Sistem ve Gerçekler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sistem ve Gerçekler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Ekim 2013 Çarşamba

Batı Sermayesi Göçmenleri Kullanıyor

Göç akımlarının Batı'da bir iktisadi işlevi var. İş pazarında bir kara borsa oluşması emeğin değerini düşürüyor ve sermayedarın artı değerini artırıyor. Özellikle İtalya'nın güneyindeki tarım arazilerinde yüzlerce kaçak işçi sadece ekmek ve su alınabilecek bir ücrete çalıştırılıyor, aynı durum kuzeydeki bazı fabrikalarda da geçerli. Hiçbir sermaye merkezi ülkesinde göç meselesinin üzerine esaslı bir biçimde gidilmemiştir çünkü göçler kısa ve orta vadede sistemin işine gelmektedir. Bundan doğan toplumsal tepki de Avrupa kısasında aşırı sağ tarafından manipüle edilmiş ve son yıllarda aşırı sağ oluşumlar (Fransa'da Le Pen ve taraftarları, İtalya'da Kuzey Ligi gibi) hep bu tepkiden beslenerek güçlenmiştir. Sorun toplum bazında özünden koparılarak sermayedarlar kârlı çıkmıştır.

 Bilimsel Sosyalist Alessio Arena

22 Eylül 2013 Pazar

Ezilen Tek Sınıf

Emperyalizm çağında sınıf millettir.
Kapitalizm çağında sınıflar burjuvazi ve proleteryadır. Çelişme ise ikisi arasındadır; burjuvazinin sermayesi ile proletaryanın emeği arasında...
Emperyalizm çağında ise proletaryadan başlayarak milli burjuvaziye kadar uzanan tüm katmanlar, tek bir sınıftır, yani millettir. Çelişme ise ezen milletler ile ezilen milletler arasındadır.

Mehmet Ali Güller

In the epoch of imperialism, the class is the nation.
In the epoch of capitalism, classes are bourgeoisie and proletariat. The contradiction occurs between these two, the capital of the bourgeoisie and labour of  the proletariat...
According to the epoch of imperialism, all the classes, starting from proletariat, extending to the national bourgeoisie, are a single class, so to say, the nation.  The contradiction as for that appears between these two; oppressor nations and the oppressed...

9 Eylül 2013 Pazartesi

Alt Sınıf Yaratımı

Ulusal devleri savunmak klasik sol tavırdır genel olarak. Ancak 68 kuşağı, bu sol geleneğe ihanet etmiştir. 68 kuşağı, özellikle Almanya ve Batı Avrupa'da medyaya hakim olduğundan herkes 68 kuşağının asıl soluclar olduğunu sanıyor. Sonuçta ulsu devletler Fransız Devrimi'yle ortaya çıkmıştır. Önceden derebeyleri ve feodal soylular vardı. Habsburg ve Osmanlı İmparatorluğu çeşitli milliyetlerden oluşuyordu. Ulus devlet, Fransa'da söz konusu soylulara karşı protesto olarak ortaya çıkıyor, eşitliği savunuyor, yani sol bir programdır. Kandan, soydan bağımsız eşit yurttaşlık ilkesi kazanımını getiriyor. Ve bugün küreselleşme kapsamında ulus devletleri yine yıkmaya çalışıyorlar, ulsulararası ve küresel para hareketlerini yönlendiren neo-feodal soyluların tekrar hükümdar olabilmesi için. İşçi sınıfı, köylüler, memurlar bunlar yine ortaçağdaki gibi alt tabaka, alt insan olacaklar.

Jürgen Elsasser - Adnan Türkkan Söyleşisi - Aydınlık

3 Haziran 2013 Pazartesi

THERE IS NOTHING MORE IMPORTANT THAN WHAT YOU ARE DOING TODAY!


I am with you! We are with you! You are so right to resist the forces of autocracy and repression. It doesn't matter who they are.

If I read the Internet right, in your case, you are resisting autocratic religious zealots. 

