İçinde bir dilim limon ve bir kaç parça taze nane yaprağı... Bu sihirli avlu bugün yine masallardan fırlamış gibi. Bunca insanın telaşı da bozamıyor büyüyü. Ağaçlar böyle kararlı ve sağlam durdukça da bozamaz gibi. Masal bahçesinde beş dakikam daha var, sonra gidiyorum. Bunca kalabalığa rağmen gizli bir köşem var bahçede. Bu köçecik sanki huzurumun güvencesi. Bu bahçe, bu köşe durdukça ölümsüzüm.
20 Ağustos, 2008


Topkapı, 2. Avlu
İşte beklenen gün. Bütün güzelliği, sade zerafetiyle bu gelen eylül ayı olmalı. Davetin onur konuğu gibi çıkageldi. Yaprakların dökülmesi de hep saygıdan. İkinci avlu sevinçten şaşkına dönmüş.
Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra evime varıp sığınmış gibiyim.
1 Eylül, 2008



Topkapı, 2. Avlu
Bu bahçe gerçekte yok. Bahçede yürüyen, bir oraya bir buraya koşturanlar da yok. Az bulutlu havada güneş bulutların ardından sızar ya bulutları delip geçer gibi. İşte bu gördüğüm insanlar da düşüncemin gölgelerden sızıp bahçeye düşmüş halleri. Bahçenin kendisi gibi. Nesini anlatsam bilmiyorum. Ağaçlardan havalanıp oraya buraya konan, sonra yeniden yükselen tatlı esintiyi mi? Baharın ilk papatyalarının keyifle güneşlenmesini mi? Her köşede zaman durmuş gibi. Mermer sütunlar üzerinden zarif tuğladan kemerler, koca koca selviler, kavaklar... Kemerlerin altında beş yaşlarında bir çocuk topaç çeviriyor. Şimdi topaçı tuttu ipinden kendi etrafında dönüyor. Hayal değilse ne bunlar? Tüm bunlar düşüncemin cılız ışık oyunları. Birazdan gidiyorum. Ben gittiğimde de varolmaya devam edecek mi burası? Benden sonra da yeşil topacını çevirmeye devam edecek mi mavi kazaklı çocuk? Geçen yaz boyu benimle gevezelik edip duran şu koca ağaç da burda olacak mı? Sanmam doğrusu.
30 Mart, 2009

Sarnıç'ta, 11:34


Bir günün tamı tamına yarısını soğuktan titreyerek geçirdikten sonra nihayet içebildiğim bir fincan sıcak çay. Ağustos sıcağında mucize gibi çıkıp gelen serinliğin kılık değiştirmiş hali. Ben yine bekliyorum... Hayatımın kaçta kaçını bekleyerek geçirdiğimi hesaplamaya kalkarsam ortaya çıkacak sonuç cesaret kırıcı olabilir. Kaç kişi henüz on yaşına bile basmadan, ben en çok beklemekten nefret ediyorum cümlesini kurmuştur. Artık nefret etmiyorum. Şimdi... hemen şu anda... sarnıcın kafeteryasında bir yandan bekleyip bir yandan çay içerken, acaba 20 dakika daha beklemek zorunda olmasaydım ne yapıyor olmak isterdim diye sorunca fark ettim ki, çok fena şey değilmiş beklemek. Öyleyse neymiş!? Yalnızca beklerken - daha doğrusu beklemek zorundayken - zamandan kaçmak için telaş içinde değilim. Anın içinde tutunmayı beceremeyen bütün insanlar gibi, hep koşarcasına hatta kaçarcasına yaşadığımdan olsa gerek, bu küçük beklemeler beni kendimle başbaşa bırakmaya başladı. Demek ki ancak durmaya zorunlu olduğumda durabiliyorum. Ancak beklemek zorunda olduğumda koşmuyorum. Nereye küçük kız? Bunca acele nereye ulaşmana yarayacak? Ama bu durumda doğru soru şu olsa gerek; bu kadar acele neden kaçmana yarayacak? .. İşte geliyorlar. Haydi öyleyse koşmaya devam. Bir sonraki durağa kadar.

1/27/2010

Güle güle kar tanesi

Küçük bir kız çocuğuyken annem eve dönene kadar bana anneannem gözkulak olurdu. Anneanneyle büyüyen bütün çocuklar gibi ben de ondan bir sürü masal dinlerdim. Bir sürü uydurma hikaye, bazen basit ama bilgece sözler… Bir kış günü dışarda lapa lapa kar yağarken birlikte camdan dışarıya baktığımızı hatırlıyorum. Bugün bile huzur ne diye soracak olsalar, anneannemle sakince yağan karı seyrettiğimiz o an aklıma gelir. Anneannem sanki ben bir yetişkinmişim gibi bir ara bana dönüp şöyle demişti o gün:

- Biliyor musun? Gökten o kadar çok kar tanesi iner ama bunların hepsi de her ne hikmetse birbirine değmeden yere ulaşır.

