Salı, Aralık 22
Bu Şehir...
Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim, dedin
bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet.
Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya;
-bir ceset gibi- gömülü kalbim.
Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?
Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam,
kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün,
boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede.
Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma-
Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de.
Kavafis, diye mırıldandım.
Bu yol tabelasının ikimiz için de aynı yeri işaret ettiğini görmek, uzun zaman sonra ilk defa, umutlandırdı beni..."
Duvar Ustası, sondan 3. sayfa
Cuma, Aralık 18
Alıntılara Ara...
"Geliyorum"
" Geliyorum, dedi telefonda. " Ama şu konuda anlaşalım: soru yok, serzeniş yok, surat asma yok. Ben bütün hesaplarımı kapattım bu yeniyıl arifesinde. Kendimle de barıştım. Zaten neyi neden yaptığımı biliyordum. İyice bıraktım kendimle mücadele etmeyi. Çok iyiyim, mutluyum kendimle. Şimdi seni de mutlu etmeye geliyorum."
Mutluluk, diye düşündü telefonun diğer ucunda; hayatta kaç kez aynı anda iki kişiyi yakalar? Bu benim hayatımda kaç kez oldu? Sen sanıyorsun ki; hesap kapatmak ne kadar hata yaptığının, ne kadar kötü olduğunun farkına varmaktır. Oysa hesaplar ancak ne kadar kötü olduğunun farkına varıp kötü olmayı tercih etmediğinde, kısmen kapanır. Kısmen, çünkü bu mücadele işidir. Hata yapılır, ve telafi edilir. Hatayla yaşanmaz.
Ve bunların hiçbir tanesini söylemedi. Hatta bunların hiçbiri dilinin ucuna gelmedi."
Duvar Ustası, sy.190
Cuma, Aralık 4
Salı, Aralık 1
Sen Hiç Tövbekar Oldun Mu?
Salı, Kasım 17
Kıskanmağa Gittim...
Kıskanmak, telaffuzdan titizlikle uzak durduğumuz o olumsuz duygulardan daha farklı sanki. Yani daha kolay “kızdım” diyoruz da, daha zor “kıskandım” diyoruz. Çünkü hepimiz insanız, tabi ki kızabiliriz, ama insan olan kıskanmaz. Çünkü, kıskanmak aşağılık bir şeydir. Sen arkadaşının sevgilisi var da senin yok diye arkadaşını kıskanıyorsan, Allah belanı versin! İrtibatı kesmeli hemen. Çünkü senden her şey beklenir. Yarın öbür gün ayartırsın adamı, evlerden ırak… Heeeeh, işte mevzunun düğümlendiği yer burası. Ne demiştik? Kıskanmak, sende olamayanı istemek. Ve eğer yeterince çok istersen, elde etmek için her türlü pisliği yaparsın. Adam bile öldürürsün. Savaşlar da bir yanıyla buradan çıkmıyor mu zaten? O toprakta gözün var ya da o petrolde. Eh yeterince de gücün varsa, saatli bomba gibisin.
Kıskanmamak mümkün mü? Başkasında olana arzuyla bakmamak, “nefsini terbiye etmek”. Neden hep aynı örneklere bakıyoruz? “Adamlar Kaş’a yerleşmiş, bahçeli evleri var, her gün domates salatalık bahçeden,…” cümlesinde yok mu kıskanma? İnsana dair bir hissiyat nasıl bu kadar korkunç, dehşetengiz, vahşi olabilir? Aslında kıskanmayla mücadelemiz, elimizdekini başka “avcılardan” korumak üzerine mi?
Hafta sonu bir film izledim. Bir Fransız korku filmi. Detaya girmeyeyim, ama filmde adam bir günlük hakkında şunları söylüyor: “Bütün kitaplar sorular sorar en nihayetinde; bu cevapları veriyor.”
Bu, yazar kulunuz da görüldüğü üzere ancak soru sorabiliyor.