Turkey is your country and we support you and yearn for your freedom, but also, you and your struggle are so important to the rest of the world. 

Every time a man or woman or child takes to the streets, and stands up for
human rights, for self determination, for democracy, for Mistress Liberty, the rest of the world is in debt.

We are not physically with you in the water cannon's fire, in the tear gas clouds, but we are with you in spirit. 
We applaud your stand for we know it is not easy.

Your great country stands at the gateway between east and west. ISTANBUL is legend in the history of civilization. Your resistance today may well be a turning point between all of us and a return to the dark ages. 

THERE IS NOTHING MORE IMPORTANT THAN WHAT YOU ARE DOING TODAY:

With love, and tears, and huge respect,

Roger Waters.

Anonymous - Gezi Park Manifest

29 Mart 2013 Cuma

İki tür devlet vardır: Silah tüccarı ve silah ithalatçısı.

CIA kaynakları (cia.gov.’da var) Türkiye’nin askeri harcamalarını milli gelirinin yüzde 5,3’ü olarak gösteriyor. Askeri harcaması milli gelirine göre en yüksek ülkeler şöyle; Umman ( %11,4) , Katar (10), S.Arabistan (10), Ürdün (8,6), Irak (8,6), İsrail (7,3), Yemen (6,6), Suriye (5,9), Kuveyt (5,3) ve Türkiye (5,3)…Bu liste, başta ABD emperyalizmi olmak üzere silah endüstrisine hâkim tekellerin, onların devletlerinin Ortadoğu’yu neden sürekli bir çatışma bölgesi olarak gergin tuttuklarını da yeterince ortaya koyuyor (Mustafa Sönmez)

There are two different kind of government: Merchants of death and weapon importers.
According to CIA resources, military expenses of Turkey consist % 5.3 of his national income.  The countries that their military expenses is in higher rate relatively to their income are: Oman ( %11,4) , Qatar (10), Saudi Arabia (10), Jordan (8,6), Iraq (8,6), Israel (7,3), Yemen (6,6), Syria (5,9), Kuwait (5,3) and Turkey (5,3)… That list shows the reason why the monopolies who dominate the weapon industry, keep tense Middle East as a battle district. (Mustafa Sönmez)

Il y a deux differents types de gouvernements: Marchands de la mort et importateurs d'armes.
En vertu de resources de CIA, La Turquie consacre % 5.3 de son revenue national aux depenses militaires. Les pays dont ses taux de depenses militaires les plus élevés par rapport à leurs revenus sont les suivants:  Oman ( %11,4) , Qatar (10), Saudi Arabia (10), Jordanie (8,6), Iraq (8,6), Israel (7,3), Yemen (6,6), Syrie (5,9), Kuwait (5,3) and Turkey (5,3)… Cette liste nous montre pour quel raison les pays monopoles qui dominent l'industrie d'armement, gardent tendu Moyen-Orient comment un champs de bataille. (Mustafa Sönmez)

System and Realities

26 Mart 2013 Salı

They'll Divide

Bölecekler. Ülkelerden başlayacaklar. Irklarla, dinlerle, mezheplerle devam edecekler. Sonra sıra insana gelecek. Benliğini, idini, varoluşunu, arzularını, inanç sistemlerini parçalara ayıracaklar. Her bir parçaya düşman bir düşünce ekip salacaklar dünyanın kaosuna. Amip parçacıkların görevi her türlü ibneliğe rağmen yaşamak ve gereksiz işlerle uğraşmak olacak.

They will divide... They'll start from countries and stand upon by races, religions, sects... Then the turn will come up to human being. Their egos, ids, existences, desires, faith systems will be cut to pieces. When it's done, they'll release them into the daily chaos after sowing a hostile thought. The mission of these tiny amoeba particles will be to live and struggle with insignificant occupations despite all kind of meanness.

