09 Şubat 2009

Mini Mini Mizah

"Sakıza Basmak/Daha Kötüsü"

Her zaman Lego oyuncaklarına karşı özel bir ilgi duymuşumdur. Dünyada pek çok tasarımcının da bu oyuncakları yetişkin yaşamlarına kattıklarını bilirim. Bir dostum Christoph Niemann'ın minimal Lego tasarımlarından beni haberdar edince, sevindim. Lego özelinde Niemann'ı tanımakla yetinebilirdim, ama diğer grafik tasarımlarına bakınca yaratıcılığını daha fazla takdir ettim.

"Kahvenin tadını ilk keşfettiğimde beş yaşında olmalıyım, yanlışlıkla bir top kahveli dondurma verildiğinde bana. Büyük bir hayal kırıklığına uğramıştım: yetişkinler nasıl olabilir de mükemmel bir tat olan dondurmayı iğrenç tadı olan kahveyle bozabilirlerdi?"

Küçümen hareketlerle zihnimizde gülümseme yaratabilen insanlara gıpta etmemek elde değil. Pek çoğumuz hayatımızı ve projelerimizi aşırı yükleme yüzünden çökecek hale getiriyoruz, üstelik henüz daha onları doğurmadan. Ama başka ustalara baktığımızda, minimal hareketlerle, dertlerini anlatabildiklerini keşfediyoruz. Ufak olsun benim olsun mantığı çok faydalı olabilecektir kimi zaman.

1970 doğumlu çizer Niemann, zaman zaman The New York Times'ın bloglarından biri olan Abstract City Blog'da minimal ve eğlenceli grafik tasarımlarını sunuyor şu aralar. Onun üzerinde The New Yorker kapağını da tasarlamış, henüz bu genç yaşında. İşlerine bakıp biraz rahatlamak, biraz da ilham kapmak, çekici olabilir.

22 Ocak 2009

Leyla ve Susheela

Aralarında bağlantı kurmak belki zorlama olur, ama son dönemde rastladığım iki şarkıcıdan bahsetmek istiyorum, birisi kurgusal bir romanda karşıma çıktı, ötekisi ise last fm'in bir önerisiydi: Leyla ve Susheela.

Leyla'yı küçükken Sahraaltı Afrikası'ndan kaçırıp Kuzey Afrika'da satmışlar, henüz altı yaşındaymış. Önce büyükannesi olarak gördüğü madamla yaşamış, sonra Mağrib diyarındaki bir fondukta prenseslerle. Kıvır kıvır saçları ve abonoz teniyle Mağribilerden ayrılsa da, pekçok Kuzey Afrikalı gibi bir süre sonra kendisini önce Marsilya'da, sonra da Paris'te bulmuş. Paris'te tanıştığı diğer göçmenlerle geceleri kendi diyarlarının müziklerini metro istasyonlarında ve kapanmış iş merkezlerinde gizli gizli icra ederek kendilerinden geçiyorlarmış. Zamanla Frantz Fanon'u öğrenmiş, Nina Simone'nin müziğini çalmayı da. Kendi müziğini yapmayı, Jimi Hendrix'i ve Nina Simone'yi piyanoyla icra etmeyi öğrenmiş. Tüm karşılaştığı kişiler Leyla'yı, bu Altın Balığı yakalamak istemişler, saklı hazinelerine el atmaya kalkmışlar ve Leyla'nın bu karşılaştığı hunharlıklara tepesi atmış, canı yanmış, umursamamak için kendini kaybetmeye başlamış. Bu süreçte bir plak şirketi tarafından keşfedilerek kendisine albüm yapılmış, ama Leyla'nın ruhu düzene ve çıkarcılara direnmiş, özgürlüğünü ve kendisine su veren Afrikalı kökenini arayıp durmuş.

Leyla'nın hikâyesi aslında Jean-Marie Gustav Le Clézio'nun 1997 tarihli Poisson D'Or - Altın Balık (çev: Bahadır Gülmez, İletişim Yayınları) romanında anlatılıyor. Özgür ruhların günümüz dünyasında nasıl kapatılmaya, sıkıştırılmaya çalışıldığını, bu ruhların ise nasıl kendi yollarını aradıklarını son dönem romanlarında hiç durmadan ve güzelce anlattığı için bir dünya yazarı diyebileceğimiz -Moritanya doğumlu, Fransız, Afrika ve Latin Amerika'da yıllarca yaşamış- Le Clézio'nun Nobel ödülünü hak etmesini sağlamış olmalı.


Susheela Raman ise, Leyla kadar trajik bir öyküsü olmayan, ama tam anlamıyla bir dünya müzisyeni diyebileceğimiz, 1973 doğumlu bir şarkıcı. Hint kökenli, Londra doğumlu, Avustralya'da büyümüş, Hintli, Tamil ve Bakti kökenli şarkıcılar tarafından eğitilmiş, Hint, Afrika ve Modern Batı müziklerini harmanlayarak albümler çıkaran, düetler yapan dokunaklı bir şarkıcı. 2001 yılında yayımlattığı Salt Rain adlı ilk albümünden bu yana net üç albüm yayımlatmış. Ses rengi, kişisel dinlemime göre, İngilizce şarkılarında Dido'yla Sade arasında. Yumuşak bir gitar armonisini Hint ve Afrika usulü vurmalılarla destekleyerek kimi zaman Hinduca kimi zamansa İngilizce döktürüyor. Dinlediğim anda okuduğum Leyla ile dinlediğim Susheela özdeşleşmiş oldu, doğru ya da yanlış.

11 Ocak 2009

Alexander Supertramp

“Pekçok insan mutsuz koşullarda yaşıyorlar ve yine de durumlarını değiştirmek için gereken teşebbüse kalkışmıyorlar çünkü her biri huzur verirmiş gibi gözüken, güvenlik, uyum ve muhafazakarlıkla dolu bir hayatla koşullanmışlar, halbuki aslında güvenli bir gelecek kadar bir insanın içindeki maceracı ruha tehlike oluşturan başka bir şey yoktur. Bir insanın yaşayan ruhundaki en temel öz maceraya duyduğu tutkudur. Hayatın neşesi yeni deneyimlerle karşılaşmalarımızdan gelir ve bundan dolayıdır ki her gün yeni ve farklı bir güneşle, sonsuza kadar değişen ufka sahip olmaktan daha büyük bir neşe yoktur.”
Christopher McCandless nam-ı diğer Alexander Supertramp


Sean Penn, Into The Wild'ı filme almasaydı, Alexander Supertramp'tan haberdar olabilir miydim, bilemiyorum. Üniversiteyi bitirir bitirmez ailesinin kendisine sunduğu hayatı reddederek, Alaska'ya gitme hayalinin peşinde arabasını, parasını ve kimliğini yok ederek Kuzey Amerika'da dolaşan ve en sonunda Alaska'daki terk edilmiş bir otobüste açlıktan ölmüş olarak bulunan bu özgür ve cesur ruhun varlığını öğrenebilir miydim, bilmiyorum. Halbuki 1997 yılında Jon Krakauer kaleme almış Chris'in öyküsünü ve Sean Penn de bu otobiyografik romandan esinlenerek, bence 2008'in en önemli yol filmini, çekmiş. Üstelik müziklerini de 90'lar kuşağının en önemli isimlerinden Eddie Vedder'a teslim ederek.


“Toplum, seni çılgın soy. Kendini yalnız hissediyor musun, bensiz?”

Jerry Hannan'ın yazdığı, Eddie Vedder'in seslendirdiği Society adlı parçadan