Salı, Aralık 22

Bu Şehir...

"...yüzüme baktı. Yorgun, umutsuz ama sakin, bir rüzgar gülüne üfler gibi derinden, o şiiri okumaya başladı:


Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim, dedin
bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet.
Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya;
-bir ceset gibi- gömülü kalbim.
Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?
Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam,
kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün,
boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede.
Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma-
Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de.



Kavafis, diye mırıldandım.

Bu yol tabelasının ikimiz için de aynı yeri işaret ettiğini görmek, uzun zaman sonra ilk defa, umutlandırdı beni..."

Duvar Ustası, sondan 3. sayfa

Cuma, Aralık 18

Alıntılara Ara...



Çünkü, vermek istediğim bir haber var: Berfu geliyor! 3 aydır yüzüne, hatta sesine hasret kaldığım kadim dostum, bugün 2.5 uçağıyla vatan toprağını öpmeye geliyor... Berfu'nun gelişi, kasvetin gidişi demek...Birlikte fink atmak, dudaklar kıpkırmızı olana kadar şarap içmek, kasıkları tuta tuta gülmek, hıçkıra hıçkıra ağlamak demek.





Heyecanlıyım...Beklemedeyim...

"Geliyorum"


" Geliyorum, dedi telefonda. " Ama şu konuda anlaşalım: soru yok, serzeniş yok, surat asma yok. Ben bütün hesaplarımı kapattım bu yeniyıl arifesinde. Kendimle de barıştım. Zaten neyi neden yaptığımı biliyordum. İyice bıraktım kendimle mücadele etmeyi. Çok iyiyim, mutluyum kendimle. Şimdi seni de mutlu etmeye geliyorum."

Mutluluk, diye düşündü telefonun diğer ucunda; hayatta kaç kez aynı anda iki kişiyi yakalar? Bu benim hayatımda kaç kez oldu? Sen sanıyorsun ki; hesap kapatmak ne kadar hata yaptığının, ne kadar kötü olduğunun farkına varmaktır. Oysa hesaplar ancak ne kadar kötü olduğunun farkına varıp kötü olmayı tercih etmediğinde, kısmen kapanır. Kısmen, çünkü bu mücadele işidir. Hata yapılır, ve telafi edilir. Hatayla yaşanmaz.

Ve bunların hiçbir tanesini söylemedi. Hatta bunların hiçbiri dilinin ucuna gelmedi."

Duvar Ustası, sy.190

Cuma, Aralık 4


"...Sonra durup düşündüm. Çünkü bu benim yapmam gerekendi: düşünmek. Uzun uzun, korkmadan, kaçmadan düşündüm. Ve bilincimin karanlık dehlizlerine bıraktım kendimi. Aklıma gelenlerin baş döndürücü hızında savruldum. Bu acının kimin acısı olduğunu anlamaya çalıştım. Bu dilime damağıma yapışan, beni aç susuz bırakan, kusturan acı, kimin acısı? Asla benim olamayanın mı? Sahip olup da kaybettiğimin mi? Yoksa sadece benim mi? Ömrümde kaç kez başkasının acısını çektiğimi düşündüm. Ömrümde kaç kez kendi acımı çektiğimi düşündüm. Düşünmenin aslında ne kadar acı verdiğini düşündüm. Tıpkı, bir yaz akşamüstü, şaşırtıcı derecede beyaz görünen o taburelerin üstünde, bana söylenen o şarkıdaki gibi:


Sözlerim bir ok saplanır kalbime

Örtün üstünü örtün

Dokunmasın derdime..."


Kabına Sığmayan Delilik, sy 22


Salı, Aralık 1

Sen Hiç Tövbekar Oldun Mu?


"...Günahkarsın...Çok hem de... Ama seni günahkar yapan, işlediğin günahlar değil. Günaha günah dememen. "Yaptım ve oldu" demen. Sanki, tüm ruhun günah hücrelerinden meydana gelmiş; günah olmadan sen de olamazmışsın, seni sen yapan günahlarınmış gibi, yıka yıka, döke saça, savura savura yürüyüp gitmen. Onları bedeninin bir parçası, sağ kolun gibi sahiplenmen. Ne zaman biri onlardan birine işaret etse, telaşa kapılıp, var gücünle tertop edip ağzına atarak deli gibi çiğnemen. Yok etmek ister gibi değil, iyice içine almak ister gibi.


Ey tövbeyi aşağılık, itirafı acizlik sayan; gözünü aç! "Pişmanım" de. De, çünkü pişmansın. "Pişmanım" de ki, etrafındakiler, aşk, sevgi ve şefkat nehrinde yıkasınlar seni. De ki; insin o koca koca yükler omzundan. De ki; gözüne inen kara perdeler kalksın. De ki; gör, mutlu ve ait hissettiğin yeri. Korkma... Derin bir "oh" çekerek, De ki; işte..."