Ils vont diviser... Ils vont commencer de pays et continuer avec les races, religions, sectes... Et ensuite le tour va venir à l'être humaine. Ses egos, ças, existences, désirs, système de foi vont être taillés en tout petit pièces.  Quand l'opération sera terminée, ils vont les libérer en ensemençant des idées hostiles à leurs têtes. La mission de ces amibes sera de vivre et tâcher avec des choses futiles malgré toute cette méchanceté.

Secret Mandate Mission

Bağımsız üçüncü dünya ülkeleri gizli mandadır. Kullanıldıkları ölçüde demokratik ve büyük gösterilirler.

The third world countries are disguised mandates. They would be shown as democratic or in progress as their utilization.

Pays du tiers-monde sont des mandats camouflés. Ils seront montré comme democratic ou en progress à mesure que leur utilisation.

Iraq & Syria - Same Lies

Journalists Who Got Iraq Wrong 10 Years Ago and Syria Wrong Now Should Be Sacked

System and Truths

24 Ekim 2012 Çarşamba

Bir ‘mutsuzluk makinesi’ - Ergin Yıldızoğlu

Neo-liberal uygulamalar bir taraftan aşırı üretim krizine, talep yetersizliğine çözüm üretmeye, diğer taraftan, emeğin maliyetlerini düşürmeye yöneliktir. Fordizmin maddi gereksinimlere yönelik, işlevsel tüketim tarzı artık doygunluğa ulaşmıştı. Yeni tüketim alanları bulmak, yaratmak gerekiyordu. Böylece asla doygunluğa ulaşması söz konusu olmayan hazlara (mutluluk vaadine) dayalı bir “hedonist” tüketim tarzı gündeme geldi. Bu “hedonist” tüketim tarzının yaşayabilmesi için, metaların tüketiciye maddi gereksinimleri karşılayan işlevsel özellikleriyle değil, mutluluk vaat eden özellikleriyle sunulması gerekiyordu. Bu tüketim tarzı, tanımı gereği “mutsuzluğun” bir düzeyde üretilmesini (bu, hazlara yönelik tüketim açlığının üretilmesi anlamına gelecektir), yönetilmesini gerektirdi. Bu bağlamda 1980’lerden bu yana giderek artan oranda, hızda, medya/kültür endüstrisinin, gözlemlenebilir ama gerçekte ulaşılamaz nesnelerin imajlarını üretmeye odaklanması, bu imajları taşıyan “ünlüler” kültürünün, “gençlik kültünün” patolojik düzeylere ulaşması, bu mutsuzluğun üretilmesine, yönetilmesine, metaların haz / mutluluk / gençlik vaat eden nesneler olarak pazarlanmasına ilişkindi. ‘Depresyon ekonomisi’ Bu madalyonun öteki yüzünde, tüketicinin tüketim arzusuyla ve kapasitesiyle aynı hızda artmayan ücretlerine karşılık gelecek gelirlerini şimdiden harcamaya, bunun için de giderek daha fazla kredi almaya teşvik edilmesi yatar. Böylece sermayenin krizinin, ifadesi “aşırı birikim sorununun” finansal boyutuna da, bir kredi, balonu şişirme pahasına, büyük bir finansal patlamaya zemin hazırlasa da çare bulunmaktadır. Bu iki gelişmeyi, neo-liberalizmin sosyal hizmetlerin, işçi haklarının tasfiyesine, iş güvenliğinin hızla ortadan kalkmaya başlamasına yol açan uygulamalarıyla birleştirdiğimizde, karşımıza depresyonu egemen iş hastalığı düzeyine yükselten ekonomik psikolojik dinamik çıkıyor. Birey bir taraftan sürekli mutsuzluğu körüklenerek sürekli mutluluk arayışı üzerinden metaların peşinden koşmaya, tüketmeye, bunun için gittikçe borca batmaya zorlanır. Diğer taraftan, neo-liberal uygulamalara bağlı olarak bireyin işini koruma, sağlık, eğitim, çocuk yetiştirme, yaşlılık gibi alanlarda güvencesizlik duygusu artmaktadır. Böylece neo-liberalizmin mutsuz ve depresif insan tipi ortaya çıkar. Bu insan her an işini, borç yükünden dolayı evini, tüketim, mutluluk mallarına ulaşma kapasitesini kaybetme RİSKİYLE yaşamaya mahkûm edilmiştir. Bu birey yaşam kapasitelerini istediği gibi geliştirme olanaklarını giderek kaybetmekte olduğuna ilişkin ANKSİYETEYLE yaşamaya çalışmak durumundadır. Bu birey, var olan durumun bir başka seçeneği olmadığına, yalnızlığa, terk edilmişliğe ilişkin bir UMUTSUZLUKLA karşı karşıyadır: Bu risk, anksiyete, umutsuzluk üçlüsü neo-liberalleşme sürecinde giderek yaygınlaşan “depresyon” olgusunun arkasındaki temel toplumsal dinamikleri oluşturur. Bu gözlemlerden hareketle, neo-liberalizmin “yapısal şiddetin”, “simgesel” alanında “olağanüstü” olarak tanımlanabilecek bir şiddet üretmekte olduğu söylenebilir.

