Her yılın sonunda kendime mektup yazıyorum, bir sonraki yılın sonunda açmak üzere.
Geçen yılın mektubu yok.
Yazmadım mı, yazıp da sakladım mı, arasam bulsam iyi olur mu, bir derde deva, yanlışa doğru, çıkmaza yol olur mu bilmem.
Belki de bile isteye kaybetmiş, kendi yakamdan düşmeye çabalamışımdır. Bulup buluşturmak kimbilir.., iyi bir yere çıkarmayacaktır.
2019 valizini topladığımız şu günlerde neleri yanıma alacağıma bakıyorum.
Geride bırakmaya kıyabiliyorum artık bir şeyleri, ki bu oldukça iyi.
Hafiflemeye rızamın oluşu.
Şimdi,
biraz akışında, saatsiz tarihsiz, sebepsiz sorgusuz sualsiz, olduğu gibi gelen, olduğumuz gibi gittiğimiz, ağırlıksız ve zamanları akrepten yelkovandan kurtaran arkadaşlar,
kışla birlikte avuç içlerime yürüyen leblebi sıcaklığı,
evime, günlerime, güzlere, kırgın yüzüme, kontrolsüz neşeme her dakika güneş iliştiren o sıcak kalp,
taze çiçekler,
içimi kucaklayan Ege köyü ve
koşarken kaçırdığım mevsimler...
Bu yıl ve her yıl yanımda olsunlar.
Sevdiğim şarkılar, yazmadığım mektuplar için hazırladığım kalemler kağıtlar,
bütün kutlamalar...
Yaşamı içimize akıtan bütün akşamlar, ortalıkta çınlayan kahkahalar,
günaydınlar, sarhoşluklar,
fotoğrafımızı çeken İstanbul sokakları, vapurları,
kucağımızın yastık olduğu kedi dolmaları,
paylaşılan sofralar, hoş geldinler,
silinen gözyaşları, yorgunluklara sımsıkı sarılanlar,
yolları gözlenenler, yollara dökülenler, dansa davetler,
birlikte büyüyenler, büyüttüğümüz hayaller,
deniz kıyıları, nar ağaçları, zeytin dalları...
Hadi gidelim.
Her senenin sonunda başka bir yerde miyiz, yoksa yaşadığımız dört mevsimin yağmurları içimizde birikip, güneşleri tenimizde mi kalıyor... Kalıyor kalıyor ve birikiyor.., belki..?
Kimi sene daha sıcak, kimisinde daha uzağız yeni günlere..
Bu sefer çok şey olmuş gibi. Hayattan ne istediğimi bir cümle içerisine yerleştirebildiğim bir tarihteyim. Nerede olmak istemediğimi, ne için beklediğimi bildiğim...
Bir yandan çok tükenmiş, bir yandan da güç kaynağımı bulmuş gibi.
Bazen değil, sıklıkla çok korkuyorum kıramamaktan zincirleri, saplanıp kalmaktan bu "ortalama" işlere gidişlere...
Tatmin olamama ihtimalinin canavarlaştığı zamanlardan geçtim, geçiyorum. Bekleyişimin bir yerde nihayete varacağını biliyorum. En azından buna inanmazsam düşeceğimi biliyorum.
Şimdi ışıklar yandı her yerde, sokaklara neşeli şeyler döküldü. Hazır değilim daha derken, günler toplandı, kalbimi kıran gündelik telaşlar bile biraz sessizleşmeyi başardılar.
İçimde bir yerlerde yalnız başına, kenarda köşede kalmış renkler toplanmaya başladı.
Dileklerimin solup gitmesinden korktum biraz. Onları kendi hevessizliğimle yitirmekten..
Bu yılın çok harika olaylarını es geçmenin de beni kıracağını hissettim.
Bütün iyi ki'lerimi topluyorum yavaştan, eksiklerimi tamamlıyorum evimle, kalbimle ilgili..
Üşenip rafa kaldırdığım şeyleri havalandırma vakti. Kocaman bir senenin ezici ağırlığını bir kenara bırakıp yıkanıp paklanma vakti.
Beklemediğimiz bir şeylerin bizi bulma ihtimali karşısında kılıksız ve keyifsiz kalmak istemem.
Zannettiklerimin olabileceklerimden fazlasını vaat etmediğini biliyorum. O yüzden kendi önümü kesmenin bir anlamı yok.
Işıkları yakalım, sevdiğimiz insanları yakınımızda tutalım.
Dileklerimizi kalbimizde pişirip, avuçlarımızda ısıtalım,
ve bir yıl daha mevsimimizce yaşlanalım..
Yaşadığımıza değecek gibi, değdiği gibi..
İyi ki...
Çıkış yolunu bulamamanın çaresizliği kemiklerimin, kaslarımın arasına iltihap olarak sızıyor. Sızım sızım sızlıyor her yanım.
Gidebileceğimiz bir yer var, gidebilecek gücümüz yok.
Göz göre göre yaşlanırken, aslında birçok şey için epeyce genç olduğumuzu bilmek iç burkucu. Gençliğimizi bile isteye hırpaladığımız bu savaş canımı sıkıyor. Bir ömrüden, takvime çizik ata ata geri saymak zoruma gidiyor.
Sevdiğim hiçbir şeyi yapmaya mecalim yok.
En büyük hedefim her haftanın sonunu görebilmek.
Nasıl da yazıklaştı birden hayat.