Not: Bu yazının ilham perisi aslında filmden evvel, sevgili arkadaşım, süper insan, Atom Karınca, Nefrin’dir. Mörfi Kanunlarından buraya nasıl geldim, bilemiyorum…
Cumartesi, Kasım 14
Bir Hayalperverin Seyir Defteri
Bir oda var, odanın içinde bir soba. Dökme demir, gri. Nasıl da yanıyor...Ritmik, güp güp güp güp... Tam sobanın yanında bir sedir var, duvara dayalı tarafında basma kumaştan yastıklar, içi pamuk dolu, bazılarınınki saman. Sedirin üzerinde bir kilim, renk renk, sıkı sıkı örülmüş, ama yumuşak. Oda pek sıcak. Şu kapının dışı nasıl soğuktur şimdi adımını atsan. Brrr...Ama oda sıcacık, battaniye gibi örtmüş üstümü. Sedirde kıvrılmışım. Güp güp sesi, sobanın üstünde kaynayan çayın tıslayan sesi, arada yanan kömür sesi. Başka hiç ses yok. Bir kedi var, ben uzanınca gelmiş yanıma, kafasını karnıma sürte sürte yer aramış kendine. Kolumu kaldırıp göğsüme doğru bastırmışım, o benden önce uyumuş, burnundan soluk alıp veriyor, duyuyorum. Ama hep kapalı gözlerim. Kaslarım gevşedikçe gevşemiş. Uykuyla uyanıklık arasında hayalle rüya peşinde geziyorum. Biri üstüme yumuşacık hafif bir örtü örtüyor.
Gözümü açıp kim olduğuna bile bakamıyorum. Uykuya çekiliyorum ihtirasla.
Ölüm böyle bir şey olmalı...
Cuma, Kasım 13
Mor Den Vörds...
Bir sürü sözcük birikir. Hatta “birikme yapar”. O kadar çok birikir ki; hani biri kafanızı açıp baksa, sağa sola zıplayan, birbirini iten, tortop olmuş yuvarlanan “ama” lar, “evet” ler, “hasta”lar, “ah”lar, “yemek”ler, “of”lar, “dur”lar, “kalk”lar, “palyatif çözüm”ler (sevgili İlker’in de makalesinde değindiği gibi :)) görecek. Yazsan yazılmıyor, yazılamıyor. Atsan, zaten mümkün değil. Bir de işin kötüsü, duygudan duyguya sürükler edepsizler.
Böyle durumlarda ben, koşmak istiyorum. Buradan başlayıp, ne bileyim, TEM gişelerine kadar koşmak mesela. Ama öyle ciğerlerimi bağırta bağırta değil. Çok hızlı, ama yorulmadan. Sanki yer ayaklarımın altında kayar gibi. 5’er metrelik adımlarla, önüme hiçbir şey çıkmıyor gibi. Sanki her adımımda, 3’er kelime, her 100 metrede bir cümle düşürecekmişim gibi.
Ne düşerse düşsün,
Kalanlar benim olsun…
Çarşamba, Kasım 11
İnsan Neyle Yaşar?
Cuma, Ekim 9
"Psikodrama Dediğin Nasıl Birşey?" diye soranlara...
DO
Dün sabaha karşı kendimle konuştum
Ben hep kendime çıkan bir yokuştum
Yokuşun başında bir düşman vardı
Onu vurmaya gittim kendimle vuruştum.
OZDEMIR ASAF
Cumartesi, Eylül 12
Beğenerek İzliyoruz...
Belki de değildir. Zamanın ne içinde ne de büsbütün dışında hissetmek başlı başına bir cehennemdir belki. Ruhen, Tanpınar gibi geniş, yekpare bir anın parçalanmaz akışına talip olmak."
Yıldırım Türker
Radikal, 12.09.2009
Çarşamba, Ağustos 12
Leonard Cohen Çarpması...
Pazartesi, Temmuz 13
İnsanın İyimser Olma Hali...
Salı, Temmuz 7
Macera
Her öğleden sonra bir yere gitme faaliyetlerinin ilki Soğuksu Plajı'na gitmek idi. Gitmek derken sakın bir vasıta ile gitmek zannedilmesin, yoo hayır. Yaklaşık 50 dakikalık bir dağ tepe tırmanma, bacakları çalılara çizdirme, börtü böcekle mücadele etme parkurundan sonra mekana ulaştık. Bu arada terkedilmiş bir sürü Rum evi gördük. Çok acayipti.