17 Ekim 2012 Çarşamba

Yeni Gıda Jeopolitiği - Ergin Yıldızoğlu

Full Planet, Empty Plates” başlıklı yapıtın yazarı, uzun yıllardır, gıda tedariki sorunu üzerinde çalışan Lester Brown geçen hafta The Globalist web sitesinde yayımladığı yorumunda “yeni bir gıda jeopolitiğinin” şekillenmekte olduğuna işaret ediyordu. Bu “yeni gıda jeopolitiğinin” arkasında hızla artan gıda fiyatlarının getirdiği toplumsal istikrarı, güvenliği bozucu etkiler yatıyor. Gıda fiyatlarının artışının arkasındaysa, arz - talep (üretim-tüketim) dengelerini etkileyen küresel ısınma, dünya nüfusundaki hızlı artış, tahıl temelli gıdalardan hızla et tüketmeye geçen yeni orta sınıfların yaşam tarzı var. Ancak geride bıraktığımız 20 yılda, bu basınçlara iki yeni etken daha eklendi. Bunlardan biri verimli toprakların giderek artan ölçüde, etanol (biyo yakıt) üretimine ayrılması. Diğer etken de geçen ay yayımlanan bir UNCTAD raporunda sergilendiği gibi, gıda piyasalarının finansallaşması, diğer bir deyişle “heç fonların” etkinlikleri. UNCTAD’ın araştırmasında sunduğu iki grafikte bundan on yıl önce, Euro Stoxx 600 (borsa), WTI (ham petrol fiyatı) ve SPGSC (geniş tabanlı emtia) indekslerinin birbirlerinden bağımsız trendler izlerken bu yıl adeta birbirlerine yapışık biçimde, yüksek bir benzeşme içinde hareket etmeye başladıkları görülüyor. Uluslararası Finans Enstitüsü’nün (IIF) topladığı verilere göre, 2011 yılı ortaları itibarıyla emtia piyasalarında yatırılmış fonların hacmi 450 milyar dolara ulaşmış (The Observer, 14/10/12). Sorunun boyutları ve ‘eksiksiz fırtınaya’ doğru... Brown, küresel gıda fiyatlarının geçen 10 yıla göre ikiye katlandığına dikkat çekiyor. Oxfam, gıda fiyatlarının gelecek 10 yılda yeniden ikiye katlanmasını bekliyor. Sulamada kullanılan suların “tabaka düzeyleri” düşüyor. Ortalama tahıl üretim verimliği artık zirve yapmaya başlıyor, sıcaklık artışları (1 derecelik bir artış toplam verimde yüzde 10 düşüşe yol açıyor) devam ediyor, bunlara toprak erozyonunu da ekledik mi, daha spekülatörlerin etkilerine sıra gelmeden bir krizin mayalanmakta olduğunu söylemek olanaklı. Zaten finansal spekülatörleri de cesetlere üşüşen akbabalar gibi, bu kriz eğilimleri gıda piyasalarına çekiyor. Lester