Öyle kısır, öyle ıssız, öyle renksiz ve ağır, yapışkan bir şeyin içinde debeleniyorum ki, sevdiğim her şeyden uzaklaşıyor, hasbelkader ucundan yakalayabildiklerime de verecek bir enerji bulamıyorum. İliğim kemiğim, uykum yaralı.
Bir çıkış bulamıyorum. Bir şekilde şans eseri bulsam, oraya nasıl tutunacağımı, oradan nasıl yükseleceğimi bilmiyorum. Kalbim de, bedenim de, zihnim de, yaşım da bitap.
Oysa daha yollar var yürünecek.
Olmalı.
Sevdiğim mevsimler geliyor, geçiyor.
Pencereden bile yakalayamıyorum.
Bu gündelik telaş, ne amaca hizmet ettiğini bilmeden harcadığım emek, sonsuz yorgunluk..
Ne için.
Sahiden değecek mi?
Böyle kıyısız, topraksız, hasta ve soğuk ve uzak kalışımıza..
Bu kadar tebessümsüz başlayıp, yine, yeniden, yeniden, hiçbir şey değişmeden biten yüzlerce, binlerce güne...?
Sevdiğim şeylerin susuzluğuma yenik düşüp ölmelerine dayanamam,
gün gelip de onları yapacak gücümün kalmamasına,
böyle yitmeye, pas tutmaya,
mutlu edecek olanı bilip de mutlu olamamaya..
Hadi ömrüm, hevesim, hayalim;
sana en çok ihtiyacım olan yerdeyim.
Bazen delik deşik ederek, bazen de güneşlerle okşayarak beni büyüttüğüne inandığım şeylerin, yolun bir yerinde zavallılaştırılması, herhangi birinin herhangi bir yorumuna açık hale getirilmesi, bir şeylerle başa çıkılamadığı anda ilgi nesnesine dönüştürülüp harcanması, ortalığa saçılması pek çok kapıyı kendiliğinden kapatıyor.
Böyle olduğunda yazıklanmıyorum, üzülmüyorum hiç.
El değemez, dokunulamaz duygularımızın, anlarımızın bir tarafça sömürülmesi şefkat yaratmıyor.
Olsa olsa kutsalın gümbürdeyerek çöküşü.
İyi ki böyle.
Çok güçlüyüm şimdi.
Verdiğim her karar, yürüdüğüm her yol, kestiğim her bilet
nasıl da sağlamasını yapıyor kendiliğinden.
Vazgeçtiğim ve seçtiğim her şey; iyi ki.
Upuzun bir ekimi ittire kaktıra buralara getirdik.
Çok beklediğim sonbaharlar bazen gökyüzündeki yağmuru yanlışlıkla içimin pınarlarına taşıyabiliyor.
Kavuniçi neşemle hasret gidermeye gidip, titreyerek döndüğüm bir yolculuk,
çıtırsız, yapraksız, birbirinin aynısı günler,
içime işleyen, içimi sıkan, çaresiz bırakan bir debelenme ve mutsuzluk hali derken,
buradayız.
Çok mecburen süren bir şeylerin, her yere bunca sızması, hevesimi ele geçirmesi, etrafa yayılması tadımı kaçırıyor, güçsüz hissettiriyor.
Hep inandığım, varlığına minnet duyduğum onlarca şeyi dibe çeken, karanlıkta bırakan bir şeyler var.
Bir yanım yine de yeşermeden duramıyor; sanki tek ve basit, üzerine çok da kurgulanmamış bir adıma bakıyor gibi yolların, yönlerin değişmesi.
Ne duruyorum?
Nereye gideceğimi, o bir adımla hangi uçurumdan düşeceğimi bilmemek korkaklaştırıyor.
Ve korku dediğimiz duygu epey manipüle edici bir şey.
Sıfır noktasının üzerimdeki ittirici gücü yaşlandıkça azalıyor. Bu da korkunç.
Yaklaşık bir- bir buçuk senedir kendime tanımadığım söz hakları getirdi belki işleri buraya. Bilmiyorum.
En sevdiğim insan, her şeyin sonunda oku hep kendime çevirmemin bir şeyleri çözmeyeceğini söyledi.
Hâlâ bir güç buluyorsam demek, değiştirilebilecek her şeyle ilgili en çabuk kendimden başlayabileceğime inanıyorum.
Belki pilim bitiyordur.
Yeterince deniz görmüyorumdur.
Gökyüzü içmiyorumdur.
Beynimde uçuşanları şehrin sokaklarına fırlatıp atacak kadar yürümüyor,
hiç değilse pasif bir direniş sergileyerek hiçbir şey düşünmeden ve yapmadan kalakalmayı becerip, onlardan kurtulamıyorumdur.
Öyledir veya böyledir.
Sonuç olarak insan yorulur.
Yorgunluğun mutsuzlukla birleştiği ve yakandan düşmediği noktada
öyle ya da böyle yeni bir yol için hazırlık yapman gerekir.
Uzun uzun yazmak istediğim mektuplar var. Uzun uzun okunacak cümleler kurasım. Uzun uzun susasım. Boşluk boşluk yazasım..
Başka bir kırılımına geldiğimiz yolun bu anında, kalbimle hiç beklenmedik bir rastlaşmamız oldu.
Her şeyin kendi zamanını beklediğinin sağlamasını bir kez daha yaptım.
Büyüttüklerimin boy vermesi için birkaç mevsim geçmesi gerekti. Suların ılınması için, sahillerin sakınmasız uzanması için..