Başka Birinin Bavulu, sy.39

Salı, Kasım 17

Kıskanmağa Gittim...



Evet, şu entelektüel yazar elbette ki filme gitti, çağrışım oradan. Ancak anlatacağı şey bu değil. Cümle içinde pek kullanılan bir kelime değil gibi; Kıskanmak. “Dün bir arkadaşımı gördüm, bilmem nereye müdür olmuş. Kıskandım.” Der miyiz? Demiyoruz galiba. İçimizde en söylemekten imtina etmeyenimiz “Kötü hissettim” ya da “Üzüldüm” ya da “Kızdım” diyoruz. Aslında en temelde kıskanıyoruz. Bizde olmayanı, sahip olamadığımızı mı? Aslında “başkasının olanı”. Yani, bir şey var, orda orta yerde duruyor, sizin değil ama kimsenin de değil. Burada kıskanılacak bir şey var mı? Mesela; bir vitrinde, 36 beden bir mankenin el değiştirmesi sonucu unutulan bir çift bacak mı kıskandığımız, yoksa yolda bir mini eteğin altında, uzun siyah çizmelerin üstünde yürüyen bir çift bacak mı?


Kıskanmak, telaffuzdan titizlikle uzak durduğumuz o olumsuz duygulardan daha farklı sanki. Yani daha kolay “kızdım” diyoruz da, daha zor “kıskandım” diyoruz. Çünkü hepimiz insanız, tabi ki kızabiliriz, ama insan olan kıskanmaz. Çünkü, kıskanmak aşağılık bir şeydir. Sen arkadaşının sevgilisi var da senin yok diye arkadaşını kıskanıyorsan, Allah belanı versin! İrtibatı kesmeli hemen. Çünkü senden her şey beklenir. Yarın öbür gün ayartırsın adamı, evlerden ırak… Heeeeh, işte mevzunun düğümlendiği yer burası. Ne demiştik? Kıskanmak, sende olamayanı istemek. Ve eğer yeterince çok istersen, elde etmek için her türlü pisliği yaparsın. Adam bile öldürürsün. Savaşlar da bir yanıyla buradan çıkmıyor mu zaten? O toprakta gözün var ya da o petrolde. Eh yeterince de gücün varsa, saatli bomba gibisin.


Kıskanmamak mümkün mü? Başkasında olana arzuyla bakmamak, “nefsini terbiye etmek”. Neden hep aynı örneklere bakıyoruz? “Adamlar Kaş’a yerleşmiş, bahçeli evleri var, her gün domates salatalık bahçeden,…” cümlesinde yok mu kıskanma? İnsana dair bir hissiyat nasıl bu kadar korkunç, dehşetengiz, vahşi olabilir? Aslında kıskanmayla mücadelemiz, elimizdekini başka “avcılardan” korumak üzerine mi?


Hafta sonu bir film izledim. Bir Fransız korku filmi. Detaya girmeyeyim, ama filmde adam bir günlük hakkında şunları söylüyor: “Bütün kitaplar sorular sorar en nihayetinde; bu cevapları veriyor.”


Bu, yazar kulunuz da görüldüğü üzere ancak soru sorabiliyor.


Not: Bu yazının ilham perisi aslında filmden evvel, sevgili arkadaşım, süper insan, Atom Karınca, Nefrin’dir. Mörfi Kanunlarından buraya nasıl geldim, bilemiyorum…

Cumartesi, Kasım 14

Bir Hayalperverin Seyir Defteri




Bir oda var, odanın içinde bir soba. Dökme demir, gri. Nasıl da yanıyor...Ritmik, güp güp güp güp... Tam sobanın yanında bir sedir var, duvara dayalı tarafında basma kumaştan yastıklar, içi pamuk dolu, bazılarınınki saman. Sedirin üzerinde bir kilim, renk renk, sıkı sıkı örülmüş, ama yumuşak. Oda pek sıcak. Şu kapının dışı nasıl soğuktur şimdi adımını atsan. Brrr...Ama oda sıcacık, battaniye gibi örtmüş üstümü. Sedirde kıvrılmışım. Güp güp sesi, sobanın üstünde kaynayan çayın tıslayan sesi, arada yanan kömür sesi. Başka hiç ses yok. Bir kedi var, ben uzanınca gelmiş yanıma, kafasını karnıma sürte sürte yer aramış kendine. Kolumu kaldırıp göğsüme doğru bastırmışım, o benden önce uyumuş, burnundan soluk alıp veriyor, duyuyorum. Ama hep kapalı gözlerim. Kaslarım gevşedikçe gevşemiş. Uykuyla uyanıklık arasında hayalle rüya peşinde geziyorum. Biri üstüme yumuşacık hafif bir örtü örtüyor.