Brown bu ortamda kimi ülkelerin su kaynaklarını aşırı oranda kullanarak üretimi arttırmaya çalıştıklarını, böylece bir gıda arzı köpüğü üzerinde yaşamaya başladıklarına işaret ediyor; bu köpük patladığında aniden ortaya çıkabilecek toplumsal krizlere dikkat çekiyor. Dünya tahıl üretiminde bir sonraki yıla aktarılan stokların, yaklaşık on yıl önce 107 günlük tüketim seviyesinden 2011’de 74 günlük tüketim seviyesine gerilemiş olması da dengenin ne kadar kırılganlaşmaya başladığını gösteriyor. Geçen hafta bir Birleşmiş Milletler araştırması ABD mısır stoklarının yalnızca 3 haftalık tüketim düzeyine gerilediğini ortaya koyuyordu. Brown, gıda krizinde birçok etkenin kesişmeye başladığına da dikkat çekiyor. Eskiden, tarımda rekolte düşüklüğü sorunu yalnızca tarım bakanlığının sorumluluğundayken bugün, işin içine enerji, su kaynakları, taşımacılık, sağlık ve aile planlaması gibi konulardan sorumlu bakanlıkların da girmesi gerekiyor. Sorun küresel olduğundan, önlemlerin de küresel düzeyde alınması gerekiyor. Alınması gereken önlemlerin neler olduğu da genel olarak biliniyor. Ancak gelirlerinin yüzde 10’undan daha azını gıda harcamalarına ayıran gelişmiş ülkelerde bu kriz kendini, gelirinin yüzde 60’ından fazlasını gıda harcamalarına ayıran ülkelerdeki kadar şiddetli hissettirmiyor. Bu fark, sorunun çözümünde en büyük rol oynaması beklenen zengin ülkelerin halkının gereken duyarlılığı göstermelerini engelliyor. Kimi ülkelerde liderler, seçmenlere sözde jeopolitik kaygılarla, en az üç, hatta beş çocuk yapın diyor. Bu arada zaman geçiyor... Bu koşullarda, su kaynakları, gıda üretimine elverişli topraklar üzerinde rekabet gittikçe keskinleşmeye, devletler bir taraftan kendi topraklarını korurken Afrika gibi yoksul ülkelerde kendi halklarının gereksinimlerini karşılamaya yönelik yeni toprakları edinmeye, yerel halkı da bu kaynaklardan yoksun bırakma pahasına ele geçirmeye çalışıyorlar. Böylece kaynak paylaşımı rekabeti içinde yeni bir gıda jeopolitiği oluşuyor. Mali spekülatörlerin fiziki piyasalardan bağımsız hareketleriyse (mali krizi etkisi) fiyatları zorlayarak sorunu daha da ağırlaştırıyor... Ekonomik, ekolojik, nüfus patlaması, enerji, su, gıda krizleri kesişmeye başlıyor...