Yaptığım seçimlerin, kalbime iyi gelenleri hiç değiştirmediğini görmek 30 yaşımın en büyük çıktısı sanırım.
Olduğum gibi kalmak, bildiğim insan olmak yanağımı okşuyor.
Gelişen şeyler var, değiştirmeyi başardıklarım, uzun; çok uzun sürede evrilen, evrildikçe iyileşen şeyler. Deneyip yanılıp, yanılgılarımla değiştirdiğim yollar, gidişatlar.
Kucak açtıklarımla, sırtımı çevirdiklerimi yan yana koyunca kendime karşı daha dürüst olabildiğimi fark ediyorum.
Kendime ve diğer herkese karşı açık olmanın hafifleticiliği karşısında başka bir yol seçmek istemiyorum; ne kadar şansım olursa...
Şimdi, tarihimizin bu yerinde bir karar verdim. Aklımın, kalbimin hiç mi hiç karışmamasına olan şaşkınlığımı gizleyemiyorum.
Ellerim daha çok ısındı, perdelenen ne varsa attı üzerindekileri.
Omzumda bile isteye ve ağırlığından habersizce, yıllar yılı taşıdığım o yükleri birkaç makas darbesiyle atmak, geride kalan her şeyi özgürleştirdi.
Şimdi yuva hissettiğim toprakla aramdaki mesafeyi kapatmaya hazırım. Kalbimin sıcağıyla tanıştırmaya, uzak durduğum, yaklaşmaktan, açılmaktan, sularıma almaktan korktuğum şeylerin üzerine gitmeye, içine sızmaya hazırım.
Hayat bazen şaşırtıcı şekilde bağışlayıcı.
Renkler değişiyor.
Sarılmak ihtiyacı, yün şefkati, avuçlarımıza kadar uzanan kazak sıcaklığı ufaktan yokluyor erken inen akşamları.
Ceplerimiz mandalina kabuklarıyla dolmayı bekliyor. Çaylar demlenmeyi, dizler kedilenmeyi.
Çok sevdiğim, çok özlediğim, içine yerleşmek için sabırsızlandığım yerleri var senenin.
Bu coğrafyada olmanın en güzel yanlarından birisi, bütün mevsimleri içine çeke çeke yaşayabiliyor olmak.
Her şeyden tükendiğin anda ağaçlar turuncu, yapraklar neşeli ve kıtırtılı.
Kimse hiçbir şeyi temizleyemez dediğin anda bembeyaz, kar taneleri neşeli ve yumuşak.
Mecalsiz ve ağır aksak kaldığında toprak diri, gökyüzü bereketli, çiçekler neşeli ve şarkılı.
Yorgunluğunu sarıp sarmalaman için güneş güneş üstüne, sular neşeli ve parıltılı.
Her şeyi çekilir kılabiliriz, göğe bakalım.*
Bir mevsimi rüzgârlarla uğurluyoruz. Yerleşik olan birçok şeyin, yerini yadırgadığı bir yazdı. Bütün hislerin suyun yüzüne vurduğu, çırılçıplak kaldığımız; kendimizle, hislerimizle, sahip olduklarımız ve tercihlerimizle büyük pazarlıklara oturduğumuz, kucaklaşmaktan da kapıları çekmekten de çekinmediğimiz...
Ellerimdeki çiçek dağınıklığıyla*, artık omuzlarımda ve ensemde hissedebildiğim erken sonbahar ılıklığıyla, geç kalmış olsa da bazı yüzleşmelerin yarattığı dayanılmaz hafiflikle ve hâlâ uyanışlarımda potluk yapan gündelik sıkıntılarımla eylüldeyiz.
Yıl buradan viraj aldığında, hep son düzlük hissi gelip yerleşiyor içime. Bir koca yılın muhasebe defterleri açılmaya başlıyor. Küresel ısınmada bu yıl ne durumdayız; fikrim yok, ama nasıl oldu da eylül başladığı anda sonbahara giriş yaptık ve akşamlar kendisini İç Anadolu yazlarına çekti acaba...
Bu yıl sonunun, ya da belki bazı var gücümle açık tutmaya çalıştığım kapıları kapatmaya cesaret buluşumun getirdiği bitiş hissi, bir şeyler anlatıyor. Her yol, sonunu bir şekilde belli ediyor.
Bir cuma geceyi devirmiş, cumartesiye yuvarlamıştık. Hepimiz gevşemiş, hepimiz masa başında içimizin bulanıklıklarına hep birlikte bakıyorduk. Gördüğüm onlarca şeye eklenen başka şeyleri bulduk birlikte. Daha hafif, daha huzurlu, daha güçlü kalktım o masadan. İnatla tuttuğum kapıları bırakmanın sağlamasını yaptığımızdan belki. Ya da olması gerektiği gibi olana izin vermiş olmamın yayılgan doğruluğundan.
Bir yandan da başka başka yolların korktuğum sonları yaklaşıyor, hissediyorum. Dünkü hayal kırıklığım, artık iyice farkına vardığım inançsızlığım, en kötüsü de kaçacak bir yer bulamayışım büyük bir depremdi.
Biliyorum bu afet, ya coşkun ve beklenmedik iyi şeylere ya da hiçbir yere hareket edemediğim bir bataklığa sürükleyecek beni.
Hiçbir aksiyon planım yok. Çözüme yönelik basamakların başında, yolların sonundayım.