Ben bu basit ama şaşkınlık verici bilgi karşısında kalakaldığımı hatırlıyorum. Birbirlerine hiç değmeyen kar taneleri mi? Nasıl mümkün olur, rüzgar estiğinde de mi değmezler! Anneanneme bunları hiç sormadım çünkü o bana bunu sır verir gibi söylemişti ve o günden itibaren de gökten süzülerek inen milyonlarca, trilyonlarca kar tanesinden hiçbirinin bir diğerine dokunmadığı bilgisi ikimiz arasında kalacaktı. Böyle kutsal bir bilgi paylaşımında soru sormak olmazdı. Anneannem dediğine göre bu doğruydu ve kim bilir belki de yıllar sonra da ben de bunu torunlarımla paylaşacaktım.

Yıllar sonra bir yetişkin olup da anneannemin hikayelerini unutacak yaşa geldiğimde hüzünlü bir karşılaşma bana anneannemin sakince süzülen kar tanelerini hatırlattı. Hiç beklenmedik bir anda, çocukluğumun en huzurlu günlerinden birinde bir mucize olduğuna karar verdiğim o zarif kar tanelerinden birine rastladım. Kış aylarından biri değildi. Aylardan herhangi bir ay, günlerden herhangi bir gündü. Bir zamanlar görkemli olan şehir surlarının yanıbaşında, sahipsiz ruhları koruyup kollamak için seferber olmuş insanlara rastladım. Binlerce terkedilmiş ve sahipsiz köpeğin arasında bir küçücük köpecik ruhuma aynı çocukluğumun kar taneleri gibi süzülüverdi. Bu küçük mucize varlık anneannemin kar taneleri kadar beyaz, tertemiz ve saflık doluydu. Giriş kapısından başlayarak etrafımı saran bir sürü sevgi dolu köpeciği görünce ne yapacağımı bilemedim. Hepsiyle biraz da olsa ilgilenerek hasta miniklerin olduğu bölüme ulaştık. İlk önce çenesi kırık ve bir gözünü kaybetmiş olan minik karşıladı bizi. Sonra diğer afacanlar sevilmek için sıraya girdiler. Sabırsızlıkla birbirlerinin üzerine atlayarak bana ulaşmaya çalışan hasta ama bir o kadar yaramaz ve dünya tatlısı köpecik etrafımı sardı. Yalnızca bir tanesi yerinden kalkıp da yanıma gelmemişti. Yan gözle ona bakıp, eh sen bilirsin yaramaz şey, öyleyse ben de diğerlerini severim diye düşündüm. Bu arada, “Hayatım şununla da ilgilensene biraz” diye yineleyip duran eşimin ısrarıyla bana yaklaşmaya zahmet etmeyen miniğe yaklaştım. İşte o zaman anladım minik kar tanesinin felçli olduğunu. Benim ilgimi çekmek için olanca gücüyle kafasını sallıyor bana doğru atılmaya çalışıyordu. Bense onca zaman bunu fark etmeden orda durmuştum. İsmi Prenses’ti. Bir kar tanesi kadar zarif ve güzel, küçücük bir prensescik. Küçük başıyla titreyerek bana daha da yaklaşmaya çalışırken küçük çenesini avucumun içine aldım. Varlığından kimsenin haberdar olmadığı, önemsiz, sessiz, kendi halinde bir kar taneciği gibiydi. Dünyada ancak bir kar tanesi kadar yer dolduruyor olmalıydı. Onu sahiplenenler de böyle düşünmüş olmalı ki, hiç düşünmeden, hiç önemsemeden, gerekli aşılarını yaptırmadan bu dünya güzeli periyi sokağa atıvermişlerdi. Prensescik gençlik hastalığına tutulmuş ve zayıf bedeni bunu kaldıramayınca felç kalmıştı. Bize geldiğinde cesetten farkı yoktu dedi Meral Hanım. Ama şimdi capcanlı, hem de sevgi dolu. İçim umutla doldu. Bu kadar küçük bir yaratığın içinde bu kadar sevgi olursa elbette iyileşmesi kaçınılmazdı. Zaten durumu iyiye gidiyordu. Minik kar tanesiyle ve diğer afacanlarla vedalaşıp boğazımdaki kocaman düğümle eve döndük.