10 Ekim 2012 Çarşamba

Protestocuklar

“Google News”de kısa bir sorgulama bile, son bir aylık durumu şöyle sergiliyor. “Protesto” ile ilgili haberler 1 milyondan biraz fazla. “Savaş ve protesto”, 86 bin 900 haber getiriyor. Bu sayıyı, su ve protesto, protesto ve demokrasi, protesto ve iklim değişikliği için sırasıyla, 50 bin 100, 45 bin 600 ve 32 bin 600 haber izliyor. Öğrenci ve protesto ise 52 bin haber getiriyor. Bankacılar ve kapitalizmle ilgili protestoların haber sayısı da, sırasıyla 7 bin 700 ve 5 bin 530. Kapitalizmin krizinin tam ortasında, kapitalizmle ilgili protestoların haberlerinin sayısının az olması ilk anda adeta bir paradoks, ama bu verileri değerlendirirken son yıllarda yaşanan “demokrasi” talepli protesto eylemlerinde yükseltilen taleplerin pratik sonuçlarının, adı anılmasa bile kapitalist yaşam tarzını dışlamakta olduğunu da göz önüne almak gerekir. Benzer bir yorumu iklim değişikliği tartışmalarına ilişkin olarak da yapmak olanaklı. Ancak kimi yerel kazanımların ötesinde, bu protesto eylemlerinin kalıcı “işlerin andaki durumunda” kaydadeğer bir değişiklik yaratabildiği söylenemez. Bu bağlamda esas sorun az sonra aktaracağım yorumda vurgulandığı gibidüşünce, anlama yetersizliği değil. Her gün yayımlanan binlerce makale, broşür, hatta kitap(çık), bu yaygın protesto dalgasının içinde “hedefler” açısından tanınabilir bir mutabakatın olduğunu gösteriyor. Esas sorun parçalanmışlık;herkesin kendi ulusal, bölgesel hatta kasaba, mahalle düzeyinde kendi protestosunu, diğer mücadelelerle birleştirmeyi düşünmeden ya da bu yönde kalıcı adımlar atmadan sürdürmeye çalışması. Adeta, sonu gelmez bir “ilkellik” (bu analojiyi fazla zorlamamakta yarar var) dönemi bir türlü aşılamıyor. Tüm mücadeleler adeta, birbirinden habersiz “gerilla eylemleri” (analojiyi fazla zorlamamak koşuluyla) biçiminde sürüyor. Bu yüzden “yapı/sistem”, elindeki güçleri bu eylemleri tecrit etmek, imha etmek ya da görünmez kılmak için en verimli biçimde kullanabiliyor. Güçler arasındaki bu dengesizlik hep “yapıyı/sistemi” destekler yönde işliyor. Bu parçalanmışlık sorunu aşılmadıkça gruplar, partiler, aktivistler, kendi başlarına davranmakta ısrar ettikçe de işlemeye devam edecek. Kısacası, şu sırada gerçekleştirilen protesto eylemleri, bu parçalanmışlık içinde, yapıda bir delik dahi açamadan on yıllarca sürdürülebilir. Dahası da var. Sık ve düşük dozda kullanılan antibiyotiklerin virüsleri mutasyona zorlayarak güçlendirmesi gibi ne yazık ki bu düşük dozda, parçalanmış protestolar da “yapıya/sisteme” kendi zaaflarını görerek, yenilenme ve güçlenme olanakları sunuyor. Bu parçalı ve düşük yoğunluklu protesto, sürekli protesto ettiği şeyi güçlendiriyor...

 Ergin Yıldızoğlu'nun Protesto Mevsimi yazısından alıntılanmıştır.