Mucize beklemiyorum. Kendi mucizemi yaratacağım bir aralık sadece ve
kırgınlığa, üzgünlüğe alışmayı reddedecek kadar hayat sevgisi.
Bu temmuz çok uzun, çok dönüşümlü, kalben dinlenmiş, rutin içinde yorulmuş geçiyor. Belki de bir yerinden tutup da başlattığımız "yeni yarın" heyecanından öyle geliyordur.
İç denizlerimin sütliman bir kıyı boyundayım.
Hem hiçbir şey canımı sıkamıyor, hem de her şey fazla ağır ve sıkıcı ve yakamdan düşmez gibi.
Ömrümün üçüncü onluk dilimine belirgin farklılıklarla girmek büyük güç verdi ve sanıyorum kalbimi de genişletti. Uyanıp da mecburen yaptığımız şeylerin sahici zorunluluklara dönüştüğünü ve artık yegâne amacımızın bunları tamamlayıp üzerine çizik atmaktan ibaret olduğunu hissediyorum.
Hayat galiba daha önce hiçbir anında bu kadar cömert bu kadar "Al beni n'aparsan yap"çı olmamıştı.
Son zamanlarda sevdiğim kadınların birçoğuyla sohbet etme şansım oldu. Hepimizin sokaklarına, yollarına, koynuna koyduklarına, rüzgâr boylarına baktığımda daha da inandım kalbimi yırtacak gibi gümbürdeyen nabzıma.
Doğru yerdeyiz..
Ömrün ihtiyacı olan,yaşamama değecek ne varsa şimdi benimle gibi.
İnsanların ve şehrin içindeki derin mutsuzluğumun aksine, kendimle, sahip olduğum zamanla yavaşçacık bir ateşkes imzalıyor gibiyim.
İçimin başka başka kadınları, başka başka şeyler hissedip yaşıyorlar ve bunlar bir yerde, bir anda bir araya gelmek için hazırlanıyorlar gibi.
Her şey biraz "gibi"...
Her şey çok yeni, çok acemi ama kendinden emin.
Bu güven veriyor, iyi hissettiriyor.
"Yeni" bir yerine pencerelerini açmak hayatın, artık parçası olduğum şu semtte kendimi büyütmüş olarak yol almak, düğümlerimi çöze çöze varmak her akşam kapıya, kara kızın bile güvenini kazana kazana..
Sevgilerimin artık yerini yadırgamaması, kalbimin sakinleşip neye ihtiyaç duyduğunu açık açık söylemeye başlaması..
Heyecanlarım şekil değiştiriyor. Ve ilk kez korkmuyorum şimdi.
Belki de artık "kendim" olan şeyin, yitirebileceğim bir şey olmamasından..
Korkmuyorum kapıları kapatmaktan.
Nokta koymadan başlanamıyor yeni bir cümleye.
Artık beslendiğim yer kırgınlıklarımız olmasın istiyorum.
Yeni, mavi ve sadece olduğu anda salınan bir su kıpırtısı olmaktan hoşlandım.
Dalgalanıp da çırpınmak zorunda bırakmazsam hiçbir şeyi,
iç içe geçebiliriz, nefes alabiliriz ve tüm bu kabulleniş öper belki de yanaklarını yaşadığımız her şeyin ve değer tüm kilometrelerine yollarımızın..,
değil mi?
Sadece hislerim var şimdi ve hiç olmadığım kadar kendimde, hiç olmadığım kadar berrak, hiç olmadığım kadar tanıdık bir o kadar da yabancıyım bu kendime.
Bunun
bir rengi olsaydı ve sorsalardı, kesinlikle, sütlü şeftali ve alkol mavisi arasında kalıp, bir seçim yapamazdım.
Yapmazdım.
"Kişinin demini alıp gerçeğe yakınlaşması hakikaten zamanla mümkün...
Coşkuyu korumanın her mevsim çiçeğe durmak olduğunu sanırdım bir zamanlar.. Meğer coşkular ancak gönlünün çiçeğini açtıracak anları doğru seçerek korunabilirmiş.
Koşmak isterdim ben ve bir an önce varacağım yere varmak. Meğer yürüdüğün yolları iyice tanımadan bir yere varılmazmış.
Cesaretin kılıca davranmaktan korkmamak olduğunu sanırdım. Meğer cesaret, kılıcına davrananın karşısında gülümseyerek durmakmış.
Hayattan daha geniş biri olmak isterdim hep. Meğer hayat önünde senin genişliğince uzanırmış.
Özgürlüğü çekip gidebilmek sanırdım. Meğer özgürlük gitme arzusunun bile kölesi olmamakmış."
Her şey bundan bir sene önce bir dolmuşu kaçırmamızla başladı. Bir dolmuş kaçırıp bir şiirin ortasına yuvarlandım. Ve o günü bir sene boyunca etkisinden çıkamadığım bir rüya olarak içimde taşıdım.
Zorlu ve hoyrat; varlığımdan birer birer eksilten bir kıştan ve yorgun, bıkkın, yılgın zamanlardan sonra tek biletlik şansımla sadece ve yalnızca o rüyaya geri dönmek istedim.
Kalbim ne zaman bir şeye böylesine açlık ve arzu duysa bunun sonunda aşık olacağımı, seçeneksiz ve olasılıksız bir şeye düşeceğimi hissederim, bilirim.
30 yaşıma 10 gün kala, tam da böyle bir hisle hayatın başka bir yerine geçiş yaptım. Ve zihnimle kalbimin tek vücut olduğu bu dönüşümü hayatın bana hakikatlı bir hediyesi olarak kabul ettim.