Gözümü açıp kim olduğuna bile bakamıyorum. Uykuya çekiliyorum ihtirasla.


Ölüm böyle bir şey olmalı...

Cuma, Kasım 13

Mor Den Vörds...



Size de olur mu?


Bir sürü sözcük birikir. Hatta “birikme yapar”. O kadar çok birikir ki; hani biri kafanızı açıp baksa, sağa sola zıplayan, birbirini iten, tortop olmuş yuvarlanan “ama” lar, “evet” ler, “hasta”lar, “ah”lar, “yemek”ler, “of”lar, “dur”lar, “kalk”lar, “palyatif çözüm”ler (sevgili İlker’in de makalesinde değindiği gibi :)) görecek. Yazsan yazılmıyor, yazılamıyor. Atsan, zaten mümkün değil. Bir de işin kötüsü, duygudan duyguya sürükler edepsizler.


Böyle durumlarda ben, koşmak istiyorum. Buradan başlayıp, ne bileyim, TEM gişelerine kadar koşmak mesela. Ama öyle ciğerlerimi bağırta bağırta değil. Çok hızlı, ama yorulmadan. Sanki yer ayaklarımın altında kayar gibi. 5’er metrelik adımlarla, önüme hiçbir şey çıkmıyor gibi. Sanki her adımımda, 3’er kelime, her 100 metrede bir cümle düşürecekmişim gibi.


Ne düşerse düşsün,


Kalanlar benim olsun…

Çarşamba, Kasım 11

İnsan Neyle Yaşar?


Bu başlığı İstanbul'un herhangi bir yerinde okuduğunda; dalga geçmek, spontanitesini "check" etmek, ya da gerçekten ne bulabileceğini görmek için, cevaplamayan insan, sanırım, yoktur. Bu yüzden çok sade bir mantıkla insan bienalle yaşar da diyebiliriz. Neyse...


Buraya nereden geldik diye aklı karışan yazar, bir av köpeği gibi çağrışımlarının izini sürerek asıl mevzuya gelebilir mi? Gelir. Ne dedik? Spinoza terapisti dedik. Spinoza'nın terapisi bir yana, kendisi hakkında iki laf edebilmek için bile kırk ambar ekmek yemem lazım. O mevzuyu yavaş yavaş konuşuruz, sindiririz. Ama "Neden oluyorum ben Spinoza terapisti?"


Spinoza terapisti olursam, herhalde, en kötü ihtimalle ismim duyulur; eh işlerim de açılır. Paraya para demeyebilirim. Ne işime yarar bütün bunlar? Ben neyle yaşıyorum? Parayla mı?


Ben muhabbetle yaşıyorum...


O nedenledir ki, beni paraya götürebilecek her düşünce, ihtimal sınırları içine giriyor. Para demek, muhabbetle çatır çatır yenecek yemekler, çıkılacak tatiller, içilecek envayi çeşit içkiler demek.


Diyeceksiniz ki, sayın yazar, hiç mi yok bir tanınma, literatüre geçme, isim anası olma hevesin. Vallahi yok... Benim işin kendisinden alacağım zevk, okuma, anlama ve kendime yorma sürecinden bir tık öteye gitmez, biliyorum şu sapık bünyeyi.


Ben ne yapayım şanı şöhreti, Berfu'ya, "Bu akşam bilmem nerde konuşmaya gideceğim, o nedenle geçen 3 seferde olduğu gibi bu sefer de seninle rakı içemeyeceğim Asmalımescit'te" diyeceksem. Ya da param olsa ne olur "Ya seninle de ne zamandır görüşemiyorduk Burak'cım ama ben ancak yarım saat kalabileceğim, yetiştirmem gereken bir yazı var da"cümlesini kuruyorsam sıkça.


Hayatta her dakika özlediklerimle, özlem giderebilmek için varım. Bunu yapamıyorsam, bundan dolayı huzursuzlanıyorsam, ne yapayım mutfağımdaki şişe şişe Porto şarabını. Neye yarar?


Var öyle insanlar. Hayatları ajandalarına aldıkları ve bittikçe üstlerini çizdikleri işlerinden ibaret. Akşam yemekleri, ikindi kahveleri, gece partileri de dahil. Hep merak ederim, acaba hayata dair ne biriktirirler?