17 Eylül 2012 Pazartesi

Libya'da Demokrasi - Ergin Yıldızoğlu


Libyada kurulmakta olduğu iddia edilen bu demokrasiyi de hemen orijinal sahte şeyler listesine ekleyebiliriz.
Bu demokrasi “orijinal”, çünkü benzeri yok. Eğer NATO güçleri müdahale etmeseydi, Selefi akımların gelmesine olanak sağlanmasaydı, El Kaide kadroları bizzat NATO gemileriyle Libya’ya taşınmasaydı, Bingazi’deki isyancılarınKaddafi rejimi karşısında bir iki haftadan fazla dayanma şansı yoktu. Havadan koruma sunacağız diye başlayan NATO operasyonu kısa sürede Kaddafi güçlerini imha operasyonuna dönüştü. Rejim sonunda dağıldı, Kaddafi yakalandığında tutuklanmak, yargılanmak yerine, hunharca tecavüz edilerek öldürüldü, üstelik bu olayın klibi Youtube da kondu. Bu sırada, Madam Clinton kameraların önünde sevinçle “geldik, gördük, öldü” diyordu. Yine bu sırada silahlı yerel çeteler, Selefi grupları, bugün hâlâ azalmadan sürmekte olan ganimet paylaşma savaşına girişiyorlardı. Libya’da demokrasi, işte böyle, hiçbir demokratik aktör, güç, ideoloji, kültür, bu kültürü yaratacak, sürdürecek kurumlar olmadan, kısacası “hiç yoktan” kuruluyordu. Kaddafi döneminde kurulmuş eğitim, sağlık, sosyal sigortalar, temel mallar üreten devlet işletmelerini yıkarak, ekonomiyi üzerinde yaşayanlara aldırmadan hoyratça piyasaya açarak...
Geçenlerde, bu havaya kapılıp bir Libya bankasına birkaç yüz milyon dolar akreditif açmış bir banka müdürü parasını alamamaktan, almak için başvuracak yasal merci bulamamaktan yakınıyordu. Belli ki piyasa da çalışmıyordu.
Bu “demokrasi” çok orijinaldi ama kaçınılmaz olarak da sahteydi. Libya’nın yeni yasaları sivil haklara, vatandaşlık ilkesine değil dini ilkelere dayanıyor. Kadınlar aniden Kaddafi döneminde zaten sınırlı olan haklarını da kaybetmenin travmasını yaşıyor. Televizyonda, bir mühendis kadın, şimdilerde para kazanmak için evlere temizliğe gittiğini söylüyordu. Kamusal alanlar hızla kadınlara kapanıyordu. Siyasi partiler de “orijinal sahte şeyler”. Birey oyunu aşiretine göre veriyor, ama genel seçimler oldu diye Libya’ya “demokrasi” geldi deniyor.
ABD ve Batı, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da başlayan devrimci patlamaya, işte bu “orijinal sahte/kopya demokrasiyi” kurmak için elini soktu. Bu müdahalenin, aniden hızlanan “orijinal sahte belge” üretme çabalarının arkasında “ya gerçekten demokratik işler olmaya, halk devlete ulaşmaya başlarsa” korkusu yatıyordu.
Nereye doğru gideceği belli olmayan devrimci demokratik gelişmeler yerine, “ılımlı İslam” olsundu,
Müslüman Kardeşler olsundu, ekonomiyi açık tuttukları sürece ne sorun var ki? Evet, Müslüman Kardeşler, belki IMF zoruyla filan “serbest piyasa” disiplinini kabul etmeye hazır olabilirlerdi, ama arkadan Selefi akımlar geliyordu, piyasa umurlarında değildi bunların. Mursi gibi siyasetçiler hep arkalarını kollamak durumundaydı artık, kafalarını koruyabilmek için.