Soğuksu Plajı muhteşem bir yer. Böyle gidiyorsunuz gidiyorsunuz, havuz gibi bir bölge var, gerçekten su buz gibi. Barış ve Burak girdiler, biz sadece ayaklarımızı sokabildik. Su o kadar berrak ve sakindi ki çıkmak istemedik.
Barış da çıkmak istememiş ve kenarda çip çip çip çip yüzmeye devam etmişti. Taa ki, deniz çiyanı denen o mel'un hayvan kendisindeki zehri Barış'a zerkedene kadar...Böyle bir şey, böyle yaptı:
Yine de kendisi oldukça metanetli bir insan olarak, uygulanan yanlış tedaviye rağmen, eğlenmeyi ve eğlenceye iştirak etmeyi ihmal etmedi.
Akşamüstü, aynı yolu yürüyerek kampa ulaştık. Delice lezzetli yemekler bizi bekliyordu. Delice yedikten sonra bizi toplayıp bir bara(?) götürdüler. Buradaki ortam, içkiler ve müzik Burak ve Sinem'i bambaşka bir aleme götürdü. O kadar ki, dans ederken fotoğrafta görünmüyorlardı. Vay didik!
Ertesi gün biz Sinem'le cam atölyesini ziyarete gittik. Deniz, öğrencilerine :), muhteşem şeyler yaptırmış. Ayrıca Deniz muhteşem bir evde kalıyor, ayrıca Deniz'in muhteşem bir dövmesi var...
Öğleden sonraki mekan, Gemiler ve yahut St. Nicholas adasıydı. Buraya önce kampın çılgın minibüsü, ardından da bir gün evvel kendisinden gözleme aldığımız amca ve teyzenin muhteşem teknesi(!) ile ulaştık. Kendileri meğer, koy koy dolaşıp gözleme satarlarmış.
Burada çeşitli kiliseler var. Bol miktarda da tekne. Ayrıca deniz motorları. Bunlar nedeniyle çok fena sinire kestik. Akşam üstü, güneşin batışını izlemek için tepeye tırmandık. Manzara nedeniyle, yine, kendimi kaybettim. Arkadaşlar da türlü yoga hareketleri ile kendilerini bulmaya çalıştılar.
Akşama kampta mangalda balık, rakı, oynak bir ortam ve Barış'ın ikizi Danish'in doğumgünü vardı.
Ertesi sabah ben erkenden kalkıp Karuna'nın yoga dersine katıldım. Enteresan bir deneyimdi. Ama bana pek gelmeyecek tarafları olduğu kesin. O gün Kabak Koyu'na gitmek üzere yola çıktık, akşam saatlerinde Ölüdeniz üzerinden Kabak Koyu'na ulaştık. Nerde kalalım, nerde kalalım derken Şubat ayında hizmete girmiş olan Shanti Garden'ı bulduk. Hiç de pişman olmadık. Denize en yakın, yemekleri en güzel yeri bulmuşuz meğer. Bir de Megi vardı, dişi bir Labrador, hastası olduk hayvanın.
Kabak Koyu, daha doğrusu Gemile Koyu, Kabak Vadisi, orman ve denizden ibaret. Kendinizi gerçekten ıssız bir adaya düşmüş gibi hissedebilirsiniz. Bazen biraz kaybolmuş gibi. Karşınıza bir insan çıktığında da birden bire bulunmuş gibi. Ama aslında bulunmak istemiyormuş gibi. Dolayısıyla biraz hayalkırıklığına uğramış gibi. Ama insan uzaklaşınca, tekrar başa dönmüş gibi.
Heyecanlı değil mi? :)
Kabak'ta belki dudak bükebileceğim şey deniz oldu. Kötü değil kesinlikle, ama çok dalgalı olduğunda su bulanıyor ve Ege'ye pek yakışmıyor sanki. Yine de, elbette, bir çok denize tercih ederim.
Kabak'taki ikinci günümüzde İbrahim Hoca'yla tanıştık. Kendisi Kelebekler Vadisi'nde dalış yaptırırmış. Bir sonraki gün için dalış önerdi. Barış ve Burak hevesle kabul ettiler. Biz Sinem'le kulak problemi yaşayan kadınlar olarak (Daha sonra Kelebekler'de rastladığımız Danish bizimle bu nedenle hafiften dalga geçti) dalamayacaktık. Ertesi sabah için sözleştik.