İşte bu yüzden, ben Spinoza'nın kendisini de terapisini de severim, yaparım icab ederse. Ama ufak bir kafe açar orada pesto soslu makarna da yaparım. Yeter ki, akşam yemeğinde dostlar, sevilenler, özlenenler olsun, ister Spinoza ister portakalağacı okuması yapalım, kafamıza ne eserse...

Cuma, Ekim 9

"Psikodrama Dediğin Nasıl Birşey?" diye soranlara...



DO

Dün sabaha karşı kendimle konuştum
Ben hep kendime çıkan bir yokuştum
Yokuşun başında bir düşman vardı
Onu vurmaya gittim kendimle vuruştum.

OZDEMIR ASAF

Cumartesi, Eylül 12

Beğenerek İzliyoruz...

"...Zaman mahlûku, saatlerin baskıcı denetimi dışında bile aramızda bir hayalet gibi geziniyor. İster bağbozumunda, ister narlar çiçek açtığında, ister Zeynep Kâmil’de filanca gün saat 3’ü beş geçe doğmuş olalım, o andan itibaren içselleştirmeye zorlandığımız, insanlığın belki en acımasız eseri olan zamanın baskısından kurtulmak mümkün mü? Ben, bu yazıyı yetiştirmekte zorlanıyorum. Bütün söz verdiğim işleri yetiştirmekte zorlandığım gibi. Yaşımı hatırlamakta, hatırladığımda onun gereklerini kabul etmekte, kimi şeylerin çok usul, kimi şeylerin çok hızlı olup bitmesine alışmakta zorlandığım gibi. Hayatımda hiçbir randevuya gecikmemiş olmam, hiçbir treni, uçağı, otobüsü kaçırmamış olmam, belki bunun ezikliğindendir.

Belki de değildir. Zamanın ne içinde ne de büsbütün dışında hissetmek başlı başına bir cehennemdir belki. Ruhen, Tanpınar gibi geniş, yekpare bir anın parçalanmaz akışına talip olmak."
Yıldırım Türker
Radikal, 12.09.2009

Çarşamba, Ağustos 12

Leonard Cohen Çarpması...


Haberi ilk duyduğumda vücuduma bir sıcaklık yayılmıştı, hatta neredeyse gözüm doluyordu. Ben İstanbul dışına çıktığımdan, "Kalmaz malmaz aman diyeyim" korkumuza istinaden Arzu koşarak gidip almıştı biletleri. Odamdaki kitaplığın en görünen ama en zor ulaşılan yerinde sakladım onları. Kullanma zamanı gelene dek. Ve 5 Ağustos 2009 saat 20:00 sularında elimizde biletler, kalbimiz güm güm Harbiye Açık Hava Tiyatrosu'nun yolunu tuttuk. Oturduğumuz yerin konumu itibariyle bir çekirdeğimiz eksikti. Zira, kapının neredeyse hemen yanındaki koltuklarımızın önünden, bize görünmeden geçebilen kimse olamadı. Biz de, elbette ki, dedikodu, kritik, kikirdeme, vb. yapmadan bırakmadık geçenleri. Saat tam 21:00'de önümüzden geçen, geç kalmış insan güruhu arasından, Cohen, sahneye fırlayıverdi. Biz önce anlamadık, teknisyenler ya da "ön grup" falan zannettik. Ama hayır! "Bildiğimiz" Leonard Cohen, 75 yaşın tüm ihtişamıyla "Dance Me to the End of Love" diye başlayıverdi. Sırtıma kadar ürperdim. Anlayamadım, algılayamadım. 3 şarkı boyunca da kendime gelemedim. Hayatım boyunca böyle bir şey yaşadığımı hatırlamıyorum. Orada olduğuma ve "O"nun orada olduğuna inanmıyordum. Sanki evdeydik ve Arzu geleneksel playlistimizi açmış, "ain't no cure for love"ı çalıyordu. Konseri yüzümde kocaman bir gülümseme, zaman zaman gözlerimi kapatarak, zaman zaman gökyüzüne bakarak, ama çoğunlukla ellerim kalbimde dinledim. Diyorlar ki, bir şarkıda sahnenin üzerinden bir yıldız kaymış.

Sıra Famous Blue Raincoat'a geldi. Leonard Cohen başladı: "It's four in the morning, the end of December...". Ve devam etti; "...and what can I tell you my brother, my killer?" Hıçkırmaya başladım, gözlerimden yaşlar indi. Söylenenlere göre, şarkı başladığı anda tiyatrodaki sigara yasağı bir anda delinmiş, insanlar birer sigara yakmış. Ne sigarası, kendimi yakıyordum adeta. Şarkıda anlatıldığı gibi bir şey, bildiğim kadarıyla, yaşamadım. Lakin, Cohen bunu yazarken ne hissettiyse, sanki aynısını hissettim.