Şimdi hiçbir dakikasını unutmak istemediğim bir aralıkta nefes alıp, yavaşça belki de hızla bu dönüşüme kendimi bırakıyorum.
Hiç bu kadar güçlü, hiç bu kadar arzulu, hiç bu kadar aşık olmamıştım. Üzerine bastığım toprak, içime çektiğim hava ve ellerimde biçimlenen yapabilme itkisi...
Hayal kurabilen birisi değilim. Değildim; 10 gün öncesine kadar. Şimdi bir hayal uğruna, durmaksızın, yılmaksızın çalışabilecek gücü büyütüyorum içimde. Artık gerçekliğin canımı sıkmasına bir sebep kalmadı.Aslında hep, bir hayale açlıktanmış belki de sağıma soluma doldurduğum ağrılar.
Bir yeri kendime akraba etmekle ilgili karşı konulmaz duygular geliştirebiliyorum. Bunun kanıtları var. Ve bir yere aşık olmanın da hakkını verdiğimi düşünüyorum. Şimdi cümlelerimi birbirinden koparan, kelimelerimi hizasından çıkaran bir heyecan yine kalbimin sağlamasını yapıyor işte.
Böyle olunca hiçbir şeyden korkmuyorum.
O dolmuşu kaçırıp, 29. yaşıma o kıyıda girmeseydim bu sabaha, bu kadar iliklerimden hayat aka aka başlayamazdım sanırım. Bir sene boyunca o kıyıda biraz daha kalabilmeyi diledim. Ve tam bir sene sonra aynı yerde, peşi sıra günler...
Toprak yolun denizle buluşması mucizevi bir ilaca dönüştürüyor her şeyi. 16 milyonluk şehirden çıkıp 1200 kişinin arasına karışmak varlığımı, kendimle ilgili unuttuğum her şeyi çıplak bıraktı. Doğa insana, bir ağaç gibi, bir böcek gibi, bir yosun gibi kendi parçası olduğunu hatırlatıyor.
Kayışa dönen, sivrilen her duygum yerini kendisiyle barışık, hayata yanaşık, öylesine bitivermiş bir ot gibi, kendiliğinden nefes alır bir şeye bıraktı. Hemen. Hiç beklemeden. Ve böylece daha da ortalığa saçıldı neyi, ne kadar, nasıl da zorladığımız..
Her şeyin yaşamak içgüdüsü ve onu kamçılayan hayallerle oldurulabileceğine inanıyorum artık.
Bir dükkan, bir sürü güzel insan.
"Bir sonraki şarkı bana gelsin" dediğimde bir sonraki şarkının hayatın en sevdiğim yerinden gelişi.
Kırık bir aşkın hatırasını fark etmeden öpüşüm ve bunun aramızı dolduran sıcaklığı.
Nasıl da derinden ve aniden tanıştık, bak..
İnsan edinmek, gülüşlerce..
Aklımda tek bir şey var; bundan sonra bu kendiliğinden gelişen sevgiyle, evimiz hissettiğimiz yerde, bir rüyanın yanı başında doyalım, doyuralım.
Her gün, hayal kuran insanlarla, beklemeksizin, düşünmeksizin yaşayabilen dostlarla sofralar kuralım.
Hep, kimsenin duymadığı; duysa da farkına varmadığı şarkıları dinleyelim.
İstiyorum..;
Bir yanımız denize, bir yanımız insanlığımıza baksın.
Romantizmin attığı ilmeği, kuvvetlice sıkalım ve sahici bir düğüm atalım.
Gördüm; neler yapılabileceğini, nasıl çoğul olunabileceğini, nasıl kendini bulabileceğini.
Hakkını vermek istiyorum yapabildiklerimin. Başta, aldığım nefesin. Şu büyüttüğüm yaşımın. Öğrendiklerimin, dinlediklerimin. Sevdiğim her şeyin. Sahip olduğum zamanın. Üretim gücümün. Kurduğum hayalin.
Sonsuzluğa söylenmiş boş bir laf gibi değil, hemen; zaman kaybetmeden birikerek, biriktirerek. Üzerine yazıp çizerek. Gelip de geçmeyecek yollar kat ederek. Rakı masasına meze etmekten bi' fazla. Epey fazla. Seçilmiş bir aile edinebilmek, yer bulabilmek, yerli olabilmek için yalnızlığı da göze alarak. İçimizde büyütüp, gece gündüz saymadan kurarak, üst üste koyarak.
Uzun ve zorlu bir yol olacak ama; önümüz deniz, içimizde "delice" bir yaşamak hevesi.
Şimdiden iyi ki doğdum, ömürlük bir dilek tuttum.
Aynı değil şimdi bildiğim yerler. Yürüyüp de geriye şöyle bir döndüğünde, ya da elini cebine atıp da oradan beraberinde ne getirdiğine baktığında, tanışık bir şeylerle karşılaşmak çok ev ya.., çok sıcacık ya... Kaybedersem korkusuyla tutuyorum ellerimde zamanları. Düşürürsem kaybolurum, kayboluruz gibi..
Değişmiyor gibi dursa da, seziyorum duruşumdaki açı farkını, ağzımdaki tadın başka bir tondan telvelenişini..