Prag Mezarlığı - Ergin Yıldızoğlu


Bingazide ABD Başkonsolosunun ve üç konsolosluk görevlisinin ölümüne yol açtıktan sonra hızla Kuzey Afrika ve Ortadoğuyu etkisi altına alan öfke dalgasını izlerken, aklıma Umberto Econun romanı Prag Mezarlığı geldi. Romanda bir uzman, halkları kışkırtmak, siyasi kriz, savaş çıkarmak isteyen istihbarat örgütlerine, provokasyonlarda, siyah bayrak operasyonlarında kullanılmak üzere orijinal sahte/taklit belge üretiyordu. Bizim karşımızda daorijinal sahte şeyler var.
‘Orijinal sahte film’
Olaylar İslamın kutsalına hakaret eden bir filmin Youtube’daki klibine, “11 Eylül”ün yıldönümüne gelecek biçimde dikkat çekilmesiyle başladı. Öfkeli kalabalıklar, bu hakareti protesto etmek için sokaklara döküldüler. Protesto gösterileri ABD konsolosluklarına yöneldi, Libya’da, gelen haberlere göre, silahlı bir Selefi grubun inisiyatifiyle, başkonsolos dahil dört kişinin ölümüne yol açan bir silahlı saldırıya dönüştü.
Mısır’da da eylemlere Selefilerin Nur ve El Asala partilerinin önderlik ettiği görülüyordu. Yemen’de ABD konsolosluğu saldırıya uğradı. Tunus’tan Bangladeş’e konsolosluklar muhasara altındaydı. Öfkeden Alman ve İngiliz konsoloslukları da payını aldı.
Perşembe günü olaylara yol açan film klibine ilişkin ilk bilgiler gelmeye başlayınca, karşımızda bir “orijinal sahte film” manzarası oluştu.
Filmin, Sam Bacile/Basseley adındaki yapımcısına ulaşmak olanaklı olamıyordu. Associated Press’le konuşurken kendini, Kaliforniyalı bir Yahudi müteahhit olarak tanıtmıştı, ama içişleri bakanlığının kayıtlı müteahhitler listesinde adına rastlanmıyordu. “Bazı” İsrail kaynakları, hayır Yahudi değil, Mısırlı Kıpti Ortodoks Hıristiyan olabilir diyordu. Los Angeles Kıpti Başpiskoposu, cemaatinde böyle biri olmadığından emindi.
Bacile, AP’ye filmin 5 milyon dolara mal olduğunu, adı açıklanmayan 100 zengin Musevi (Eco’nun romanında, Prag Mezarlığı’nda toplanarak dünyayı ele geçirme planları yapan gizli örgüt üyeleri gibi) tarafından finanse edildiğini açıklamıştı. Ama film endüstrisinde bu adamın adını bilen yoktu. Filmde oynatılan aktörlerin konuşmalarının çok amatör bir dublajla değiştirildiği anlaşılıyordu. Aktörler, aldatıldıklarını iddia ediyorlardı; “Çöl Savaşçısı” başlıklı bir filmde oynayacakları söylenmiş. Film George adlı romantik ama acımasız bir despotun yaşamını konu edinecekti...
Filme danışmanlık yaptığını iddia eden Steve Klein adlı biri, “Filmin adını başlangıçta ‘Bin Ladin’in Masumiyeti’ koyacaktık, amaç El Kaide taraftarlarının filme gelmesini sağlamaktı, yalnızca Los Angeles’ta gösterecektik” diyormuş, kendini “sıradan bir James Bond” olarak tanımlıyormuş.
Derken İsrailli yetkililer Bacile adlı bir Musevi’ye kayıtlarında rastladıklarını açıkladılar, bir de telefon numarası vardı. Telefon kesikti, ama adreste Nakoula Basseley Nakoula adlı bir adam kayıtlıydı. Nakoula’yı da bulmak olanaklı olamıyordu. Eve bir kez daha giden gazetecilere, bu kez orada o isimde kimsenin olmadığı söyleniyordu. Associated Press muhabiri Los Angeles’ta bir adreste Nakoula’yı buluyordu. Adam, filmi yapan şirketi yönettiğini, Kıpti Hıristiyan olduğunu açıklıyor ama, kendisinin Sam Bacile olmadığını savunuyordu. Cumartesi günü tutuklandığını öğrendik.
Basın, klibin varlığını, Morris Sadık isimli birinin Kuran yakarak ün kazanan papaz Terry Jones’ın 11 Eylül vesilesiyle düzenlediği olayı haber veren mesajına eklenmiş Youtube linkinden öğrenmişti.
Özetle karşımızda, kimliği belirsiz bir yapımcının, olmayan bir filmine ait bir klip var. Bu “orijinal sahte klip”, ABD’nin Libya Konsolosu’nun ölümüyle, Mısır’daki ve genelde Ortadoğu’daki gelişmelerle, hatta Suriye olayıyla ne bağlamda ilişkili? Bu klibi kim ne amaçla üretti, kimler ne amaçla kullanıyorlar? Bu saldırı sırasında konsolosluktaki kimi, Libyalı ABD ajanlarının isimlerini, gizli evlerin adreslerini içeren hassas belgelerin kaybolması ne anlama geliyor? Olaylar, ABD’nin bölgeden çıkışını hızlandıracak mı? Yoksa yeni savaşlara mı yol açacak? Bu soruların cevapları istihbarat örgütlerinin “Prag Mezarlığı” romanında anlatılan karanlık dünyasına ait.