Sonrasında bisler birbirini izledi. Hiç bitmesin istedim, orda sonsuza kadar kalmak istedim. Zaten 1 hafta boyunca da ayık gezmedim, fena çarpılmıştım.

Ben, söylenen her şeye rağmen, tarihe tanıklık ettiğimi düşünüyorum. Yaşayan en büyük müzisyen, şarkı sözü yazarı, bestecilerden birini gördüm, duydum, dinledim. Çocuklarıma sadece bunu ve ne yaşadığımı anlatsam bile, sanırım akıllarında yer edebilirim :)

Bu arada konserde olamayanlar vardı...Keşke olabilselerdi...


Bu yazı onlar için olsun o vakit...:) :)

Pazartesi, Temmuz 13

İnsanın İyimser Olma Hali...


İyimserlik hep takdir edilen, özenilen, sahip olmak istenen olmuştur. Çünkü öfkeden uzaklaştırır, üzüntüyü bertaraf eder. Mutlu eder. İnsan da mutlu olmak ister. Bu nedenle iyimser olmaya çalışır. Kafasındaki her türlü soru işaretinden kurtulup "Yok canıııım" ya da en kötü ihtimalle "Aman canııııım" demeye, dedirtmeye gayret eder. İşler yolunda giderse, güzel güzel idare eder kendini. İyimserlik güçlüdür kapılır gidilmesi halinde. Kafadaki şeytanları kovmaya birebirdir.

Sonra, birden bir gün, olmadık bir yerde olmadık bir surette "melabaaa" der bir yerlere sıkışıp kalmış ufak, küçükcük bir gerçek. Yüz dağılır, baş döner. Kafasına balyoz ve yahut piyano inmiş Slyvester gibi olunur. İyimserlik balon gibi patlar. Ya da tokat gibi suratta patlar. Uzak kalınmaya, "bana dokunmasın" denmeye çalışılan, köşe bucak kaçılan öfke bir mıknatıs gibi oturur ciğere, başlar bütün iç organları kendine doğru çekmeye. Kulaklardan buhar çıkar, gözlerden ateş fışkırır, kafaya vurularak dövünülünür. "İyimserlik" "Saflık" a dönüşür.


Buradan tavsiyem sevgili okur; iyimserlik kolunu sadece gerektiğinde çekiniz. Ayrıca tecrübeyle sabittir ki, yemeklerden önce alınan bir doz iyimserlik; hazımsızlık yapıyor...
Aman, aman dikkat!

Salı, Temmuz 7

Macera

Haziran ayı oldukça hareketli bir aydı gerçekten. Düğünlerden sonra son durağım Fethiye'nin şirin beldesi Kayaköy oldu.


Aslında bu tatil bir süredir planlanıyordu. Sinem, Barış, Burak ve ben, bir tatil peşindeydik. Ama her şey o kadar hazırlıksız oldu ki, ben bile bu tatile gidip geldiğimize şaşıyorum. Zira, tatil zamanı tatilden 1 hafta önce, mekan ise yaklaşık 3 gün önce netleşti.


Ben aralarına katıldığımda, Sinem, Barış ve Burak 2 gündür Kayaköy Sanat Kampı'nda olmaları nedeniyle, ahaliyle kaynaşmış, hatta arkadaşlar edinmişlerdi. Sabah Fethiye'ye indikten sonra Kayaköy minibüsleri marifetiyle mekana ulaştım. Yalnız, tam inerken şoför, "işte burası" anlamına gelen bir el işareti yaptı. Ben, "ha, ne burası mı yani?" demeye kalmadan da gözden kayboldu. Gösterdiği yer bildiğin tarla. Tabi, doğal ortama gidiyoruz ya, dedim ki herhalde epey doğal buralar, başladım yürümeye. Ama bir tuhaflık var, otların üstünden atlıyorum, tezeklere basıyorum filan. Bir baktım, yan tarafta bir tane at var. Artık bu işte bir iş var diyerek Sinem'i aradım. Gerçekten yanlış yöne gidiyormuşum! İyi ki önüme sadece at çıktı, ya yılan filan çıksaydı. Bak gene nasıl terörize oldum!!


Sinem'în direktifleri doğrultusunda mekana doğru ilerledim. Bu kez de köpeklerle karşılaştım, hav hav bir başladılar, kendimi şaşırdım. Meğer aslında yine yanlış sayılabilecek bir yola sapmışım. O esnada köpek seslerini duyan Sinem de geldiğimi anlamış! Canım benim :)


Odaya yerleşip ısınma turlarına başladım. Aşağıdaki gibi bir yer:














Aslında burası isminden de anlaşılacağı üzere sanat atölyelerinin olduğu bir kamp ama biz başka mecralara da yelken açmak niyetinde olduğumuzdan atölyeleri sadece uzaktan izledik. Onlar çalışırken biz çimlerde yattık.