Sesim daha mı az çıkıyor, daha mı çok boş konuşuyorum, olur olmadık muhabbetlere mi dahil oluyorum, hafife mi alıyorum hiçbiri birbirinin tekrarı olmayan günleri, yoksa sonsuz bir ağırlığın içinde helmelenip, yapışıp sıvaşıp kalan bir mecalsizliğin esiri olup kendimi mi eritiyorum.
Değişiyor bildiğim yerler, yerleşikliğimin boynu bükülüyor, hiç bilmediğim bir yerinden giriliyor şarkılara.. O tanıdıklığı arıyor içimin tekinsizliği.
Kapılar açılıyor kapılar kapanıyor; "..ama şimdi iyi" diye her günü ortalama bir geri sayıma bağlıyorum. Başka yol ihtimalleri bu yokluğa göz dikmiş belki, bilmiyorum ki.
Sesler, sessizlikler, gıcırtılı boşluklar, peşi sıra doygun noktalar, esintili kavrayışlar...
Kolaylaşır sandığım şeylerin kolaylaştıkça efsununu kaybetmesi..
Mücadeleci yanıydı belki de her şeyi, en çok da soluğumu tetikte tutan.
Bir yandan da korkular ve mesafe boyları var. Nerede duracağımı bilemeyip kontrolsüzce ve fazladan attığım kulaçlar. Ve batmamak için nefesimi tuttuğum derinlikler.
İçten içe değişmemesini dilediğim her şey değişiyor.
Kayıp vere vere, kalpsizleşerek ve çoğunlukla tutamadan, tutunamadan uyuyup uyanır oluyorum.
Hiçbiri birbirine benzemeyen günleri kocaman ve tek bir salıya dönüştürüyor iç bulantım.
Her yer dar ve hiçbir yerin yeterince zaman dışı olmayışı yüzünden netleşmiyor görüntüler.
Neyse ki yaz geldi. Şekerli ışıklar, ağaçların arasından, kayısıların üzerinden kayarak tül perdeleri aşıyor ve odalara doluyor.
Tendeki terin tuzuna denizinki ekleniyor. Kısa ama kumlu, sıcak ve mayışık bir aralığın hayalini kurmaktan çekinmiyoruz.
Neyse ki, güzelliğine inandığımız şeylerin nefes aldığını biliyoruz. Tam da, o ezbere bildiğimiz nabızlarıyla.
Neyse ki tanışıklığımızın şahidi o nabızlar, sokaklar, semtler, kokular, gün doğumları, sırlar, sarılışlar var.
Neyse ki hâlâ hatıralarımız ve hatırladıklarımız kadarız.
Bu yazı hasretle, burnumun direği sızlaya sızlaya, gün gün sayarak bekledim.
Büyük bir şanssızlık ki; artık birbirine sarmaş dolaş yüzlerce ağacı izleyerek takip edemiyorum gelip geçen mevsimleri, ki bu Beşiktaşlı güzden bir anının ince serinlikli bir fotoğrafına götürüyor beni.
Git gide yayılıyor ve yerleşiyor ağzıma metal tadı, ve her yerimi sarıyor plastik ruhsuzluğu şehrin. Git gide zamansızlaşıyorum, toprakla bağımın koptu kopacak hale gelmesi sahici bir korkuya dönüşüyor içimde. Ne duyularım doyuyor, ne de duygularımı yerli yerine akıtabiliyorum. Artık bir mevsimin getireceği her ne varsa buna tamah edebilir, yeter ki oraya varabilir olmayı diliyorum.
Boşluk boşluk günlerin içinden anlamsız yüklerle çıkmanın yazıklığındayım.
Yaralandı bu kış neşem, hüznüm, doygunluğum.
Her cümlemde yakaladığım bu küskünlük, kalbimi kırdı.
Cümlelerin sonuna varamadan noktalarımı çoğalttı.
Ne yetmek, ne de yetinmek. Öylesine ve bitirmek olsun diye yaşanan günlerin aynadaki toksikasyonunu anbean görüyorum.
Elimin, dudağımın, mecalimin gitmediği şeylerin yorgunluğu arasında avucumdaki sıcaklığa sığınıyorum.
Gelmesini bekleyip bekleyip, uğruna bulutları çekiştirip yerini değiştiremediğin güneş, yerini buna bırakıyor bazen. O çok sevdiğin kışın, yara bere içinde bıraktığı halini bir şekilde, bir öpücükle tamir edebileceğine de inanıyorsun bir şekilde, her seferinde.
Tuhaf bir pes ediş, daha tuhaf bir tutunuş.
Sanki bir şeyin nöbetini tutuyor sesim.
Bir saz gibi, sessizce, aralıklarıma rüzgâr doldurarak ve başımı esintiden yana eğerek salınıyorum olduğum yerde, taşınmadan. Havalanan mavisiyah kuşların kanatları kıpırdatıyor geceyi, su birikintilerindeki halkalar boyunca yürüyor gölgem. Kavurucu bir yaz mı olacak; pek öyle görünmese de sararıp çatırdamadan ısınmayı bekliyorum, bir uçtan bir uca..
Güzel cümlelerle karşılaşmaya, avuçlarımın boyanmasına, biraz çıplaklığa, zihnimdeki kornaları susturmaya ve çakırkeyif bir yalın ayaklığa ihtiyaç duyuyorum.
Dolu dolu, yağmur yağmur bir ağlayabilsem belki dökülür üzerimden bu ölü toprak. Bu kalabalık, bu tozlu takat, solgun çiçek.
Belki yine gelir yaz, kiraz, kadehte hicaz.