Bir süre sonra kendimi yine surlar, deniz ve sahipsiz ruhların kesiştiği yerde buldum. Prenses’i yine göreceğim diye içimde bir kıpır kıpır bir çocuk heyecanı… Sevdiği mamadan da getirdim bu sefer. Ama yemek saatleri değildir diye sormaya bile çekinerek getirdiğim mamaları girişte bırakarak hasta miniklerin bölümüne doğru ilerledim. Bunun bir ritüel gibi olduğunu fark ettim. Bu zamanın dışındaki yerde yalnızca yürümek mümkün değildir, ileri doğru giderken iki yanınızda sıralanmış bu unutulmuş ama iyilik dolu ruhları sevip okşamadan ilerleyemezsiniz. Hepsini sevip hiçbirini kıskandırmamaya çalışarak, böylece hastalar koğuşuna varırsınız. İşte benim kar taneme rastladığım yer. Hareket edemeyen minicik bedenine inat gözlerinden fışkıran enerji ve sevgiyle büyülendiğim yer. İkinci karşılaşmaya kadar günlerce rüyalarıma girmesi de gözlerindeki o ısrarlı sevgiden olmalıydı. Yine oradaydı miniğim. Bu sefer sol tarafta odanın dip koşesinde. Yine hem hareket edemeyip, hem de enerjisinden kanatlanıp uçacak gibi bana doğru atılmaya çalışarak, yine oradaydı. Diğer hasta canları kıskandırmadan, minicik suratını avucumun içini alıp sevdim kar tanesini. Bu sefer emindim, bu yaramaz öyle yaşam dolu ki, alt edemeyeceği bir hastalık olamaz. İyileşecek Prenses. Evde iki köpeğe bakamayız diyen eşimi kandırıp Lilo’ma kardeş olarak onu sahipleneceğim, işte o zaman prensesler gibi yaşayacak minik kar tanesi.

Sonraki haftalarda hep bir sürü önemsiz iş yüzünden gitmeyi erteledim. İnsanoğlunun bitip tükenmeyen önemli mi önemli dünyevi işleri! Yarın giderim o zaman diyordum, olmazsa yarın. Önce bir taşınalım, ev yerleşsin iyice, ondan sonra giderim. Şu doğalgazcılar gelsin, şu telefon da bağlansın, ondan sonra. Ve nihayet kışın en soğuk günlerinden birinde, minik canlara biraz yardım götürmeye karar verip yola koyulduk. Prensesime ve diğer hasta bebeklere mama aldık önce. Sonra da denizde yalnızca bir damla olacak yardımımızı ulaştırmak için barınağa vardık. Durum içler acısıydı. Sular donmuş, kanalizasyon boruları bile soğuktan çalışmaz hale gelmişti. Gönüllü melekler bir koşuşturma içindeydi. Ben yine çekindim kar tanesini sormaya. Ama bu sefer eşim benden önce davrandı. Prenses’e mama getirmiştik dedi. O zaman Meral Hanım durakladı. Ah, dedi. Ben hemen eşimin patavatsızlık yaptığını düşünüp söylediğini düzeltmeye giriştim. Sonuçta binlerce köpek ve yüzlerce hasta ve yavru bebek arasında bir tanecik kar tanesini sormak ayıp olmuyor muydu? Araya girip, tabii biz bırakalım isterseniz en hasta olanlara verin mamayı gibi bir şeyler söylemeye çalışırken, Meral Hanım’ın ağzından dökülen cümleyi duymayı bir an için kulaklarım reddetti. Sonra söylediğini duyunca da bir an için zihnim algılamayı reddetti. Ne demekti bu şimdi? Nasıl olur? Ne demek olur Prenses’i biraz önce kaybettik. Belki de yanılıyordu. Sonra anlatmaya başladı, felçli hayvanlarda iç organlar… Hiçbir şey anlamadım ya da dinlemedim. Sonra yine utandım kendimden. Milyonlarca, milyarlarca kar tanesi arasından yalnızca bir tane kar tanesi. Binlerce sahipsiz, atılmış, unutulmuş köpek arasından yalnızca bir tanesi. Daha fazla soramadım.

Doğanın yarattığı en güzel, en iyilik dolu, en yaşam enerjisiyle dolu ruhlardan birini daha insanoğlu olarak unutulmaya terkettik. Minik Lilo’mla günlerdir karlarda gezip duruyoruz. Bütün köpekler gibi karlara bayılıyor. Mutluluktan uçarcasına hoplayıp zıplıyor, o koca burnunu karlara sokup çıkarıyor, bazen merakına yenilip karın tadına bakıyor. Prenses ise karlı bir günde, karda hiç koşamadan, karların içine burnunu gömüp sonra da beyaz bir burunla şaşkın şaşkın etrafına bakamadan insanoğlunun düşüncesizliği yüzünden eriyip gitti. Meral Hanım bir yandan koştururken beni avutmaya çalıştı, üzülme dedi, daha ne Prenses’ler var, her gün yenileri geliyor. İnsanoğlu yaşam hakkını yalnızca kendine yakıştırmaya, olanca şımarıklığıyla bu minik ruhları oyuncak gibi yerden yere vurmaya hep devam edecek. Hep daha ne Prenses’ler var, diyeceğiz. Önemsiz, korumasız, sessiz, dilsiz kar taneleri… Gökten milyonlarca, trilyonlarca kar tanesi düşermiş de hiçbiri bir diğerine değmezmiş. Bir tanesi benim ruhuma değdi bu sefer.
Güle güle kar tanesi.
Güle güle küçük Pamuk Prenses.