Bu arada Barış inanılmaz bir sabır ve azim örneği göstererek bana bisiklete binmeyi öğretmeye çalıştı. Kendisinin uğraşları neticesinde toplam 10-15 saniye kadar kendim gidebildim. Dediğine göre öğrenmeme çok az kalmış. Bu arada bacakları, topuğu filan parçaladık ayrı konu. Ama şu hayatta bir şeyi daha öğrenmeye ramak bırakmış oldum. Huzurlarınızda kendisine bir kez daha teşekkür etmek istiyorum...



Her öğleden sonra bir yere gitme faaliyetlerinin ilki Soğuksu Plajı'na gitmek idi. Gitmek derken sakın bir vasıta ile gitmek zannedilmesin, yoo hayır. Yaklaşık 50 dakikalık bir dağ tepe tırmanma, bacakları çalılara çizdirme, börtü böcekle mücadele etme parkurundan sonra mekana ulaştık. Bu arada terkedilmiş bir sürü Rum evi gördük. Çok acayipti.

































Soğuksu Plajı muhteşem bir yer. Böyle gidiyorsunuz gidiyorsunuz, havuz gibi bir bölge var, gerçekten su buz gibi. Barış ve Burak girdiler, biz sadece ayaklarımızı sokabildik. Su o kadar berrak ve sakindi ki çıkmak istemedik.

















Barış da çıkmak istememiş ve kenarda çip çip çip çip yüzmeye devam etmişti. Taa ki, deniz çiyanı denen o mel'un hayvan kendisindeki zehri Barış'a zerkedene kadar...Böyle bir şey, böyle yaptı:
















Yine de kendisi oldukça metanetli bir insan olarak, uygulanan yanlış tedaviye rağmen, eğlenmeyi ve eğlenceye iştirak etmeyi ihmal etmedi.



















Akşamüstü, aynı yolu yürüyerek kampa ulaştık. Delice lezzetli yemekler bizi bekliyordu. Delice yedikten sonra bizi toplayıp bir bara(?) götürdüler. Buradaki ortam, içkiler ve müzik Burak ve Sinem'i bambaşka bir aleme götürdü. O kadar ki, dans ederken fotoğrafta görünmüyorlardı. Vay didik!











Ertesi gün biz Sinem'le cam atölyesini ziyarete gittik. Deniz, öğrencilerine :), muhteşem şeyler yaptırmış. Ayrıca Deniz muhteşem bir evde kalıyor, ayrıca Deniz'in muhteşem bir dövmesi var...















Öğleden sonraki mekan, Gemiler ve yahut St. Nicholas adasıydı. Buraya önce kampın çılgın minibüsü, ardından da bir gün evvel kendisinden gözleme aldığımız amca ve teyzenin muhteşem teknesi(!) ile ulaştık. Kendileri meğer, koy koy dolaşıp gözleme satarlarmış.




















Burada çeşitli kiliseler var. Bol miktarda da tekne. Ayrıca deniz motorları. Bunlar nedeniyle çok fena sinire kestik. Akşam üstü, güneşin batışını izlemek için tepeye tırmandık. Manzara nedeniyle, yine, kendimi kaybettim. Arkadaşlar da türlü yoga hareketleri ile kendilerini bulmaya çalıştılar.





























































Akşama kampta mangalda balık, rakı, oynak bir ortam ve Barış'ın ikizi Danish'in doğumgünü vardı.












































Ertesi sabah ben erkenden kalkıp Karuna'nın yoga dersine katıldım. Enteresan bir deneyimdi. Ama bana pek gelmeyecek tarafları olduğu kesin. O gün Kabak Koyu'na gitmek üzere yola çıktık, akşam saatlerinde Ölüdeniz üzerinden Kabak Koyu'na ulaştık. Nerde kalalım, nerde kalalım derken Şubat ayında hizmete girmiş olan Shanti Garden'ı bulduk. Hiç de pişman olmadık. Denize en yakın, yemekleri en güzel yeri bulmuşuz meğer. Bir de Megi vardı, dişi bir Labrador, hastası olduk hayvanın.






