Şimdi bir mevsimden çıkıp geleceksin. Özleyip de farkına varamadığım gökyüzü renkleri ve akşamüstü esintileriyle.. Tekerlerine gamsız heyecanlar doladığımız bisikletlerle yokuş aşağı ineceğiz. Avuçlarımız terleyecek, kurumuş dudaklarımızı çeşmelere dayadığımız bir anı düşecek aklımıza; dokuz, belki on yaşımızdan kalma.
Gülerek doyduğumuz günlerden bir parça aşırmak mümkün olsa keşke. Bu kuruyup kalmış, bu hiçbir şeyi canı çekmeyen açlığımız dayanamazdı belki buna. Yapmazsam ölürüm dediğimiz şeylerin eksikliği mi bu. Hiçbir yerden kendimizi öylece atamamanın egzozlu esareti mi. Ellerimizdeki ağırlığın, avuçladığımız meyvelerin şehvetli suyundan değil de otobüs tortusundan olmasından mı.
Şimdi sazlıkların arasında bir gün batımı, yalın ayak taşlara bastığımız balkonlar, Sait Faik'in evinden baktığımız pencere maviliği ve pembe şaraplar içe içe, pespembe -illa ki çilekli ve kayısılı- doğurduğumuz güneşlerden istiyor canım.
Bildiğim bu dilin, bilmediğim sokaklarına çıkmayı; belki de hiç konuşmadan, sadece çatılarda tıkırdayan güvercin yeşerikliğiyle, biraz mırıltılı tekirliklerle yetinerek..
Kalbimin orta yerinde bir insana, bir coğrafyaya, bir tarihe değil; sadece bir hisse karşı dolu dolu bir özlem kök salıyor. Oradan buradan hatrıma yerleşmiş kokularla, kaç yaşımda, nerede gördüğümü bilmediğim manzaralarla, belki de hiç karşılaşmadığım renklerle birlikte..
Anımsayamadığım ama unutmadığım şeyler var.
Bazı bakışlar. Bazı ışıklar. Bazı taşlar.
Bazı sessiz tiratlar. Bazı dağılan mürekkepler. Yıkılan binalar. Koyu çaylar.
Çatkapı sevinmeler. Hazırlıksız, bulutunu beklememiş yağmurlar.
Karlı geceler, olmazsa yaşayamam dedirten kalp çarpıntıları.
Bazen ne kadar hayatta olduğumuzu düşünüyorum. Senin hangi hayatta olduğunu. Zihninin odalarını nelerin doldurduğunu düşünüyorum. Hangi iplerle, kurdelelerle bağlandığımızı, düğümlendiğimizi, kesilip atıldığımızı..
Müziğini duymak istiyorum nabzının.
Bazen bir mutfağa girip, oradan çocukluğunla çıkmak istiyorum. Ne ile çıkacağımı bilmiyorum.
Neyin seni cesaretlendireceğini, neyin korkusuyla frene basacağını ve kendi rağmenlerimi nerede bulacağımı da bilmiyorum.
Unutulmuş bir şarkının, kağıt gibi kestiği bir gecenin sabahında, bir kapıyı çekip çıkıp çıkamayacağımı..
Şimdi ardımdaki ve yanımdaki her şeyle bu kadarım.
Utangaç ve çiçekli bir gülüşle, güzelliğine bakakaldığım bir yeri, bir anı bekliyorum.
Bunu belki hayal etmişimdir, belki dönüp yüzüne bakmadığım rüyalardan birinde rastlamışımdır, belki de sahiden yoktan var edip, saplantılı bir arzuya dönüştürmüşümdür, ya da vardan yok etmişimdir.
Öyledir belki de, belki de "belki" şüphe uyandırmayacak kadar içimdedir, içimdendir.
Şimdi dudaklarından düşürmediğin bir gülüşle çıkıp geleceksin.
Belki de zaten hiç gitmedin.
Bir eve kadar gittim geldim, ve sanki bunun üzerinden iki gün değil aylar geçti. Düşün otogardaki o gecenin üzerinden kimbilir kaç bin zaman geçti.
Zamanın görecesi bazen canımı sıkıyor, bazen içime buruk, kıvrık, kavruk bir "alışamama" koyuyor; çocukluğumdaki yaz tatillerine benzer. Sanki asla bitmeyecekmiş gibi birbiri ardına günler ve yanında bulunduğum insanların belirlediği kuralların arasında bir bütün gün sadece tek bir telefon beklemek.
Anneannemle öyle değildi tabii, anneannemle zaten hayat böyle bir yer değildi. Kısa bir cennet tasviriydi sanırım, kıymetini bilemediğim. Sanki o bugünlere gelebilseydi, bunca çirkinlik yakamıza yapışıp kalmazdı. Belki yine kalırdı ama içimizin tavşankulakları yumuşaklığını muhafaza edebilirdi bu olan onca şeye rağmen. Etmese bile gözümüzün yaşını silerdi yani, o kesin.
Zaman, uzun mektupların içinden taşıyor. Zaman boşaldıkça çok yalnızlaştırıyor, yalnızlaştıkça kek kalıpları doldurtuyor, kilometreler yürütüyor, ilkokuldan kalma parmak nasırımı dürtüyor o sayfadan bu sayfaya.
Kısa gibi görünen bu kocaman üç haftada ne Ahmet Abi ne de biz güldük. Bol bol dövüşüldü, sövüldü, içimize koca koca taşlar oturdu, flamingolar vuruldu.