İbrahim Hoca, bizi Zodyak tipi botuyla almaya geldi. Zar zor bota bindikten sonra suları yara yara Kabak'tan Kelebekler'e gitmeye başladık. Bota tutunmak zordu (meğer asıl zoru daha sonra göreceğimiz varmış) ama hayatımda yaptığım en güzel yolculuklardan biriydi. Burada Barış ve Burak dalış hazırlıklarını yapıp aşağıdaki kıvama geldiler:
Onlar dalarken biz de Sinem'le denizin ve manzaranın tadını çıkardık. Buradaki deniz hayatımda gördüğüm neredeyse en güzel su. Rengi, duruluğu hayal gibiydi. Orada kalmak istedim. Akşamüstü de gün batımına karşı Tai Chi yaptılar. Acayip mistik bir ortam.
Orada kalmayı biraz fazla istemiş olmalıyım ki; İbrahim Hoca bir kısım insanı başka bir koya bırakmak üzere gitti, gelmez. Artık güneş batmak üzereydi ki, vadinin başlangıcında göründü. İnanılmaz bir dalga var. Ben binerken ayağım kaydı, botun altına düştüm. Zar zor bindik bota. Daha tam yola çıkmadan kaptan, "ne yapsak bilemiyorum, acaba Kabak'a yanaşabilecek miyiz çok merak ediyorum" gibi sözler sarfetmeye başladı. Sen bilmeyeceksin de biz mi bileceğiz? Daha koydan çıkmadan "Durun şuna benzin ekleyelim" diyerek bize koca bidondan yakıt deposuna, o sallantının içinde, benzin doldurttu. Besmele ile yola çıktık. Ancak öyle bir dalga var ki, yerimizde zor duruyoruz. Önde oturan Barış ve Sinem her dalgaya vuruşumuzda yerden 10cm kadar yükselip tekrar yere çarpıyor. Çok tehlikeli, ancak adrenalin had safhada. Beni bir gülme aldı. Artık, hıçkırıyorum gülerken, neyse ki motorun ve dalgaların sesi nedeniyle sesim duyulmuyor, çünkü eminim korkunç vaziyetteyim o esnada.
Güç bela kıyıya ulaştık. Kahramanca, botu sahile çektik. Ancak "maceradan maceraya koştuk" cümlesinin hakkını verdik.
Dönüş yolu, her tatil dönüşü olduğu gibi sıkıntılıydı. Gelirken içinde mışıl mışıl uyunan otobüs, dönüşte dar geldi, mutsuz olundu. Kendi bitti, anısı kaldı tatilin.
Bu hayatımdaki en güzel tatillerden biriydi. Meğer ben ne spontan ne maceraperest insanmışım. Bunları da severmişim. Heyecan benden hiç de uzak değilmiş. Vay canına!
Elbette, bu imkanı bana sağlayan muhteşem tatil arkadaşlarım Barış, Sinem ve Burak'a da teşekkürü bir borç bilmeliyim :D Gene yapalım olum...
Çarşamba, Temmuz 1
Düğün İki Kişiye Ne Var Deli Komşuya- Episod Tu: Rabişim&Umutoğlan
Gece elbette neredeyse uyumadık, konuşacak, anlatacak çok şey vardı. Aslında hala da bitmiş denemez. Çünkü olaylar anlatılabildi ancak, duygulara sıra gelemedi :). Rabiş gecenin yarısında biz anlatırken kaymış olsa da, en azından nerede kaldığını biliyor.
Sabah Sabahat Teyze'nin şen sesiyle uyandık, gözler balon gibi, neticede en fazla 3 saatlik bir uyku söz konusu. Ama görev beklemez, koşarak yine kuaförde aldık soluğu. Gerekli hazırlıklar yapıldı, ortaya muhteşem bir gelin çıktı, aşağıda sıpayı görebilirsiniz.
Ben Umut ve Rabiş'e ömür boyu mutluluklar dilemeyeceğim, çünkü buna gerek yok. Birlikte oldukları sürece zaten aşırı derecede mutlu olacaklar. Umut'cuğum farkındaysan toplamda 6 adet baldızın oldu, ama bizim de fantastik ve de harika ve de delice bir kardeşimiz oldu :)