Kabak Koyu, daha doğrusu Gemile Koyu, Kabak Vadisi, orman ve denizden ibaret. Kendinizi gerçekten ıssız bir adaya düşmüş gibi hissedebilirsiniz. Bazen biraz kaybolmuş gibi. Karşınıza bir insan çıktığında da birden bire bulunmuş gibi. Ama aslında bulunmak istemiyormuş gibi. Dolayısıyla biraz hayalkırıklığına uğramış gibi. Ama insan uzaklaşınca, tekrar başa dönmüş gibi.
Heyecanlı değil mi? :)



Kabak'ta belki dudak bükebileceğim şey deniz oldu. Kötü değil kesinlikle, ama çok dalgalı olduğunda su bulanıyor ve Ege'ye pek yakışmıyor sanki. Yine de, elbette, bir çok denize tercih ederim.































Kabak'taki ikinci günümüzde İbrahim Hoca'yla tanıştık. Kendisi Kelebekler Vadisi'nde dalış yaptırırmış. Bir sonraki gün için dalış önerdi. Barış ve Burak hevesle kabul ettiler. Biz Sinem'le kulak problemi yaşayan kadınlar olarak (Daha sonra Kelebekler'de rastladığımız Danish bizimle bu nedenle hafiften dalga geçti) dalamayacaktık. Ertesi sabah için sözleştik.



İbrahim Hoca, bizi Zodyak tipi botuyla almaya geldi. Zar zor bota bindikten sonra suları yara yara Kabak'tan Kelebekler'e gitmeye başladık. Bota tutunmak zordu (meğer asıl zoru daha sonra göreceğimiz varmış) ama hayatımda yaptığım en güzel yolculuklardan biriydi. Burada Barış ve Burak dalış hazırlıklarını yapıp aşağıdaki kıvama geldiler:













Onlar dalarken biz de Sinem'le denizin ve manzaranın tadını çıkardık. Buradaki deniz hayatımda gördüğüm neredeyse en güzel su. Rengi, duruluğu hayal gibiydi. Orada kalmak istedim. Akşamüstü de gün batımına karşı Tai Chi yaptılar. Acayip mistik bir ortam.











Orada kalmayı biraz fazla istemiş olmalıyım ki; İbrahim Hoca bir kısım insanı başka bir koya bırakmak üzere gitti, gelmez. Artık güneş batmak üzereydi ki, vadinin başlangıcında göründü. İnanılmaz bir dalga var. Ben binerken ayağım kaydı, botun altına düştüm. Zar zor bindik bota. Daha tam yola çıkmadan kaptan, "ne yapsak bilemiyorum, acaba Kabak'a yanaşabilecek miyiz çok merak ediyorum" gibi sözler sarfetmeye başladı. Sen bilmeyeceksin de biz mi bileceğiz? Daha koydan çıkmadan "Durun şuna benzin ekleyelim" diyerek bize koca bidondan yakıt deposuna, o sallantının içinde, benzin doldurttu. Besmele ile yola çıktık. Ancak öyle bir dalga var ki, yerimizde zor duruyoruz. Önde oturan Barış ve Sinem her dalgaya vuruşumuzda yerden 10cm kadar yükselip tekrar yere çarpıyor. Çok tehlikeli, ancak adrenalin had safhada. Beni bir gülme aldı. Artık, hıçkırıyorum gülerken, neyse ki motorun ve dalgaların sesi nedeniyle sesim duyulmuyor, çünkü eminim korkunç vaziyetteyim o esnada.

Güç bela kıyıya ulaştık. Kahramanca, botu sahile çektik. Ancak "maceradan maceraya koştuk" cümlesinin hakkını verdik.

Dönüş yolu, her tatil dönüşü olduğu gibi sıkıntılıydı. Gelirken içinde mışıl mışıl uyunan otobüs, dönüşte dar geldi, mutsuz olundu. Kendi bitti, anısı kaldı tatilin.

Bu hayatımdaki en güzel tatillerden biriydi. Meğer ben ne spontan ne maceraperest insanmışım. Bunları da severmişim. Heyecan benden hiç de uzak değilmiş. Vay canına!

Elbette, bu imkanı bana sağlayan muhteşem tatil arkadaşlarım Barış, Sinem ve Burak'a da teşekkürü bir borç bilmeliyim :D Gene yapalım olum...