Bu üç haftada cemrelerin düştüğünü, Kırlangıç Fırtınası'nın, Kuğu Fırtınası'nın ve bilmediğim diğer fırtınaların geçtiğini, ipekböceklerinin yumurtadan çıktığını ve serçelerin yavrulama zamanının geldiğini henüz fark edeceğimiz bir hava değişimi yaşadık. Galiba bu sefer gerçekten geldi "gökyüzünün en sevdiğim renkleri" ve toprağı avuçlama günleri.
Bu üç haftada dolar 5,9'u gördü mesela, marketten biraz daha bir şey alamadık. Ama hüsnüyusuflar çıkmış, frezyalar ufaktan kaçıyor çiçekçi teyzelerin plastik kovalarından. Bir de bilmediğim bir çiçek gelmiş, hoşuma gitti; zaman zaman içimin dışıma vuran sessizliğine, mutluluğa meyleden yumuşak dinginliğine benzettim. Mayıs maaşı çiçeği olarak onu seçtim. Eve de iki bebek yeşillik diktim. Kısmetse uzun mevsimler birlikte yaşamayı diledim.
Bu üç haftada bütün renkleri kendim seçtim. Döne döne aynı şarkıları dinledim. Yeni hiçbir şey yapmamaya ant içmiş gibiydim.
Şimdi mayısa doğru yuvarlanıyor içimde uzun uzun kıpırtısız kalmış taşlar. Çilekler tatlanıyor, evlerin pencereleri uzun uzun saatler açık kalıyor, kediler bebelerini doğurup her dakika bizi mucize denilen şeyin ortasında hazırlıksız yakalıyor.
Üç hafta bitiyor.
Çocukluğumun yaz tatilleri gibi.
Hayat gibi.
Teoman'ın ergenliğimizde dediği gibi.
Kendini hatırlamak.
İçindeki tüm kadınları.
Geçtiğin yollardaki ayak izlerini,
vapurlardaki seni.
Altını çizdiğin cümlelerin denk düştüğü nabızlarını.
Bıraktığın tatları,
avuçladığın toprakları.
Kendine yazdığın masalları.
Oldurduklarını
ve öldürdüklerini.
Tutkunu, azmini, inadını, yenilgilerini, cesaretini
ve korkaklığını.
İçinde büyüttüğün kız çocuklarını
ve büyütemediklerini.
Susayışlarını hatırla. İsminin öpülmediği yerlerden.
Küçük şaşkınlıklarının nasıl bir mücevher gibi kalbine asılıp kaldığını.
Sözcük sözcük işlediklerini yüzdür zihninin tenine izdüşümünde.
Gecelerce beslediğin vahşiliğini, nasıl bir var oluşla buluşturduğuna bak.
Yılgınlıklarının karşısında savrulan neyin varsa topla, ya da bırak dağılsın her yere.
Dağıl, külün kalsın. Tüm rüzgârlar senin.
Hoyratlığınla nezaketinin kucaklaştığı yerde ne doğurduğuna bak.
Vazgeçişlerinin hangi seçimlerini mayaladığını duy derinden.
İçinde oluk oluk akan hayatın tüm kadınlarısın.
Bazen durup, kendini kendine hatırlatmalısın.
Önce evi temizlettim, taze çiçekler aldım. Uzun uzun, yavaş yavaş yürüdüm. Sporu bırakıp bacağıma iyi davranmaya başladım. Söz dinledim ve doktora gittim. Temiz, hafif, bahara yakışan şeyler tüketmeye, erkenden yatağa girmeye gayret eder oldum. Evden metroya müzik dinleyerek, metrodan işe kitap okuyarak gitme rutinime döndüm.Sklamenleri suladım, Melahat'le kapının önünde oturup, biraz okşamalı biraz tırmıklı akşam muhabbetlerimi aksatmadım. Yeni pastalar için heyecanlı tarifler buldum, yarıda kalmış resimli planlarımı yeniden yürürlüğe soktum. Her gün dönüp ne yaptım diye illa ki bir iki satır yazar oldum.
Ve şimdi, bu cumartesi karşısında yapacak hiçbir şeyim yok.
İyisi mi müzik açalım:
..Vapurlar yanaşıyor, içinden sen inmesen de..."
2013'te
olduğu gibi
2013'te
ilk kez yaşadığımız gibi
birlikte
çalkalanmanın getirdiği dirayet,
delirmekle
öfke oklarımızı sivriltmek arasında yaptığımız seçim,
inatla
yenik düşmeyen güneşli yanımız
çünkü
"illa ki başka bir yarın olmalı" bilgimiz,
hissimiz..
çalkanlanmanın ortasında savrulup da sığındığımız limanlarımız,
kalp
evlerimiz,
anlatılmayı
bekleyen gecelerimiz, gündüzlerimiz,
e
rağmen nefeslerimiz,
bir
renge ilk defa bakıyormuşçasına tonlarını keşfedişlerimiz
şaşkınlığımız,
şaşkınlığımızın
acıkan karnı, hevesli ısırıkları..
birlikte
okumayı sevdiğimiz yazarlar,
yeni
kitapların mevsimi,
geç
kararan gün flörtleşmeleri.
beklediklerimiz, bekleyenlerimiz,
uykusuzluğumuz,
gençliğimiz,
büyüttüklerimiz,
görmek
için pervasızlaştıklarımız,
utanmazlıklarımız,
ötesine
geçmeden duramayışlarımız.
en bildiğimiz yerden,
bütün
bilmediklerimizle..