Çarşamba, Temmuz 1

Düğün İki Kişiye Ne Var Deli Komşuya- Episod Tu: Rabişim&Umutoğlan





Rabişin bana Umut'tan ilk bahsettiği günü hatırlıyorum. Ben İstanbul'dayım, o Ankara'da. Diyor ki, "Ya, bi çocuk var, Umut". Bir de benden çekinmiş sıpa. Hoş, ben de gerçekten kendisine temkinli davranması konusunda öğütler vermiştim. Ama ne bileyim ben o Umut'un bu Umut olduğunu. Canım benim. Neyse, yes orrayt derken bunlar evlenmek için gün aldılar. Ve gün geldi, geliyor, gelecek, yok artık gelmiş olamaz derken Arzu ile kendimizi İstanbul'dan Eskişehir'e seyahat etmekte olan Buzlu Turizm'in sayın yolcuları arasında buluverdik. Heyecanımız 1 hafta evvelden başlamıştı, çünkü 20-21 Haziran'ın başka bir anlam ve ehemmiyeti de vardı. Neredeyse yıllar sonra, Diyırtavık ekibi, tam kadro, bir araya geliyordu. Yüzyılın buluşması...



İlk biz varmışız Eskişehir'e. Zü'cüm aldı bizi garajdan, Espark isimli güzide mekana götürdü. Orada yemek yedik ve neredeyse 1 senedir görmediğimiz Rabiş'le kucaklaştık. Oradan da ver elini kuaföre. Neden? Akşama kına gecesi var. Bu 2 hafta içinde yaptırdığım saç miktarı beni hayatımın sonuna kadar kuaför olayından soğutabilir diye düşünüyorum şu an. Yine de kafamı astronot başlığı gibi ısıtıcıların içine sokmadığım için kendimi şanslı addediyorum. İşte her iki günkü kuaför maceralarımızdan bazı kesitler:























Artık kına gecesi için hazırdık. Eve gittiğimizde Rabiş'in süper annesi Sabahat Teyze, müthiş Ankara havası oynayan yengeleri ve tencereler dolusu sarma bizi bekliyordu. Gecenin üçünde bir tencere sarma yiyip, bir de terbiyesiz gibi, kalan 3-5 taneyi "ne yapalım" diye sorduğumuz konusunu ivedilikle geçiyorum. Kına gecesine damgayı "Sabahlara dayanamam Osman Aga" isimli eser vurdu. Bunun dışında Arzu ile özenle derlediğimiz "Safiyeme karyola dar gelir", "Çok içme kayınço" ve benzeri nadide parçalardan oluşan arşivimizin yarattığı infial de görülmeye değerdi. Kına gecesinin en çok sırıtan insanının Rabiş olması oldukça ironikti. Tabi ki, yine çok oynadık. Yetmedi, kına gecesi bitiminde Umut ve arkadaşlarının bekarlığa veda partisi yaptığı mekana gidip Umut'un arkadaşlarının "nerde bu kız tarafı bee" provakasyonlarına gelip bir de orda oynadık.






















Gece elbette neredeyse uyumadık, konuşacak, anlatacak çok şey vardı. Aslında hala da bitmiş denemez. Çünkü olaylar anlatılabildi ancak, duygulara sıra gelemedi :). Rabiş gecenin yarısında biz anlatırken kaymış olsa da, en azından nerede kaldığını biliyor.


Sabah Sabahat Teyze'nin şen sesiyle uyandık, gözler balon gibi, neticede en fazla 3 saatlik bir uyku söz konusu. Ama görev beklemez, koşarak yine kuaförde aldık soluğu. Gerekli hazırlıklar yapıldı, ortaya muhteşem bir gelin çıktı, aşağıda sıpayı görebilirsiniz.



























Gelinin evden çıkması seramonisi sırasında Ömer Amca ve Sabahat Teyze'nin soğukkanlılıklarına ve güleryüzlerine hayran olduk, çünkü biz neredeyse hüngür hüngür ağlama noktasındaydık, bize ne oluyorsa. Bundan sonra, bizim düğün arabamız da ufak çapta bir kamyonet oldu. Onunla fotoğraf çekimi mekanı olan Japon Bahçesi'ne gittik, düğün yerine vardık. Sonra düğün bitiminde kıskanç Rabiş ve Umut çifti ona binip eve gittiler. Hayatım şekil.com! Düğünde de, tabi ki, oynadık, aniden sahneye fırlayıp şovdan şova koşan Kolbastı'cı genç arkadaşımızı ve Hatice ile dans eden Umut'un babasını alkışladık. Biz de boş durmadık, bir milyon lafın belini kırdık. Gece de otobüs saatlerimize kadar Eskişehir'i turladık, birbirimizi ne kadar özlemişiz onu tespit ettik.




















Ben Umut ve Rabiş'e ömür boyu mutluluklar dilemeyeceğim, çünkü buna gerek yok. Birlikte oldukları sürece zaten aşırı derecede mutlu olacaklar. Umut'cuğum farkındaysan toplamda 6 adet baldızın oldu, ama bizim de fantastik ve de harika ve de delice bir kardeşimiz oldu :)
Hastayım len size...